Konu: Enfal Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 3. March 2010, 11:49 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

31-32. âyetlerdeki, Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, “işittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. Bir vakit de onlar, “Ey Allahım! Eğer bu Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi ifadeleriyle yine Mekke dönemindeki hâdiselere gönderme yapılmıştır: Bu densizler bir zaman böyle iddialarda da bulunmuşlardı, ama bu, bir palavradan öte geçemedi. Kendilerine sürekli meydan okundu, fakat asla böyle bir kitap ortaya koyamadılar:

De ki: “Andolsun ki ins ve cinn [herkes], bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini, kesinlikle getiremezler.” (İsrâ/88)

Ve bu Kur’ân, Allah'ın astları tarafından uydurulan değildir. Lâkin kendinden önceki kitapları tasdik eder ve o kitabı ayrıntılı olarak açıklar. Onda şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Âlemlerin Rabbindendir. Yahut, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse siz benzeri, bir sûre meydana getirin, Allah'ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz.” (Yûnus/37-38)

Yahut [aslında], “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın.” Yok eğer bunun üzerine onlar, size cevap vermedilerse, artık bilin ki, o [Kur’ân] ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Ve O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz? (Hûd/13-14)

Yahut, “Onu kendi uydurup söyledi?” mi diyorlar? Aslında onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğru kimseler iseler. (Tûr/33-34)

Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz. Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun. (Bakara/23-24)

33. âyette, Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azab edecek değildi. İstiğfâr ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir ifadesiyle, geçmişten günümüze devam edip gelen bir ilâhî kanuna işaret edilmiştir: Allah, elçileri azmış toplum içinde bulunurken onları cezalandırmamakta; elçi aralarından ayrıldıktan sonra cezalandırmaktadır. Nitekim Nûh, Lût, Sâlih ve Mûsâ peygamberlerin kavimleri, onlar aralarından ayrıldıktan sonra cezalandırılmıştı. Ayrıca Mekke müşrikleri de Rasûlullah aralarından ayrıldıktan sonra birtakım yenilgilerle cezalandırılmıştır:

Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve onları rezil-rüsvay etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mü’min bir toplumun göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini de kabul eder. Ve Allah, alîm'dir, hakîm'dir. (Tevbe/14-15)

34. Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun velîleri sadece muttakilerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar.

35. Ve onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı tadınız!–

36-37. Şüphesiz, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedeceklerdir. Sonra o, bir pişmanlık olacak sonra da Allah'ın, murdarı temizden ayırdetmesi için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmesi, sonra da topunu birden cehenneme koyması için yenileceklerdir. Ve küfretmiş olan kişiler cehenneme toplanacaklar. İşte bunlar, o hüsran içinde kalanların ta kendileridir.

38. Küfretmiş olan şu kimselere de ki: “Eğer bu işe son verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak. Yine de dönerlerse, kesinlikle önceki ümmetlerin sünnetleri [onlara uygulanan kurallar] devam etmiş olur.”

39. Ve fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık vazgeçerlerse bilinsin ki, şüphesiz Allah, yaptıklarını en iyi görendir.

40. Ve eğer onlar geri dururlarsa, artık siz, şüphesiz Allah'ın mevlânız olduğunu bilin. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır!

41. Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir Günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir.

Bu âyet grubunda yine Rasûlullah'ın Mekke'deki mücâdelesine göndermeler yapılmak sûretiyle Mekkeli müşriklerin gerçek kimlikleri, İslâm'a ve Müslümanlara karşı takındıkları tavırları, düşünceleri, planları bir kere daha hatırlatılıp onlara karşı yapılması gereken muamelelere değinilmekte, son olarak da Peygamberimizin Medîne'deki göreviyle ilgili yönlendirmeler yapılmaktadır.

Mekke ile ilgili olarak Rasûlullah'a şu vakalar hatırlatılıyor:

* Onlar Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde, her türlü gazabı göze alarak ondan menedip durmuşlardır.

* Onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktır. Onlar orada sadece riyakârlık yaparlar.

* Onlar, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfetmektedirler ve sarfedeceklerdir. Onların kin ve düşmanlıkları bitmeyecektir.

* Sonra pişmanlık duyacaklar ama fırsat kaçmış olacak. Hem dünyada hem de âhirette cezalandırılacaklar.

34. âyette, Kendileri Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun velîleri sadece muttakilerdir buyuruluyor. Mekke'nin ileri gelenleri/Kureyş müşrikleri kendilerini Ka‘be'nin mütevelli heyeti kabul ediyorlardı. Ka‘be ve hacc hizmetlerini kendi aralarında taksim edip olağanüstü kâr elde ediyorlardı. Babalarının malı gibi, istediklerini Mescid-i Harâm'a sokuyor, istemediklerini sokmuyorlardı.

Âyetteki, Onun velîleri sadece muttakilerdir ifadesiyle, müşriklerin-kâfirlerin mescidlere, eğitim ve öğretim kurumlarına asla mütevelli [koruyan, gözeten, ayakta tutan yönetici] yapılmaması gerektiğine de işaret edilmiştir:

Onlar, inkâr eden ve sizi Mescid-i Harâm'dan ve ayarlanmış hedylerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı… bu, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi içindir. Eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı, kesinlikle onlardan inkâr eden kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. (Feth/25)

Müşrikler, kendi inkârlarına kendileri şâhit olup dururlarken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. Onlar, işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar ateş içinde sürekli kalacaklardır. Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikâme edeni, zekâtı veren ve sadece Allah'a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur. (Tevbe/17-18)

Sana harâm aydan ve onda [o harâm ayda] savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda savaşmak, büyüktür. Ve Allah yolundan alıkoymak, O'nu ve Mescid-i Harâm'ı inkâr etmek ve onun [Mescid-i Harâm'ın] halkını [hacc ve umre yapanları] oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve fitne, öldürmekten daha büyüktür.” Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve âhirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalanlardır. (Bakara/217)

35. âyetteki, el çırparak, ıslık çalarak salât etme ifadesiyle de, Mekkeli müşriklerin sosyal yardım faaliyetlerini şaşalı, tantanalı bir şekilde yaptıkları belirtilmektedir. Söz konusu salatın, namaz ile alakası yoktur. Onların maksadı, yardım yapmak değil, reklam ve yatırım yapmak, rabbliklerini ortaya koymaktır ki bu durumları Mâûn sûresi'nde deşifre edilmişti:

Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. Bu nedenle, şu destekçilerin vay hâline! Onlar namazlarından/destek verişlerinden gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar, ve mâûnu vermezler. (Mâûn/1-7)

Bu konuya ait detay için Mâûn sûresi'ne bakılabilir.[32]

36-37. âyetlerdeki, Şüphesiz, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedecekler. Sonra o, bir pişmanlık olacak sonra da Allah'ın, murdarı temizden ayırdetmesi için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmesi, sonra da topunu birden cehenneme koyması için yenileceklerdir. Ve küfretmiş olan kişiler cehenneme toplanacaklar. İşte bunlar, o hüsran içinde kalanların ta kendileridir ifadesiyle de, müşriklere hasret; mal-mülkten, evlattan, vatandan mahrumiyet ve yenilgi tattırılacağı ihtar ediliyor.

38. âyetteki, Eğer bu işe son verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak ifadesiyle, o kâfirlerin, küfürlerinden vazgeçmeleri hâlinde bağışlanacakları; Yine de dönerlerse, kesinlikle önceki ümmetlerin sünnetleri [onlara uygulanan kurallar] devam etmiş olur ifadesiyle de, inkârlarında ısrar etmeleri hâlinde geçmişteki toplumlar gibi cezalandırılacakları belirtilerek Mekkeli müşrikler tehdit edilmektedir. Bu konu şu âyetlerde de yer almıştır:

Şu harâm aylar çıktığı zaman o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/5)

Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse, bundan sonra onlar, dinde kardeşleriniz olurlar. Ve Biz, âyetleri, bilen bir kavm için detaylandırıyoruz. (Tevbe/11)

Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. (Bakara/193)

39. âyetteki, Ve fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın ifadeleriyle, mü’minler için Medîne'de sağlam bir yol haritası çizilmesi gerektiğine işaret ediliyor. Buna ilk kez Bakara sûresi'nde işaret edilmişti:

Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. (Bakara/193)

Bu âyetlerde zikredilen fitne, “dinden çıkarma, yurttan çıkarma” faaliyetleridir. Müşrikler Müslümanları İslâm dininden vazgeçirmek için maddî ve manevî her türlü gayreti gösteriyorlardı. Buna, 36. âyette, Mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedecekler ifadeleriyle işaret edilmişti. İşte bu âyetlerde Müslümanlara, bu fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşmaları emredilmektedir.

40. âyette, Ve eğer onlar geri dururlarsa, artık siz, şüphesiz Allah'ın mevlânız olduğunu bilin. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır buyurularak, küfürden dönenlere karşı iyi muamele yapılması emredilmekte ve Allah'ın her iki tarafı da [küfürden döneni de affedeni de] ödüllendireceği bildirilmektedir.

41. âyette, Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir Günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir buyurularak, İslâm adına yapılan savaşlarda ekstra olarak elde edilen dünyevî nimetlerin beşte-birinin Allah ve Rasûlü için [kamu için] ayrılması emredilmiştir. Sûrenin ilk âyetinde ganimetlere dair sorulan sualin cevabı bu âyette verilmiştir.

Tevbe sûresi'nde hazineden kimlere harcama yapılacağı genel olarak açıklanmıştır:

Kesinlikle, Allah tarafından bir fariza [taksim/zorunlu görev] olarak; sadakalar [kamu gelirleri] ancak, fakirler, miskinler [yoksullar, işsizler] o iş üzerine çalışan görevliler [kamu görevlileri], müellefe-i kulûb [kalbleri İslâm'a ısındırılacaklar], boyunduruktakiler [özgürlüğü olmayan köleler], ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah her şeyi en iyi bilendir ve yasa koyandır. (Tevbe/60)

Âyetteki, Eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir Günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz ifadesi, çok ciddi bir ikaz olup, “eğer Allah'a inanmışsanız sadakaları [kamu gelirlerini] böyle taksim edin, inanmıyorsanız ne yaparsanız yapın” demektir. Buradan, taksimatın böyle yapılmaması hâlinde Allah'a iman edilmiş olmayacağı anlaşılıyor.

Âyette, ganimetin öncelikle Allah için olduğu ifade ediliyor ki bundan maksat, –Allah'ın bir hissesi bulunduğunu bildirmek değil– söze tazim üslubu [Allah'ı zikretmek] ile başlamak ve kamu yararını önplana çıkarmaktır. Çünkü, her şey Allah'ın mülkü ve milkidir. Kur’ân'da Allah'a izafe edilen her şey, “kamu yararını” ifade eder; “Beytullâh”, “nâqatullâh” vs. gibi.

Âyetteki, yakınlığı olanlar ifadesiyle, genellikle Peygamber'in yakınları, Ehl-i Beyt, Kureyş kabilesi, Hâşimoğulları, Muttaliboğulları gibi akrabalarının kasdedildiği ileri sürülmüştür. Hâlbuki Haşr sûresi'nde savaş ganimetlerinden bahsedilirken, yakınlığı olanlar ifadesi, bizzat Allah tarafından açıklanmıştır:

Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirler –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir– yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden aloyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. (Haşr/7-8)

“Ganimetlerin tümü, niçin gaziler arasında paylaştırılmayıp da beşte-biri kamuya ayrılıyor?” diye sorulabilir. Bunun birinci nedeni, İslâm'daki savaşın ana gayesinin dünyevî çıkar için olmayışıdır. İkinci nedeni de, yetimler, yoksullar vs.'nin de Allah için savaşa katılmak istediği hâlde imkân bulamamalarıdır. Bunlar savaşa katılamasalar da gönülleri savaşa katılanlarla beraber olmuş ve onların zaferi için dua etmişlerdir.

Âyette, ganimetin beşte-dörtlük kısmının ne yapılacağı belirtilmemiştir. Ancak, âyetteki söz akışı ve Rasûlullah'ın uygulaması, kalan kısmın savaşa katılanlar arasında hakkaniyetle paylaştırılması gerektiğini göstermektedir.

42. Hani siz vâdinin yakın bir yamacında idiniz, onlar da uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Şâyet onlarla sözleşmiş olsaydınız da, buluşma yerinde mutlaka anlaşmazlık çıkarırdınız. Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Bedir savaşı'ndan bir sahne yer aldığı bu âyette, Allah'ın, Rasûlü'ne yaptığı yardıma ilişkin bir örnek verilmektedir: Müslümanlar vâdide, düşman ise tepede konuşlanmıştır. Fizikî şartlar tamamen Müslümanların aleyhinedir; sayıları az, techizatları zayıf, yolları ve konakladıkları yerler çöl olup ayakları kuma gömülmektedir. Kâfirlerin ise sayıları çok, teçhizatları fazla, konakladıkları yer suya yakın ve yürümeye elverişliydi.

Ama Yüce Allah, yukarıda nakledilen mucizevî yardımları ile durumu Müslümanların lehine değiştirdi de, Müslümanlar gâlip geldi. İşte âyette geçen “apaçık delil” ile, bu mucizeler kasdedilmiştir. Kâfirler; uyarılmadan, delil gösterilmeden değil, her türlü kanıt gösterildikten sonra cezalandırılmışlardır. Mü’minler de Allah'ın birçok delilini görerek imanlarını güçlendirmişlerdir.

Âyetteki, Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye ifadesinde, hazfedilen yüklem şu şekillerde takdir edilebilir:

* Askerî açıdan hiçbir şansınız yokken…

* İşte siz bu hâlde iken Biz kulumuza hükümlerimizi indirdik.

* Siz bu şartlarda iken Biz size yardım ettik.

Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye… buyruğu, Bakara sûresi'ndeki Dinde zorlama/tiksindirme yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] kesinlikle iyice ayrılmıştır buyruğunun bir başka ifadesidir. Burada verilen mesaj, her türlü delil ortaya konulduktan [kimsenin ileri sürecek mazereti kalmadıktan] sonra, kâfirin küfründe, mü’minin de imanında devam etmesidir.

43. Hani o vakitler Allah sana uykunda onları az gösteriyordu. Eğer O [Allah], onları sana çok gösterseydi mutlaka korkmuştunuz ve o iş [savaş] konusunda anlaşmazlığa düşmüştünüz. Fakat Allah güvenlik sağladı. Şüphesiz O, gönüllerde olanı en iyi bilendir.

44. Ve hani olması gereken bir şeyi gerçekleştirmek için, onlarla karşılaştığınız vakit onları sizin gözünüze az gösteriyordu. Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür.

Bu âyetlerde de Allah'ın, Rasûlullah'a Bedir savaşı öncesi ve Bedir yolunda nasıl yardım ettiğine dair bir misal verilmektedir. Allah, savaşın arifesinde düşman askerlerini rüyasında Rasûlullah'a az göstererek moral vermiş; o da bu rüyasını arkadaşlarına anlatmıştır. Müslümanlar, onların gerçek sayısını bilselerdi moralleri bozulur, korkarlardı. 44. âyetten anlaşıldığına göre kâfirler de Müslümanları, olduklarından daha az görüyorlardı.

Nitekim Ebû Cehl o gün, Müslümanları hafife alarak, “Bunlar, bir deve eti yemekle doyacak sayıdadırlar. Haydi onları bir defada yakalayın ve bağlayın” demişti. Savaş başladığında Müslümanlar gözlerinde büyüdü ve sayıları çok görünmeye başladı. Bu duruma Âl-i İmrân sûresi'nde şöyle işaret edilir:

Karşılaşan iki birlikte sizin için kesinlikle bir âyet vardır: Birliğin biri, Allah yolunda savaşıyordu; diğeri de inkârcıydı. Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Ve Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için kesinlikle bir ibret vardır. (Âl-i İmrân/13)

45. Ey iman etmiş kimseler! Başarmanız/zafer kazanmanız için, bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça anın.

46. Yine Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve rüzgârınız/kokunuz [gücünüz-canınız] gider. Ve sabırlı olun. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.

47. Çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkan ve Allah yoluna engel koyan kimseler gibi de olmayın. Ve Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.

Bu âyet grubunda mü’minler uyarılmakta ve hayata; ictimaî, siyasî ve askerî hayata hazırlamak için onlara şu direktifler verilmektedir:

* Başarmanız/zafer kazanmanız için, bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça anın.

* Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve rüzgârınız/kokunuz [gücünüz-canınız] gider. Ve sabırlı olun.

* Çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkan ve Allah yoluna engel koyan kimseler gibi olmayın.

46. âyette geçen rîh [rüzgâr] kelimesi, “güç ve yardım” demek olduğundan, rîhiniz gider ifadesi, “gücünüz, yardımınız ve zaferiniz gider” anlamındadır.

47. âyetteki, Çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkan… ifadesiyle, Mekkeli müşrikler kasdedilmiştir. Kendilerine son derece güvenen şımarık müşrikler, Bedir savaşı'na davul-zurnayla çıkmış, çevre kabilelerin yardımını da reddetmişlerdi. Ebû Cehl, “Eğer Muhammed'in iddia ettiği gibi biz Allah ile savaşıyor isek, Allah'a andolsun ki, Allah'a karşı koyacak gücümüz yoktur. Eğer insanlarla savaşacak olursak, Allah'a andolsun ki, insanlara gücümüz yeter. Allah'a yemin olsun, Bedir'e varıp orada şarap içmedikçe, câriyeler bize çalgılar çalmadıkça Muhammed ile savaşmaktan vazgeçmeyeceğiz. Çünkü Bedir, Arap panayırlarından bir panayır, pazarlarından bir pazardır. Böylece Araplar, bizim bu çıkışımızı işitsin ve ebediyete kadar bizden korkup çekinsin” diye nutuk atıyordu. Bu olay klasik eserlerde şöyle nakledilir:

Binâenaleyh, onlar Cuhfe denilen yere geldiklerinde, Ebû Cehl'in dostu olan el-Hikâf el-Kinânî, içlerinde oğlunun da bulunduğu bir heyeti birtakım hediyelerle birlikte Ebû Cehl'e gönderdi. Derken oğlu, Ebû Cehl'in yanına varınca şöyle dedi:

-- Babam, sana (hayırlı sabahlar dileyerek) selâm yolluyor ve sana, “Eğer istersen, sana adamlarımla yardım ederim. Eğer, yanımdaki yakınlarımla beraber senin yanında olmamı, savaşmamı istersen, bunu da yaparım” dedi.

Ebû Cehl şöyle karşılık verdi:

-- Babana de ki: “Allah, mükâfâtını ve hayrını bol versin. Eğer biz, Muhammed'in iddia ettiği gibi Allah'la savaşıyor isek, Allah'a yemin ederim ki bizim Allah'la savaşmaya gücümüz yoktur. Yok eğer biz insanlarla savaşıyor isek, Allah'a yemin olsun ki, bizim savaşacağımız insanlara gücümüz yeter. Biz, Muhammed'le savaşmaktan kaçmayacağız. Hatta, biz Bedir'e varacağız, orada içkilerimizi içeceğiz ve şarkıcı ve çalgıcılar çalgı çalıp bize şarkı söyleyecekler! Çünkü Bedir, Arapların panayırlarından bir panayır ve onların alış-veriş yaptıkları pazarlardan bir pazardır. Böylece Araplar bu hâdiseyi duyacaklardır.”[33]

46. âyetteki, ريح[rîh/koku-rüzgâr] sözcüğü, روح[rûh/can] sözcüğünün türevlerinden olup âyetteki rîhiniz gider ifadesi, “gücünüz-canınız gider” demektir. Burada, egemenlikleri süren, işleri yolunda giden nüfuzlu kişi ve kurumlar, rüzgâra ve rüzgârın esmesine benzetilmiştir. Nitekim bir kimsenin devleti [saltanatı, iyi günleri] devam ederken, “Falancanın rüzgârları esiyor” denilir ki bu, Türkçe'deki “Forsu sökmek”, “Borusu ötmek” deyimlerine benzer.

Allah mü’minleri kâfirlere karşı her zaman tedbirli olmaya davet etmiştir:
Eğer sabrederseniz ve takvâlı davranırsanız, evet (sizi Rabbiniz destekler). Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş/eğiten/gönderilmiş beş bin melekle yardım eder. (Âl-i İmrân/125)

Ey iman etmiş kimseler! Toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen onlara arkalarınızı dönmeyin. (Enfâl/15)

Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar. (Muhammed/7)

48-49. Hani o, münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, “Şu adamları dinleri aldattı” dedikleri sırada, şeytân, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Sonra da, ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım” dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir.

Mekke ve Medîne'de aynı anda gerçekleşen iki sahnenin yer aldığı bu âyetlerde de Allah'ın, Elçisi'ne yaptığı yardıma işaret edilmektedir:

MEKKE'DEKİ SAHNE

Şeytân, müşriklere amellerini çekici göstermiş ve, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” diyerek onları savaşa kışkırtıp moral veriyor.

MEDÎNE'DEKİ SAHNE

Münâfıklar ve kalblerinde hastalık bulunanlar, “Şu adamları dinleri aldattı” diyerek mü’minleri savaştan caydırmaya, onların morallerini bozmaya çalışıyorlar.

SONUÇ

Sonra da, iki ordunun karşılaşınca şeytân, Müslümanların muzaffer olacağını anlıyor ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum” diyerek Mekke'ye dönüyor.

Bu âyette zikri geçen şeytân hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:

Rivâyete göre şeytân o gün onlara, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu’şum sûretinde görünmüştü. Kureyşliler, Bekroğulları'nın arka taraflarından gelip kendilerine saldıracağından korkuyorlardı; çünkü, Bekroğulları'ndan birini öldürmüşlerdi. Şeytân onlara görününce, “Bugün insanlardan sizi yenebilecek yoktur” dedi. ed-Dahhâk der ki: “Bedir Günü İblis onlara, sancağı ve askerleriyle geldi. Kalplerine asla yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzere çarpıştıkları telkinlerini verdi.”

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed'e (s.a) ve mü’minlere yardımcı olarak 1.000 melek göndermişti. Cebrâîl (a.s.) 500 melekle bir kanatta, Mîkâîl de 500 melekle öbür kanatta idi. İblis de Mudlicoğulları'ndan birtakım kimseler sûretinde, beraberinde sancak bulunduğu hâlde şeytânlardan bir ordu ile geldi. Şeytân, Surâka b. Mâlik b. Cu’şum sûretinde idi. Müşriklere, “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur” demişti.[34]

İBLİS'İN İNSAN KILIĞINA GİRMESİ
Şeytân insan kılığına girer ve vesvese [telkin] verir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Müşrikler Bedir'e gitmeye niyet ettiklerinde, Bekr b. Kinâneoğulları kabilesinden endişe ettiler. Çünkü kendileri, onlardan birini öldürmüşlerdi. Dolayısıyla, bu kabilenin kendilerini arkadan vurmalarından korktular. Bundan dolayı İblis, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu’şum kılığına girdi. Surâka, şeytânlardan oluşan ordunun en ileri gelenlerinden olup, sancak onun elinde idi. O şöyle dedi:

-- Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur. Ben de muhakkak ki sizin yardımcınızım. Kinâneoğullar'ından size kötülük gelmeyeceğine dair size eman veriyorum.

İblis, meleklerin indiğini görünce, ökçeleri üzere gerisin geri kaçmaya başladı. Rivâyete göre o anda, Hâris b. Hişâm'ın elini tutuyordu. Gerisin geri dönüp kaçmaya başlayınca Hâris dedi ki:

-- Bizi bu hâlde yapayalnız mı bırakıyorsun?

İblis de şöyle karşılık verdi:

-- Ben, sizin göremeyeceğinizi görüyorum.

Sonra İblis Hâris'in göğsünden itip ondan ayrıldı; kâfirler de bozguna uğradılar.[35]

Buradaki şeytân, ne halk kültüründeki şeytândır, ne de Surâka'nın kılığına girmiştir. Bilakis burada şeytân ile, “Surâka” kasdedilmiştir.

Târih ve siyer kitaplarından Bedir savaşı'nın ayrıntıları incelendiğinde adı geçen kişinin, âyette belirtildiği gibi önce müşriklere cesaret ve destek verdiği, sonra da onları yüzüstü bıraktığı görülür.

Bazı müfessirler, ilgili âyette geçen şeytân sözcüğü ile, “Surâka”nın kasdedildiğini, ancak Bedir savaşı'ndaki Surâka'nın gerçek Surâka olmayıp Surâka kılığına girmiş şeytân olduğunu, dolayısıyla da Kur’ân'ın aslında Surâka kılığına girmiş olan “şeytân”a işaret ettiğini iddia etmişler; Surâka'nın savaşa gitmediği, hatta savaştan haberi bile olmadığı yolunda kendisinin yaptığı bir açıklamayı da iddialarına delil olarak göstermişlerdir. Ancak, iddiaları ve iddialarına gösterdikleri delil inandırıcı olmaktan uzaktır. Çünkü askerî bir otorite olan Surâka'nın, birkaç bin nüfuslu Mekke'de yaşadığı hâlde çalınan davul-zurnaları ve kadınlarca okunan tahrik edici şiirleri duymaması ve savaştan bihaber olması mantık dışıdır.

Kur’ân'ın, şeytânî özellikleri olan insanları, “şeytân” olarak isimlendirdiğine dair bir diğer örnek de Bakara sûresi'nde bulunmaktadır:

Bunlar iman etmiş olanlarla yüzyüze geldiklerinde, “İman ettik” derler. Şeytânlarıyla baş başa kaldıklarındaysa, “Hiç kuşkunuz olmasın, biz sizinleyiz. Gerçek olan şu ki, biz alay edip duran kişileriz” derler. (Bakara/14)

Bakara-14'te zikr edilen şeytânlar da, “münâfıkların [ikiyüzlülerin] akıl hocaları olan insanlar”dır.

Yine, Âl-i İmrân/175'te geçen şeytân kelimesiyle de, Nuaym b. Mes‘ûd adlı bir müşriğin kasdedildiği klâsik eserlerde belirtilmektedir.

Daha evvel de ifade etmiştik ki Kur’ân'a göre şeytân;

* Harâm yemeyi, hakksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden,

* Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilinmeyen şeyler söylemeyi telkin eden,

* Fakirlikle korkutan,

* Kuruntulara düşüren,

* Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,

* Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayan,

* Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran,

* Amelleriyle insanları şımartan,

* İnsanları azdıran,

* İçki-uyuşturucu ve kumarla insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak isteyen,

* Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak isteyen kişiler ve güçlerdir.

Buna göre şeytân, yanı başımızda yaşayan, gördüğümüz, bildiğimiz birileri olabileceği gibi, göremediğimiz ama içimizde hissettiğimiz bir şey de olabilir. Zaten Allah da şeytânın, insanlar ve görünmez güçlerden [enerjiden] olduğunu bildirmektedir.

49. âyette Medîneli münâfıkların ve kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, savaşa çıkan mü’minler için, Şu adamları dinleri aldattı dedikleri bildirilmektedir. Buradaki münâfıklar, Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimseler; kalblerinde hastalık bulunanlar ise müslüman olmalarına rağmen imanları kökleşmemiş ve hicret etmemiş olan bir grup Kureyşlidir. Bunların bir kısmı, küçücük bir Müslüman birliğinin büyük ve güçlü Kureyş ordusu ile savaşmaya hazırlandıklarını gördüklerinde birbirlerine, “Dinlerine aşırı bağlılık bu insanları aptallaştırdı. Bunlar büyük bir felaketle karşılaşacaklar. Peygamberleri tarafından körleştirildikleri için göz göre göre ölüme gittiklerinin farkında değiller”; diğer bir kısmı da, “Bu müslümanlar, ölümden sonra diriltilmeyi ve şehit olup cennetle ödüllendirilmeyi umarak ölümlerine koşuyorlar” diyorlardı. Surâka'nın fark ettiği gerçek de işte bu idi. Bu inançla savaşan orduyla baş edilemezdi. En iyisi kaçmaktı.

Âyetteki, Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir ifadesiyle, “işini Allah'a havale eden, O'na güvenip dayanan kimsenin koruyucusu ve yardımcısının Allah olduğu ve O'nu mağlup edilemeyeceği, en iyi ilkeleri O'nun koyduğu, O'na tevekkül edenin hüsrana uğramayacağı” mesajı verilmiştir.

50-51. Ve sen melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını! İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir” diye onları vefat ettirirken bir görseydin.

52. Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini tanımadılar da Allah, kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Şüphesiz ki Allah, kavî'dir [çok güçlüdür], cezası/sonuçlandırması çok şiddetli olandır.

53. Bu, şüphesiz bir kavim [toplum], kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah'ın, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı, ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir.

54. Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, onlar da Rabb'lerinin âyetlerini yalanladılar. Biz, onları günahları yüzünden helâk ettik; Firavun'un yakınlarını suda boğduk. Hepsi de zâlim kimseler idiler.

Bu âyet grubunda, İslâm'a karşı duran kimseler, ölürken yaşayacakları olaylar ve âhirette karşılaşacakları âkıbet hatırlatılarak uyarılmaktadır.

Bu kâfirlerin bellek hücreleri ölüm ânında devreye girip yaptıklarını birbir hatırlatıyorlar: Tadın bakalım kızgın ateşin azabını! İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir.

Vefat, “ölümden hemen önce, insanın takdim ve tehir ettiklerinden eksiksiz ve fazlasız haberdar edilmesi” demektir. Bu konudaki ayrıntılar, En‘âm sûresi'nin sonundaki “Vefat” adlı yazımızda bulunmaktadır.[36]

Vefat esnasında her şey yakînî bir bilgiyle gerçekleşmekte ve inançsız kişi daha önce inkâr ettiği her şeye inanmakta; fakat bu inanma [iman-ı ye’s ve iman-ı be’s], kabul görmemektedir. Bu konuya dair daha evvel yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[37]

Bu pasajda, Mekke müşrikleri ile Firavun ve yakınları arasında benzerlik olduğu açıklanmış ve örneklenmiştir.

53. âyetteki, Bu, şüphesiz bir kavim [toplum], kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah'ın, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı, ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir ifadesinden anlaşılıyor ki, siyasî, iktisadî ve ahlâkî bozulmaların neticesinde toplumların cezalandırılmasının nedeni, toplumun fertleridir. Zira sünnetullah, beşerî değişimin ilâhî değiştirmeye sebep olacağı şeklinde câri olmaktadır:

Her kişi için, önünden ve arkasından Allah'ın emriyle onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi nefis/[öz]lerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir velî [yardım eden, yol gösteren] de yoktur.” (Ra‘d/11)

55-56. Şüphesiz, Allah katında canlıların en kötüsü, küfredip de iman etmeyen kimseler; kendileriyle antlaşma yaptığın hâlde her defasında antlaşmalarını bozan kimselerdir. Onlar takvâlı da davranmazlar.

Bu âyetlerde canlıların en zararlısının, inkârcı olan ve sözleşmeleri bozanlar olduğu belirtiliyor. Bunlarla öncelikle, kendileriyle antlaşmayı bozan Yahûdiler kasdedilmektedir. Rasûlullah Medîne'ye geldiği zaman bunlarla anlaşma yapmış ve bunun gereği olarak da Yahûdileri, Evs ve Hazrec kabileleri ile olan münasebetlerinde ve havralarında serbest bırakmıştı. Bu anlaşmaya göre, savaş durumunda birbirlerine yardım edeceklerdi.

Medîne sözleşmesi; 24-30. maddeler:

Benî Şuteybe de Benî Avf Yahûdileri gibi aynı hakklara sahip olacaklardır. Kurallara mutlaka riâyet edilecek ve bunlara aykırı davranılmayacaktır.

Yahûdilere sığınanlar bizzat onlar gibi mülahaza olunacaklardır.

Yahûdilerden hiç kimse Muhammed'in izni olmadan, Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere çıkamayacaktır.

Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Biri bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve aile efradını mesuliyet altına sokar. Aksi hâlde hakksızlık olacaktır. Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir.

Bir savaş vukûunda Yahûdilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Bu sahifede gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar birbirleriyle yardımlaşacaklardır. Onlar arasında iyi davranma olacaktır. Kaidelere mutlaka riâyet edilecek, bunlara aykırı davranış olmayacaktır.

Hiç kimse müttefiklerine karşı bir cürüm işleyemez. Zulmedilene mutlaka yardım edilecektir.

Yahûdiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri sürece masrafta bulunacaklardır.[38]

Burada kasdedilenler, Mücâhid ve başkalarının görüşüne göre Benî Kurayza ve Benî Nadîr'dir. Bunlar, antlaşmayı bozarak Mekke müşriklerine silah yardımında bulundular. Sonra da özür beyan ederek, “Unuttuk” dediler. Hz. Peygamber onlarla ikinci bir defa daha antlaşma yaptı, bunu da Hendek günü bozdular.[39]

Bunlar, Kurayzaoğulları'dır. Zira onlar, Allah'ın Rasûlü ile olan ahidlerini bozdular ve Bedir Günü'nde müşriklere silah vermek sûretiyle, Rasûlullah'ın aleyhinde onlarla yardımlaştılar. Sonra da, “Biz yanıldık” dediler. Hz. Peygamber onlarla, yeniden anlaşma yaptı. Ama, Hendek Günü, bu andlaşmayı da bozdular.[40]

İkinci olarak da burada kınananlar, ahde vefa göstermeyen herkestir. Allah ahde vefa konusunda birçok kez uyarıda bulunmuş, ahde vefayı İslâm dininin kurallarından saymıştır. Bu konu Nahl sûresi'nde detaylıca işlenmişti.[41]

“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden Felâkın Rabbi'ne sığınırım” de! (Felak/1-5)

Ve onlar [kurtulan mü’minler], emanetlerine ve ahitlerine riâyet eden kimselerdir. (Mü’minûn/8)

Ancak destekçiler bunun dışındadır. Onlar [destekçiler] ki salâtlarını sürdürenlerdir. Ve onlar [o musalliler/destekçiler], kendi mallarında, isteyen ve mahrumlar [istemekten utanan yoksullar] için belli bir hakk olan kimselerdir. Ve onlar ceza gününü tasdik ederler. Ve onlar Rabb'lerinin azabından korkanlardır. –Şüphesiz Rabb'lerinin azabından emin olunmaz.– Ve onlar ırzlarını koruyanlardır. –Ancak eşlerine ve sözleşmelerinin sahip oldukları hariçtir. Çünkü onlara yaklaştıklarında kınanmazlar. Artık ötesini isteyenler; işte onlar haddi aşanların ta kendileridir.– Ve onlar, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. Ve onlar, şâhitliklerini yerine getirirler. Ve onlar, salâtları üzerine korumacıdırlar. İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar. (Me‘âric/22-35)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz Birr değildir. Ama Birr, Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve namazı ikâme etmek, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahit verdikleri şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, hiç değiştirmediler. (Ahzâb/23)

O kişiler, Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar. (Ra‘d/20)

Ey İsrâîloğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki Ben sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/sadece Bana ibâdet edin. (Bakara/40)

Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahit vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur. (Ahzâb/15)

Hayır, kim O'nun ahdine vefalı olursa ve takvâlı davranırsa, bilsin ki şüphesiz Allah takvâlı davrananları sever. (Âl-i İmrân/76)
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla