Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 10:03 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

İkinci Yol: Mushafın Kopyalanması Sırasındaki Kâtip Hatası:

Arşivlerde korunan ve II. Halife Osman’a nispet edilen mushafların aslında ona ait olmadığı, Halife Osman’dan 60-80 yıl sonraki döneme ait istinsahlar olduğu bilim adamlarınca tespit edilmiştir. İlk mushaflar karşılaştırıldığında, bazı kelimelerin hem aynı mushaf içerisinde, hem de birine göre diğerinde farklı imlalarla yazıldığı görülmektedir. Ayetlerin teknik ve semantik yapılarına bakıldığında, gerek ilk metindeki kâtip sehivleri, gerekse sonraki kâtiplerin sehivleri olmak üzere bu yazımların birçoğunun istinsah edenler [kopya çıkaranlar] tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır.
Konumuz olan 53. ayet bazı nüshalarda “ و قلve kul [Ve de ki!]” diye başlamaktadır. Ancak bu bizim üzerinde durduğumuz sorunu çözmemektedir.
Bizden evvel bu konuda çalışma yapanlar Zuhruf suresinin 68. ayetindeki “ يا عباد ya ıbad” sözcüğünün farklı yazıldığını tespit etmişlerdir. Bu tespit daha evvel ilim camiasına sunulmuştur.
Zuhruf suresinin 68. ayetindeki “ يا عبادya ıbad” ifadesi, Osman mushafı olarak bilinen mushaflardan Mekke, Kufe, Basra, Kahire, TİAM mushaflarında “ يا عبادَYa ıbade” olarak yazılı iken, Medine, Şam, Topkapı Mushaflarında “ يا عبادىYa ıbadiye” şeklinde yazılıdır. (Mushaf-ı Şerif; Arapça s.152, Türkçe; s. 135. 6. sıra. Dr. Tayyar Altıkulaç, İSAM Yayınları)
Bizim iddiamız şudur: Zümer/53’deki “ يا عبادىYâ ıbâdiye” sözcüğünün sonundaki “ ىye” harfi, kopya çıkaran [müstensih] kâtip tarafından sehven yazılmıştır. Orada da 10. ayetteki gibi “ ىye” harfi olmamalıdır. Bu durumda her iki ayetteki “ عبادıbad” sözcüğü dilbilgisi kurallarına uygun olarak “ عبادَıbâde” diye kıraat edilmelidir. Buna göre cümlenin anlamı “Ey … kullar!” şekline dönecektir. Böylece de ortadaki sorun ortadan kalkacaktır. Sorunun çözümüne yönelik bu ikinci şık diğerine göre daha makul bir çözümdür.

Ayetteki “Bu dünyada iyilik-güzellik yapanlara bir güzellik vardır” ifadesi, bu güzelliğin hem dünyada hem de ahirette olabileceği yönünde anlaşılmalıdır. Rabbimiz kullarına hem dünya hem de ahiret için hasene [iyilik- güzellik] istemeleri gerektiğini öğretmekte, iyiliğin iyilikten başka karşılığının olmayacağını bildirmektedir.

Yine onlardan: “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır. (Bakara/201)

İyiliğin karşılığı, yalnızca iyilik değil midir? (Rahman/60)

Ayetteki “Şüphesiz Allah’ın arzı [yeryüzü] geniştir” ifadesi ise şu mesajı vermektedir:
Müminler, inanç ve ibadet özgürlüğünü yaşayamadıkları, İslam’ın de*ğerlerini hayata geçiremedikleri sosyal ortamlarda bulunduklarında bu ortama uymayıp hicret etmeli, bu sıkıntının olmadığı yerlere gitmelidirler. Nitekim zorbaların elinde ve yurdunda kalıp da dinini yaşamayanlar kınanmış, akıbetleri ile ilgili ibret dolu sahneler nakledilmiştir:

Şu, kesinlikle, meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri kimseler; Onlar [melekler] "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik" derler. Onlar [Melekler]: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?" derler. Artık - erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayan kimseler hariç- bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir. (Nisa/97, 98)

11, 12- De ki: “Ben kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah’a kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.”
13- De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.”
14- 16- De ki, “Dinimi yalnız kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O’nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyamet gününde kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını] kayba uğratanlardır.” -Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Bana takvalı davranın.-

Rabbimiz insanlığa olan mesajlarını bu ayetlerde de yine elçisinin ağzıyla iletmeye devam etmektedir. Herkes kulluğunu dini Allah’a özgü kılarak yapmalı, Kur’an mesajını alır almaz teslimiyet göstermelidir. Allah’a karşı gelenler büyük günün azabından korkmalı, kişi kendisini ve yakınlarını ahirette perişan edecek davranışlardan, yönlendirmelerden kaçınmalıdır. Böyle yapmayanlar cehennemde altlarından tabakalar, üstlerinden tabakalar olduğunu bilmelidirler. Herkes kurtuluşun takvada olduğunu bilip Allah’a takvalı davranmalıdır.
16. ayetin son cümlesi olan “İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor” sözleri bizzat Allah’ın kendi ifadesi olup mesaj aracısız verilmiştir.
“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında bu ayet gurubu ile ilgili olarak şöyle bir nakil söz konusudur:

"Kureyş kâfirleri Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Seni, bize getirdiğin bu dine sevk eden şey ne? Babanın, dedenin ve kavminin ulularının dinine baksana! Onlar Lât’a ve Uzza'ya tapmaktalar" dediler. Allah Teâlâ bunun üzerine bu ayeti indirerek "Ey Muhammed, de ki: "Ben Allah'a O'nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmekle emrolundum" buyurdu. (Mukatil)

Nakledilen bu olay tarihte bir kez olmuş değildir; tarihin her döneminde her ülkede, her dönemde olabilecek bir olaydır. Merhum Mukatil ilk tefsir yazan kişi olduğundan, olayı ve kişileri özelleştirmiş bulunmaktadır.
“Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi” ifadesinde Resulullah’a, vazifeli olarak gönderildiği dine sımsıkı sarılması ve Kur’an’ın içeriğini ilk yaşayan, ilk uygulayan olması emredilmiştir. Bu sözlerle sanki “Ben, kendileri yapmadıkları halde insanlara birtakım şeyler emreden zorba krallardan değilim. Aksine, size emrettiği her şeyi önce kendi yapmak zorunda olan ve zaten de böyle yapan biriyim” demesi istenmiştir:
Yine elçiye dedirtilen “Dinimi yalnız kendisine özgü kılarak Allah’a kulluk ediyorum” ifadesiyle de peygamberimizin dine hiçbir şey karıştıramayacağı, karıştırılmasına da müsaade etmemesi gerektiği mesajı verilmiştir. Din, Allah’ın gönderdiği özgün haliyle kalmalıdır. Mezhep imamlarının, âlimlerin, fakihlerin ve benzer kimselerin dine bir şey katmaları söz konusu edilemez. Beşer tarafından bir şeylerin katıldığı din “Saf Din” değildir.

Tehdit içerikli “Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır” ifadesine gelince: Bu sözle müşriklerin mahrumiyet ve zarara uğramakla kalmayıp büyük bir azabı, dehşetli bir cezayı da hak ettikleri ve cehennemin kendilerini her taraftan kuşatacağı mesajı verilmiştir. Benzer mesaj veren başka ayetler de vardır:
Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Şüphesiz cehennem de kesinlikle, kendilerini üstlerinden ve ayaklarının altından bürüdüğü günde kâfirleri kuşatıcıdır. Ve O, ‘yapmış olduğunuzu tadın!” der. (Ankebut/54, 55)

Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz zâlimleri işte böyle cezalandırırız. (A'raf/41)

“Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyamet gününde kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını] kayba uğratanlardır.” Dikkatli olun, işte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir” ifadesiyle de Allah'ın verdiği ömür, akıl ve diğer nimetlerin boşa harcanmaması öğütlenmektedir.
Bu pasajın tahlil edilmesi gereken kavramlarından biri de “takva”dır. “Takvâ, iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, namaz kılmak, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tövbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmamak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmektir.”
Bütün bu tariflere dayanarak özlü bir ifade ile takvâ'nın “iman ve onun yansıması” olduğunu söylemek mümkündür. Kur'an'da değişik ayetlerde takvanın imandan ayrılmaz bir parça olduğu vurgulanmaktadır.
“Takva” kavramını daha evvel A’raf suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s. 544-555) ele aldığımızdan konunun oradaki özetiyle yetiniyor, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

17, 18 – Ve tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelen kimseler; kendileri için müjde olanlardır. Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan kullarımı! İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. Ve işte onlar kavrama yeteneği [temiz akıl sahibi] olanların ta kendileridir.

Bu ayetlerde gerçek akla sahip olanlar tanıtılarak aklın insanı nasıl cennete götüreceği açıklanmaktadır. Gerçek akla sahip olmak, tağutu tanımayıp tamamen Allah’a yönelmektir.
“Tâğût” sözcüğü tuğyan/azma sözcüğünden türemiştir. Tuğyan, "haddi aşma, zulüm, azgınlık, sapıklık, isyan, küfür" de*mektir. “Tağâ [azdı, taştı, zulmetti] fiilinin mastarı olarak Kur’an'da dokuz yerde geçer. Ayrıca "haddi aşıp azgınlık yapan kişi ve topluluklar" manasında [tağî] altı yerde; insanları yoldan çıkaran, azdı*ran "şeytan", "put" ve "kâhin" anlamında [tâğût] sekiz yerde geçer. Mas*tar ve diğer türevleriyle birlikte bu kelime Kur’an'da toplam otuz dokuz yerde zikredilir.
Tuğyan, insanın tabiatında vardır. Vahye kulağını tıkayan, kendi aklını yegâne rehber kabul ederek kendini beğenen bencil insan, bir de çok mal sahibi olup kendini ihtiyaçtan uzak görmeye başladı mı, tuğyan içine düşmüş olur.
İnsan, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek hissettiği zaman artık Allah'ı unutur; gerçek kudret, gerçek ilim, ger*çek dileme, gerçek güç ve irade sahibinin yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum insan için tuğyana açılan bir kapıdır; ar*tık dilediğini yapar, hak-hukuk ve sınır tanımaz. Allah'a ortak koş*maya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl, tuğyan hâlidir ve bu tür insanlar da Kur’an'ın diliyle "tağî'dir.
Tuğyan'ın temelinde kibir ve bencillik yatar. Şeytanın da azgınlığının sebebi kibir ve bencillikti. Bu bakımdan Nisâ/51'de tâğût, şey*tanı [İblisi] da kapsamaktadır.
Tâğût, "azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthâne, kâhin, sihirbaz, Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluş" anlamlarına gelir. Arapça tağa kökünden türetilmiştir. Tağâ fiilinin mastarı olan tuğyan, "Yüce Allah'a isyan etmek" de*mektir.
Tuğyan ile aynı kökten gelen tâğût kelimesi; "azgın, insanlara zorla hükmeden, kâfir, zorba kişi"yi ifade eder.
Kur’an'da Allah müminlerin dostu ve yardımcısı; tâğût ise kâ*firlerin dostu ve yardımcısı olarak gösterilmiş, müminlerin "Allah yolunda savaştıkları", kâfirlerin ise "tâğût yolunda savaştıkları" ifade edilmiştir:

Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkâr edenlerin ise dostları tâğûttur [azgın putlardır]. Onları aydın*lıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. (Bakara/257)

Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geç*mek üzere hükümler icat eden her kişi ve kurum “tâğût”tur.
Tâğût, Allah'a karşı isyan etmesinin yanı sıra, O'nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu işleviyle o, şeytân, papaz, dî*nî veya siyasî bir lider olabilir.
Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından Al*lah'ın hükümlerine muhalefet edecek şekilde konulan hükümler, "tâğûtî hükümler" ola*rak isimlendirilirler.
Tâğûtların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tâğûtlar var olmaya devam etmiştir. Onlar sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan güçler değil; bugün de Müslümanlara en azim düşmanlığı ve en yıkıcı propagandaları reva gören kişi, odak veya organizasyonlardır. Tâğût, ekonomik, sosyal ve kültürel güç kaynaklarını ele geçirmiş, dini ve ahlâkî değerleri toplumların gözünde itibarsız ve taraftarı olmaktan çekinilen bir duruma düşürmeyi göze alacak kadar düşmanlığını ilerletmiştir.
Konumuz olan ayette geçen “tağuta kulluk etmekten kaçınma” ifadesinin anlamı, Bakara/256'dan anladığımız üzere, onu inkâr et*mek, gönülden uzak tutmaktır.
Tuğyan ve tâğût kavramları daha evvel Alak suresinin tahlilinde [Tebyinü’l Kur’an; c. 1, s.46-50] ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
Rabbimiz elçisine “Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan kullarımı!” diye direktif vermektedir. Bu müjdenin ne zaman gerçekleşeceği Kur’an’ın değişik ayetlerinden anlaşılmaktadır. Birçok ayetin ifadesine göre bu müjde dünya hayatında, ölüm anında, mahşerde ve cennette; hepsinde gerçekleşecektir:

Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussılet/30):

O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor. “Bugün müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir.” İşte bu, kurtuluşun ta kendisidir! (Hadid/12)

Çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.- Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle, kendisine varis edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz. (Zuhruf/71)

(Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete...” derler. (Nahl/32):

Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rablerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı ikame etmişler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selam olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra'd/21-24)

O’na kavuşacakları gün onların selâmlamaları “selâm”dır. O [Allah] da onlar için cömertçe bir ödül hazırlamıştır. (Ahzâb/44)


KUR’AN’IN EN GÜZEL SÖZ OLMASI
Ayette Kur’an “sözlerin en güzeli” olarak nitelenmiştir. Çünkü incelendiğinde, Kur’an’ın gerek edebi sanatlar açısından, gerekse içerisinde çelişki, tutarsızlık, akıl ve fıtrata aykırılık olmaması bakımından gerçekten de sözlerin en güzeli olduğu açıkça görülmektedir. İçerisindeki her şeyin insanlığın yararına olması ve geleceğe ait mutluluk vaat etmesi gibi özellikleri de dikkate alındığında tartışmasız bu niteliği hak etmektedir. İndiği günden bu yana ondan daha güzel bir söz söylenmediği gibi, kıyamete kadar da söylenmesi söz konusu olmayacaktır.

19 – Peki üzerine “azap kelimesi” hak olmuş kimse de mi? Artık o ateşteki kimseyi sen mi kurtaracaksın?

Akılları sayesinde kendilerini kurtaran gerçek akıl sahipleri anlatıldıktan sonra, akıllarını kullanmayarak ömürlerinin sonuna kadar müşrik kalıp cehenneme gidecekleri ve oradan kurtulma imkânına sahip olamayacakları hükmü verilmiş kimselere gönderme yapılmış ve istifham-ı inkari ile “Artık o ateşteki kimseyi sen mi kurtaracaksın?” diye sorulmuştur. Bunun anlamı, “Bu insanı ne sen, ne de başkaları kurtarabilir” demektir.
Bu dün*yada en büyük günah şirk koşmaktır. Şirk, affolunmayacak tek günahtır.

Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah’a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur. … (Nisa/48)

Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, [onlardan] dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisa/116)

20 – Lakin Rablerine takvalı davranan o kişiler, kendileri için Allah’ın vaadi olarak altlarından ırmaklar akan, gurfe üstüne yapılmış gurfeler [köşk üstünde köşkler] olanlardır. Allah vaadinden caymaz.

Önceki ayetlerde “temiz akıl sahipleri” diye nitelenen kimseler, bu ayette de “Rablerine takvalı davrananlar” diye nitelenmiştir. Bu niteliğe sahip olanlar, “Kendileri için Allah’ın vaadi olarak altlarından ırmaklar akan, gurfe üstüne yapılmış gurfeler [köşk üstünde köşkler] olanlardır” şeklindeki bir müjdeyle taltif edilmişlerdir.
Konunun bütünü göz önüne alındığında, “temiz akıl sahipleri” ile “kendilerini akıllı sanan zavallılar”ın ayetlerde karşıtlık metodu ile ortaya konulduğu görülmektedir.

21 - Sen, şüphesiz Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki pınarlara koyduğunu, sonra onunla renkleri değişik bir ekin çıkardığını, sonra onun olgunlaşıp da senin onu sararmış gördüğünü, sonra da onu bir çöpe çevirdiğini görmedin mi? Şüphesiz, bunda kavrama yeteneği olanlar [temiz akıl sahipleri] için kesinlikle bir öğüt/hatırlatma vardır.

Bu ayette, temiz akıl sahipleri ile sözde akıllı geçinenlerin dünyayı farklı değerlendirmelerine değinilmektedir. Ayrıca 20. ayette konu edilen ahiretin ebedi nimetine karşılık dünyadaki nimetlerin değersizliği ortaya konmaktadır.
Gerçek akıl sahipleri, gözlemlemek suretiyle dünyadaki her olup bitenden ibretler almakta, dünyanın geçiciliğini doğru değerlendirmektedirler. Çünkü her baharın kışı, her kemalin bir zevali, her başlangıcın bir sonu vardır. Her genci yaşlılık ve sonunda ölüm beklemektedir. Dolayısıyla, dünya denen şey insana Allah’ı unutturacak ve ahiretini mahvettirecek kadar değerli değildir. Sözde akıllı geçinen kimse ise ona bağlanıp kalmaktadır.

Ve sen onlara basit hayatın misalini ver: O [basit hayat], gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sebebiyle yeryüzünün bitkileri birbirine karışmış sonra da rüzgârın savurup durduğu bir çöp kırıntısı oluvermiştir. Ve Allah her şeye muktedirdir. (Kehf/45)

22- Peki Allah kimin göğsünü İslâm’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.

Allah’ın yeryüzündeki ayetlerini tetkik etmiş, gerekli gözlemini yapmış, ibret ve öğüdünü almış, bunun sonucunda da göğsü İslam’a açılmış kimsenin sonu nasıl olur? O, Allah’ın nuru üzerindedir. O artık aydınlık yolun, cennetin yolcusudur. Oysa
kalpleri katılaşmış olanlar, yani Allah’ın zikrine, mesajına, öğüdüne kalplerini kapamış olanlar apaçık bir sapıklık içindedirler. Bunlar cennete giden aydınlık yoldan sapmış ve karanlıklarda kaybolmuşlardır. Artık cennetin yolunu bulamazlar.
Kalplerin katılaşması, “kişilerin kendi hevalarına uymaları, elçiye kulak vermemeleri, kalplerini ve kulaklarını kendi inançlarından başka bir inanca kapalı tutmaları, yapılan uyarıdan etkilenmemeleri” demektir. Böyleleri kalpleri taşlaşmış hatta taştan daha beter bir katılık kazanmış kimselerdir.
Kalplerin mühürlenmesi, katılaşması ile ilgili detay daha evvel Tin suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s.560-571) sunulmuştur.
“Allah göğsünü İslâm'a açar” ifadesi, "Allah İslâm hakkındaki her tür kuşku, tereddüt ve kararsızlığı zihninden gidererek onu İslâm gerçeği konusunda iyice ikna eder, kalbini mutlu, huzurlu kılar" demektir. Göğsün açılması konusu ile ilgili detay İnşirah suresinde (Tebyinü’l Kur’an; c. 1, s. 249,250) verilmiştir.

23- Allah, sözün en güzelini müteşabih, ikişerli bir kitap halinde indirmiştir. Ondan, Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. O [Allah], onunla dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur.

18. ayette, temiz akıl sahibi müminlerin “sözün en güzeli”ne uydukları açıklanmıştı. Bu ayette ise insanlara “sözün en güzeli” tanıtılmaktadır. Sözün en güzeli, Allah’ın indirdiği Kitap’tır, yani Kur’an’dır.
Ayette Kur’an’ın özellikleri anlatılmış ve karşıtlık metodu ile insanların Kur’an karşısındaki ikili tutumlarına işaret edilmiştir. Rablerine saygısı olanlar ondan istifade ederken, Rableri hakkında yanlış inanç taşıyanlar ise bu tavırlarıyla ondan yararlanamayacak şekilde doğru yoldan uzaklaşırlar. Bir önceki ayette “Öyleyse Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!” denilirken, burada “Ondan, Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. O [Allah], onunla dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur” buyrularak Zikir [Allah’ın vahyi] ile insanların etkileneceğine, kalplerin yumuşayacağına ve Zikr’in [vahyin] yegâne kılavuz olduğuna, Allah’ın insanları onunla kılavuzladığına dikkat çekilmiştir.

Ayetin son bölümündeki “O [Allah], onunla dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur” ifadesiyle ilgili olarak “Hidayetin de, Dalâletin de Allah’tan olduğu” konusu Tekvir suresinin tahlilinde (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:179182) detaylı olarak ele alındığından, konunun oradan okunmasını öneriyoruz.

Kur'ân bu ayette de bir takım sıfatlar ile tanıtılmıştır. Bu vesileyle Kur’an’ın niteliği ile ilgili bilgileri tekrar hatırlatıyoruz:
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla