Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 10:03 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

ÜÇ KARANLIKTA YARATILIŞ

Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlıkta bir yaratılıştan diğer yaratılışa geçirerek yaratmaktadır. (Zümer/6)

Anne karnındaki cenin çok hassas bir varlıktır. Cenin eğer özel bir korunmaya sahip olmasaydı; sıcak, soğuk, ısı değişimleri, darbeler, annenin ani hareketleri cenine ya büyük bir zarar verecek, ya da cenini öldüreceklerdi. Annenin karnındaki 3 bölge cenini tüm bu dış tehlikelere karşı korur. Bu bölgeler şunlardır:
1 Karın duvarı
2 Rahim duvarı
3 Amniyon kesesi
Kuran'ın indiği 7. asırda insanların amnion kesesinden haberleri yoktu. Peki, o zaman Kuran'ın anne karnındaki üç karanlığa işaret etmesi nasıl açıklanabilir? Hiç şüphesiz bu ifadeyi Kuran'ın indiği dönemin bilgi seviyesiyle açıklamaya olanak yoktur. Cenin bu üç tabakanın koruyuculuğu altında kapkaranlık bir mekânda yavaş yavaş gelişimini sürdürür.
Amniyon kesesi temiz, akışkan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı sarsıntıları emen koruyucu bir yastık gibidir, basıncı dengeler, amniyon zarının embriyoya yapışmasını engeller ve ceninin rahim içerisinde rahatlıkla dönmesini sağlar. Eğer cenin bu sıvı sayesinde rahatlıkla hareket edemeseydi, bir et kütlesi gibi yığılıp kalacak, devamlı bir tarafı üzerinde aylarca durduğu için yaralar vücudunu saracak ve birçok komplikasyon ortaya çıkacaktı. Ceninin her tarafının eşit biçimde ısınması da önemlidir. Sıvının ısıyı eşit dağıtması sayesinde dışarıdaki sıcaklık ne olursa olsun ceninin her yanı 31°C'lik sıcaklığa sahiptir. Yaratıcımız her aşamada her şeyi en ince şekilde ayarlamış, karanlıkların içinde her ihtiyacımızı karşılamış, bedenimizi dış dünyanın tüm zararlarından korumuştur.

YARATILIŞTAN YARATILIŞA GEÇİŞ

Bu ayetin anne karnında, yaratılış aşamalarımızda içinde bulunduğumuz 3 farklı ortama veya 3 farklı yaratılış aşamasına işaret ettiğini düşünenler de olmuştur. Buna göre 3 karanlık şöyledir:
1. Fallop borusu: Spermle yumurta birleştikten sonra fallop borusu boyunca ilerler. Fallop borusu boyunca ilerleyen zigot bölünerek çoğalır.
2. Rahim duvarındaki bölge: Bu bölgede 51. bölümde işlediğimiz asılıp tutunma [alaka] aşaması geçirilir.
3. Amniyon kesesi: Ceninin etrafındaki içi özel bir sıvı ile dolu kesedir. Gelişimin geri kalan uzunca kısmı burada geçirilir.
Dıştan görünüşte bu karanlık mekânların farkları yok sanılır. Hâlbuki minik bir hücrenin boyutuna bölünüp bu mekânları gezebilsek, nasıl farklı mekânlar olduğunu gözleriz. Birinci karanlık mekân, hücreye göre dev karanlık bir tüneli hatırlatmaktadır. İkinci karanlık mekân ise ışıksız kapkaranlık bir ormanı; üçüncü karanlık mekân ise ışıksız bir denizin altını andırır.
Görüldüğü gibi iç içe katman olarak karanlık mekânlar 3 kat olduğu gibi, sırasıyla geçilen karanlık mekânlar da 3 tanedir. Ayetin bu iki açıklamadan herhangi birine mi, yoksa her ikisine de mi işaret ettiğini Allah bilir. Bu karanlık mekânlardaki gelişimde geçirilen aşamaların tüm bilimsel kitaplarda 3'e ayrılıp incelenmesi de ilginçtir. Bu üç aşama şöyledir:
1. Preembriyonik aşama: Bu aşama birinci trimester olarak anılır. Hücreler çoğalırken 3 tabaka şeklinde organize olurlar, ilk iki haftayı kapsar.
2. Embriyonik aşama: Hücre tabakalarından temel organlar ortaya çıkmaya başlar. İkinci trimester olarak anılır. İkinci haftayla sekizinci hafta arasını kapsar.
3. Fetal aşama: Bu aşamada yüz, eller, ayaklar belirginleşir, insan dış görünümü ortaya çıkar. Üçüncü trimester olarak anılır. Sekizinci haftadan doğuma kadar olan safhadır.
Ayette işaret edildiği gibi yaratılışımız, bir yaratılış aşamasından diğer yaratılış aşamasına geçerek olmaktadır. Tüm aşamaların ortak özelliği her birinde yaratılışın delillerinin gözükmesidir.
Kitabımızın embriyolojiyle ilgili bu son bölümlerinde gördüğümüz bilgilere son yüzyılda ulaşılmıştır. Kur’an'dan önce ve Kur’an'dan sonraki bin yılda bu bilgilerin hiçbirine, Kur’an dışında hiçbir kitapta rastlayamazsınız. Kur’an, hem meninin karışımlı yaratılışına, hem de bu meninin az bir bölümünden yaratıldığımıza dikkatlerimizi çekmiştir. Kur’an, anne rahmindeki gelişimde embriyoya, aldığı hallerden türeyen isimler takmıştır: Asılıp tutunan [alaka], bir çiğnemlik et [mudga] gibi. Böylece Kur’an, ceninin aldığı hallerden çıkan bir terminoloji oluşturmuştur. Yine ilk önce kemiklerin sonra kasların yaratıldığını Kur’an dışında ortaya koyan olmamıştır. Yaratılışın içindeki farklı karanlıklara Kur’an dışında dikkatleri çekmiş bir kitaba da binlerce yıllık tarihte rastlayamazsınız.
Bilimsel bir bilgiyi ileri sürmek için her şeyden önce bilimsel bir altyapı gerekir. Var olan bir altyapı üzerinde diğer bilgiler yükselir. Ayrıca bu tarz bilimsel bilgiler için gelişmiş mikroskoplara da mikro kameralara da ihtiyaç vardır. Kur’an'ın indiği dönemde ne bilimsel altyapının, ne mikroskobun, ne de mikro kameraların olduğunu kimse iddia edemez. Bu bilgilerin rasgele yapılan tahminlerle tutturulduğunu söylemeye de hiçbir vicdanlı insan kalkışamaz.

İnsanı gerçekten de en güzel biçimde yarattık.
Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık. (Tin/4-5)

İnsan, en güzel biçimde, çok ince bir planla, birçok aşama arka arkaya getirilerek yaratılmıştır. Allah'ın bu mükemmel yaratışını unutup, vücudunu kendi eseri zanneden, bedeninin Yaratıcısını tanımayarak, isyana ve nankörlüğe kalkışan biri ise mükemmel yaratılışına rağmen aşağıların aşağısı olmaktan kurtulamaz.

Yoksa onlar hiçbir şeysiz mi yaratıldılar: Yoksa bizzat kendileri mi yaratıcıdır? (Tur/35) (Kur’an Araştırma Gurubu)

6. ayetin sonunda “Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?” buyrulmuştur. Dikkat edilirse, “dönüyorsunuz” değil, “çevriliyorsunuz, döndürülüyorsunuz” denilmiştir. Buradan anlaşılıyor ki, onları doğru yoldan çıkaran başkalarıdır; o kimselerin söylediklerine uyarak en doğru şeyleri bile görememektedirler. Ekâbir, mütref ve mele’ler gibi bu işten çıkarları olmayan zavallı ve kandırılmış kimselerdir. Ne var ki, böyle olsalar bile akıllarını kullanmadıkları için suçludurlar.

7- Eğer inkâr/nankörlük edecek olursanız, biliniz ki şüphesiz Allah, size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.

Bu ayette, Allah’ın insanların kulluğuna ihtiyacı olmadığı, kulluğun kulların kendi yararına olduğu mesajı verilmektedir:

Ve Musa dedi ki: Eğer küfrederseniz; siz ve yeryüzündeki kimseler topluca, iyi biliniz ki Allah kesinlikle Ganiyy’dir, Hamîd’dir. (İbrahim/8)

Gerek inanmak, doğru yola gitmek, salihatı işlemek gibi iyi davranışlar, gerekse inkâr etmek, şirk koşmak, fısku fücur işlemek gibi kötü davranışlar insanın kendi seçimi ve kazanımıdır. Rabbimiz küfür/nankörlük ve günahı hiç kimse için istemez. Bunu kendi çıkarı için değil, kullarının iyiliği için yapmaz. Çünkü küfür Allah için değil, insanlar için zararlıdır. Kullarının inkârına razı olma*ması, onlara yarar sağlamak ve zararlarını gidermek içindir. Yoksa kullarının inkârından Kendisi zarar gördüğü için değil... Kulların şükrüne razı olması da yine bunun menfaatlerine olmasından dolayıdır. Yoksa onların şükründen yarar sağlayacağı için değil... Şükür, sonuçları itibariyle kulların dünya ve ahirette bol nimete kavuşmalarına vesile olacak bir tavırdır.

Ve hani Rabbiniz size şöyle ilan etmişti: “Ant olsun ki şükrederseniz elbette size artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir. (İbrahim/7)

Rabbimiz insanı seçme özgürlüğüne sahip bir varlık olarak yaratmıştır. Eğer insan küfrü seçer ve onda ısrar ederse, Allah da küfrü yaratıverir. Allah hiç kimseyi zorla mü'min yapmaz.

Ve de ki: “O hak [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/ 29)

Konumuz olan 7. ayette küfrün karşıtı olarak iman değil, şükür kelimesi kullanılmıştır. Şükrün karşıtı “nankörlük” olduğundan, ayetteki “küfür” sözcüğünü de “nankörlük” olarak çevirdik.
Ayetteki “Hiç bir günahkâr bir başkasının günah yükünü yüklenmez” ifadesi Kur’an’da birçok yerde [En’am/164, İsra/15, Fatır/18, Necm/38] yer almıştır. Bu ifade, dünya ve ahirette suçun ve sorumluluğun şahsiliği ilkesini açıkça ortaya koyan bir ifadedir. Suç ve sorumluluğun şahsiliği ilkesi, aynı zamanda, batıl inanışlarda görülen “vekâleten kefaret” ve aracıların suç üstlenme inanışlarını da reddeden bir içeriğe sahiptir.

“Şükür”, “insanların Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere karşı nimetin karşılığını Allah’a vermeleri” demektir. Bu önemli kavram ile ilgili detay daha evvel verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 3, s. 314-322)
8 - İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O’na vererek Rabbine dua eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na dua ettiği hali unutur da, Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar kılar [oluşturur]. De ki: “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın.”

Bu ayette insanın değişken psikolojisine, insan hayatındaki konjonktürel çelişkilere değinilmiştir. İnsan bir sıkıntıyla karşılaştığında gönülden Rabbine yönelerek O’na dua eder. Bir nimete eriştiğinde ise önceden O’na dua ettiği hali unutur da Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar koşar.
Görülüyor ki, insan sıkıntı ve ihtiyaç halindeyken tek ve ortağı olmayan Allah’a yalvararak O’ndan yardım dilemeye yönelmektedir. Bu da sıkıntı ve zorlukların insanı Allah’a yönelten bir işlev gördüğünü göstermektedir. Rahatlık, mal-mülk, servet ve yakınların çokluğu ise insanı şımartıp azdırmaktadır. Zorluk anında Allah’ı hatırlayan, refah anında ise takva ve hak yolundan saparak O'nu unutan kimseler, bu psikolojik işleyişi dikkate almayarak kendilerini felakete sürüklemiş olmaktadırlar. Akıllı insan, bu psikolojik tuzağa düşmemeyi, sıkıntı anlarında olduğu gibi rahatlık ve mutluluk anlarında da Rabbine bağlı kalmayı beceren insandır. Bu ayette, bunu beceremeyenlere tehdit vardır.
İnsanın bu temel psikolojik zaafına birçok ayette değinilmiştir:

Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendi*ni yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsrâ/67)

Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yûnus/12)

Konumuz olan ayetin son kısmındaki “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın” ifadesi, küfredenlere yöneltilen çok şiddetli ve güçlü bir tehdittir. Bu ifadelerin benzeri Kur’an’da çoktur:

Ve O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler kıldılar [oluşturdular]. De ki: “yararlanınız, çünkü varacağınız yer ateştir.” (İbrahim/30)

Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru zorlarız. (Lokman/24)

9 – Ya da o, gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima saygıda duran ve Rabbinin rahmetini uman kimse ... (öyle yapmayan gibi midir)? De ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/ gereği gibi düşünürler.

Bu ayette, sıkıntı karşısında Allah’a yönelen, nimete erişince de şımarıp azan insan tipine karşılık, bu psikolojik zaafını bilen, bildiği için de o tuzağa düşmekten kaçınan, sıkıntılı zamanlarda olduğu gibi iyi günlerde de Rabbine bağlı kalmayı başaran imanlı, sorumlu, mutmain olmuş insan tipinden bahsedilmekte ve bu iki tip arasında bir mukayese yapılmaktadır.
Rabbimiz birinci grubu cahil, ikincileri ise âlim olarak nitelemektedir. İlkinkiler, yüksek öğrenim görmeseler de bilgindirler. Bunlar evren kitabını iyi okuyup anlayan kimselerdir. İkinciler ise temel hakikat olan “varlığın Allah ile olan bağı”nı kavrayamamış, cahil kimselerdir. Bu iki grubun eşit olması mümkün müdür? Mümkün olmayacağı bir istifham sanatıyla belleklere kazınmaktadır:
“Gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima saygıda duran ve Rabbinin rahmetini uman kimse ... (öyle yapmayan gibi midir)?”
Sonra da “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” buyrularak zımnen bilenle bilmeyenin bir olmayacağı ve sadece sağduyu sahiplerinin Kur’an’dan ilimle yararlanacağı kesin bir dille ifade edilmektedir.
Bu iki tip insanın eşit olmadığı ve olamayacağı Ehl-i Kitab’a yönelik anlatımlarda da yer almıştır:

Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah’ın ayetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Al-i Imran/113, 114)

Ayette ayrıca gece ibadetine de dikkat çekilmiştir. Bu, gece ibadetlerinin gündüz yapılanlardan farklı olduğuna da bir işarettir. Gece ibadeti gözlerden uzaktır; dolayısıyla riya ve gösterişten de uzak olur. Bu özelliğiyle gece ibadeti, Rahman’a gaybde imanın tam bir göstergesidir. Gecenin sessizliği ve iş telâşının olmayışı zihinsel konsantrasyonun sağlanmasını daha da kolaylaştıran bir durumdur. Ayrıca ibadetin uykuya tercih edilmesi, kişinin zor olanı göğüsleyerek iç dünyasını daha iyi denetlemesini sağlamaktadır. Bütün bu sebeplerden dolayı gece ibadeti hayır bakımından gündüzdekilerden daha fazlalıklıdır.

Şu bir gerçek ki, yeni bir oluşa koyulmak üzere geceleyin kalkan, yer tutma bakımından daha güçlüdür [söz bakımından daha etkilidir]. (Müzemmil/6)

10 – De ki: “Ey iman etmiş olan kullar/kölelerim! Rabbinize takvalı davranın. Bu dünyada iyilik-güzellik yapanlara bir güzellik vardır. Şüphesiz Allah’ın yeryüzü geniştir. Ancak sabredenler, mükâfatlarını hesapsız tastamam alacaklardır.”

Bu ayette Rabbimiz Resulullah’a yakın çevresine, o dönemde sahibi olduğu kölelerine/ tüm kullara, Allah’a karşı takvalı olmalarını söylemesini buyurarak bu dünyada iyilik-güzellik üretenlere bir güzellik olduğunu, Allah’ın yeryüzünün geniş olduğunu ve sabredenlerin ecirlerinin tastamam ödeneceğini ilân ettirmektedir. Bu ayet tüm insanlığa yönelik bir beyannamedir.
Suredeki bu ve 53. ayetin teknik yapısı bir takım sorunları ortaya koymaktadır. Şöyle ki:
Her iki ayet de “ قلQul [De ki]” emri ile başlamakta ve hemen ardından gelen nida cümleleri de bu ‘Qul’ emir fiiline mef’ulu bih olmaktadır. Ayetlerdeki “ يا عبادِالّزين yâ ıbâdillezîne” ve “ يا عبادىَ الّزينyâ ıbâdiyellezîne” terkiplerine baktığımızda, birinci olarak, harf-i nidayı dikkate almadan, sahih bir kelimenin [ıbâd sözcüğünün] “yâ-i mütekellim”e muzaf olduğunu, bu nedenle de “yâ-i mütekellim”den önceki sahih kelimenin son harfinin [dal harfinin] harekesinin esreleştiğini görüyoruz. İkinci olarak, başına harf-i nidanın gelmesiyle bu izafet terkibinin münâdâ makamında olduğunu, bu durumlarda terkibi “yâ ıbâdiye!”, “yâ ıbâdî!”, “yâ ıbâdi!” ve “yâ ıbâdâ!”” olmak üzere dört vecihte de okumanın mümkün olabileceğini biliyoruz. Üçüncü olarak da, konumuz olan 10. ayette “yâ-i mütekellim”in ıskatını ve kesre ile iktifa edildiğini görüyoruz. Kısaca özetlersem, her iki ayette de “yâ-i mütekellim” mevcut olup birinde bariz, ötekinde ise sakıttır. Anlatmak istediğim bunların beyanı değil, bu terkiplerden anlaşılan lafzî mânâdır. Lafzî mânâya göre, “kullarım!” nidasındaki ‘kullar’ peygamberin kulları olmaktadır. Yani “Ey .... kullarım!” diyen ya da diyecek olan, emrin muhatabı olan peygamberdir. Bu durumda peygamberin muhatabı olan insanlar peygambere kul olmaktadır. Yani Peygamber insanlara “Ey kullarım!” [Peygamberin kendi kulları, Allah’ın kulları değil] dedirtilmektedir.
“Qul” emri ile başlayan diğer tüm ayetlerde ise durum lâfzî mânâ ile uyumludur. Herhangi bir dikkat çekici unsur söz konusu değildir. Aynı surenin 11, 13, 14. ayetlerinde ve İhlas, Kafirun, Muavvezeteyn surelerinde ve diğer tüm benzer ayetlerde olduğu gibi...
Durum böyle olunca, böyle bir mânâ tüm İslam ilkelerine, fıtrata ters düşmektedir.

Allah’ın kendisine kitap, hüküm [yasamayı yürütmek] ve peygamberlik verdiği hiçbir beşer için [İnsanlardan hiçbir kimse için], insanlara: “Allah’ın astlarından bana kul/köle olun” demek yakışmaz. Fakat: “Öğrettiğiniz ve ders aldığınız [okuduğunuz] kitap gereğince Rabb’e içtenlikli kullar olunuz” (demesi yaraşır). (Al-i Imran/79)

Gerçek bu iken Kur’an meali yapanlar ve sözde tefsir yazanlar bu gerçeği örtbas edip geçmektedirler ya da farkına varamamaktadırlar. Farkında olanların bazısı da araya “(Benim adıma) de ki:” tarzında bir parantez sokuşturarak meseleyi çözmeyi yeğlemektedirler. Bu tavır, çelişkinin, tutarsızlığın itirafından başka bir şey değildir.
Bu aciz, fakir kul Hakkı Yılmaz ise bu sorunu iki yönlü olarak çözme gayretini göstermiştir.

ÇÖZÜM

Birinci Yol: “ عبادIbad” sözcüğünün “kullar” yerine “köleler” diye çevrilmesidir. Biliyoruz ki “ عبدabd” sözcüğü “kul, köle” demektir. Nitekim Bakara ve Nur surelerinde bu anlama ilişkin tekil ve çoğul örnekler mevcuttur:

Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş bir cariye -sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle -sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da- müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara ayetlerini açıklar. (Bakara/221)

Ve sizden kocası olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, Geniş Olan ve En İyi Bilen’dir. (Nur/32)

Bu örnek ayetlerdeki anlamdan hareketle, konumuz olan 10. ve 53. ayetlerdeki “Ya ibadiye” sözcüğünü peygamberimize ailesinden intikal eden birkaç kişiye indirgeyerek “kölelerim” diye anlamlandırmak, bu ayetlerdeki evrensel çağrıyı göz ardı etmek ve anlamı daraltmak demektir. Sözcüğü “köle” anlamıyla ele alarak ayete “Ey kölelerim!” diye anlam vermek her ne kadar mümkün olsa da, mesajı evrensellikten mevziiliğe indiren bu anlamlandırmanın iyi bir çözüm olduğu söylenemez.
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla