Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 02:08 AM   #8
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde bir çok karışıklıklar bulurlardı. (Nisa/82)


Kur’an üzerinde çalışıp düşünen her insanın tespit edebileceği bu hususlar, Kur’an’ın peygamberimizin eseri olmadığını göstermektedir. 37. ayetteki “Onda şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafındandır” ifadesi de buna işaret ederek Kur’an’ın Allah katından vahiy ile indirilmiş bir kitap olduğunu bildirmektedir.
Rabbimizin bu meydan okuyuşu bugün hâlâ geçerli olduğu gibi, kıyamete kadar da geçerli olacaktır. Mucizelerin en büyüğü olan Kur’an’ın içerdiği mucizeler kıyamete kadar tükenmeyecek, insanlar o güne kadar onda birçok yeni mucizelerle karşılaşmaya devam edecektir. Kur’an’da karşılaşılacak her yeni mucize ise onun Allah’tan olduğunu bir kez daha ortaya çıkaracaktır.
Kur’an’ın sadece indiği çağa değil, kıyamete kadar tüm insanlara hitap edecek bir kitap olduğu asla akıllardan çıkarılmamalıdır. Bu hususu göz ardı eden ya da Kur’an’ın bu kadar çok mucize içerebileceğine akıl erdiremeyen bazı cahiller, kendilerinin anlayamadıkları bu tür ayetleri eleştirip itiraz etmişlerdir. 39. ayetteki “Bilakis, onlar bilgisini kavrayamadıkları ve tevili kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar” ifadesi, tam da böyle bir duruma işaret etmektedir. Cahillerin kavrayamadıkları ayetlere yaptıkları itirazların bir örneği de aşağıdaki ayetler hakkında olmuştur:

İkram olarak bu mu daha hayırlı yahut zakkum ağacı mı?
Şüphesiz Biz onu zalimler için bir fitne kıldık.
Şüphesiz o [zakkum ağacı], cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanların [boynuzlu yılanların] başları gibidir.
İşte, kesinlikle onlar, ondan yiyecekler de karınlarını bundan dolduracaklardır. (Saffat/62-66)

Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yiyeceğidir. O, kızgın bir sıvının kaynaması gibi karınlarda kaynar. (Duhan/43-46)

Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkarcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun. (Bakara/24)

Yukarıdaki ayetler ile ilgili olarak o günün müşriklerinden Ebu Cehil şu eleştiriyi yapmıştır: “Arkadaşınız [Muhammed], ‘Onun yakıtı taşlar ve insanlardır’ diyerek cehennem ateşinin taşları bile yaktığını iddia ediyor, sonra kalkıp o cehennemin içinde bir ağacın yeşerdiğini söylüyor. Halbuki ateş, ağacı yer, yakar, bitirir. Öyle ise o cehennemde nasıl o ağaç yeşerebilir?”
Müteşabih ayetlerden henüz tevili yapılmamış olanlar hakkında Ebu Cehil gibi ortalığı bulandırmak isteyenlerin olabileceğini haber veren Rabbimiz, bu ayetlerin tevilinin kimler tarafından yapılması gerektiğini de Âl-i Imran suresinde bildirmiştir:

O [Allah], sana bu kitabı indirendir. Ondan [bu kitaptan] bir kısmı muhkem [yasa içerenler] ayetlerdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihlerdir [benzeşen anlamlılardır]. Amma, kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onu tevil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah ve -"Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” diyerek- ilimde uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yeteneği olanlar öğüt alırlar. (Âl-i Imran/7)

40 - Onlardan ona [Kur`an`a] inanacaklar da var, inanmayacaklar da var. Ve senin Rabbin fesatçıları en iyi bilendir.
41 – Ve eğer seni yalanladılarsa hemen de ki: “Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. Benim yaptıklarımdan siz uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.”
42 – Ve onlardan sana kulak veren kimseler vardır. Onlar akletmeyenler iken sağırlara sen mi dinleteceksin?
43 – Onlardan sana bakanlar da var. Fakat sen, körlere, onlar görmeyenler olsalar da sen mi kılavuz olacaksın?

Bu ayet grubunda peygamberimize kendi çevresindeki insanların davranışları konusunda bilgi verilmekte ve inançsızların ortaya koydukları tepkilerden dolayı kendisini suçlamaması öğütlenmektedir.
İnançsızlar burada “ المفسدينmüfsidler [bozguncular]” olarak isimlendirilmiştir. Çünkü inkârları herhangi bir anlamlı sebebe değil, önyargıya ve nefsaniyete dayanmaktadır.

Ve onlar; “Biz seninle beraber hidayete uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızk olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, haram [dokunulmaz] bir yere [Mekke’ye] yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas/57)

Yine onlar; “Bu Kur`an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. (Zühruf/31)

Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni Halil [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi. (İsra/73)

Kalplerinin [bilinçlerinin] sesini bastıran bu düzenbaz bozguncular, inkâr edişlerinin sebebi olarak Kur`an’ın Allah`ın Kitabı olduğuna ikna edilememelerini gösterirler ve bu hâlleriyle zihinlerde sorular uyandırıp başkalarının da inanmasına engel olmaya çalışırlar. Ne var ki, mazeretlerinde samimî olmadıkları Allah’a gizli değildir. Samimiyetsiz ve kötü niyetli olmalarından dolayı da Rabbimiz tarafından “müfsid”ler olarak anılmaktadırlar.
Esbab-ı nüzul nakilleri bu kimselerden bazılarının içtenlikle Kur`an`ın Allah kelâmı oldu*ğunu kabul ettiklerini, ancak inat ya da kınanma korkusu gibi nedenlerle Kur’an’ı yalanlamaya yöneldiklerini kaydetmektedir:

“Velid b. Muğire, Peygamber Kur`an okurken onu dinler ve şöyle der: ‘Ben biraz önce Muhammed’den bir söz işittim ki, o ne insan ne de cin sözüne benziyor. Allah`a ant olsun, onun sözlerinde bambaşka bir tatlılık ve zarafet var. Sözlerinin başlangıcı sağlam bir hurma ağacına, sonları da o ağacın meyvelerine benziyor. O, yücedir, kimse alt edemez.’
Velid, Kureyş’in ileri gelenlerinden biri idi. Ebu Cehil, Velid`in bu sözünü öğrenince onu azarla*mak için doğruca ona gitti. Çünkü Ebu Cehil Peygamber`e kin kusuyordu.”

Bir başka nakil:

“Velid, Ebu Bekir`e gelerek ondan Kur`an okumasını istedi. Bu*nun üzerine Ebu Bekir ona Kur`an`dan biraz okudu. Sonra Kureyş`in ileri gelenlerinin yanına döndü ve ‘İbn Ebi Kebşe`nin [Peygamber`in] dediği ne kadar harika! And olsun ki, o ne şiir, ne sihir, ne de delilik hezeyanıdır. Şüphesiz O Allah`ın kelamıdır’ dedi. Bunun üzerine Kureyş uluları onun iman edip başkasına zarar vereceğinden korktular. Ebu Ce*hil onun yanına geldi, ayıpladı, kınadı. Dönünceye dek onu fitledi.” (İbn-i Kesir; Müddessir Suresi açıklamaları)

41. ayette din seçme hürriyetinin temel ilkesi dile getirilmiştir. Bu konu ilk önce Kâfirun suresinde ortaya konulmuştu:

De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibadeti yapmam.
Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibadeti yapmazsınız.
Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibadeti yapıcı değilim.
Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibadeti yapıcı değilsiniz.
Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” (Kâfirun/1-6)

Size karşı kıskanç olarak... Derken o korku gelince, sen onları, ölümden baygınlık sarmış kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlarken gördün. Sonra o korku gidince, iyiliğe kıskançlık ederek size keskin keskin diller sıyırdılar. İşte bunlar iman etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Ve bu, Allah üzerine çok kolaydır. (Ahzab/19)

42. ve 43. ayetlerde ise inkarcılar duyarsızlıkları sebebiyle “kulak veren ama duymayan”, “bakan ama görmeyen” kimseler olarak nitelenmektedirler. Bu niteleme, inkarcıların veciz bir ifadeyle kınanması demektir.

İbrahim`de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin, Allah’ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek olarak Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedi bir düşmanlık ve buğuz belirmiştir.” demişlerdi. Yalnız İbrahim’in babası için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah’tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez.” demesi hariç. — Rabbimiz! Yalnız sana dayandık, sana yöneldik. Ve dönüş ancak sanadır. Rabbimiz! Bizi inkar edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen Aziz ve Hakim’in ta kendisisin!- (Mümtehıne/4, 5)

Seni gördükleri zaman da, “Bu mu Allah’ın elçi olarak gönderdiği? Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı.” diye seni alaya almaktan başka bir şey yapmıyorlar. Ve onlar yakında azabı gördükleri zaman, kimin yolca daha sapık olduğunu bilecekler! (Furkan/41-42)

Siz onları doğru yola çağırsanız da duymazlar. Ve onları sana bakar görürsün, hâlbuki onlar görmezler. (A’raf/198)

Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki olanların, kendisiyle akledecekleri kalpleri, ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)

44 - Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir şeyce [şekil ve yolla] zulmetmez. Velâkin insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.

Herkes için bir uyarı mesajı içeren bu ayette Allah’ın kimseye zulmetmediği bildirilmektedir. Bu, cehennemde azap çekecek olanların o duruma bizzat kendi tercihlerinin bir sonucu olarak düşecekleri anlamına gelmektedir. İlk bakışta hiç kimsenin bile bile kendi kötülüğünü istemeyeceği gerekçesiyle akla aykırı gibi görünen bu çıkarsama, aslında tam olarak doğrudur. Zira Allah insanlara işitecek kulaklar, görecek gözler, hissedip akledecek kalpler vermiş ve ayrıca hakk ile batılı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmayı sağlayan kılavuzu [Kur’an’ı], onu tebliğ ve tebyin edecek elçiyle birlikte göndermiştir. Eğer insan, önüne serilmiş bütün bu donanıma itibar etmiyor ve sonucu baştan belli olan yola sapıyorsa, bu onun kendi iradesi ile yaptığı bir tercih demektir.
Dünya hayatında iken geçici çıkarlar uğruna ebedî hayatlarını mahveden bu kimseler, ahirette ise sadece pişmanlık duyacaklardır:

Derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.”
Ve derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık, yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık. (Mülk/9, 10)

Sonuç olarak; ahiret hayatında herkes yaptığını çekecek, ektiğini biçecek, ettiğini bulacaktır.

45 – Ve onlar, O’nun [Allah’ın], onları toplayacağı günde, sanki onlar sadece gündüzden bir saat kalmışlar gibi, aralarında tanışırlar. Allah`a kavuşmayı yalanlayan kişiler, doğru yoldan gidenler olmadıklarından kesinlikle ziyana uğramışlardır.

Bu ayette, cehenneme gitmeyi hak etmiş olanların yaşayacakları -mahşer gününe ait- bir tablo canlandırılmaktadır. Haşr alanındaki toplanma sürecinden bir enstantanenin tasvir edildiği bu tablodan anlaşıldığına göre, kendilerine zulmeden insanlar, dünyada ne kadar uzun yaşamış olurlarsa olsunlar, yaşadıkları süreyi az göreceklerdir. O gün bazılarına “sadece gündüzden bir saat”, bazılarına “bir akşam veya kuşluğu” kadar, bazılarına da çok kısa olduğu anlamında “bir gün” kadar gelecektir. Dünyada kalış sürelerinin böylesine kısa algılanacağı hususu ayetlerde şöyle anlatılmıştır:

Sonra onlar onu [kıyameti] görecekleri gün dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamış gibidirler. (Naziat/46)

Kim ondan [Bizim verdiğimiz zikirden; Kur’an’dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet günü; Sur’a üflendiği gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyamet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş olarak toplayacağız.
Aralarında fısıldaşacaklar: “Siz dünyada sadece ‘on’ kaldınız.”
-Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz.- Yolca en üstün olan; “Siz ancak bir gün kaldınız.” diyecektir. (Ta Ha/100-104)


Ve kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı.
Kendilerine ilim ve iman verilenler de diyecekler ki: “Ant olsun ki, Allah`ın kitabında, dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, ölümden sonra dirilme günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz.” (Rum/55, 56)

O [Allah; “Yeryüzünde yıl sayısı olarak kaç yıl kaldınız?” dedi.
Onlar; “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor.” dediler.
O [Allah]; “Siz sadece pek az bir süre kaldınız; keşke siz bilmiş olsaydınız!” dedi. (Müminun/112-114)

Konumuz olan ayetteki “aralarında tanışırlar” ifadesinden, bu kişilerin kabirlerinden çıktıktan sonra birbirlerini -dünyadaki gibi- hemen tanıyacakları anlaşılmaktadır. Ancak bu tanışma, dünyadaki dostluk veya akrabalık ilişkilerinde olduğu gibi insana yarar sağlayacak şekilde değil, birbirlerini azarlamak ve rezil etmek şeklinde bir sonuç verecektir. Bu husus aşağıdaki ayetlerde şöyle bildirilmektedir:

Sonunda Sur’a üflendiği zaman da onların o gün aralarında soy yakınlığı yoktur. Onlar istekleşemezler de. (Müminun/101)

Ve bir sıcak dost bir sıcak dosta sormaz.
Birbirlerine gösterilmiş oldukları hâlde suçlu o günün azabından kurtulmak için oğullarını, eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye vermek ister. Sonra kendini kurtarabilsin.
Hayır… Hayır…. O, alevlenen bir ateştir. (Mearic/10-15)

[Allah onlara] “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız-tanımadığınız] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. [Allah] “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der]. (A’raf/38)

Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzab/67, 68)

İnkâr edenler; “Biz kesin olarak, ne bu Kur’an’a inanırız, ne ondan önceki [indirile]ne.” dediler. Sen o zulmedenleri, Rabbleri huzurunda tutuklanmış, sözü [suçlamaları] birbirlerine karşı evirip-çevirip birbirlerine atıp dururken bir görsen! Zaafa uğratılan[müstazaf]lar, büyüklük taslayanlara, “Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mümin[kimse]ler olurduk.” Diyecekler.
Büyüklük taslayanlar, zayıf düşürülenlere; “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz.” derler.
O zayıf düşürülenler de o büyüklük taslayanlara; “Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eş koşmamızı emrediyordunuz.” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman içlerinden pişmanlık getirmektedirler. Biz de o kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yaptıklarının karşılığını görüyorlar. (Sebe`/31-33)

Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından.
O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/33-37)

Ayetin sonunda yer alan “Allah`a kavuşmayı yalanlayan kişiler, doğru yoldan gidenler olmadıklarından kesinlikle ziyana uğramışlardır” ifadesi, “Onlar, geçiciye aldanıp ebediyi tercih etmediler; malın sahtesini aldıkları için bu ticâretten kâr sağlamadılar, böylece tüm emekleri boşa gitti” anlamına gelmektedir.

46 – Ve Biz onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek de, yahut seni vefat ettirsek de, sonunda onların dönüşü yalnızca Biz’e olacak. Sonra Allah onların ne yapacaklarına şahittir.

Ayette peygamberimize hitap edilerek tüm topluma bir uyarı yapılmaktadır. Ayetin mesajını şu şekilde takdir etmek mümkündür: “Onlara yapacağımızın bir kısmını sana sağlığında göstersek de, yahut bunu göstermeden senin canını alsak da değişen bir şey olmayacak. Biz onlara yapacağımızı yapacağız. Onların Bize döndürülmelerinden ve toplanılmalarından kaçıp kurtulmaları söz konusu değildir. Biz onların her yaptıklarına tanığız ve onları bir bir yazmaktayız.”
Bu ayetin mesajı, Ra’d suresinde de verilmiştir:

Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. (Ra’d/40)


Gerçekten de onlara vaat edilenlerin bir çoğu, gerek peygamberimiz hayatta iken gerekse onun vefatından sonra, kısım kısım gerçekleşmiştir. Meselâ peygamberimiz hayatta iken gerçekleşen Bedir hezimetinin benzerleri, onun vefatından sonra da binlerce kez tekrarlanmıştır. Ancak şurası muhakkaktır ki, insanların ahirette başlarına gelecekler, bu dünyadakinden daha çoktur.

47 – Ve her ümmet için elçi olacaktır. O elçileri geldiğinde de aralarında adalet gerçekleştirilmiştir. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.

Peygamberlerin kendi ümmetlerine “gelme”lerinin bu dünyada mı yoksa ahirette mi söz konusu edildiği hususuna göre ayetten iki farklı anlam çıkarılabilir. Biz, her iki anlamın da doğru olduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki:
Birinci anlam: Peygamberler toplumlarına dünyada iken gelirler ve Allah’ın mesajlarını onlara iletirler.
Bu anlama uygun olarak; bu dünyada her topluma elçiler gönderilmiş, elçi ile gönderilen mesaj muhataplara ulaştığında insanların da bilmemek gibi bir mazeretleri kalmamıştır. Her toplum kendilerine gönderilen mesajdan sorumludur. Mesajı kabul edip hayatlarını buna göre düzenleyenler Allah’ın rahmetine mazhar olacaklar, inkâr edenler ise ahirette veya hem bu dünyada hem de ahirette azaba uğrayacaklardır. Gerek mükâfat gerekse ceza olan karşılıklarda tam bir adaletle hüküm verilecektir. Bu dünyada kendilerine elçi gönderilmemiş olanlar ise, Kur’an’da birçok ayette bildirildiği gibi, cezalandırılmayacaklardır. Ayetten bu anlamın çıkarılmasını destekleyen başka ayetler de vardır:

Şüphesiz Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik [elçi yaptık]. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir. (Fatır/24)

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir Peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsra/15)

Ve [inkâr edenler]; “Rabbinden bize bir ayet [mucize] getirse ya!” dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile helâk etseydik, muhakkak; “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin ayetlerine uysaydık.” diyeceklerdi. (Ta Ha/133, 134)

İkinci anlam: Her peygamber ahirette kendi ümmetinin başına gelir ve yargılanma esnasında toplumuna tanıklık eder.
Toplumlar, başlarında kendilerine gönderilmiş olan elçileri olduğu hâlde ahirette hesaba çekilecekler, elçiler de bu sorgulamada tanık olarak dinleneceklerdir.
Konumuz olan 47. ayetten bu anlamın çıkarılmasına uygun olan ayetler de vardır:

Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl?
İnkâr edip peygambere isyan edenler, o gün toprağa karışıp gitmeyi isterler. Allah’tan hiçbir sözü gizleyemezler de. (Nisa/41, 42)

Ve Sur’a üflenmiştir. Allah’ın dilediği kimseler hariç göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar hazır olda bekliyorlar.
Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulüm olunmazlar [onlara haksızlık edilmez]. (Zümer/68, 69)

elçiler, vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise!
Ayırt etme günü için… (Mürselat/11-13)

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Daha önce içinde durduğun kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu iş, elbette, Allah`ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür.Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143)

Elçi de; “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur [terk edilmiş bir şey] edindiler.” dedi. (Furkan/30)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu İsa, sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [İsa], Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri bilen yalnız Sensin, Sen!
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen gaybleri en iyi bilensin.
Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, Aziz ve Hakîm’in ta kendisisin.” (Maide/116-118)

48 – Ve onlar, “Eğer doğru kimseler iseniz bu vaat ne zamandır?” diyorlar.
49 - De ki: "Ben, Allah`ın dilediğinin dışında kendim için bir zarar ve bir faydaya muktedir değilim.” Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince artık ne bir saat [an] erteleyebilirler, ne öne alabilirler.

Bu ayette, inkârcıların “Eğer doğru kimseler iseniz bu vaat ne zamandır?” şeklindeki sorularına cevap verilmekte ve bu vaadin Allah’ın bilgisi dahilinde olduğu, Peygamberin ise bu konuda bir bilgisinin bulunmadığı dile getirilmektedir.
Bir benzeri daha önce Ya Sin/48’de de dile getirilen bu soru, inananlara inkarcılar tarafından yöneltilmiştir. Ya Sin suresindeki açıklamamızda da belirttiğimiz gibi, gerçekten öğrenmeye yönelik samimi bir soru değil, inkâr ve istihzaya yönelik bir sorudur. Kâfirlerin bu sorusu Kur’an’da birçok ayette geçmektedir:

Bir de onlar: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen [tehdit] ne zaman?” diyorlar.
De ki: “Size öyle bir gün vaat edilmiştir ki, ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.” (Sebe’/29, 30)

Bir de onlar: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen [tehdit] ne zaman?”diyorlar.
De ki: “Kesinlikle Bilgi [onun bilgisi], Allah’ın yanındadır. Ben ise yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.” (Mülk/25, 26)

Bu konuda ayrıca Enbiya/38 ve Neml/71 ayetlerine de bakılabilir.

49. ayetin son bölümündeki “Her ümmet için bir ecel vardır” ifadesiyle, her toplumun kendisi için belirlenen süre sonunda yıkılıp gideceği bildirilmiş, dolayısıyla toplumlara mevcut güçlerine güvenmemeleri mesajı verilmiştir.

O’na inanmayanlar onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler. (Şûra/18)

Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi kesinlikle ertelemez de. Ve Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Münafikun/11)

Suçluları, Rabblerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak “Ey Rabbimiz! Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim, biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz” derlerken bir görsen! (Secde/12)

Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler, “Allah’ın birliğine inandık ve O’na şirk koştuğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler.
Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. Allah’ın, kulları hakkındaki sürüp giden tutumu [kanunu] budur. İşte o kâfirler burada hüsrana düştüler [kaybettiler, zarara uğradılar]. (Mümin/84-85)

50 - De ki: “Gördünüz mü [ne düşünürsünüz]? O’nun azabı size geceleyin uykuda veya gündüz gelecek olsa!” Suçlular bundan neyi acele isterler?
51 - Bu azap meydana geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz, yoksa şimdi mi? Hâlbuki siz onu acele olsun istiyordunuz.
52 - Sonra o zulmedenlere “Tadın şu ebediliğin azabını!" denilecek. -Kazanmış olduğunuz şeylerden başkası ile mi cezalandırılacaksınız?"-

Bu ayet grubu, inkârcıların 48. ayette bahsedilen “Eğer doğrular iseniz bu vaat ne zamandır?” sorusuna verilen ikinci cevaptır. Bu cevabın bir benzeri de Tur suresindedir:

O gün onlar cehennem ateşine itildikçe itilirler. -İşte bu yalanlayıp durduğunuz ateştir! Peki bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz?Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin artık sizin için birdir. Siz sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız!- (Tur/13-16)

Ayet grubunun en sonunda yer alan “Kazanmış olduğunuz şeylerden başkası ile mi cezalandırılacaksınız?” ifadesi, hiçbir suçlunun kendi suçundan başkasıyla cezalandırılmayacağı ilkesine atıf yapmaktadır.

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsra/15)

53 – Ve "O [azap] gerçek mi?" diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime ant olsun ki, o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz âciz bırakanlar değilsiniz.”
54 – Ve eğer ki, zulüm yapmış olan herkes yeryüzünde ne varsa kendisinin olsa onu feda ederdi [kurtulmalık verirdi]. Ve onlar azabı görünce pişmanlık duyardı. Ve aralarında adalet gerçekleştirildi. Ve onlar haksızlığa uğramazlar.

53. ayette, kendilerine onca ikaz yapılmasından sonra hâlâ “O [azap] gerçek mi?” diye soran inkârcılara, vaat edilen azabın gerçek olduğu ve ondan kurtulmanın mümkün olmadığı bir kez daha ifade edilerek ciddî bir uyarı yapılmaktadır. Rabbimizin kimsenin bu azaptan kaçamayacağını bildiren uyarıları pek çoktur:

Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. (Ya Sin/82)

Ve inkâr edenler: “Bize o saat [kıyamet] gelmeyecektir” dediler. De ki: “Ama, gaybı bilen Rabbime ant olsun o, size mutlaka gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” (Sebe’/3)

Şu inkar eden kimseler, katiyen diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine, Rabbime kasem olsun ki kesinlikle diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size haber verilecektir. Ve bu, Allah`a göre çok kolaydır.” (Tegabün/7)

54. ayette Rabbimiz, bütün dünya inkarcıların olsa bile, kıyamet koptuğunda hepsini vermek suretiyle o azaptan kurtulmak isteyeceklerini bildirerek o günkü pişmanlıklarının derecesini ve işin ciddiyetini inkarcılara haber vermektedir. Ancak o gün kimse haksızlığa uğratılmayacak, aralarında doğrulukla ve adaletle hüküm verilecektir:

Ve, hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı günden sakının. (Bakara/48)

Ey iman etmiş kimseler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızklardan infak edin. Ve kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. (Bakara/254)

Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın -onu fidye verseler bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i Imran/91)

Hepsi de kıyamet günü O’na [Rahman’a] tek başlarına gelirler. (Meryem/95)

55 - Haberiniz olsun! Şüphesiz göklerde ve yerde olan şeyler Allah içindir. Haberiniz olsun! Şüphesiz Allah`ın vaadi gerçektir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar.
56 - O [Allah], hayat verir ve öldürür. Ve siz, yalnızca O`na döndürüleceksiniz.

Tüm insanlara yönelik bir bildiri mahiyetindeki bu ayetler “ الاela!” ünlemiyle başlamaktadır. “Haberiniz olsun, gözünüzü açın, iyi bilin ki!” anlamlarına gelen bu ünlem ancak gafillerin dikkatini çekmek ve onları gaflet [ilgisizlik, duyarsızlık] uykusundan uyandırmak için kullanılır. Bu ilahî bildiride, göklerde ve yerde bulunan şeylerin gerçek sahibinin Allah olduğu, hayat ve ölümün O’nun elinde bulunduğu vurgulanarak dünyayı sahiplenmenin ve dünyada baki kalma çabasının anlamsızlığı açıklanmakta, böylece insanlar öğüt verilerek uyarılmaktadır.

57 - Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet gelmiştir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla