Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:34 PM   #19
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

181.Yine Bizim oluşturduklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.

Bu ayet, akıllarını kullanmayanların düştükleri durumun anlatıldığı 179. ayetin devamı mahiyetindedir. Bu ayetle, hayvandan daha sapkın duruma düşebilen insanoğlu içinde akıllarını kullanan değerli kişilerin de var olduğu bildirilmektedir.

Bu ayetten, Rabbimizin dünyayı hakka davet eden, kılavuzluk yapan insanlardan hiçbir zaman boş bırakmayacağı, Allah’ın doğru yoluna kılavuzluk eden birilerinin bu dünyada her zaman bulunacağı anlaşılmaktadır. Hatırlanacak olursa 159. ayette İsrailoğulları içinde de hakka kılavuzluk edenlerin bulunacağı bildirilmişti.

182.Ve âyetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri yönden derece derece, yavaş yavaş değişime/ yıkıma yaklaştıracağız.

183.Ben onlara süre de tanırım. Kesinlikle Benim plânım pek çetindir.

Ayetlerde sözü edilen yalanlayıcılar ilk plânda Kur’an’ın indiği dönemdeki Mekkeliler olmakla birlikte, sonradan dünyada yaşamış ve kıyamete kadar var olacak olan yalanlayıcılar da bu ayetin kapsamına girmektedir.

Ayette geçen “ الاستدراجistidrac” sözcüğü “derece derece, azar azar yükseltmek veya indirmek, yavaş yavaş toplamak” anlamlarına gelir.[94] Buna göre ayetleri yalanlayanlar, kendileri farkına varamayacak şekilde yavaş yavaş helâke sürüklenmektedirler. Bu yalanlayıcılar günah işledikleri zaman hemen cezalandırılmazlar; çünkü Allah onlara mühlet vermiştir. Buna karşılık, hemen cezalandırılmamaları sebebiyle şımarırlar ve içinde bulundukları durumun aslında kendileri için bir tuzak olduğunu fark etmezler. Öyle bir tuzak ki, hemen cezalandırılmadıklarını gördükleri için tutkularının peşinde koşmaya başlarlar, Allah’ı hiç düşünmez olurlar, hesap vereceklerini unuturlar ve bulundukları ortamı terk edemez olurlar. Bu hallerinden dolayı da, hiç farkına varmadan yaptıkları işlerin tutsağı olarak kendi kötü sonlarını hazırlamış olurlar. İşte, Allah’ın plânı, tuzağı budur. Üstelik bu plân, içine düşen kişinin helâke sürüklendiğini anlayamaması sebebiyle çok da çetindir.

Yalanlayıcılara hazırlanmış olan bu plân, En’am suresinde de dile getirilmiştir:

44Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular.

45Böylece şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluluğun kökü kesildi. –Ve tüm övgüler, âlemlerin Rabbi Allah’adır; başkası övülemez.–

46.De ki: “Hiç düşündünüz mü, eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah’tan başka getirebilecek ilâh kimdir?” Bak, Biz âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar?

47.De ki: “Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan başkası mı değişime/yıkıma uğratılmış olur?”

48.Ve Biz gönderilen elçileri, ancak müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere göndeririz: Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da.

49.Âyetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları hak yoldan çıkışlar yüzünden azap dokunacaktır.

(En’am/ 44–49)

184.Ve onlar arkadaşlarında hiçbir deliliğin/ cinlenmişliğin bulunmadığını düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.

185.Ve onlar göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimine, Allah’ın oluşturmuş olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar?

186.Allah, kimi saptırırsa, artık ona yol gösterecek bir kimse de yoktur. Ve O, bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir durumda bırakır.

Bu ayet grubu, peygamberimiz ile çağdaşı Mekkeliler arasındaki olaylara değinen ve yalanlayıcıları uyaran ayrı bir necmdir. Bu pasajda Allah elçisinin mecnunun biri olmadığı ciddiyetle vurgulanmıştır.

Bilindiği gibi, peygamberimize Mekkeliler tarafından “mecnun [deli/cinlenmiş]” dendiği Kur’an ile sabittir:

5.Hiçbir ümmet, süre sonunun önüne geçemez ve geciktiremezler.

6,7.Ve onlar; “Ey kendisine Öğüt/Kur’ân indirilen kişi! Şüphesiz sen gizli güçlerce desteklenen/deli birisin. Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin” dediler.

(Hicr/ 6)

185. ayette yine yalanlayıcıların düşüncesizliğine dikkat çekilmekte ve Allah’ın ayetlerine karşı duyarsız ve lâkayt kalan bu kişilere ömür sermayesinin tükenmekte olduğu hatırlatılarak üzerinde oldukları çıkmaz yoldan dönmeleri çağrısında bulunulmaktadır.

187.Sana, Sâat’ten; kıyâmetin kopuş anından soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Onun vaktini bilmek, göklerde ve yerde ağır basmıştır/ bilinemez olmuştur. O size ansızın gelir.”

Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

188.De ki: “Ben kendim için Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye yetkin değilim. Ben eğer görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluma müjdeleyenim.”

Kıyametin ne zaman kopacağı hakkındaki soru, peygamberimize çok sorulan bir sorudur ve Kur’an’da birçok kez yer almıştır:

48.Ve onlar; “Eğer doğrular iseniz bu vaat ne zamandır?” diyorlar.

(Yunus/ 48)

38.Ve inkâr eden kişiler, “Eğer doğrular iseniz, bu vaat ne zamandır?” diyorlar.

(Enbiya/ 38)

Ve Neml 71, Yasin 48.

Yukarıdaki ayetlerde kıyamet saati ile ilgili sorular inkâr nitelikli sorulardır. Ancak konumuz olan ayetlerdeki ifadelerden 187. ayetteki sorunun samimî olduğu ve kıyametin kopma saatinin tabii bir merak saiki ile sorulduğu anlaşılmaktadır. Ayette soruyu soranların kimliklerine dair bir açıklama yapılmamasına rağmen bu kişiler klâsik kaynaklardan gizli kalamamışlardır: Bir anlatıma göre bu soruyu peygamberimize yöneltenler, Hısl b. Ebi Kuşeyr ile Şemuyil b. Zeyd adlı Yahudilermiş.[95] Bu şahıslar kıyametin vaktini bildiklerini iddia ederek eğer peygamberimiz de bu vakti doğru olarak söylerse ona iman edeceklerine söz vermişler. Ancak bu soruyu yöneltmekteki asıl niyetleri, peygamberimizin bildireceği herhangi bir vakti yalanlamakmış. Bir başka anlatıma göre de soru Mekkeliler tarafından sorulmuş ve peygamberimize “Aramızda akrabalık bağları var; onun için bunu bize söyle de tedbir alalım” demişler.

Sure Mekke’de indiğine göre soruyu soranların da Mekkeliler olması gerekir. Ancak burada esas olan soruyu soranların kimlikleri değil, soruya verilen cevaptır. Çünkü çok önemli bir konuyu açıklığa kavuşturan bu cevap, peygamberimizin gaybı bilmediğini ve bilemeyeceğini ortaya koymaktadır.

Oysa hurafelere batmış bir topluluk içinde yaşayan peygamberimizin kendini olağanüstü güç sahibi biri olarak tanıtması için ortam uygundur. Nitekim kendisinde olağanüstü bir güç olmadığını söylemesine rağmen, çevresinde bulunanlar ona olağanüstü güç yakıştırma yarışına girmişler, hatta oğlu İbrahim’in öldüğü gün yaşanan “Güneş Tutulması” olayını Güneş’in matem tutması olarak yorumlamışlardır. Peygamberimiz ise Allah’ın vahyettiği gibi, gayb hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyerek sadece “açıkça uyaran” bir hakk peygamber olduğunu açıklamıştır.

Peygamberimizin hayatı boyunca karşı çıktığı ve mücadele ettiği olağanüstü güçlerle donatıldığı iddialarının kökü ne yazık ki kazınamamış, bu konudaki uydurmalar günümüze kadar gelmiştir. Surenin sonuna koyduğumuz “Gayb Meselesi” başlıklı yazımızda peygamberimizin mücadele ettiği bu zihniyet ele alınmakta, aynı zihniyet tarafından üretilen sapkın anlayışların Kur’an ile çürütülmesi yoluna gidilmektedir.

188. ayetteki “Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan arttırmak isterdim” ifadesinin açıklamasını pek çok şekilde yapmak mümkündür:

- Eğer Allah’ın bana bildirmesinden önce neyi istediğini bilmiş olsaydım şüphesiz onu yapardım.

- Eğer ben gaybi bilseydim, gaybe dair her sorulanı cevaplardım.

- Eğer ben ne zaman öleceğimi bilseydim, çokça iyi işler yapardım.

- Eğer ben, savaşta ne zaman zafer kazanacağımı bilseydim, o vakit savaşırdım ve hiç yenilmezdim.

- Eğer ben hangi yılın veriminin kıt olacağını bilseydim bolluk zamanından bana yetecek kadarını hazırlardım.

- Eğer ben hangi malın ticarette çok satılacağını bilseydim, o malı alıcısının olmadığı zamanda satın alırdım.

189.O, sizi bir candan oluşturan ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki hanım ağırlaştı, hemen o ikisi Rablerine dua ettiler: “Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, andolsun ki kesinlikle karşılığını ödeyenlerden olacağız.”

190.Ne zaman ki o ikisine sağlıklı bir çocuk verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O’nun için ortaklar edindiler. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah arınıktır, yücedir.

Hem ayetleri hem de asıl konuyu iyi anlayabilmek için bu pasajın ayrıntılı olarak tahlil edilmesi yararlı olur.

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapandır.

Üzülerek tespit etmiş bulunuyoruz ki, bugüne kadar okuduğumuz Türkçe veya Arapça eserlerde ayetin bu kısmının Yahudi kültürünün[96] etkisinde kalınmadan yapılmış bir açıklamasına rastlanılmamıştır. Mevcut meal ve tefsirlerin tümünde de ilk insanın Âdem olduğu, Havva’nın ondan (kaburga kemiğinden) yaratıldığı, Âdem’in kaburga kemiklerinin Havva’nınkinden bir adet noksan olmasının da bundan kaynaklandığı ya açıkça yazmakta, ya da ima edilmektedir. Hâlbuki ayetin lâfzında Âdem ve Havva diye birilerinden söz edilmediği gibi, ima yolu ile de olsa bu ikisine herhangi bir işaret bulunmamaktadır.

İnsanın bir candan yaratılması, ondan da eşinin yaratılması konusu sadece bu ayette geçmemekte, Nisa/1, Zümer/6 gibi daha birçok ayette dile getirilmektedir. Rum suresinin 20, 21. ayetleri de konumuz olan ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak bir muhtevaya sahiptir.

Ayette önce cinsiyeti belirtilmeyen bir canlıdan bahsedilmekte, sonra da bu canlıdan onun eşinin yaratıldığı bildirilmektedir. Bu yaratılış tarzının bugünkü “klonlama”ya benzediği söylenebilir. Rabbimiz, insanın eşinin kendisinden yaratılmasının gerekçesini de göstermiş, bu yaratmanın ikisinin arasında bir sıcaklığın, yakınlığın, sevginin, sükûnetin [yatıştırmanın] doğması için olduğunu açıklamıştır. İnsanlar görünüm olarak erkek ve dişi olarak ayrılsalar da, yaratılışta tek canlıdan türedikleri için aynı özellikleri taşımaktadırlar. Bu da özde birbirlerinden farkları olmadığı anlamına gelmektedir. Erkeklik ve dişilik farkına gelince; bu fark ilk yaratılışta değil, Nisa suresinin 1. ayetinden anlaşıldığına göre yaratılışın üçüncü aşamasından sonra oluşmuştur.

Ayetin bu giriş bölümünde Allah’ın plânlı yaratıcılığı vurgulanmak suretiyle insanlar tevhide, imana yönlendirilmektedir.

Ne zaman ki o, onu örttü/bürüdü [örtüp bürüdü], hafif bir yük yüklendi ve bununla gidip geldi.

Ne zaman ki zevce ağırlaştı, ikisi [karı koca] Rabbleri Allah’a yalvardılar: “Eğer bize bir salih [sağlam çocuk] verirsen kesinlikle şükredenlerden olacağız!

Ne zaman ki Allah onlara bir salih [düzgün bir çocuk] verdi, o ikisi Allah’ın o ikisine verdiği şeyler hakkında onun için ortaklar kıldılar.

Görüldüğü gibi, hamileliğin başlangıcında eşler ne annenin başarılı bir doğum yapacağı, ne de bebeğin salih olup olmayacağı ile ilgili bir endişe taşımaktadır. Her ikisi de işlerin yolunda gittiği düşüncesiyle rahattırlar. Ancak anne adayı ağırlaşıp da doğum iyice yaklaşınca panik başlar ve açıkça Allah’tan yardım istemeye başlarlar. Başa gelen her sıkıntıda olduğu gibi, eğer sağlıklı, iyi bir çocuk ihsan ederse kesinlikle şükredenlerden olacaklarına ve asla nankörlük etmeyeceklerine dair Allah’a sözler verirler. Çocuk sağ ve salim doğduğunda ise verilen sözler unutulur, çocuğun sağlıklı oluşu Allah’tan başka etkenlere bağlanır ve şirk ortaya çıkar.

Bu çocuk ve şirk meselesi, İbrani kültürünce üretilen Âdem-Havva rivayetleri ile birleştirilmiş ve ortaya hayal ürünü anlatımlar çıkmıştır:

İbn Abbas:

Bu âyette geçen “bir nefs” kelimesiyle Hz. Âdem; “bundan da eşini yapan …” ifadesiyle de Hz. Havva murad edilmiştir. Yani Allah Teala, Hz. Havva’yı, eziyet vermeksizin Hz. Âdem’in kaburgasından yaratmıştır. … Vakta ki Âdem, Hz. Havva’yı bürüyünce, Havva hafif bir yük yüklendi [hamile kaldı]. Çocuk onun karnında ağırlaşınca, İblis, bir adam suretine girip Havva’nın yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Havva, bu nedir? Ben, bunun bir köpek ya da herhangi bir hayvan olmasından korkuyorum. Onun, nereden çıkacağını nereden bileceksin? Arkandan mı çıkıp seni öldürecek, yoksa karnın mı yarılacak?” Bunun üzerine Havva endişelendi ve bunu Âdem’e anlattı. Böylece Âdem ile Havva hep bunun endişesi ve hüznünü taşıdılar. Daha sonra o İblis, Havva’ya gelerek şöyle dedi: “Eğer Allah’tan onu tıpkı senin gibi kusursuz ve hilkati tam bir kimse yapmasını ve onun karnından çıkmasını istersen, ona Abdül Harîs adını verirsin…” Melekler arasında, İblis’in adı el- Harîs idi. İşte bu, Cenab-ı Hakk’ın “Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği çocuk hakkında ona eşler tutmaya başladılar” âyetinde ifade edilen husustur. Yani, “Allah onlara, düzgün ve kusursuz bir çocuk verince, Âdem ile Havva, O’na eşler tutmaya başladılar” demektir. İşte, buradaki koşulan şirk ile Harîs [İblis] kasdedilmiştir. Kıssanın tamamı bundan ibarettir.” [97]

AYETTE SÖZÜ EDİLEN İKİLİ / KARI KOCA KİMDİR?

Arap dili gramerine vakıf olanlar bilirler ki, “Kelâmda [sözde] zamirlerin merciinin mutlak surette lâfzen, manen veya hükmen zikredilmiş olması gerekir.” Oysa bu ayette ne lâfzen, ne manen ve ne de hükmen Âdem ve Havva diye bir merci bulunmamaktadır. Buna karşılık, ayetteki “nefs ve eşi” ifadelerinden bu ikilinin karı koca oldukları anlaşılmaktadır. Bundan dolayı da hem tesniye ifadelerinin özneleri, hem de zamirlerin mercileri bu “karı koca”ya raci olmaktadır. Klâsik Arap edebiyatında birçok uygulaması görülen bu durumun en meşhur örneği, “İ’dilû hüve akrabu littakvâ. [Adaletli olun; o (adalet) takvaya en yakın olandır]” ayetindeki “hüve [o] zamiridir. Ayette açıkça “adl [adalet]” sözcüğü geçmediği halde ayetin manasından “Hüve [o] zamirinin “adl [adalet]” sözcüğüne raci olduğu anlaşılmaktadır.

Aynı ayetteki zaman kiplerinin “geçmiş zaman kipi” olması, Kur’an’ın pek çok yerinde görüldüğü gibi, Allah için zaman mefhumunun söz konusu olmadığını ve anlatılanların kesinlikle gerçekleştiğini veya gerçekleşeceğini vurgulamak içindir.

Ayette konu edilen bu karı koca Âdem-Havva, Ali-Ayşe, Ahmet-Fatma gibi bilinen ve tanınan birileri değil, genel olarak tüm karı kocalar, tüm insanlardır. Dolayısıyla ayette ifade edilen davranışlar da tüm karı kocaların genel karakteridir, fıtrî özellikleridir.

İnsanın şirke ve nankörlüğe meyilli bu ham karakteri Hud suresinde de dile getirilmiştir:

9-11.Ve eğer, sabreden ve düzeltmeye yönelik işleri yapan kişilerin –işte bunlar, bağışlanma ve büyük ödül kendileri için olanlardır– dışındaki insanlara, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir.

(Hud 9, 10)

Kur’an’da konumuz olan ayetin üslûbunu taşıyan ve Hud suresinin yukarıda verdiğimiz ayetlerinin tefsiri mahiyetinde olan daha birçok ayet (Tövbe/ 75, 76, Yunus/ 22, 23, Nahl/ 53, 54, Lokman/ 31, 32, Rum/ 33, Ankebut/ 65, İsra/ 67) vardır

Zümer suresine ait aşağıdaki ayetler ise, konumuz olan 189, 190. ayetlerin bire bir tefsiri olarak değerlendirilebilir:

6.O, sizi tek bir nefisten oluşturdu, sonra ondan eşini yaptı ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, oluşturluştan sonra bir oluşturuluşla oluşturuyor. İşte bu, sahiplik, yönetim yalnız Kendisinin olan Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?

7.Eğer küfredecek; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/ iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/ nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.

8.İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O’na vererek Rabbine yakarır. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na yakardığı hâli unutur da Allah’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar oluşturur. De ki: “Küfrünle; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişinle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashâbındansın.”

(Zümer/ 6 – 8)

Onların şirk koştuklarından Allah münezzehtir.

Ayetteki bu ifade, insanların yukarıda anlatılan olumsuz yönlerinin Allah’ın ortak koşulanlardan münezzeh olduğunu bilmemelerinden ileri geldiğini ve bu yanlış davranışların vahye dayalı bilgilerle ortadan kaldırılması gerektiğini anlatmaktadır.

Ayetin bu bölümünde dikkat edilmesi gereken bir husus da, daha önce kullanılan tesniye (ikil) ifadelerden, “ يشركونyüşrikûn [şirk koşup durdukları]” şeklindeki çoğul ifadeye yapılan geçiştir. Nitekim bu bölümden itibaren konu pasajın sonuna kadar hep çoğul olarak ifade edilmiştir.

191.Hiçbir şey oluşturmayan ve kendileri oluşturulmuş olan şeyleri mi eş koşuyorlar?

192.Hâlbuki bunlar, tapınanlar için yardıma güç yetiremezler. Kendi nefislerine de yardım edemezler. 193.Eğer siz onları doğru yola çağırsanız, size uymazlar. Onları çağırsanız da çağırmayıp susmuş olsanız da size karşı hiç fark etmez.

194.Allah’ın astlarından yakardığınız kimseler, tıpkı sizin gibi kullardır. Eğer doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler. 195.Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var?

De ki: “Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun ve bana zaman da tanımayın.

Kendisine kullanılmaya hazır bir akıl verilmiş olan insanın, duyuları bile olmayan, ne kendisine ne başkasına zararı veya yararı dokunmayan bir şeyden medet umması, akılla bağdaştırılacak bir davranış değildir.

Bu ayetlerde, aklını kullanmayıp da aslında kendileri de kul olan ve kendilerine bile hayırları dokunmayan kişi ve nesneleri Allah’a eş koşanlar kınanmaktadır. Ayette “ الّذينellezine [kişiler]” ve “ عبادıbâd [kullar]” sözcükleri kullanılmak suretiyle, Allah’a eş koşulan kişi ve nesnelerin yelpazesi oldukça geniş tutulmuştur. Buna göre, yaşayan ve ölmüş azizler, azizeler, sözde evliyalar, kutsallık yakıştırılan kişiler ile put, fetiş gibi sembolik şeyler, idoller ve kutsal bilinen tüm varlıklar bu kapsama girmektedir.

Bu konu, Kur’an’da üzerinde çok durulan önemli konulardan biridir:

42-45.Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin kulluk ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir bilgi bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân’dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir azap dokunur da şeytan için bir yol gösteren, koruyan, yardım eden bir yakın olursun diye korkuyorum” demişti.

(Meryem/ 42)

73.Ey insanlar! Bir örnek verilmektedir, şimdi ona kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği asla oluşturamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.

74.Allah’ı gereği gibi değerlendirip bilemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye üstündür.

(Hacc/ 73, 74)

95,96.İbrâhîm: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah oluşturmuştur’ dedi.

(Saffat/ 95, 96)

53-57Onlar dediler ki: “Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz, senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz, sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” Hûd dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a işin sonucunu havale ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir irili-ufaklı hareket eden canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmiş isem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, başka bir toplumu sizin yerinize getirir. Ve siz O’na hiçbir şekil ve yolla zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.”

(Hud/ 54, 55)

75,76.İbrâhîm: “Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? 77İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. 78-82O, beni oluşturandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. 83Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! 84Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl!85Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! 86Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. 87-91Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah’ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi.

(Şuara/ 75–91)

26,27.Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve toplumuna: “Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. –Beni yoktan yaratan ayrı.– Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir” dedi.28İbrâhîm bu sözü, onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.–

(Zühruf/ 26-28)

196.Şüphesiz ki benim velîm [yol gösterenim, yardım edenim, koruyanım], o kitabı indiren Allah’tır. Ve O, düzgün kimselere velî [yol gösteren yardım eden, koruyan] olur. 197.Sizin O’nun astlarından yakardığınız kimseler ise, size yardıma güç yetiremezler, kendi nefislerine de yardım edemezler. 198.Siz onları doğru yola çağırsanız da duymazlar. Ve onları sana bakar görürsün, hâlbuki onlar görmezler.”

Bu ayetlerde de yine şirk koşan akılsızlar kınanmakta ve tek ‘veliyy’nin Allah olduğu, dolayısıyla gerçek yardımın sadece Allah’tan geleceği, Allah’ın ise düzgün insanlara yardım edeceği bildirilmektedir.

Ayrıca ayetlerde, Allah’ın astlarından bel bağlanan ilâhların ne kendilerine ne de onlara tapanlara yardım edemeyecekleri, çağırıldıklarında sesleri duymayacakları ve bakar gibi durmalarına rağmen görmedikleri açıklanmak suretiyle, hem “Bizim ilâhlarımızı karalama! Sonra onların hışmına uğrarsın!” şeklinde peygamberimize yapılan tehditlere cevap verilmiş olmakta, hem de Allah’ın astlarından ilâh edinilen şeylerin kesinlikle ilâh olamayacakları vurgulanmaktadır.

Görünmez varlıkların sembolü sandıkları “şey”lere taparak Allah’a yaklaşacaklarını zanneden ve bu “şey”lerin Allah ile kendi aralarında şefaatçi olacaklarına inanan müşriklerin, bu “şey”lerden yardım isteme, o “şey”lere koku, yağ sürüp mum yakma, kurban kesme gibi törenleri, bazı değişikliklerle günümüzde de devam etmektedir. Ama bu müşrikler bilmelidirler ki, yaptıkları davranışların tümü Yüce Allah tarafından Kur’an’da pek çok defa kınanıp reddedilmiştir. Yakardıkları ise, kıyamet günü onların aleyhine dönecektir:

13,14.Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O’nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.

(Fatır/14)

199.Sen afvı/ malın fazlasını al, “urf” [örf, Kur’ân âyetleri öbeği] ile emret ve câhillerden de mesafeli dur.

200.Eğer sana şeytândan bir vesvese gelirse de hemen Allah’a sığın. Kesinlikle O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

Bu ayetlerde Rabbimiz, peygamberimize hitap ederek ona çevresiyle olan ilişkilerini yönlendirmeye yönelik dört temel görev vermiştir:

1-Afvı al: Bu ifade hem malın fazlasını almak [zekât toplamak], hem de hataları bağışlamak, özürleri kabul etmek anlamlarına gelir. Ancak bu ayet indiği dönemde henüz zekât ile ilgili bir yükümlülük bulunmadığından, ifadenin “bağışlamak” diye anlaşılması gerekir. Zaten ayetlerdeki söz akışı da “bağışlamak” anlamına daha uygundur.

Bağışlayıcı olmak, insanlara müsamaha ile yaklaşmak ve çevresine karşı sert davranmamak gibi talimatlar, peygamberimize başka ayetlerde de tekrarlanmıştır:

159.İşte sen, sırf Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever.

(Âl-i Imran/ 159)

125.Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir.

(Nahl/ 125)

2- Urf ile emret: “ عرفUrf” sözcüğü, bu surenin adı olan “ اعرافa’raf” sözcüğünün tekili olup hem bu surenin baş tarafında, hem de Mürselat suresinin tahlilinde açıkladığımız gibi öncelikle “Kur’an ayetleri öbeği” anlamına gelir. Bu anlama göre, peygamberimizden istenen ikinci husus çevresine Kur’an ayetleri ile emretmesidir. “Urf” sözcüğü ayrıca “örf, güzel ve hayırlı olan şey” anlamına da gelmektedir. “Maruf” kavramı da “urf” sözcüğünün bu anlamdaki türevlerindendir. Ancak; birinci anlamın ikinci anlamı da kapsadığı düşünülürse, sözcüğün buradaki manasını “Kur’an ayetleri öbeği” olarak anlamak daha isabetli görünmektedir.

3- câhillerden de mesafeli dur: “Cahil” sözcüğü, “düşüncesizce hareket eden, inkârcı, bir şey bilmez” anlamlarına gelir. Konunun akışı içerisinde buradaki anlamı ise, “hisleriyle ve tutkularıyla hareket eden, birden bire kızan, düşüncesiz ve kaba insan” demektir. Bu anlama göre Rabbimiz peygamberimizden böyle insanlara aldırmamasını, onların davranışlarından ve kırıcı sözlerinden etkilenerek maneviyatını bozmamasını istemektedir.

63.Ve Rahmân’ın; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde alçakgönüllülükle yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.

72.Ve Rahmân’ın kulları, yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygın bir şekilde geçerler.

(Furkan/ 63,72)

3.Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir, …

(Mü’minun/ 3)

4- Şeytandan Allah’a sığın: Burada konu edilen şeytan “İblis” olup peygamberimizin dikkati kendi içinden gelebilecek zarara çekilmiş ve içindeki şeytandan [İblis’ten] Allah’a sığınması istenmiştir.

96.Sen, kötülüğü en güzel bir şeyle sav. Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri çok iyi biliriz.

97,98.Ve de ki: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Ve Rabbim! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.”

(Mü’minun/ 96–98)

33,34.Ve Allah’a çağırıp/ yakarıp sâlihi işleyen ve “Ben, Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/ iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın’dır.

35.Bu olgun davranışa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur.

36.Ve eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Şüphesiz ki O, en iyi duyanın ve en çok bilenin ta kendisidir.

(Fussılet/ 33–36)

98.Öyleyse Kur’ân öğrenip öğrettiğin zaman Racim Şeytan’dan; [aklınıza hemen geliveren, iyiden iyiye düşünme sonucu olmayan, sizi mahvedecek mesnetsiz düşünceler üreten yetiden] Allah’a sığın.

99,100.Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler üzerinde Şeytan-ı Racim’in hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak kendisini, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın edinenler ve Allah’a ortak koşanların ta kendileri olan kimseler üzerinedir.

(Nahl/ 98–100)

ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK:

Şeytandan Allah’a sığınmak, “Euzu billahi mineşşeytanirracim [Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım / Allah’ım, şeytandan sana sığınırım, beni ondan koru!]” demek değildir.

Şeytandan Allah’a sığınmak:

- Şeytan tipler ve güçler tarafından dayatılan düşünce ve amelleri hemen Allah’ın gönderdiği Kur’an terazisinde tartmaktır.

- Şeytanın aklımıza, fikrimize zerk ettiği zehirleri Allah’ın Kur’an’da bize ikram ettiği panzehirle tedavi etmektir.

- Doğruyu Allah’tan öğrenip şeytanın bizi saptırmasına engel olmaktır.

- Fırtınaya tutulan geminin hemen limana sığınması gibi, derhal Kur’an’a sarılıp problemleri Kur’an ile çözmektir. Bilinmelidir ki, anlamadan Kur’an okumakla bu problemler çözülemez.

Günümüzde bu konuya örnek olabilecek çok sayıda şeytanî vesvese türü mevcuttur. Bu vesveseler birçok yönden insanların hayatına sokulmaya çalışılmaktadır. Bunlardan bir tanesini somut bir örnek olarak sunmanın yararlı olacağı kanısındayız:

Mütedeyyin olmakla beraber bilgisiz ve sıradan insanlara yüzyıllardır şöyle telkinlerde bulunulmaktadır: “Şu kandil gecesinde şu kadar rekât namaz kılar, şu kadar sayıda tespih çekersen, bütün günahların affolur ve cennete gidersin!” Bu telkin ve öneriler ilk bakışta insanların hoşuna gitmekte, daha doğrusu işlerine gelmektedir. Çünkü insanın dünyaya gelişinden itibaren onun “karin”i olarak faaliyet gösteren şeytan [İblis], bu teklif üzerine hemen harekete geçip bir ham düşünce üretmekte, önerilen bu kolay davranışları yaparak cenneti ucuza elde etme fikrini insana “süslü” göstermektedir. Böylece insan, kendisine yapılan bu tür telkin ve öneriler ile hem Allah’ın bildirdiği dışında bir yolla cennet vadeden şeytanların, hem de bu yolu kendisine süslü gösteren beynindeki İblis’in vesveseleri ile karşı karşıya kalmaktadır. İşte, Rabbimizin kendisine sığınılmasını istediği şeytan vesvesesi bu ve buna benzer kuruntulardan oluşmaktadır. Ancak ayetteki ifadelerden anlaşıldığına göre, bu sığınma lâfla olmamaktadır. Zira ayette “Allah’a sığınırım de!” veya “Allah’a sığınmak istiyorum de!” değil, “Allah’a sığın!” denmektedir.

O hâlde yapılacak iş, yukarıda da söylediğimiz gibi, insanın kendisini sadece Allah’ın sözlerine teslim etmesidir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örnek için insan “Cennetin bedeli nedir Ya Rabbi!” diye Allah’a sığınmak isterse, Allah’ın cevabını Kur’an’da bulacak ve bu bedelin “mütteki olmak, ebrardan olmak, malını ve canını Allah’a satmak” olduğunu öğrenerek kendini hem o teklifi yapan yalancı şeytanların, hem de beynindeki İblis’in vesvesesinden kurtarabilecektir.

Sonuç olarak insan mutlaka aklını çalıştırmaya yönelmeli ve bu tarz yalanlarla sürekli vesvese veren şeytanlardan korunmak için Allah’a, O’nun kitabına sığınmalıdır. Böyle yapmalıdır ki, Âdem ve eşi gibi hataya düşmesin.

201,202.Kendi kardeşleri onları sapıklığa sürüklediği ve bırakmadığı hâlde şüphesiz Allah’ın koruması altına giren şu kimseler, kendilerine şeytândan bir vesvese, karanlık kuruntu, sırnaşma gibi bir tufan iliştiği zaman, hatırlarlar/düşünürler. Sonra bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir!

Bu ayetlerde şeytandan Allah’a nasıl sığınılması lâzım geldiği anlatılmakta ve inanmayan kardeşleri tarafından çok büyük etki altında bırakıldıklarında bile, müttekilerin hatırlamak/düşünmek suretiyle Allah’a kulluktan ayrılmayacakları açıklanmaktadır.

89,90.Münâfıklar, kendileri Allah’ın ilâhlığına ve rabliğine inanmadıkları gibi, sizin de inanmamanızı, böylece onlarla eşit olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda yurtlarından göç edinceye kadar onlardan yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse, sizinle aralarında anlaşma olan bir topluma sığınan kimseler yahut sizinle ve kendi toplumlarıyla savaşmaktan göğüsleri daralarak size gelenler hariç onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; onlardan bir yakın ve bir yardımcı edinmeyin. Sonra, eğer Allah dileseydi onları size musallat ederdi de onlar sizinle savaşırlardı. Artık eğer onlar sizden mesafelenip de sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah sizin için onlar aleyhine bir yol tanımamıştır.

(Nisa/ 89,90)

202. ayetteki “ و اخوانهمve ihvanühüm [onların kardeşleri]” ifadesi pek çok yerde yanlış olarak “şeytanın kardeşleri” olarak çevrilmektedir. Hâlbuki ayetin yapısı bu anlamı çıkarmaya engel olup, “ همhüm” zamirinin “şeytan” sözcüğüne gönderilmesi mümkün değildir. Zira ayetteki “şeytan” sözcüğü tekil, ona gönderilmek istenen zamir ise çoğuldur. Dolayısıyla “ همhüm [onlar]” zamiri “müttekiler” sözcüğüne gönderilip “ihvanühüm” ifadesinin de “müttekilerin kardeşleri” olarak anlamlandırılması gerekir. Ayet, bizim yaptığımız gibi “Hâl cümlesi” şekline getirildiğinde cümlenin anlamında herhangi bir sorun oluşmamaktadır. Zaten “İsim cümlesi” olan ayetin teknik yapısı da buna uygundur. Cümlede “vav” bağlacının ve “hüm” zamirinin bulunuyor olması, ayetin “Hâl cümlesi” olarak anlamlandırılmasını mümkün kılmaktadır.

203.Onlara bir âyet getirmediğin zaman da, “Kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum.” İşte bu Kur’ân, Rabbinizden gelen kalp gözünü açacak beyanlardır, iman eden bir toplum için bir kılavuz ve bir rahmettir.

Bu ayette, her istenildiğinde ayet veya mucize getiremeyen peygamberimizden, kendisine ayet uydurması yönünde yapılan tahriklere karşı sadece Allah’ın vahyettiğine tâbi olduğunu açıklaması istenmektedir. Çünkü peygamberimiz sadece bir elçidir ve ayet getirmek onun elinde değildir. Allah, dilediği zaman ona vahyeder ve o da kendisine vahyedileni tebliğ eder. Aslında bir peygamberin istenilen anda ayet getirememesi ve vahyi beklemesi, söylediği sözlerin kendi sözü olmayıp vahiy olduğunun kanıtıdır.

15.Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”

(Yunus/ 15)

109.Ve ortak koşanlar, kendilerine bir alâmet/gösterge gelirse, ona kesinlikle iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah katındadır.” Onlara alâmetler/ göstergeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?

(En’am/ 109)

90-93.Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”

(İsra/ 90)

Ayetin son bölümündeki “İşte bu [Kur’an], Rabbinizden gelen basiretlerdir [kalp gözünü açacak beyanlardır], iman eden bir kavim için bir kılavuz ve bir rahmettir” ifadesi müşriklere bir uyarı mahiyetinde olup şu mesajı vermektedir: “Elçiyle ve sizi aşan şeylerle uğraşacağınıza, size kılavuz olacak, sizi aydınlatacak ve size rahmet olup sizi kurtaracak Kur’an’ı araştırın!”

204.Ve esirgenmeniz için Kur’ân öğrenilip-öğretildiği zaman, hemen ona kulak verin ve susun.

Bu ayette, Kur’an okunurken onu dinlemenin adabı öğretilmekte ve Kur’an’ın saygıyla, sessiz ve can kulağıyla dinlenilmesi emredilmektedir. Çünkü her kitap gibi Kur’an’dan da ancak böyle istifade etmek mümkündür.

Ayette verilen “Kur’an’ın ciddiyetle dinlenmesi hâlinde ilâhî kelâm olduğunun anlaşılacağı ve ona inanılacağı, böylece de Allah tarafından esirgenip kurtuluşa erileceği” yolundaki mesaj, inanmayanlara yöneliktir. Çünkü müminler, kalp gözünü açan, kılavuz ve rahmet olan ayetleri zaten can kulağıyla dinlemektedirler.

Kâfirler ise kendi hayat düzenlerini eskisi gibi sürdürebilmek için hem sürekli Kur’an’a kulaklarını tıkamakta, hem de halkı Kur’an’dan uzak tutmaya yönelik çeşitli yollara başvurmaktadırlar:

26.Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenkimseler: “Üstün gelmeniz için bu Kur’ân’ı dinlemeyin, onun içinde anlamsız şeyler yapın/ anlaşılmasını her türlü yolla engelleyin” dediler.

(Fussılet/ 26)

205.Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!

Ayetteki “sabah akşam” ifadesi, Nâs suresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, “daima, her zaman” anlamında olup burada peygamberimize ve dolayısıyla tüm insanlara Allah’ın nasıl ve ne zaman hatırlanması gerektiği bildirilmektedir.

“Allah’ın anılması, hatırlanması” anlamına gelen “zikrullah” sözcüğü zaman içinde anlam kaybına uğratılarak yozlaştırılmıştır. Bir isim tamlamasından oluşan bu ifadenin doğru anlaşılabilmesi ancak Kur’an’daki bağlamının iyi incelenmesiyle mümkündür. Aksi takdirde sözcüğün tasavvuf terminolojisince zayi edilen gerçek anlamına ulaşılamaz.

206.Şüphe yok ki Rabbini iyi tanıyan kişiler, Allah’a kulluk etmekten büyüklenmezler, O’nu her türlü noksanlıklardan arındırırlar ve yalnızca O’na boyun eğip teslim olurlar.

Surenin bu son ayeti, bir önceki ayette geçen “… korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle …” ifadesinin açıklaması mahiyetindedir. Ayette, Allah’a karşı derin sorumluluk duyan ve O’nun katında itibarlı olan kulların Allah’a kulluktan büyüklenmedikleri, sürekli O’nu noksan sıfatlardan arındırdıkları ve yalnızca O’na boyun eğdikleri bildirilerek Allah katında muteber birisi olmak için “Allah’a kullukta büyüklenmemek, sürekli O’nu arındırmak ve ürpererek sadece O’na yalvarmak, boyun eğmek gerektiği” mesajı verilmektedir.

Bu mesaj Secde suresinde biraz daha ayrıntılı verilmiştir:

15.Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman boyun eğip teslimiyet göstererek yerlere kapanan ve Rablerinin övgüsüyle birlikte noksan sıfatlardan arındıran ve büyüklük taslamayan kimseler inanırlar.

16.Onların yanları, yan gelip yattıkları yerlerden uzaklaşır; onlar keyfetmezler, onlar korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan bağışlarlar.

(Secde/ 15, 16)

Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

[1](Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, vly mad.)

[2] Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, vly mad.)

[3] İman-ı ye’s ve iman-ı be’s konusunun ayrıntıları, Tebyînu’l-Kur’ân/İşte Kur’ân’ın, Kıyâmet sûresi’nin tahlilinde “Zoraki İman” başlığı altında verilmiştir.

[4] (Lisanü’l Arab, “zlm” mad. )

[5] (Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, “cnn” mad. )

[6] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[7](Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[8](Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[9] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2:1-25.

[10] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 3:1-24.

[11] Lisânü’l-Arab; c. 5, s. 32-33, “Şcr” mad.

[12] Lisânü’l-Arab; c. 8, s. 403, “Mvl” mad.

[13] Bkz. Tebyînu’l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1.s??????

[14] Lisânü’l-Arab; c. 4, s. 434-436.

[15] Lisânü’l-Arab; c. 9, s. 277, 280.

[16] el-Müfredât; s. 520, “Verk” mad.

[17] Tâcü’l-Arûs; c. 13, s. 476-480.

[18] Lisânü’l-Arab; c. 3, s. 535 “Zvg” mad.

[19] Lisânü’l-Arab; c. 9, s. 18-19.

[20] (Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat ; “vky” mad.)

[21] (el İsfehani; el Müfredat, hşy mad.)

[22] Zerkeşî, el-Bürhân; Suyûtî, el-İtkân.

[23] Suyûtî, el-İtkân; c. 1, s. 538, 539 ve Zerkeşî, el-Bürhân; c. 4, s. 392-395.

[24] Râgıb el-İsfehanî, el-Müfredât, “Fahşâ” mad.

[25] el-Müfredât; s. 218-219, “Zeyn” mad.

[26] Lisânü’l-Arab, c. 4, s. 563-564; el-Müfredât, s. 231, “Srf” mad.

[27](el İsfehani; el Müfredat, Lisanü’l Arab, “ ism” mad. )

[28]Lisanü’l Arab, “emm” mad. )

[29] Lisanü’l Arab, “ümmet” mad. )

[30](el İsfehani; el Müfredat, ümmet mad.)

[31] Lisanü’l Arab, “emm” mad. )

[32](Lisanü’l Arab, “emm” mad. )

[33](el İsfehani; el Müfredat, imam mad.)

[34](Lisanü’l Arab, (Tacü’l Arus; (el İsfehani; el Müfredat

“ecl” mad. )

[35] (Lisanü’l Arab, “nisyan” mad. )

[36] İbn-i Manzur, Lisânü’l-Arab; c. 6, s. 198.

[37] İbn-i Manzur, Lisânü’l-Arab; c. 6, s. 198.

[38] İbn-i Manzur, Lisânü’l-Arab; c. 6, s. 198.

[39] lisan

[40] (Lisanü’l Arab, “te’vil” mad. )

[41] (Lisanü’l Arab, “istiva” mad. )

[42](Lisanü’l Arab, “shr” mad. )

[43] İbn-i Abbâs.

[44] el-Kelbî.

[45] Vehb b. Münebbih.

[46] Amr b. Şeddad.

[47] (Lisanü’l Arab, “hlf” mad. )

[48] Sale (Kur’ân’ı İngilizceye çeviren bilgin).

[49] Tâcü’l-Arûs, c. 4, s. 373-374; Lisânü’l-Arab, c. 1, s. 698.

[50] (Lisanü’l Arab, “casim” mad. )

[51] Tekvin, 9:20-27.

[52] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[53] (Lisanü’l Arab, “srf” mad. )

[54] (Ana Britannica, c. 12, s. 235)

[55] (Ana Britannica, c: 23, s: 217)

[56] Lisân, “‘Asâ” mad.; Tâc, “‘Asâ” mad.

[57] Lisânu’l-Arab, “Sab” mad.; Tâcu’l-Arûs, “Sab” mad.

[58] Lisânu’l-Arab, “Byz” mad.

[59] (Râzi; Mefatihu’l-Gâyb)

[60] (Ana Britannica; c. 22 s. 37

[61] (Râgıp, el-Müfredât; Râzî, Mefâtihu’l-Gayb

[62] (Râzî, Mefâtihu’l Gayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân)

[63] el-Müfredât; Tavf, Tufan mad.)

[64] (Râzi, Mefatihu’l-Gayb; Zemahşerî, el-Keşşâf)

[65] Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an

[66] Yuşa; 24. 4, 15. Cümleler:

[67] Lisânu’l-Arab, “Bhr” mad.; Tâcu’l-Arûs, “Bhr” mad.

[68] Lisânu’l-Arab, “Yemm” mad.; Tâcu’l-Arûs, “Yemm” mad.

[69] Mezmurlar, 136:11-16.

[70] Çıkış, 14:1-31.

[71] Lisânu’l-Arab; c. 7, s. 241-245, “Qtl” mad.; Tâcu’l-Arûs, c. 15, s. 607-606, “Qtl” mad.; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, “Qtl” mad.

[72] (Lisanü’l Arab; c: 3, s: 486-488 “zbh” mad.; Tacü’l-Arus, c: 4, s: 38-41 “zbh” mad.)

[73] Kitab-ı Mukaddes; Çıkış; 1/ 8–22:

[74] Ana Britannica ansiklopedisi; c: 28, s: 34

[75] (Lisanü’l-Arab; Nazar mad.)

[76] (Lisanü’l-Arab; c.2, s.188,189 Celâ mad.)

[77] (Kurtubi; A’râf; 148 ile ilgili açıklamalardan)

[78] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı: Meal- Tefsir

[79] (Lisanü’l-Arab; c: 3 s: 245)

[80] ( Buhari; Sulh ve İlim kitapları)

[81] (Ana Britannica, c:32, s:393)

[82] 14. Bölüm; 25–30. cümleler:

[83] 16. Bölüm; 7–15. cümleler:

[84] 21. Bölüm; 33–46. cümleler:

[85] Tesniye; 18. Bölüm, 15-19. Cümleler:

[86] Lisânu’l-Arab; Tâcu’l-Arûs, “Ayn” mad.

[87] Sayılar, 1:1- 16.

[88] Razi, İbn Abbas’tan)

[89] Çıkış/ 19. bölüm

[90] (Muvatta, Kader 2; Tirmizi, Tefsir, A’raf; Ebu Davut, sünnet.)

[91] (Tirmizi Tefsir, A’raf.)

[92] (Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

[93] (Mukatil)

[94] (Lisanü’l-Arab; c:3, s:325-327; drc mad.)

[95] (Taberî; İbn Abbas’tan naklen)

[96] Tekvin/ II. Bab, 18–25. cümleleri)

[97](Razi; el Mefatihu’l Gayb)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla