Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 11:31 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

6. âyette, O [Allah], onları kılavuzlayacak, durumlarını düzeltecek ve onları, kendilerine tanıttığı cennete girdirecektir buyurmuştur, zira cennet daha evvel birçok âyette tanıtılmıştı:

Ve Rabbinizden bağışlanmaya, eni göklerle yer kadar olan, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan, insanları affeden, çirkin bir hayâsızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyen, –Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir?– yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyen muttakiler için hazırlanmış olan cennete koşuşun. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. (Âl-i İmrân/133-135)

Onların [muttakilerin] çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır. Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle, kendisine vâris edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz. (Zuhruf/71-73)

Bu sûrenin 15. âyetinde de cennet şöyle tanıtılmıştır: Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rabb'lerinden bir bağışlanma vardır.

Cennetin tasviri ile ilgili birçok pasaj bulunmaktadır. İşte onlardan bazıları:

(Onlar) yaptıklarına karşılık olarak mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı onların üzerinde yaslanırlar. Üzerlerinde [çevrelerinde], kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler –ki ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir– beğendiklerinden meyveler, canlarının çektiğinden kuş eti ile; süreklileştirilmiş [hep aynı bırakılmış] çocuklar, saklı inciler gibi iri gözlüler dolaşırlar. Orada lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokan işitmezler. Sadece söz olarak, “Selâm, selâm!” Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! (Onlar,) dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen [tükenmeyen] ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler. Şüphesiz Biz onları [kiraz, muz, gölgeler, fışkıran su…] öyle bir inşa ile inşa ettik [yarattık]. Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda bakireler [dokunulmamışlar] kıldık [yaptık]. (Vâkıa/15-38)

Şüphesiz ki takvâlı davrananlar Rabbinden bir lütuf olarak güvenli bir makamdadırlar; Bahçelerde ve pınardadırlar. Onlar karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. İşte böyle! Biz onları iri siyah gözlülerle eşleştirdik. Onlar orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve O [Allah] onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Duhân/51-57)

Onların [muttakilerin] çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır. Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle kendisine vâris edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz. (Zuhruf/71-73)

Sonra Biz Kitab'ı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları nefislerine zulmeden, bazıları orta yolu tutan, bazıları da Allah'ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu büyük lütfun; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. (Fâtır/32-33)

Kesinlikle muttakiler için, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden; Rahmân'dan bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar/kurtuluş mekânları; sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir seviye tomurcuklar [çiçek bahçeleri], dolu dolu su kapları vardır. Onlar, orada boş bir söz ve yalan duymazlar. –Onlar, O'nun huzurunda söz söylemeye güç yetiremezler.– (Nebe/31-37)

7. Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar.

8. İnkâr eden kişiler ise, artık yıkım onlara! Ve O [Allah], onların amellerini saptırtmıştır.

9. Bu, şüphesiz onların, Allah'ın indirdiklerini beğenmediklerinden dolayıdır. Artık O [Allah] da onların amellerini boşa çıkarmıştır.

Bu âyetler, sûrenin girişindeki âyetlerin bir açılımı mahiyetinde olup, Allah mü’minlerden beklentilerini açıklanmış, ardından da görevlerini ve onları bekleyen neticeleri bildirmiştir. Daha sonra da kâfirlerin âkıbeti ve bu kötü âkıbetin nedenini beyân etmiştir.

7. âyetteki, Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar ifadesi, Allah'ın yardımının, Allah'a yardım etmeye bağlı olduğunu göstermektedir. Buradaki Allah'a yardım, “Allah'ın dininin yücelmesi için malıyla canıyla Allah yolunda çaba harcamak, gerektiğinde de canını feda etmektir.

Bu âyetin bir benzeri de Saff sûresi'nde yer almaktadır:

Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da Biz, inanmış kimseleri düşmanlarına karşı destekledik de onlar üstün geldiler. (Saff/14)BLOK]

Saff/14'te konu edilen Îsâ peygamberin, çevresindekileri Allah'a yardıma daveti ve bunun sonucu Âl-i İmrân sûresi'nde şöyle geçmişti:

Sonra Îsâ, onlardan inkârcılıklarını sezince, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. Rabbimiz! Biz senin indirdiğine iman ettik, Elçi'ye de uyduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz” dediler. Ve onlar [inanmayanlar] kötü plan yaptılar, Allah da kötü plan yaptı [onların kötü planlarını boşa çıkardı]. Ve Allah, plancıların [kötü planları boşa çıkaranların] en hayırlısıdır. (Âl-i İmrân/52-54)

Daha evvel detaylı olarak açıkladığımız gibi, Îsâ'nın havarileri Allah için mallarını ve canlarını feda edeceklerini ifade etmişler ve Îsâ peygamberi öldürmeye gelenlere karşı da içlerinden biri, “Ben Îsâ'yım” diye ileri çıkarak, Îsâ yerine canını vermiştir. Bu hususu, Âl-i İmrân/52 ve Nisâ/157'nin tahlillerinde açıklamıştık.

Burada verilen mesaj da, Allah için can verecek kişilerin olması gerektiğidir. Zira Allah için can verecek kişiler olmazsa yeryüzünde düzen söz konusu olmaz:

Kendilerine savaş açılan kimselere kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yerle bir edilirdi. Allah, Kendisine yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, gâliptir. (Hacc/39-40)

9. âyette, Artık O [Allah] da onların amellerini boşa çıkarmıştır ifadesiyle konu edilen netice, ilk âyetlerde de konu edilmiş ve yukarıda detayı sunulmuştu.

10. Peki onlar, yeryüzünde yolculuk etmediler mi? Ki kendilerinden öncekilerin âkıbeti nasıl olmuş bir görsünler. Allah, onları yerle bir etti. Bu kâfirlere de onların benzerleri vardır.

13. Ve kuvvetçe, seni çıkaran kentten daha şiddetli nice kentler; onları helâk ettik. Öyle ki kendileri için yardımcı diye bir şey olmadı.

12. Şüphesiz Allah, iman edip sâlih amellerde bulunan kimseleri, altından ırmaklar akan cennetlere girdirir. İnkâr eden kimseler ise, kazançlanırlar ve hayvanların yemesi gibi yerler; ateş de onlar için bir konaklama yeridir.

11. İşte bu [mü’minlerin bahtiyarlığı, kâfirlerin perişanlığı], şüphesiz Allah'ın iman eden kimselerin mevlâsı olması, inkâr edenler için mevlâ diye bir şeyin olmamasındandır.

Bu paragrafta, teknik ve semantik açıdan zorluklar olduğu için âyetleri farklı tertip ettik. Zira 11. âyetteki zâlike edatıyla işaret edilen, gelecek âyetlerdeki ifadeler değil, geçmiş âyetlerdeki ifadelerdir. Hâlbuki elimizdeki Mushafın tertibinde, kendisinden sonraki âyetlerin ifadelerine de işaret olacak bir tertip yapılmıştır, ki bu teknik olarak mümkün değildir, dil bilime aykırıdır. Ayrıca, 11. âyet mevcut Mushaftaki yerinde olduğunda, ذلك'nin [zâlike'nin] manası anlaşılamamaktadır.

Bu âyetlerde, kâfirlerin târihten ibret almaları istenmektedir. Zira târih, sayıca ve donanımca çok güçlü kâfirlerin, az sayıdaki mü’minler karşısında Allah'ın yardımıyla hezimete uğradıklarına tanıktır. Bunun nedeni, Allah tarafından, “Allah'ın iman eden kimselerin mevlâsı olması, inkâr edenler için mevlâ olmaması” olarak bildirilmektedir.

Mevlâ sözcüğü, –A‘râf[3] ve En‘âm sûresi'nde[4] de belirttiğimiz gibi– velî sözcüğünün eş anlamlısı olup, “yakın olan, yardım eden, koruyan ve yol gösteren” demektir. Birileri kulları mevlâ edinse de, Allah'tan başkalarına “mevlâ, mevlânâ” dese de, gerçek mevlâ Allah'tır. Kullara, Allah'tan başka kimseden hayır gelmez. Allah'ı bırakıp birilerini mevlâ edinen ve onların koltuğuna sığınanlar kendilerini asla kurtaramazlar:

Sonra kendi gerçek mevlâları Allah'a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O'nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir. (En‘âm/62)

Ve eğer onlar geri dururlarsa, artık siz, şüphesiz Allah'ın mevlânız olduğunu bilin. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır! (Enfâl/40)

O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

O, zararı faydasından daha yakın olana yalvarıyor. O [yalvardığı şey] ne kötü mevlâ [yardımcı, koruyucu] ve ne kötü yoldaştır! (Hacc/13)

Onlara, “Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Onlar [mü’minler], “Evet ama, siz kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, kuşkuya düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Nihâyet Allah'ın emri gelip çattı. O çok aldatan da sizi Allah ile aldattı. Bugün artık sizden fidye alınmaz, kâfirlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadîd/14-15)

12. âyette kâfirler için, İnkâr eden kimseler ise kazançlanırlar ve hayvanların yemesi gibi yerler; ateş de onlar için bir konaklama yeridir buyurularak, kâfirlerin düşüncesizliği ortaya konulmuştur. Yani kâfirler, akılsız şuursuz hayvanlar gibi, evren hakkında araştırma yapmazlar, yedikleri rızkın kimden ve ne için geldiğini düşünmezler, sadece kazanır ve yerler.

Bu âyet grubunun sebeb-i nüzûlüne dair şu nakledilmiştir:

Katâde ve İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (s.a) Mekke'den çıkıp mağaraya doğru giderken, Mekke tarafına döndü ve Mekke'ye hitaben, “Sen Allah'ın en çok sevdiği şehirsin. Benim de en sevdiğim şehir sensin, eğer senin ahalin olan müşrikler beni çıkartmamış olsalardı, ben de senden çıkmazdım” dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[5]

Âyetler, bu olay ile bağlantılı olarak kabul edilirse, Ve kuvvetçe, seni çıkaran kentten daha şiddetli nice kentler; onları helâk ettik. Öyle ki kendileri için yardımcı diye bir şey olmadı ifadesiyle Rasûlullah'a, kâfirlerin daima helâk olup mü’minlerin zafer kazanacakları müjdesi verilmektedir.

14-15. Peki, Rabbi tarafından apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, işinin kötülüğü kendisine süslü gösterilen ve hevâlarına uyan kimseler gibi; ateş'te ebedî olarak kalacak olan ve kaynar su içirilip de bağırsakları paramparça olan kimseler gibi midir? Takvâlı davranmışlara vaad edilen cennetin örneği: “Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rabb'lerinden bir bağışlanma vardır.

Bu âyet grubunda, hayatını Allah'ın apaçık delilleri üzerine idame ettiren mü’minler ile işinin kötülüğü kendisine süslü gösterilen ve hevâlarına uyan, sonunda da ebedî olarak ateş'e girip içtiği kaynar su ile bağırsakları paramparça olan kimselerin eşit olmadığı, olmayacağı beyân edilmiştir:

Cehennem ashâbı ve cennet ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir. (Haşr/20)

Burada özellikle kâfirlerin süse aldanışlarına vurgu yapılmıştır, ki süse aldanarak geleceklerini tehlikeye atmamaları yönünde kâfirlere birçok uyarı yapılmıştır:

Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen, sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. (Fâtır/8)

Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi [süsledi]. (En‘âm/43)

Allah'a yemin olsun ki, Biz kesinlikle senden önce birtakım ümmetlere elçiler gönderdik de şeytan onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan, bugün onların velîsidir. Ve onlar için acı bir azap vardır. (Nahl/63)

Derken, çok beklemeden o [hüdhüd] geldi de, “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, onlara [Sebelilere] hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve kavmini, Allah'ın astlarından güneş'e secde ederler buldum. Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidâyete eremiyorlar –Allah; kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir”– dedi. (Neml/22-26)

Sonra da takvâ sahiplerine vaat edilen cennet örneklenmektedir:

Muttakilere söz verilen cennetin misali şöyledir: Onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgeleri süreklidir. İşte bu, takvâlı davrananların âkıbetidir. Kâfirlerin âkıbeti de ateştir. (Ra‘d/35)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren, Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

Konumuz olan âyette, cennette ikram edilecek olan içecekler, Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır şeklinde nitelenmiştir. Daha evvel cennetteki içeceklerin başka özellikleri de bildirilmişti:

İşte onlar [Allah'ın arıtılmış kulları], kendileri için belli bir rızık; meyveler olanlardır. Naîm cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş, kendisinde zararlı bir yön olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta gibidir onlar. (Saffat/41-49)

Burada dikkat çeken husus, yapılan bu cennet tasvirleri için, “cennetin meseli/örneği” denilmesidir. Bundan anlaşılan o ki, cennetin gerçeğini anlamaya insanın kapasitesi müsait değildir. O nedenle örnekleme yapılmaktadır. Buradan hareketle, cehennem tasvirlerinin de örnekleme olduğunu söyleyebiliriz.

16. Onlardan sana kulak verenler de vardır. Öyle ki onlar, senin yanından çıktıkları zaman, kendilerine ilim verilen kimselere, “O, demin ne dedi?” dediler. İşte onlar, Allah'ın kalplerini damgaladığı ve kendi hevâlarına uyan kimselerdir.

17. Ve hidâyete ermiş kimseler; O [Allah], onlara hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.

18. Artık onlar, Sâ‘at'in [kıyâmetin kopuşunun] kendilerine ansızın gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte, şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir. Artık o [Sâ‘at], kendilerine geldiği zaman, kendilerinin öğüt alması, onlar için ne ifade eder ki!

19. Öyleyse, şüphesiz Allah'tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığını bil! Kendi günahın için, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için bağışlanma dile. Ve Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri ve durduğunuz yeri bilir.

Bu paragrafta, Rasûlullah'ın çevresindeki inançsız bir grup deşifre edilmektedir, ki bunlar, Ehl-i Kitaptan birine: Abdullah ibn Selâm'a, Demin ne dedi? diye soran münâfıklardır. Bunlar, Tevbe sûresi'nde de şöyle deşifre edilmişlerdi:

Ey inanmış olan kişiler! İnkârcılardan yakınınızda bulunan kişiler ile savaşın ve sizde bir sertlik bulsunlar. Ve kesinlikle Allah'ın, takvâlılarla birlikte olduğunu biliniz. Ve bir sûre indirildiği zaman, içlerinden bir kimse, “O [indirilmiş sûre] hanginizin imanını arttırdı?” der. Fakat iman etmiş kimselere gelince, o [inen sûre], onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar. Kalplerinde bir hastalık olanlara gelince de; onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir. (Tevbe/123-125)

Bunlar deşifre edildikten sonra, örnek olması açısından, O [Allah], onlara hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir ifadesiyle hidâyete erenler övülmüş, ardından da münâfıklara, Artık onlar, Sâ‘at'in [kıyâmetin kopuşunun] kendilerine ansızın gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? sorusu yöneltilmiş, sonra da, İşte, şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir. Artık o [Sâ‘at], kendilerine geldiği zaman, kendilerinin öğüt alması, onlar için ne ifade eder ki! buyurularak fırsatın kaçmakta olduğu ihtar edilmiştir.

Bu ihtardan sonra yine Rasûlullah'ın şahsında mü’minlere hitap edilerek, kendilerini kurtarmak için tevhidden sapmamaları ve Allah'tan bağışlanma dilemeleri emredilmiştir.

Âyette bulunan, İşte, şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir ifadesindeki alâmetler'den maksat, “kıyâmet'in kopuşunun yaklaştığını gösteren alâmetler”dir. Bunların en önemlilerinden biri de, Muhammed'in son nebi oluşu, artık nebi gelmeyecek olmasıdır. Diğer işaretler ise şöyle bildirilmiştir:

İşte bu, ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır. Yaklaşacak olan yaklaştı. (Necm/56-57)

O Sâ‘at yaklaştı. Ve ay yarıldı/ay yarılacak/ay doğdu [her şey açığa çıkarıldı]. (Kamer/1)

Allah'ın emri geldi [kesinlikle gelecek]. Artık onu acele edip istemeyiniz. O [Allah], onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir ve yücedir. (Nahl/1)

İnsanlar için hesapları yaklaştı. Onlar ise aldırmazlık içinde yüz çeviricidirler. (Enbiyâ/1)

Âyetteki, Kendi günahın için… bağışlanma dile ifadesi, Rasûlullah'ın da her beşer gibi kusurlarının olacağını, o'nun da her kul gibi Rabbinin mağfiretine sığınması gerektiğini gösterir. Kul olarak Rasûlullah'ın bir kusuru olduğunda Allah onu düzeltir. Buna Kur’ân'dan örnekler verilebilir:

Seni sapıtmış olarak bulup da hidâyet etmedi mi? (Duhâ/7)

Yeryüzünde ağır basmadıkça, kendisi için esirler oluşturması hiç bir peygambere uygun değildir. Siz dünya genişliğini istersiniz, Allah da âhireti ister. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. Eğer Allah'tan bir yazı olmasa idi, kesinlikle aldığınız şeylerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. (Enfâl/67-68)

Şimdi sen, “Ona bir hazine indirilse ya da beraberinde bir melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîl'dir. (Hûd/12)

Yüzünü ekşitti ve sırt çevirdi; kendisine, o kör geldi diye. Ne bilirsin, belki o da arınıp temizlenecek, belki öğütlenir ve de öğüt kendisine yararlı olur. O, kendini her türlü ihtiyacın üstünde görene gelince, sen ona yöneliveriyorsun. Onun arınmamasından sana bir sorumluluk olmadığı hâlde! Amma! Koşarak sana gelen var ya; haşyet duyarak, sense ondan zevklenerek eğlenip oyalanıyorsun. (Abese/1-10)

Ve andolsun ki sen, o kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi değiller. Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevâlarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun. (Bakara/145)

Ve Allah'ın rızasını dileyerek sabah-akşam Rabb'lerine dua eden kimseleri kovma! Onların hesabından sana hiç bir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiç bir şey yoktur. Ki onları kovup da zâlimlerden olasın! (En‘âm/52)

Şüphesiz Biz, Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanları bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın, seni dosdoğru yola kılavuzlasın ve Allah sana çok güçlü bir zaferle yardım etsin diye sana apaçık bir fetih açtık. (Fetih/1-3)

Ey Peygamber! Eşlerinin rızalarını arayarak Allah'ın helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haramlaştırıyorsun? Ve Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Tahrîm/1)

Allah seni affetti. Doğru söyleyenler kimseler, sana iyice belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar niçin onlara izin verdin? (Tevbe/43)

Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halîl [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi. Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin. O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiç bir yardımcı da bulamazdın. (İsrâ/73-75)

18. âyette, Artık o [Sâ‘at], kendilerine geldiği zaman, kendilerinin öğüt alması, onlar için ne ifade eder ki! Buyrulmuştur, ki bu uyarı daha evvel de yapılmıştı:

Hayır, hayır… Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin geldiği ve meleklerin saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki! (Fecr/21-23)

Ve onlar, “O'na iman ettik” dediler. Fakat onlar için uzak bir yerden el sunmak [ulaşabilmek] nerede? (Sebe/52)

20-21. İman eden kimseler, “Keşke bir sûre indirilse” derler. Ama yasalarla donatılmış bir sûre indirildiği ve içerisinde savaş anıldığı zaman, kalplerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla baygınlık geçiren bir kimsenin bakışı gibi sana baktığını görürsün. Artık itaat ve ma‘rûf söz onlara daha yakındır. Sonra iş kesinleşince artık Allah'a sadakat gösterselerdi, kesinlikle kendileri için daha hayırlı olurdu.

22. Peki, siz, velîleşirseniz [yönetimi ele geçirirseniz], yeryüzünde kargaşa çıkarmayı ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmeyi mi umdunuz?

23. İşte onlar, Allah'ın kendilerini lânetlediği, sonra kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.

Bu âyetlerde sözde iman edenler, inanmış gözükmelerine rağmen iş ciddiye binince yan çizenler deşifre edilip kınanıyor ve gerçekten iman etmiş kimsenin böyle olamayacağı bildiriliyor.

İman eden kimseler, “Keşke bir sûre indirilse” derler. Ama yasalarla donatılmış bir sûre indirildiği ve içerisinde savaş anıldığı zaman, kalplerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla baygınlık geçiren bir kimsenin bakışı gibi bakarlar. Numaradan itaat etmiş, kabullenmiş gözükerek güzel sözler söylerler. Bunlar dürüst olup Allah'a sadakat gösterselerdi, kesinlikle kendileri için daha hayırlı olurdu.

Bu açıklamadan sonra bu sözde Müslümanlara, Peki, siz velîleşirseniz [yönetimi ele geçirirseniz], yeryüzünde kargaşa çıkarmayı ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmeyi mi umdunuz? denilerek, beklentilerinin boş olduğu bildirilmiş, ardından da Allah'ın onları lânetlediği, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği beyân edilmiştir. Bu iki yüzlüler Nisâ sûresi'nde de şöyle tanıtılmışlardır:

Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar” bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isâbet ederse, “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz olayazıyorlar? (Nisâ/77-78)

22. âyetteki, Ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmeyi mi umdunuz? ifadesiyle, Allah'ın akrabalık bağına verdiği öneme dikkat çekilmektedir, ki Allah'ın koyduğu ilkelere göre akrabalık münasebetlerinin kesilmesi haramdır. Akraba hukukuna birçok âyette dikkat çekilmiştir:

Şüphesiz Allah bir sivrisineği, hatta daha üstü [daha küçük] olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İşte iman eden kimseler bilirler ki, şüphesiz o hakktır, Rabb'lerindendir. O küfretmiş olan kimseler de artık, “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. O [Allah], onunla bir çoklarını şaşırtır, onunla bir çoklarını kılavuzlar. O [Allah], onunla sadece, söz verip andlaştıktan sonra Allah'ın ahdini [verdikleri sözü] bozan, Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesen ve yeryüzünde bozgunculuk yapan fâsıkları şaşırtır. İşte bunlar, zarara uğrayanların ta kendileridir. (Bakara/26-27)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren, Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinize takvâlı davranın. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve akrabalığa takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. (Nisâ/1)

Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. (İsrâ/26-27)

Ayrıca Bakara/83, 177; Nahl/90 ve Nûr/22'ye de bakılmalıdır.

24. Peki, onlar, Kur’ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var?

25. Şüphesiz doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönen kimseler; şeytan, onlara hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.

26. Bu, onların, Allah'ın indirdiğini beğenmeyen kimselere, “Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz” demeleri sebebiyledir. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyor.

27. Peki, melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak onları vefat ettirirken nasıl olacak!

28. Bu, onların Allah'ı gazaplandıran şeylere uymaları ve O'nun rızasını beğenmemelerinden dolayıdır. Artık Allah, onların amellerini boşa çıkarmıştır.

29. Yoksa kalplerinde hastalık olan kimseler, Allah'ın, kendilerinin kinlerini asla ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?

30. Eğer Biz dileseydik, kesinlikle onları sana gösterirdik de. Sonra da sen onları simalarından tanırdın. Yine de sen, onları sözlerinin üslubundan kesinlikle tanırsın. Allah ise işlerinizi bilir.

Bu paragrafta yine münâfıklar azarlanarak, başlarına gelenlerin kendi hataları yüzünden olduğu bildirilmekte ve düşünmeleri istenmektedir.

Burada münâfıkları yola getirecek en büyük etkenin Kur’ân olduğuna işaret edilmektedir. Zira, Kur’ân'ı incelediklerinde onun Allah'tan geldiğini ve apaçık âyetler içerdiğini görürler. Ama onlar, kalplerine kilit vurarak Kur’ân'dan kaçmaktadırlar:

Eğer Biz bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça, parça olmuş görürdün. Ve Biz bu misalleri tefekkür ederler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21)

Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı. (Nisâ/82)

29-30. âyetler ile münâfıklar psikolojik işkenceye tâbi tutulmuşlar; deşifre edilecekleri, kimliklerinin açıklanacağı korkusuyla tedirgin olmuşlardır:

Ve çevrenizdeki bedevilerden/bilgiçlik taslayanlardan münâfıklar var. Medîne halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen bilmezsin. Biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler. (Tevbe/101)

Münâfıklar, kalplerindeki şeyleri kendilerine haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler. De ki: “Siz, alay edin! Şüphesiz Allah, sizin çekindiğiniz şeyi ortaya çıkarandır.” (Tevbe/64)

Öyleyse onların malları ve evlâtları seni imrendirmesin. Ancak Allah, bunlarla, onları basit yaşamda cezalandırmak, onlar kâfir iken benliklerini çıkarmak istiyor. Sizden olmadıkları hâlde, şüphesiz kendilerinin kesinlikle sizden olduğuna dair Allah'a yemin de ederler. Velâkin onlar, korkup duran bir topluluktur. (Tevbe/55-56)

Onlar, söylemediklerine Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar, o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâmlaşmalarından sonra da kâfir oldular. Ve nail olamadıkları şeyleri çok istediler. Onlar, sadece, Allah'ın ve Elçisi'nin onları [mü’minleri] O'nun [Allah'ın] lütfundan zenginleştirmiş olmasından kinlendiler. Artık, eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Eğer geri dururlarsa da Allah onları dünyada ve âhirette çok acıklı bir azab ile azaplandıracaktır. Yeryüzünde onlar için bir velî ve iyi bir yardımcı da yoktur. (Tevbe/74)

Âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre münâfıklar, hem kâfir hem de kalleştir.

27. âyetteki, Peki, melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak onları vefat ettirirken nasıl olacak? ifadesiyle, bu kâfirlerin dünyada vefat anında [her şeyi eksiksiz hatırlayacakları anda] da işkence çekecekleri bildirilmiştir, ki akıllarını başlarına alsınlar. Benzeri uyarılar başka âyetlerde de yapılmıştır:

Ve Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiç bir şey vahyolunmadığı hâlde, “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah'a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En‘âm/93)

Ve sen, melekler o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını! İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiç bir şekilde zulmeden biri değildir” diye onları vefat ettirirken bir görseydin. (Enfâl/50-51)

31. Ve kesinlikle Biz, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilmemiz/ortaya çıkarmamız için sizi belâlandıracağız [denemeye tâbi tutacağız]. Haberlerinizi de belâlandıracağız [denemeye tâbi tutacağız].

Bu âyette, imtihanın neticesi olarak gerçekten inananlar ile inanmış görünenlerin ortaya çıkarılacağı; gerçekten inananların görevlerini teslimiyetle yerine getirmesine mukabil, sözde inananların bahane ve mazeret ileri sürerek kendilerini ele verecekleri bildirilmektedir. Burada toplum; mücâhid, sabırlı ve samimi mü’minlerin diğerlerinden ayırt edilmesi ve her birinin tutum ve davranışlarının açığa çıkması için savaş emriyle imtihan edilmektedir:

Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden ve sabredenleri de bildirmeden cennet'e gireceğinizi mi sandınız?! (Âl-i İmrân/142)

İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle, bırakılıvereceklerini mi sandılar?! Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da mutlaka bildirecektir. (Ankebût/2-3)

İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir. Ve mü’minleri bilsin ve münâfıklık yapan kimseleri –kendileri oturup dururken kardeşleri için, “Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” diyen kimseleri– bilsin içindir. Ve onlara, “Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız” denilmişti. Onlar, “Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık” dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, haydiyin kendinizden ölümü uzaklaştırınız.” (Âl-i İmrân/166-168)

Sizden çaba harcayanları, Allah'ın Elçisi'nden ve inananların astlarından sırdaş [can dostu] edinmeyenleri Allah bilmeden [ortaya çıkarmadan] bırakılacağınızı mı sandınız?! Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. (Tevbe/16)

Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?! Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman edenler, “Allah'ın yardımı ne zaman?” derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah'ın yardımı pek yakındır.– (Bakara/214)

32. Şüphesiz ki, şu inkâr eden, Allah'ın yolundan alıkoyan ve kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra Elçi'ye karşı gelen kişiler; onlar, Allah'a hiç bir şeyce zarar veremezler. Ve O [Allah], onların işlerini boşa çıkaracaktır.

Bu âyette, insanları Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışan tüm insanlara hitap edilerek, Şüphesiz ki, şu inkâr eden, Allah'ın yolundan alıkoyan ve kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra Elçi'ye karşı gelen kişiler; onlar, Allah'a hiç bir şeyce zarar veremezler. Ve O [Allah], onların işlerini boşa çıkaracaktır denilmiştir, ki aynı hususa, sûrenin 1. âyetinde, İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyan kimseler; O [Allah], onların amellerini saptırttı şeklinde işaret edilmiş ve orada detaylı açıklama yapılmıştı.

33. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.

34. Şüphesiz ki, inkâr eden, Allah'ın yolundan saptıran, sonra da kâfir olarak ölen kimseler; artık, asla Allah onlara mağfiret etmeyecektir.

35. Öyleyse gevşemeyin ve siz üstün iken barışa çağırmayın. Allah da sizinle beraberdir. Ve O [Allah], sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir.

Mü’minler için bir beyanname mahiyetinde olan ve savaş ortamında inen –ki 35. âyetten bu anlaşılıyor– bu âyetlerin mü’minlere şu mesajları verdiği anlaşılır:

• Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.

• Allah; inkâr eden, Allah yolundan saptıran ve kâfir olarak ölen kimselere asla mağfiret etmeyecektir.

• Gevşemeyin ve siz üstün iken barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir ve O sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir.

Bu paragrafta, Allah ve Elçi'ye karşı çıkanların kâfirle oldukları, o nedenle bunlara karşı tedbirli olunması gerektiği bildirilmekte ve mü’minler yönlendirilmektedir. Bu âyetlerin indiği dönemde mü’minler; müşrik, kâfir ve münâfıklara göre bir avuç zayıf fakirden ibarettiler. Buna rağmen, Allah'ın yardımıyla mü’minler zafere ermiştir.

33. âyetteki, Amellerinizi boşa çıkarmayın ifadesi, “yaptığınız âhirette boşa gitmesin” anlamındadır:

İmanlarından ve şüphesiz Elçi'nin hakk olduğuna tanık olduktan ve kendilerine açık deliller geldikten sonra küfreden bir topluma Allah nasıl kılavuzluk eder? Ve Allah, zâlimler toplumuna kılavuzluk etmez. İşte onların cezaları, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin lâneti sürekli içinde kalmak üzere şüphesiz onların üzerlerindedir. Kendilerinden bu azap hafifletilmez ve kendilerine mühlet verilmez. Ancak bundan sonra tevbe eden ve düzeltenler başka. Artık, şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olan şu kimseler; onların tevbeleri asla kabul olunmayacaktır. Ve işte onlar sapıkların ta kendileridir. Şüphesiz ki, şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölen kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i İmrân/86-91)

Ve andolsun ki, sana ve senden öncekilere vahyedildi ki: “Andolsun ki, eğer şirk koşarsan amelin kesinlikle boşa gidecek ve mutlaka kaybedenlerden olacaksın. Onun için, tam aksine, yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer/65-66)

Her kim basit hayatı ve süsünü isterse, yaptıklarının karşılığını, ona hiç eksiltmeden, burada tastamam veririz. Onlar orada hiç bir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşa gitmiştir. Yaptıkları şeyler de bâtıldır. (Hûd/15-16)

Sana harâm aydan ve onda [o harâm ayda] savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda savaşmak büyüktür. Ve Allah yolundan alıkoymak, O'nu ve Mescid-i Harâm'ı inkâr etmek ve onun [Mescid-i Harâm'ın] halkını [hacc ve umre yapanları] oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve fitne, öldürmekten daha büyüktür.” Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiç bir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim dininden döner ve kâfir olarak can verirse, artık onların bütün amelleri dünyada ve âhirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalanlardır. Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara/217-218)

Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz en üstün olan sizsiniz. (Âl-i İmrân/139)

35. âyetteki, Allah da sizinle beraberdir. Ve O [Allah], sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir ifadesiyle Allah, her zaman mü’minleri destekleyeceğini ve onları ödüllendireceğini bildirmektedir:

Allah, “Elbette Ben ve elçilerim gâlip geleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah kavî'dir, azîz'dir. (Mücâdele/21)

Ve andolsun ki gönderilen kullarımız [elçilerimiz] hakkında Bizim sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz onlar, kesinlikle gâlip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle gâlip gelenlerin ta kendisidir.” (Saffat/171-173)

35. âyetteki, Öyleyse gevşemeyin ve siz üstün iken barışa çağırmayın ifadesiyle Müslümanlara, üstün durumda iken barış teklifinde bulunmamaları emredilmektedir. Bu hususa Enfâl sûresi'nde de işaret edilmişti:

Ve eğer onlar barış için yanaşırlarsa, sen de ona [barışa] yanaş! Ve Allah'a tevekkül et. Şüphesiz O [Allah], en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir. (Enfâl/61)

36. Şüphesiz şu basit hayat [dünya hayatı], ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve takvâlı davranırsanız O [Allah], size ödüllerinizi verir, sizden mallarınızı da istemez.

37. Eğer O [Allah], sizden onları [mallarınızı] isteyip de sizi zorlasaydı cimrilik ederdiniz. Sizin kinlerinizi de çıkarırdı.

38. İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılan kimselersiniz. Öyleyken sizden kimileri cimrilik ediyor. Ve kim cimrilik ederse, artık kendi benliğinden cimrilik ediyordur. Ve Allah zengindir, siz ise fakirlersiniz. Eğer siz yüz çevirirseniz O [Allah], yerinize sizden başka bir toplum getirir. Sonra onlar, sizin benzerleriniz olmazlar.

Mü’minler için başka bir beyanname durumunda olan bu âyetlerde de inananlar, dünyaya aldanmamaya, ellerindekinin fazlasını Allah yolunda infaka davet edilmektedir.

36. âyetteki, Şüphesiz şu basit hayat [dünya hayatı], ancak bir oyun ve eğlencedir ifadesiyle, dünyanın oyun-oynaş ile çabucak geçip gideceği uyarısı yapılıyor, ki bu uyarı başka âyetlerde de yapılmıştır:

Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar, kesinlikle hüsrana uğramışlardır. Sâ‘at [kıyâmet anı] ansızın gelince, onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak derler [diyecekler] ki: “Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!” –Dikkat edin, yüklenip durdukları [günahları] ne kötüdür!– (En‘âm/32)

Ve bu iğreti yaşam, sadece bir eğlence ve oyundur. Şüphesiz son yurt ise kesinlikle hayatın ta kendisidir. Keşke onlar bilmiş olsalardı. (Ankebût/64)

Bilin ki, iğreti yaşam ancak bir oyun, tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünüş, mal ve çocuklar konusunda bir çoğaltma yarışıdır. –Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o bir çer-çöp oluvermiştir.– Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk vardır. İğreti yaşam, aldanış metaından [malından, malzemesinden] başka bir şey değildir. (Hadîd/20)

Burada, Sizden mallarınızı da istemez ifadesindeki mallar, “kişinin zâtî ihtiyaçları olan mallar”dır. Zira Allah ancak ihtiyaç fazlasını ister:

Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: “Onlar için iyileştirme, en iyisidir.” Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir. (Bakara/219-20)

Göklerin ve yerin mirası Allah'ın olmasına rağmen neden siz Allah yolunda harcamıyorsunuz? Sizden, fetihten önce harcayan ve savaşan kimse eşit olmaz. Onlar derece bakımından, sonradan infak eden ve savaşan kimselerden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de “en güzel”i vaad etmiştir. Ve Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Hadîd/10)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.



[1] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[3] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 511-512.

[4] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 5, s. 375.

[5] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla