Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16. January 2009, 08:38 PM   #5
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Lut ile Kızları

30 Lut Soar`da kalmaktan korkuyordu. Bu yüzden iki kızıyla kentten ayrılarak dağa yerleşti. İki kızıyla birlikte bir mağarada yaşamaya başladı.
31 Büyük kızı küçüğüne, "Babamız yaşlı" dedi, "Dünya geleneklerine uygun biçimde burada bizimle yatabilecek bir erkek yok.
32 Gel, babamıza şarap içirelim, soyumuzu yaşatmak için onunla yatalım."
33 O gece babalarına şarap içirdiler. Büyük kız gidip babasıyla yattı. Ancak Lut yatıp kalktığının farkında değildi.
34 Ertesi gün büyük kız küçüğüne, "Dün gece babamla yattım" dedi, "Bu gece de ona şarap içirelim. Soyumuzu yaşatmak için sen de onunla yat."
35 O gece de babalarına şarap içirdiler ve küçük kız babasıyla yattı. Ama Lut yatıp kalktığının farkında değildi.
36 Böylece Lut`un iki kızı da öz babalarından hamile kaldı.
37 Büyük kız bir oğlan doğurdu ve ona Moav adını verdi. Moav bugünkü Moavlılar`ın atasıdır.
38 Küçük kızın da bir oğlu oldu ve adını Ben-Amm koydu. O da bugünkü Ammonlular`ın atasıdır. (Tekvin/19. Bab)

78. ayette “Onlar daha önce çirkinlikler yaparlardı” cümlesindeki çirkinlikler ile erkeklerin cinsel arzularını kadınlar yerine hemcinsleriyle tatmin etmesi, yani homoseksüel ilişkiler kastedilmiştir. Daha önceki kavimlerde görülmemiş olan bu sapıklığın Lut peygamberin elçilik yaptığı kavimde önü alınamaz bir seviyeye ulaştığı görülmektedir. Tarihteki adıyla Sodom halkının, Lut peygambere misafir geldiğini haber alır almaz, gelen bu misafirlere [elçilere] de tecavüz etmek için Lut peygamberin evine koşuşmuş olmaları bunu göstermektedir.

“Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?”

Kavmini önce ikna etmeye çalışan Lut peygamber, son olarak onları “Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?” diyerek uyarmıştır. Ayetin orijinalindeki “ الرّشيدreşit” sözcüğü “rüşd sahibi [aklı başında]” demektir. Anlaşılan o ki, Lut peygamber toplum içinde birkaç kişi de olsa reşit [aklı başında] adam aramıştır. Ne var ki, toplumdaki herkes şehvet sarhoşudur, kimsenin aklı başında değildir:

-Ömrüne kasem olsun ki [sen ömrün boyu gördün ki] gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.- (Hicr/72)

78. ayet, toplumlardaki kokuşmanın yol açtığı felâketin akılların başlardan gitmesi sonucu olduğunu göstermektedir. Biraz ileride karşımıza gelecek olan şu ayette ise toplumların uğrayacağı bu tür felâketleri akıl sahiplerinin önleyebileceği bildirilmektedir:

İşte sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri [akıllı insanlar, kitap ehli] yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmeden kişiler ise şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular. (Hud/116)

78. ayette geçen “kızlarım” ve 79. ayette geçen “senin kızların” ifadeleri, Lut peygamberin kendi kızları anlamında değil, “toplumun kadınları” anlamında alınmalıdır. Çünkü Lut peygamberin kendi sulbünden olan kızlarının sayıca kavmin bütün erkekleri ile denkleşmesi mümkün değildir. Böyle bir denkleşmeden ancak “kızlarım” ifadesi ile kavmin bütün kadınlarının kastedilmesi hâlinde söz edilebilir. Lut peygamber, kavminin bütün kadınlarını kendi kızı olarak görüyor olmalı ki, ayette bu şekilde bir ifade kullanılmıştır. Aynı şekilde, kavmin erkeklerinin Lut peygambere verdikleri “sen, senin kızlarında bizim için herhangi bir hak olmadığını bildin” cevabının da “Senin kızlarına, yani kadınlara ihtiyacımız yok, onlara cinsel arzu duymuyor, meyletmiyoruz, onları istemiyor ve sevmiyoruz, onlarda gözümüz yok” şeklinde anlaşılması gerekmektedir.

80- O [Lut]: “Keşke size karşı bir gücüm olsaydı, ya da çok sarp bir yere sığınabilseydim!” dedi.

Lut peygamber, aklını yitirmiş, kuduz köpek gibi saldırıya geçen kavmine karşı çaresiz kalmış, ya onlarla tek başına mücadele edebilecek bir güce sahip olmayı, ya da şehvet sarhoşu o toplumdan kaçıp kurtulmayı dilemiştir.
Kötü alışkanlıklarla ve reşit [aklı başında] olmayanlarla mücadele etmek gerçekten çok zordur. Lut peygamber de gücünü aşan böyle bir mücadelede çaresiz kalmıştır. Ne var ki, tam o sırada her şey değişmiş, çare gözükmüştür:

81- Onlar [misafir elçiler]: “Ey Lut! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın, eşin başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?” dediler.

Bu ayette elçiler Allah’ın elçileri olduklarını, Lut peygamber ile -eşi hariç- ailesini o azgın toplum onlara zarar veremeden kurtaracaklarını ve geride kalan şehvet sarhoşu kavmin de helâk edileceğini açıklamışlardır.
Ayette geçen “Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın, eşin başka” ifadesi, “gözü arkada kalma” deyimiyle aynı anlama gelmektedir. Bu ifade ile elçiler “Yaşadığınız kentteki malı, mülkü, yakınları, kısaca hiçbir şeyi dikkate almadan buradan çıkıp gidin! Gemileri yakın; bir daha buraya dönmeyin!” demek istemişlerdir. Lut peygamberin karısı ise inançsız biri olmalı ki, gözü arkada kalmış ve o günahkâr toplumla birlikte helâk edilmiştir.

82, 83- Nihayet emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, zalimlerden uzak değildir.

Görüldüğü gibi, Rabbimiz, Sodom halkı kovamadan, Lut peygamber ve inananları elçileri vasıtasıyla ülkeden çıkartmıştır. Yüce Allah’ın onları oradan çıkartması, Lut peygamber ve ona inananların kurtuluşlarını, geride kalanların ise cezalandırılmalarını sağlamak içindir.
83. ayetin sonundaki “Ve bunlar, zalimlerden uzak değildir” ifadesi çok ciddî ve keskin bir mesajdır. Bu mesaj, “Buna benzer durumlar zalimlerden hiç de uzak değildir. Lut kavmi gibi zalim toplumlar her zaman aynen buradaki gibi helâk edilirler” anlamına gelmektedir. Rabbimiz bu ifade ile ilâhî vahyi ve Allah’ın gönderdiği elçileri yalanlayıp inkâr etmenin, cinsel sapıklık gibi ahlâkı temelinden sarsan davra*nışlarda bulunmanın ve bundan geri dönmeyip sapıklıkta ısrar etmenin toplumların helâkine sebep olacağını bildirmekte ve gelecek nesillere öğüt verip uyarıda bulunmaktadır.

84-86 – Medyen’e de kardeşleri Şu’ayb’i (gönderdik). O [Şuayb]: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi hayır ile görüyorum. Ve ben kuşatacak bir günün azabından sizin için korkuyorum. Ve ey kavmim! Ölçmeyi ve tartmayı hakkaniyetle tam tamına yerine getirin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde fesatçılar olarak fenalık etmeyin. Eğer mümin iseniz, Allah’ın bıraktığı [helâlinden size ihsan ettiği kâr] sizin için daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim” dedi.
87 – Onlar dediler ki: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salatın mı emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.”
88-90 – O [Şuayb]: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Şayet ben Rabbimden bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şayet O bana kendi katından güzel bir rızk ihsan etmişse!? Ve Ben size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi istiyorum. Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir. Ben yalnızca O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yönelirim. Ve ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Ve Lut kavmi sizden pek uzak değildir. Ve Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir” dedi.
91 – Onlar [Şuayb’in kavmi] dediler ki: “Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu iyice anlamıyoruz. Seni içimizde çok zayıf olarak görüyoruz. Eğer senin grubun [akrabaların, taraftarların] olmasaydı mutlaka seni recm ederdik [taşa tutar öldürürdük]. Ve senin bize karşı hiçbir üstün gücün [galip gelecek durumun] yoktur.”
92, 93 – O [Şuayb]: “Ey kavmim! Benim grubum [akrabalarım, taraftarlarım] size karşı Allah’tan daha mı güçlü/değerli? Ve O’nu [Allah’ı] arkanıza atılmış bir şey edindiniz. Şüphesiz ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. Ve ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Şüphesiz ben yapıcıyım. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyiniz, şüphesiz ben sizinle beraber gözetleyiciyim” dedi.
94 – Ve ne zaman ki, emrimiz geldi, Şuayb’i ve onunla birlikte inanmış olan kişileri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve o zalim kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar.
95 - Sanki onlar orada hiç yaşamadılar. Haberiniz olsun! Semud kavmi nasıl uzaklaştı ise Medyen’e de öyle uzaklık vardır.

Şuayb peygamber ile Medyen halkı arasında geçen olayların anlatıldığı bu bölümde, Medyen halkının inanç ve ekonomik düzen itibariyle yanlış bir yol üzerinde bulundukları, Allah ve elçi tanımadıkları, geçimlerini temin ederken haksız kazanç peşinde koşup haram lokma yedikleri vurgulanmaktadır.
Karşılıklı konuşma şeklinde nakledilen kıssadan anlaşıldığına göre, Medyen’e elçi olarak gönderilen Şuayb peygamber, kendi kavmi ile -peygamberimizle Mekkeli müşrikler arasındakine benzer- uzun bir mücadeleye girişmiştir. Bu mücadelede kavmini Allah’a kulluğa davet etmiş, onlara adaletli olmak, ölçüde tartıda dürüst davranmak, hakkaniyetli olmak, yapageldikleri yanlışlar için af dilemek gibi erdemli davranışları tavsiye etmiş, aksi hâlde belâya çarptırılacaklarını haber vererek uyarılarda bulunmuştur. Kıssada inançsızlıkla beraber ekonomik ve sosyal bozuklukların da dile getirilmiş olmasından, şirkin de, adaletsiz bir ekonomik düzenin de toplumların çöküşlerini oluşturan ana dinamikler arasında bulunduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki, Meyden toplumu Şuayb peygamberin bu konudaki hiçbir düzeltici uyarısını dinlememiş, bu nedenle de Yunus/49’da açıklandığı gibi, çöküşün ertelenmesi mümkün olmamıştır.
Şuayb peygamberin elçi gönderildiği kavmin “Medyen” ismiyle anılması konusunda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, Medyenliler İbrahim peygamberin oğlu Medyen`in soyundandırlar ve bu sebeple onlara “Medyenoğulları” anlamında “Medyen” denilmiştir. İkinci görüşe göre ise “Medyen” bir şehrin adıdır; içinde yaşayan halk da şehrin adına nispetle “Medyen” olarak anılmıştır.
87. ayette geçen “Mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salâtın mı emrediyor?” ifadesindeki “salat” sözcüğü “din”i temsil etmektedir. Tıpkı “yüz” ifadesinin bedenin tümünü, “yüz” fotoğrafının da insanın kimliğini temsil etmesi gibi, sosyal yardım inancı ve ameli olan “salât” da “din”in sosyal ve bireysel hayata yansıyan en önemli özelliğidir. Aynı ayette Medyen halkının ağzından verilen “Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın” ifadesi ise ya “Sen kendini yumuşak huylu, aklı başında biri sanıyorsun” anlamındadır, ya da Şuayb peygamberle alay etmek için söyledikleri bir sözdür.
Şuayb peygamberin kıssası diğer surelerde şu ifadelerle yer almıştır:

(Ant olsun ki,) Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i (elçi gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, eğer inanan kimseler iseniz bu sizin için daha hayırlıdır! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Ve eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin! Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz!” [Şuayb de] Dedi ki: “İstemesek de mi!” Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, kesinlikle Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi durumu ayrı. Ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a güvenip dayandık.” -Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakk ile hükmet. Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın!-
Ve onun kavminden, kâfir olan ileri gelenler dediler ki: “Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz kesinlikle ziyana uğrayanlardan olursunuz.”
Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Şuayb’i yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış / zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şuayb’i yalanlayanlar var ya işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular.
Bunun üzerine (Şuayb) onlara sırt çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, hâl böyleyken kâfir bir kavme / topluma nasıl tasalanayım [üzüleyim]?” (A’raf/85-93)

Eyke ashabı, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
Hani Şuayb onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan kişiye [Allah’a] takvalı davranın.”
Onlar; “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver.” dediler.
O [Şuayb]; “Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir” dedi.
Bunun üzerine onu yalanladılar da kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Şüphesiz o büyük bir günün azabı idi!
Şüphesiz bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
Ve şüphesiz Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak üstün olan] ve Rahıym’in [engin merhametli olanın] ta kendisidir. (Şuara/176-191)

96, 97 – Ant olsun ki Biz Musa`yı da ayetlerimizle ve apaçık bir belge ile Firavun ve ileri gelenlerine gönderdik [elçi yaptık]. Ama onlar Firavun`un emrine uydular. Hâlbuki Firavun`un emri reşit [aklı çalıştıran, doğruya ulaştıran] değildir.
98 – O [Firavun] kıyamet günü, kavminin önüne düşer. -Artık o [Firavun], bunları [kavmini] ateşe götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!-
99 - Ve bunda [bu dünyada] ve kıyamet gününde lânetle izlendiler -verilen bu vergi ne kötü vergidir!-

Bu ayetlerde surenin yedinci kıssası olan Musa ve Firavun kıssası anlatılmaktadır. Çok kısa olarak özetlenen kıssada, Firavun’un kendi kavmini yanlış bir yola soktuğu, kavminin de bu yanlış adamı izlediği, böylece Firavun ile kavminin hem dünyada hem de ahirette beraberce felâkete sürüklediği açıklanmaktadır.
97. ayetin son bölümündeki “Hâlbuki Firavun`un emri reşit [aklı çalıştıran, doğruya ulaştıran] değildir” ifadesi çok önemli bir noktaya, aklın yoluna vurgu yapmaktadır. Firavun’un sürüklediği bilgisizlik, inat, zann ve hayal ürünü yollar, akıl dışı yollardır ve işe yarar hiçbir tarafları yoktur.
98, 99. ayetlerde Firavun’un ve onu izleyenlerin akıbeti açıklanmış, dünyada ve ahirette lânetlendikleri [Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıldıkları] bildirilmiştir.
Firavun ve benzeri kişilerin sonları Kur’an’da birçok ayette değişik üslûplarla anlatılmıştır:

Ad kavmine, sütunların sahibi İrem`e -ki beldeler içinde bir benzeri yaratılmamıştı-, vadilerde kayaları kesen Semud kavmine, o kazıkların sahibi Firavun`a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı. Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı. (Fecr/6-13)

Ama Firavun elçiye isyan etti de Biz de onu korkunç bir tutuşla tutuverdik. (Müzzemmil/16)

Ama o [Firavun] yalanladı, karşı geldi.
Sonra koşarak [çabucak] arka döndü.
Derken topladı da seslendi.
O [Firavun]; “Ben sizin en yüce rabbinizim.” dedi.
Allah da, dünya ve ahiret azabıyla yakalayıverdi.
Şüphesiz bunda, haşyet [saygı] duyan kimseler için bir ibret vardır. (Naziat/21-26)

(Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız, tanımadığınız] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver!” dediler [derler]. [Allah] “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der]. (A’raf/38)

Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzab/67, 68)

O [Firavun], kendisi ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerine inandılar.
Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Şimdi, zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!
Ve onları ateşe çağıran imamlar [önderler] kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyecekler de.
Ve bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmiş/ uzaklaştırılmış kimselerdendirler. (Kasas/39-42)

Sonra Allah onu [o mümini], onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun`un ehlini [yakınlarını] ise, azabın kötüsü; ateş kuşattı. Onlar, sabah akşam [daima] ona [ateşe] arz olunurlar. Kıyamet kopacağı gün ise: “Firavun’un ehlini [yakınlarını] azabın en şiddetlisine sokun!” (Mümin/45, 46)

100 - İşte bu, kentlerin ciddî haberlerindendir. Biz onu sana anlatıyoruz; onlardan ayakta olan ve biçilmiş ekin olan da vardır.
101 - Ve onlara Biz zulmetmedik; fakat onlar kendilerine zulmettiler. Onun için Rabbinin emri geldiğinde, Allah’ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı ve onlara ziyandan başka bir şey artırmadılar.

Bu ayetlerde, surenin başından bu yana nakledilen kıssalara işaret edilerek herkesin bu kıssalardan hisse alması istenmektedir.
Kıssalardaki olaylara bakıldığında, toplumların anlatılan akıbetlere bizzat kendi davranışları sebebiyle ulaştıkları anlaşılmaktadır. Toplumlar kendi elleriyle ekmiş olduklarını biçmekte, dolayısıyla kötü akıbet konusunda hiçbir haksızlığa uğratılmamaktadırlar. Bu husus birçok ayette defalarca tekrarlanmıştır:

Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nuh’un Kavmi’nin, Ad`ın, Semud`un, İbrahim’in Kavmi`nin, Medyen Ashabı`nın ve mü`tefikelerin [alt-üst olmuş kentlerin] haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve sonra Allah, onlara zulmeden değildi. Velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı. (Tövbe/70)

İşte hepsini günahları sebebiyle yakaladık; onlardan kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, onlardan kimini korkunç bir ses yakaladı, onlardan kimini yerin dibine geçirdik, onlardan kimini de suda boğduk. Ve Allah onlara zulmetmiyordu velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı. (Ankebut/40)

Her kim salihi işlerse artık kendi için yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, artık kendi aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara çok zalim değildir. (Fussılet/46)

Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir ecir verir. (Nisa/40)

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış.” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Ve Biz sana anlattıklarımızı, daha önce Yahudilere de haram kılmıştık. Ve Biz onlara zulmetmedik. Ama onlar kendilerine zulmediyorlardı. (Nahl/118)

102 - Ve Rabbin, zalim olan kentleri yakaladığında, onun yakalayışı işte böyledir. Şüphesiz O’nun yakalaması pek acıklıdır, çok çetindir!
103 – Şüphesiz ahiret azabından korkan kimseler için bunda muhakkak ki, bir ayet [ibret] vardır. O, insanların kendisi için toplandığı bir gündür ve mutlaka görülecek bir gündür.
104 – Ve Biz onu sadece belli bir süreye kadar geciktiriyoruz.

Bu ayetlerde Rabbimizin suçluları yakalayışının çok çetin olduğu, kimsenin O’ndan kaçamayacağı, suçlulara sadece mühlet tanındığı bildirilmektedir. Suçlulara mühlet verilmesinin sebebi ise Allah’ın onların soyundan dünyaya gelecek olanlar hakkında yaptığı plânların gerçekleşmesi içindir. Yoksa, zalimler zulümlerinin hesabını mutlaka vereceklerdir. Dolayısıyla bu ayetlerde insanlığa, vakit varken kendilerini toparlamaları mesajı verilmiştir.

Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere dünya hayatında ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz. (Mümin/51)

Ve inkâr edenler peygamberlerine, “Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!” dediler. Rableri de onlara, “Biz zalimleri mutlaka helâk edeceğiz.” [diye] vahyetti.
Ve onlardan sonra sizi mutlaka yeryüzüne yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir. (İbrahim/13, 14)


105 - O gün geldiğinde O’nun [Allah’ın] izni olmadan hiç kimse konuşmaz. İşte o gün onlardan [insanlardan] bir kısmı bedbaht ve [bir kısmı da] mutludur.
106, 107 - İşte şu bedbaht olanlar cehennem ateşi içindedirler. Onlara orada iç çekme ve hıçkırma vardır. Gökler ve yer durdukça onlar da o ateşte sürekli kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesna.- Şüphesiz Rabbin dilediğini en üst seviyede yapandır.
108 - Ve şu mutlu olanlara gelince, onlar da gökler ve yer durdukça ardı arkası kesilmeyen bir ikram olarak cennettin içinde sürekli olmak üzere kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesna.-

Bu ayetlerde, o gün [Mahşer günü] insanların “bedbahtlar” ve “mutlular” olmak üzere iki grup olacakları bildirilerek bedbahtların cehennemdeki, mutluların da cennetteki durumları kısaca açıklanmaktadır.
Ayetlerde geçen “gökler ve yer durdukça” ifadesi, cennetteki ikramların ve cehennemdeki azapların sürekliliğini belirtmektedir. Zira klâsik Arapçada “gökler ve yer durdukça” ve “gece gündüz peş peşe geldikçe” tabirleri, “sonu gelmeyen süre [ebed] anlamında kullanılır. Yoksa ahirette, aşağıdaki ayetlerden de görüleceği üzere, ne gökler vardır ne de yeryüzü; dağlar yıkılıp yer dümdüz edilecek, gök de başka bir şekle döndürülecektir:

Ve Bizim dağları yürüttüğümüz gün; ve sen yer yüzünü çırılçıplak/ dümdüz göreceksin. Ve Biz onları bir araya topladık. Böylece onlardan hiçbir kimseyi bırakmadık. (Kehf/47)

O gün Sur’a üflenir: Siz de hemen bölükler hâlinde gelirsiniz.
Ve gökyüzü açıldı da kapılar oluvermiştir [oluverecektir].
Ve dağlar yürütülmüş ve serap oluvermiştir. (Nebe`/18-20)

Sana dağlardan soruyorlar, de ki: “Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin.” (Ta Ha/105-107)

Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır. (Neml/88)

O gün gök, sarsıldıkça sarsılır, dağlar da yürüdükçe yürür. (Tur/9, 10)

O gün gök erimiş bir maden gibi olur.
Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur. (Mearic/8, 9)

Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur. (Kaariah/5)

Olacak o vak’a olduğu zaman. —Ki onun [o vak’anın] oluşu için yalan söyleyen yoktur. O [o vak’a], alçaltıcıdır, yükselticidir.- Yeryüzü şiddetle sarsıldıkça sarsıldığı ve dağlar ufalandıkça ufalanıp da toza dumana dönüşüverdiği zaman. (Vakıa/1-6)

O gün yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek. Gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. (İbrahim/48)


Bu konuda ayrıca İnfitar ve İnşikak surelerine bakılabilir. İşte o gün [Mahşer günü] dünyada iken ertelenmiş akıbet gelmiş olacak, artık kimse konuşamayacak, söz mülk sahibinin olacaktır:

İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahman’a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. (Furkan/26)

O gün onlar meydana çıkarlar. Kendilerinden hiçbir şey Allah`a karşı gizli kalmaz. -"Bugün mülk kimindir?", “Sadece tek ve kahhar olan Allah`ındır!”- (Mümin/16)

Ruh ve melekler saf saf dikildikleri gün. Rahman`ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o [izin verilen] doğruyu söyledi. (Nebe’/38)

Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. (Ya Sin/65)

Bu, onların konuşmayacakları gündür [andır].
Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. (Mürselat/35, 36)

Onun karini [yaşıtı olan arkadaşı] dedi ki: "Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir dalâlet [kayboluş / sapıklık] içindeydi."
[Allah] Buyurdu ki: "Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim." (Kaf/27, 28)

Ve dediler ki: “Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzab/67, 68)

İnkâr edenler; “Biz kesin olarak, ne bu Kur’an’a inanırız, ne ondan önceki [indirile]ne.” dediler. Sen o zulmedenleri, Rabbleri huzurunda tutuklanmış, sözü [suçlamaları] birbirlerine karşı evirip-çevirip birbirlerine atıp dururken bir görsen! Zaafa uğratılan [müstazaf]lar, büyüklük taslayanlara “Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mümin [kimse]ler olurduk.” diyecekler
Büyüklük taslayanlar, zayıf düşürülenlere, “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz.” derler.
O zayıf düşürülenler de o büyüklük taslayanlara, “Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eş koşmamızı emrediyordunuz.” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman içlerinden pişmanlık getirmektedirler. Biz de o kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yaptıklarının karşılığını görüyorlar. (Sebe’/31-33)

109 - O hâlde sakın şunların ibadet ettikleri şeylerden şüphe içinde olma! Onların ataları daha önce nasıl ibadet ediyor idiyseler bunlar da öyle ibadet ediyorlar. Şüphesiz Biz de kendilerine nasiplerini kesinlikle eksiksiz öderiz.

Peygamberimizi muhatap alan ama onun şahsında tüm insanlığa mesaj veren bu ayette, Mekkeli müşriklerin, kendi atalarından devraldıkları sahte değerlere bağlı kalarak o yol bilmez ataları gibi yanlış yolda bulundukları ve bundan dolayı da kesinlikle cezalandırılacakları ilân edilmektedir. Peygamberimizden istenen, Mekkeli müşriklerin takip ettikleri yolun yanlışlığından asla kuşku duymamasıdır.
Allah’ın indirdiği din yerine atalarından öğrendiklerine uyanların durumları başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve onlara “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170)

Ve onlara “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin.” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? (Maide/104)

Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri; “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız.” dediler. (Zühruf/23)

Konumuz olan ayetin sonunda yer alan “Şüphesiz Biz de kendilerine nasiplerini kesinlikle eksiksiz öderiz” ifadesi, onların dünyada iken hayırdan ve şerden yaptıklarının karşılığının tam olarak verileceği anlamına gelmektedir:

Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/7, 8)

Ve herkes için yaptıkları işlerden, bir takım dereceler vardır. Ve onlar zulmedilmeden, O [Allah], onlara amellerini tam ödeyecektir. (Ahkaf/19)

Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır? (Âl-i Imran/25)

Ne amel yaptıysa herkese karşılığı tam olarak ödendi. Ve O [Allah], onların yaptıklarını en iyi şekilde bilendir. (Zümer/70)

Ayrıca Zümer/10, Bakara/272, 281, Âl-i Imran/57, 161, 185, Nisa/173, Nahl/111 ve bu surenin 15 ve 11. ayetlerine bakılabilir.

110 - Ve ant olsun ki Biz, Musa’ya Kitap’ı verdik de onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette aralarında gerçekleştirilirdi. Ve onlar şüphesiz, bundan [Kur’an’dan] kuşkulu bir şüphe içindedirler.
Bu ayette İsrailoğullarının durumu ortaya konmuş, onların kendi kitaplarında ayrılığa düştükleri, mezheplere ayrıldıkları, farklı farklı anlayışlara sahip oldukları açıklanmıştır.
İnsanların ayrılığa düşmesi konusu başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve onlar kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından adı konmuş bir süreye dair bir söz geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitap’a vâris kılınan kişiler ondan [Kur’an’dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. (Şûra/14)

İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilâf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hakk ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/ dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)

Ayette geçen “Rabbinden, daha önce verilmiş bir Söz” ibaresi, Allah’ın bir kararını ifade etmektedir ve bu karar Yunus suresinin tahlilinde belirttiğimiz gibi şu anlama gelmektedir:

RABBİMİZDEN GEÇEN SÖZ

110. ayette konu edilen “Söz”, Rabbimizin cezaları “adı konmuş süreye erteleme” ilkesidir. Eğer bu ilke olmasa idi, herkesin hak ettiği anında kendisine verilecekti. Fakat Allah ilkesini katiyen bozmaz.

Ve onlar kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından, “adı konmuş bir süreye kadar” sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitap’a vâris kılınan kişiler ondan [Kur’an’dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. (Şûra/14)

Ve ant olsun ki Biz, Musa’ya Kitap’ı verdik de onda ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette aralarında gerçekleştirilirdi. Ve onlar şüphesiz, bundan [Kur’an’dan] kuşkulu bir şüphe içindedirler. (Hudn/110)

Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiçbir dabbehi [canlıyı] bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını en iyi görendir. (Fatır/45)

Ayrıca Fussılet/45 ve Ta Ha/129’da da aynı ilkeye değinilmiştir.

Şayet Yüce Allah, hakkında anlaşmazlığa düştükleri ko*nularda mükâfat ve cezayı vermek suretiyle kıyamet gününden ön*ce aralarında hüküm vermeyeceğine önceden hükmetmemiş olsaydı, elbet*te dünya hayatında hak ettiklerini hemen gerçekleştiriverirdi. Yani amelleri sebebiyle mümin*leri cennete girdirir, küfürleri sebebiyle de kâfirleri cehenneme atardı. Fakat şanı yüce Allah bütün insanların neler yapacağını bilmekle birlikte, önceden beri belli bir eceli tayin etmiş ve bunun için vade olarak kıyamet gününü tespit etmiştir.
Dikkat edilirse, tahlilini yapmaya çalıştığımız bu ayet, içinde bulunduğu pasajdaki konu akışına uymamaktadır. Bu sebeple biz 110. ayetin ya İsrailoğullarının tutumunun konu edildiği bir dönemde diğer ayetlerden bağımsız olarak inmiş ayrı bir necm, ya da Kur’an’daki başka bir pasaja ait bir ayet olduğunu düşünmekteyiz. Ama kesin olan şudur ki, 110. ayet, içinde bulunduğumuz pasaja ait değildir. Nitekim bir sonraki 111. ayet, bir önceki 109. ayetin devamı durumundadır:

109, 111. Ayetler:
O hâlde sakın şunların ibadet ettikleri şeylerden şüphe içinde olma! Onlar daha önce ataları nasıl ibadet ediyor idiyseler bunlar da öyle ibadet ediyorlar. Şüphesiz Biz de kendilerine nasiplerini kesinlikle eksiksiz öderiz.
Ve şüphesiz ki, hepsi öyle kimselerdir ki, onların yaptıklarının karşılığını Rabbin kendilerine tam ödeyecektir. Şüphesiz O, onların yaptıkları şeylere hakkıyla haberdardır.

111 – Ve şüphesiz ki, hepsi öyle kimselerdir ki, onların yaptıklarının karşılığını Rabbin kendilerine tam ödeyecektir. Şüphesiz O, onların yaptıkları şeylere hakkıyla haberdardır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, 109. ayetin devamı olan bu ayette, atalarından aldıkları yanlışlar üzerinde ısrar eden kimselere yapılan tehditler çok çarpıcı vurgularla dile getirilmiştir. Nitekim bu ayetin orijinalinde teknik olarak yedi tane vurgu söz konusudur.

112 - İşte bundan dolayı emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberindeki tövbe edenler de (doğru olsunlar). Ve aşırı gitmeyin! Muhakkak ki O [Allah], bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
113 - Ve zulüm yapan kimselere meyletmeyin sonra size ateş dokunuverir. Ve sizin için Allah’ın astlarından veliler yoktur. Sonra yardım göremezsiniz.

Tüm İslâm ilkelerinin çekirdeği mahiyetinde olan bu iki ayette söze önce peygamberimize hitap edilerek başlanmış, daha sonra da İltifat sanatı yapılarak hitap tüm müminlere yaygınlaştırılmıştır.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla