Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 10:16 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

TAHLİL

1 – Hâ [8], Mîm [40].

Surenin birinci ayeti “ حHa” ve “ مMim” kesik harflerinden oluşmuştur. Bu harfler ile ilgili detay bundan evvelki Mü’min suresinde 1. ayetin tahlilinde verilmişti.

2 – 4- Arapça bir Kur'an [okuma], müjdeleyici ve uyarıcı olarak, bilen bir kavim için ayetleri detaylandırılmış/ayrılmış, Rahman Rahîm Allah’tan indirilmiş bir kitap! Buna rağmen onların çoğu yüz çevirmişlerdir. Artık onlar kulak vermezler.
5- Ve onlar: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz de gerçekten yapıyoruz” dediler

Bu ayet gurubunda, Kur’an’ın indiriliş amacı ve bundan kimlerin istifade edebileceği üzerinde durulmuştur. Ayrıca Kur’an’ın detaylı, gayet iyi anlaşılan, müjdeci, uyarıcı bir kitap olduğu vurgulanmıştır. Sonra da, kendilerine böyle bir kitap ulaştırılmasına rağmen Mekkeli müşriklerin Kur’an’dan uzak durmaları ve “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz de gerçekten yapıyoruz” demek suretiyle ciddiyetsiz bahaneler ileri sürdükleri ve Elçi’ye meydan okudukları nakledilmiştir.

Surenin giriş paragrafında Kur’an’ın şu özelliklerine dikkat çekilmiştir:
* Arapça olması
Kur’an Arap toplumuna inmektedir ve bir toplumun kendisine inen mesajı anlaması, akletmesi, uygulaması ve başkalarına da anlatabilmesi için mesajın o toplumun anadilinde olması gerekmektedir. Eğer böyle olmasaydı, yani mesaj topluma yabancı bir dilde indirilseydi, mesajın o dili bilmeyen bir toplum tarafından anlaşılması, akledilmesi, uygulaması da mümkün olmazdı.
Kur’an’ın Arapça olması konusu daha evvel Yusuf suresinin tahlilinde (Tebyînü’l-Kur’an; c: 5, s: 122-124) ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

* İndirme işinin, doğrudan doğruya Rahman ve Rahîm tarafından olması.

Kur’an’ın bu özelliğinin konu edilmesi, Kur’an’a hiçbir beşeri gücün müdahalesinin söz konusu olmadığını beyan içindir.

* Kitap Olması


“ الكتابKitap”, “içi yazılı olan şey” demektir. (Lisanü’l Arab, c. 7, s.588) Kur’an, içinde Allah’a, evrene, geçmiş ve geleceğe, kişisel ve sosyal hayata ait bilgiler, emirler, yasaklar, öğütler yazılı olduğu için “kitap” olarak itelendirilmiştir.


* Ayetlerinin “detaylandırılmış/ ayrı ayrı açıklanmış” olması.

Kur’an ayetleri gayet açıktır. Kur’an’ın içinde olan konular ise birbirine karıştırılmadan, fasıl fasıl, bölüm bölüm Rabbimiz tarafından açıklanmıştır. Toplumdaki nice meseleler de yine Rabbimiz tarafından insanların kolayca anlayacağı şekilde tefsir edilmiştir.
Dikkat edilirse, ayette Kur’an hakkında “bilen bir kavim için ayetleri detaylandırılmış/ayrılmış” ifadesi kullanılmıştır. Bu beyanda, bilgili kimselerin muhatap alındığının ifade edilmiş olması dikkat çekicidir. Bu da bize, Kur’an’ın tebliğ edildiği o günkü insanların sıradan kimseler değil, belirli bir bilgi düzeyine sahip kimseler olduğunu göstermektedir.

* Müjdeci ve Uyarıcı Olması


İnsanın kendisini ödüle yahut cezaya götürecek şeyleri öğrenip bilmesi vazgeçilmez hakkıdır. Rabbimiz işte bu nedenle elçi gönderir, kitap indirir. Kur’an öğüttür. İman eden, salihatı işleyen muttakiler için ahirette nail olacakları sonsuz nimetleri bildirerek müjde verir; geçmiş medeniyetlerin kötü amelleri nedeniyle uğradıkları akıbetleri ve ahirette müşriklerin başlarına gelecek korkunç olayları da naklederek herkesi uyarır.
4. ayetin sonunda Rabbimiz “Buna rağmen onların çoğu yüz çevirmişlerdir. Artık onlar kulak vermezler” diyerek insanları Kur'ân'ı anlamaya teşvik etmektedir. Kur’an böyle bir kitap iken, onlar bu Kur’an’a aldırmamış, ona önem vermemiş ve onu kulak ardı etmişlerdir.
İnkârcılar her sıkışmalarında böyle anlamsız mazeretlere sığınmaktadırlar:

Ve ‘Bizim kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir’ dediler. Hayır; Allah, inkârlarından dolayı onları lânetlemiştir. Bundan dolayı pek azı iman eder. (Bakara/88)

Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: 'Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir' derler.” (En’am/25)

Ve and olsun ki, cinnden ve insten [tanıdığınız-tanımadığınız] birçoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gâfillerin [duyarsızların] ta kendileridir. (A’raf/179)

Siz onları doğru yola çağırsanız da duymazlar. Ve onları sana bakar görürsün, hâlbuki onlar görmezler. (A’raf/198)

Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış olanlardır.
Ve Biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler.
Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar. (Ya Sin/8- 10)

Konumuz olan paragrafı iyi anlamak için “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında yer alan şu nakillerin bilinmesinde yarar görüyoruz:

Kureyşlilerden ileri ge*lenler ile Ebu Cehil: “Muhammed (sav)'in durumu bizim için içinden çıkılmaz bir hal aldı. Şiiri, kâhinliği ve büyüyü bilen bir adam araştırıp bulsanız da onunla konuşsa, sonra da gelip bize onun durumunu açıklasa!” dediler.
Utbe b. Rabia dedi ki: “Allah'a yemin ederim, ben kâhinliği, şiiri ve büyü*yü bilen birisiyim. Eğer böyle ise, onun durumu bana gizli kalmayacak şe*kilde bunları biliyorum.” Bunun üzerine ona: “Haydi ona git ve onunla konuş!” dediler. O da Peygamber (sav)'e giderek ona: “Ey Muhammed!” dedi. “Sen mi hayırlısın yoksa Kusay b. Kilab mı? Sen mi hayırlısın yoksa Haşim mi? Sen mi hayırlısın yoksa Abdulmuttalip mi? Sen mi hayırlısın yoksa Abdullah mı? Sen ne diye bizim ilâhlarımıza dil uzatıyorsun? Atalarımızın sapık olduğunu söy*lüyorsun. Bizi akılsızlıkla itham ediyorsun, dinimizi yeriyorsun. Şayet sen eğer bize başkan olmanın peşinde isen, bütün sancaklarımızı senin emrine veri*riz ve hayatta kaldığın sürece bizim başkanımız olursun. Eğer evlenmek is*tiyor isen, Kureyş kızlarından istediğin on tanesi ile seni evlendiririz. Şayet servet sahibi olmak istiyorsan, seni, senden sonra gelecek olan soyunu sopunu zengin edecek kadar sana mal toplarız. Eğer sana geldiğini söylediğin şahıs cinlerden birisi olup seni etkisi altına almış ise, seni tedavi etmek için bu uğurda mallarımızı harcarız veya bu yolda kendimizi tüketiriz.”
Bu arada Peygamber (sav) susmuş, sesini çıkarmıyordu. Söyleyecek*lerini bitirdikten sonra peygamber ona: “Ey Ebu'l-Velid! Söyleyeceklerini bi*tirdin mi?” diye sordu. O da “Evet” deyince, Peygamber: “O halde, kardeşimin oğlu, beni dinle!” dedi. “Dinleyeyim” dedi. Peygamber şöyle buyurdu: “Rahman ve Rahîm Allah'ın adı ile. Hâ Mim. [Bu kitap] Rahman, Rahîm olan tarafından indirilmiştir. Bilen bir kavim için... Eğer yüz çevirirlerse sen de de ki: Ben Ad ve Semud'a gelen yıldırım gibi bir yıldırımla sizi kor*kutup uyarırım” (Fussilet/1-13) buyruğuna kadar okudu.
Utbe ileri atılarak elini Peygamber (sav)'in ağzına koydu. Allah hakkı için, akrabalık bağı için, ondan susmasını istedi. Utbe evine geri döndü, Kureyşlilerin yanına çıkmadı. Ebu Cehil ona gelerek: “Muhammed'in dinine mi gir*din? Yoksa onun yemeği hoşuna mı gitti?” dedi.
Utbe bu işe kızdı ve ebediyyen Muhammed ile konuşmayacağına yemin etti, sonra şunları söyledi: “Allah'a yemin ederim, siz de biliyorsunuz ki, ben Kureyşliler arasında malı en çok olanlardan birisiyim. Fakat ben ona duru*mu arz edince bana öyle sözlerle cevap verdi ki, Allah'a yemin ederim, o söz ne şiirdir, ne kâhinliktir, ne de büyüdür.” Sonra onlara Muhammed'den duyduklarını "Ad ve Semud'a gelen yıldırım gibi..." buyruğuna kadar oku*du. (Devamla dedi ki “Sonra ben ağzını tuttum, akrabalık bağını hatırlata*rak ondan okumamasını istedim. Siz de bilirsiniz ki, Muhammed bir şey söy*ledi mi yalan söylemez. Allah'a yemin ederim, üzerinize bir azabın ineceğin*den -yıldırımı kastediyor- korktum.”
Bu haberi Ebu Bekir el-Enbarî de "er-Raddu (Alâ Men Halefe Mushafe Os-mane)" adlı eserinde Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den diye rivayet etmiştir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Orada belirtildiğine göre; sonra Peygamber (sav) "Ha Mim. Fussilet" suresini secde ayetine varıncaya kadar okudu. Peygamber secdeye kapandı, Utbe ise arkadan ellerine dayanmış olarak söylediklerine kulak verip dinli*yordu. Rasûlullah (sav) okumasını bitirince ona: “Ey Ebu'l-Velid!” dedi. “Sana okuduklarımı dinledin, artık seni onlarla baş başa bırakıyorum." Utbe mec*liste bulunan Kureyşlilere gitti. Onlar da “Allah'a yemin ederiz, Ebu'l-Velid ya*nınızdan gittiğinden bir başka türlü yanınıza dönüyor.” Sonra: “Ne haberler ge*tirdin? Ey Ebu'l-Velid!” dediler. O da şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim, Muham*med'den öyle bir söz duydum ki, onun benzerini asla duymuş değilim. Al*lah'a yemin ederim, ondan duyduğum sözler ne şiirdir, ne kâhinliktir. Gelin, bu hususta bana itaat ediniz ve benim dediğimi kabul ediniz. Muhammed'i yapmak istediğinde serbest bırakınız, ona ilişmeyiniz. Allah'a yemin ederim, ondan duyduğum bu sözlerin haberleri mutlaka yankı getirecektir. Şayet Arap*lar onun başına bir iş açarlarsa, başkaları vasıtası ile ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer bir kral yahut bir peygamber olursa, onun sebebiyle insanların en mutluları olursunuz, çünkü onun mülkü sizin mülkünüz, onun şerefi si*zin şerefinizdir.”
Bu sefer: “Heyhat!” dediler, “Ey Ebu'l-Velid, Muhammed seni de büyüledi.” Ebu'l-Velid de: “Bu benim sizin lehinize ileri sürdüğüm görüşümdür, istedi*ğinizi yapınız” diye karşılık verdi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Mukatil de bu ayetlerin inişi nedeni olarak kendi tefsirinde aynı olayı nakletmiştir.

6, 7 - De ki: “Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Bana, ‘Sizin ilâhınızın bir tek ilâh olduğu’ vahyediliyor. O nedenle O’na dosdoğru yönelin ve O'ndan bağışlanma dileyin.” Ve şu zekâtı vermeyen ve ahireti inkâr edenlerin ta kendileri olan müşriklerin vay haline!

Bu ayetlerde vahye karşı tavır alan, itiraz eden, hatta akıllarınca peygamberimize meydan okumaya kalkışan müşriklere cevap verilmiştir. Bu cevapta Resulullah’ın onlara “Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Bana, ‘Sizin ilâhınızın bir tek ilâh olduğu’ vahyediliyor. O nedenle O’na dosdoğru yönelin ve O'ndan bağışlanma dileyin” şeklinde konuşması istenmiştir. Bu sözler zımnen şu anlama gelmektedir: “Ben sizi zorla imana sevk edecek değilim, böyle bir gücüm yok. Çünkü ben de sizin gibi bir beşerim. Allah’tan başka hiç kimseyi ilâh yerine koymayın, ibadet etmeyin, kendilerinden bir şeyler ümit ederek onlara yalvarmayın, boyun eğmeyin ve yine Allah’tan başkasının koyduğu kurallara, kanunlara, örf ve adetlere kayıtsız şartsız itaat etmeyin. Şimdiye kadar işlediğiniz günahlar dolayısıyla af dileyin ve daha önce işlediğiniz şirk, küfür, isyan için tevbe edin.”
Ayetteki “Ve şu zekâtı vermeyen ve ahireti inkâr edenlerin ta kendileri olan müşriklerin vay haline!” cümlesi dikkat çekicidir.
Bilindiği üzere, bu ayet indiğinde zekât henüz farz kılınmamıştı. Çünkü zekâtın farz kılınması hicretten iki sene sonradır. Burada konu edilen “zekât”, Müslümanların vermekle yükümlü oldukları zekât değil, Mekke müşriklerinin kendi site devletlerinde uyguladıkları zekâttır [vergidir]. Kureyşliler, kendi idarî yapıları gereği zekât verirler ve bu zekât parası ile çeşitli harcamalar yapar, hacılara su içirir, yemek yedirirlerdi. Daha sonra, Muhammed’e (as) tabi olup Kur’an’a inanan insanları sıkıntıya sokmak için “zekât [vergi]” vermez oldular. Bundan dolayı da Müslümanların ve Mekke’nin garipleri ve fakirleri sıkıntıya düştüler, birçok zarar gördüler.
Bu ayeti iyi anlamadan zekât vermemenin insanı müşrik yaptığına kail olmak veya bu ayetteki zekâtı tezkiye [arınma] anlamına çekmek çok yanlış olur.

8 - -Şüphesiz ki, iman eden ve salihatı işleyenler, kendileri için bitmez tükenmez/ başa kakılmaz ecir olanlardır.-

Bu ayet, müşriklere verilen cevaplar arasındaki bir parantez cümlesidir. Zekâtı vermeyen, ahireti inkâr eden müşrikler tehdit edildikten sonra, bu parantez cümlesinde de, böyle yapmayan, tam tersine iman edip salihatı işleyen müminler müjdelenmektedir.
“Salihatı işlemek” konusu daha evvel Asr suresinin tahlilinde ele alındığından, detayın oradan (Tebyinü’l Kur’an; c.1. s. 261) okunmasını öneriyoruz.

9 - De ki: "Siz yeryüzünü iki günde [evrede] yaratanı gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de O'na eşler koşuyorsunuz! O, âlemlerin Rabbidir."
10 – Ve O, onun [yeryüzünün] içinden sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp isteyenler için eşit olarak [ayırım yapılmadan] rızkları dört günde ayarladı.
11- Sonra duman halinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de “Biz isteyerek geldik” dediler.
12 - Böylece O [Allah], onları iki günde yedi gök olmak üzere gerçekleştirdi ve her göğe kendi işini vahyetti [içine yükledi]. Biz en yakın göğü kandillerle ve korumayla süsledik. İşte bu, Azîz, Alîm’in ayarlamasıdır.

Bu ayet gurubunda Allah’ın bazı sıfatları verilerek müşriklerin O’nu nasıl akılsızca inkâr ettikleri sorgulanmaktadır. Rabbimiz, ikna olsunlar diye müşriklerin dikkatini evrende [yerde ve gökte] gözleriyle müşahede ettikleri, hayret, korku ve hayranlık uyandıran kanunlarına çekerek onlara kudret ve büyüklüğünü hatırlatmaktadır.

Ayrıca Allah’ın yeryüzünü iki günde [evrede] yarattığı, âlemlerin Rabbi olduğu, yeryüzünün içinden sabit dağlar yarattığı, bereketler meydana getirdiği, orada araştırıp isteyenler için eşit olarak [ayırım yapılmadan] rızkları dört günde ayarladığı, sonra duman halinde bulunan göğe yerleştiği/egemenlik kurduğu, gökleri de yedi gök olmak üzere iki günde gerçekleştirdiği ve her göğe kendi işini vahyettiği [içine yüklediği], en yakın göğü kandillerle ve korumayla süslediği bildirilmektedir.
11. ayetteki “Sonra duman halinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu” ifadesiyle başlayan bölümde ise göklerin daha önceden gaz halinde oldukları; gaz halindeki bu göklerden Rabbimizin yıldızlar, gezegenler, galâksiler ve diğer gök sistemlerini yaratarak hepsini kontrolü altında tuttuğu bildirilmektedir.
Göklerin önce duman [gaz] halinde olduğu modern bilim tarafından da tespit edilmiş bulunmaktadır. Bu konuya ait bilimsel bir yazıyı dikkatlerinize sunuyoruz:

EVRENİN GAZ AŞAMASI

“Bir de duhan [gaz] halinde bulunan Göğe [Evren'e] yöneldi, ona ve yeryüzüne ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin’ dedik. İkisi de ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet/11)

Kuran'ın bu mucizevî ifadesine geçmeden önce ayetin tercümesiyle ile ilgili bir iki noktayı belirtelim. Metnin başında "bir de" diye tercüme ettiğimiz kelime Arapça "sümme" kelimesidir. Bu kelimenin "bir de", "öte yandan" gibi anlamları olduğu gibi "daha sonra", "sonradan" anlamları da vardır. Ayetin akışı açısından "bir de", "öte yandan" anlamının daha uygun olduğunu düşünüp ayeti böyle çevirdik. Ayette duman, gaz diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası ise "duhan"dır. Duhan genel olarak gaz halinde bir madde ile havada az çok sabit bir biçimde duran küçük taneciklerden oluşur. Ayetten, Evren'in gaz halinde bir aşamadan geçtiği ve Allah'ın iradesi sonucu bu aşamadan sonra Evren'in ve yeryüzünün bugünkü şeklini alacak şekilde ayrı bir aşamaya geçirildikleri anlaşılıyor.

Büyük Patlama'dan [Big Bang] sonra Dünya'mızın, Güneş'in, yıldızların hemen oluşmadığını biliyoruz. Evren hiçbir yıldız oluşmadan önce bir gaz bulutu şeklindeydi. Bu gaz bulutunun ana maddesi Hidrojen'di. Hidrojen'den sonra ise en çok var olan madde Helyum'du. Bu gaz bulutunda daha sonra oluşan sıkışmalar ve yoğunlaşmalar yıldızların, gezegenlerin oluşumunu sağladı. Bugünkü Dünya'mız, Güneş'imiz, gece görebildiğimiz yıldızlar hep bu gaz bulutunun bir alt kümesiydi. Bugün bunları keşfedebilmemiz bilim tarihinde, arka arkaya yapılan birçok buluşun, gözlemin, laboratuvar çalışmasının sonucudur. Bir yandan sözlerle taciz edilen, bir yandan kılıçlarla öldürülmeye çalışılan, aynı zamanda Allah'a ortak koşulmadan iman edilmesi gerektiğini anlatan Muhammed Peygamber'in ne çağının tüm insanlarının bilgisinin toplamı, ne de şahsî gözlemleri Evren'in daha önceden gaz halinde olduğunu söylemeye yeterdi. Zaten Peygamber'in iddiası da kendisinden konuşmadığı, Evren'in yaratıcısının sözlerini ilettiğidir.

“Bunlar sana vahyettiğimiz gabya [duyu organlarıyla algılanamayana] ait haberlerindendir. Bunları sen de, toplumun da daha önce bilmiyordunuz. Şu halde sabırlı ol. Şüphesiz sonuç sakınanlarındır.” (Hud/49)

UÇUŞAN GAZLAR BİR GÜN MANOLYALARA DÖNÜŞECEK
Kuran'ın bilimsel mucizelerinin sadece “Bir mucize oluşsun, Kuran'ın dediğinin doğruluğu bir gün anlaşılsın” diye söylenmediğini görüyoruz. Evet, tüm bu mucizelerle Kuran'ın Allah tarafından gönderildiği, Kuran'la hiçbir kitabın yarışamayacağı ispat ediliyor. Aynı zamanda mucizeyi oluşturan ayetler çok önemli bilgiler veriyor, Allah'ın yaratışındaki inceliklere, olağanüstülüklere dikkat çekiyor.
Hiçbir Kuran ayeti "Bir gün Bush diye bir Amerikan başkanı olacak, onun oğlu da..." şeklinde haberler vermiyor. Kuran'ın, indiği dönemde bilinemeyecek olan bir bilgiyi, mucizevî bir şekilde söylemesi tek önemli nokta değildir. Aynı zamanda bu sözün kendisi de insanlara önemli bir bilgi vermektedir. Dünya'mızda gördüğümüz tüm güzellikler daha önce gaz bulutu aşamasından geçmiştir. Bu ayeti [Fussilet/11] örnek alırsak, Kuran'ın 1400 yıl önceden Evren'in daha önce gaz halinde olduğunu açıklaması bir mucizedir. Fakat bir patlamayla tüm maddenin sürekli genişleyen bir şekilde Evren'i oluşturduğu bir ortamda Evren'in gaz haline mahkûm olmaması, Allah'ın maddenin içine koyduğu yasalar çerçevesinde bu gazdan yıldızların, gezegenlerin, insanların, manolyaların oluşması da Allah'ın yaratılış mucizesidir. Yani Kuran mucizelerine bakarken hem bu ayetlerin söylendiği yıllardaki bilgi seviyesine göre bu ayetlerin söylenmesinin mucizeliğini düşünelim, hem de bu ayetlerin ifadesindeki anlamları da göz ardı etmeyelim.

MÜKEMMEL ÇALIŞTIRILAN KANUNLAR
Gaz bulutu sıkışarak yıldızları oluştururken yaratılış kanunlarının çok ince bir şekilde çalıştırıldığını görüyoruz. Çekim kuvveti sayesinde gaz bulutu içinde büzülme oluşur, yıldızlar yaratılır. Çekim kuvveti öyle bir çalıştırılır ki, yıldızlar oluşur, fakat çekim kuvveti sonuna kadar işi götürüp yıldızı bir kara deliğe çevirmez. Yer çekimini böylesine ölçülü hareket ettiren nedir? Bu ölçü, bu denge, bilinçli bir Yaratıcıyı açıkça göstermez mi? Evrende yaratılan kanunlar yıldızların da oluşumuna izin verecek şekilde yaratılmıştır. Böylece Yaratıcının, yaratılışta hedeflediği gayeleri ortaya çıkacaktır. Çekim kuvveti; akıllı, bilinçli, şuurlu bir nesne değildir ki tüm bu mükemmel oluşumlara kendisi sebebiyet versin. Acaba Yaratıcı çekim kuvvetini yaratmasaydı da yıldızlar, gezegenler, Ay kalın zincirlerle bağlanmaya, yerinde tutulmaya kalkışılsaydı nasıl bir israf, nasıl bir çirkinlik, nasıl bir kargaşa hüküm sürerdi? Yaratıcı yer çekimi kanununu yaratarak olayı ne de güzel çözmüştür. Yerçekimini Allah'ın, Evren'e koyduğu bir yasa olarak gören Isaac Newton [1642-1724] yerçekimini ilk keşfeden kişidir. Fakat o da, birçok fizikçi de Evren'in en başta bir gaz aşaması geçirdiğini bilememişlerdir. Ne Kuran'dan önce, ne de Kuran'dan bin yıl sonra…
Newton'dan sonra Güneş'in bir gaz bulutunun sıkışmasıyla oluştuğu fikirleri ortaya atıldı. Örneğin Laplace "Dünya Sistemlerinin İzahı" adlı 1796 yılında basılan kitabında Güneş'in gaz bulutlarının çekim gücüyle sıkışması sonucunda oluştuğunu ve Dünya'nın Güneş'ten koptuğunu ileri sürdü. Daha sonra İngiliz fizikçi Clark Maxwell Dünya'nın Güneş'ten koptuğuna matematiksel yaklaşımlarıyla itiraz etti. 1943 yılında Weizsocker, sonra Ter-Haar, Chandiosekhor ve Kuiper teoriler geliştirdiler. Mount Wilson ve Palamar'da teleskoplar ile yapılan gözlemler de tartışmaya dâhil oldu [Dünya'nın Güneş'ten ayrılıp ayrılmadığına dair Kuran'da bir açıklama yoktur.] Dünya'nın Güneş'ten kopup kopmadığı tartışma konusu olmuştur ama Evren'in daha önce gaz şeklinde olduğu hususunda bir tartışma yoktur. Allah bizi ısıtan Güneş'i de, mavi okyanusları da, müziğin notalarını da, yemeklerin lezzetini de birbirinden hızla ayrılan gaz bulutundan yaratmıştır.
“Artık dileyen O'nu [Kuran'ı] düşünüp öğüt alsın.” (Abese/12)
(Kur’an Araştırmaları Gurubu)

10. ayetteki “Orada bereketler meydana getirdi” ifadesi ile milyonlarca yıldan beri en küçük canlıdan insana kadar her türlü mahlûkun faydalandığı bitmez tükenmez yaşam kaynakları kast olunmuştur. Bu nimetlerin en önemlileri, bitkilerin, hayvanların ve insanların hayatlarının sürmesini mümkün kılan “su” ve “hava”dır. Sonra da bunlar vasıtasıyla oluşan ve varlıklarını sürdüren bitkisel ve hayvansal gıdalardır.
Kur’an’ın birçok yerinde [A’raf/54, Yunus/3, Hud/7, Furkan/59, Secde/4, Kaf/38, Hadid/4] evrenin “altı günde [evrede]” yaratıldığı ifade edilmiştir. Bu konudaki “Gün” sözcüğü ile ilgili olarak daha evvel Kaf suresinin tahlilinde açıklama yapıldığından, detayın oradan (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.602) okunmasını öneriyoruz.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, 10. ayette geçen “rızkları dört günde ayarladı” ifadesidir. Buradaki “dört gün [evre]”, evrenin yaratılışı ile ilgili olarak zikredilen “altı gün [evre]” içinde değildir. Rızkların “dört gün”de ayarlanması, evrenin “altı gün”de yaratılmasından ayrı bir uygulamadır.
12. ayette geçen “her göğe kendi işini vahyetti [içine yükledi]” ifadesindeki “vahy”i, sistemin kodlarının yüklenmesi olarak anlayabiliriz. Bu, belirlenmiş bir süreye kadar gökteki her sistemin kendi varlığını sürdürecek olması, kesinlikle bir kargaşaya neden olmayacak olmaları demektir.

YERYÜZÜ GÖKYÜZÜNDEN ÖNCE Mİ YARATILDI?

11. ayetteki “Sonra duman halinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu” ifadesindeki “sonra” edatı nedeniyle, görünüre göre, yeryüzünün gökyüzünden önce yaratıldığı anlaşılmaktadır. Önce bu konuya ait birkaç ayeti takdim edelim:

O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra semaya istiva edip/ egemenlik kurup onları yedi gök olarak düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilicidir. (Bakara/29)

Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu [göğü] O [Allah] yaptı: Boyunu yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu [ışığın parlaklığını] çıkarttı. Ve ondan sonra yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi], sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere. (Naziat/27- 33)

Bu ayetlere bakılırsa, Fussılet/11’e ve Bakara/29’a göre önce yeryüzü, sonra sema; Naziat/27-33’e göre ise önce gökyüzü, sonra yeryüzü yaratılmış gözükmektedir.
Bu ayetlerdeki “ بعد , ثمّsonra” edatları "tertib-i zaman" için değil, "tertib-i beyan" içindir; yani zamanda sonralığı değil, kelâmda sonralığı ifade etmektedirler. Türkçede de bir kişi bir konuyu anlatırken zaman tertibini düşünmeden, sözlerini “ ... sonra ...” diye sürdürür. Bu konuyla ilgili olarak Beled/17 ile Kalem/13’e de bakılabilir.
11. ayette Allah’ın yeryüzüne ve göklere “ona ve yeryüzüne ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dediği; onların da “Biz isteyerek geldik” şeklinde cevap verdikleri açıklanmıştır. Bununla Rabbimizin kudretinin mükemmelliği ortaya konulmuştur. Buna göre, söz konusu ifadenin takdiri “İsteseniz de istemeseniz de, işinize gelse de gelmese de geliniz” şeklinde olur. Kısacası Rabbimiz, onların varlık âlemine çıkmalarını istemiş, onlar da bu iradeye uygun olarak meydana çıkmışlardır.

Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. (Ya Sin/82)

13 – Artık eğer onlar, yine yüz çevirirlerse hemen de ki: “Ben sizi Âd ve Semud'un yıldırımının benzeri bir yıldırıma karşı uyardım.”

Rabbimiz müşriklere nasıl bir ilâhı inkâr ettiklerini hatırlattıktan sonra, bu ayette de elçisine “Ben sizi Âd ve Semud'un yıldırımının benzeri bir yıldırıma karşı uyardım” demesini emretmektedir. Bu emirde müşriklere yöneltilen büyük bir tehdit söz konusudur. Buna rağmen akıllarını başlarına almazlarsa, Ad ve Semud’un başına gelenler onların da başına gelecektir.
Ad ve Semud’un özellikle zikredilmesinin nedeni, o günkü Arapların bu kavimlerin kalıntılarını görmüş olmaları ve onlar hakkında birçok bilgiye sahip bulunmalarıdır.

14- Hani onlara, “Allah’tan başkasına ibadet/ kulluk etmeyin!” diye önlerinden-arkalarından [her yanlarından] elçiler gelmişti. Onlar: “Eğer Rabbimiz isteseydi, kesinlikle melekler indirirdi. Bu yüzden biz kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyleri kesinlikle inkâr ediyoruz” dediler.
15 – Âd’a gelince de onlar, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: “Güççe bizden daha çetin kim vardır?” dediler. Onlar şüphesiz kendilerini yaratan Allah’ın güçce kendilerinden daha çetin olduğunu görmediler mi? Ve onlar bizim ayetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.
16 - Bu yüzden Biz de onlara bu en basit hayatta rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlar yardım da olunmazlar.
17 - Semûd kavmine gelince de, işte, Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yol üzerine sevdiler [tercih ettiler]. Bunun üzerine kazandıkları şeyler sebebiyle alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakalayıverdi.
18 - Ve Biz iman etmiş kimseleri ve takvalı davranmış olan kimseleri kurtardık.

Bu ayet gurubunda, daha evvel birçok surede detayı verilen Ad ve Semud kavimleri ile ilgili ayrıntılara işaret edilmiştir. İnkârları, tutarsız itirazları ve meydan okuyuşları hatırlatılarak bu iki kavmin en sonunda nasıl bir akıbete uğradıkları açıklanmaktadır. Bu hatırlatma ve açıklama, Mekkeli nankörlerin uyarılması amacına yöneliktir.
14. ayette konuya giriş yapılırken “önlerinden-arkalarından [her yanlarından] elçiler gelmişti” denilmiştir. Daha evvel, “gece-gündüz”, “sabah-akşam” gibi kalıpların kendi anlamları dışında süreklilik anlamı vermek üzere kullanıldıkları ifade edilmişti. Buradaki “önlerinden-arkalarından” ifadesi de “her yanlarından” demektir.
Bunun örneği A’raf suresinin 17. ayetidir.

(İblis,) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A’raf/16, 17)

Bu ifadenin anlamı, “Kendilerine gönderilen o peygamberler, onlara her taraftan yaklaştılar, ellerinden gelen gayreti sarf ettiler ve onları doğru yola getirmek için her çareye başvurdular” demektir.
16. ayetteki “uğursuz günlerde” ifadesi dikkat çekicidir. Bu ifadeye dayanarak bazı günlerin uğurlu, bazı günlerin de uğursuz olduğunu ileri sürenler olmuştur. Hâlbuki ayette geçen “uğursuz günler” ifadesi nekra [belirtisiz] olarak kullanılmıştır. Gerek nekra oluşu, gerekse bu cezayı çekenlerin belli bir zümre oluşu dikkate alındığında, “uğursuz gün” diye bir günün olmadığı, o günün sadece o kavim için uğursuz [tozlu, topraklı; neredeyse hiçbir şeyin görülmediği, hiçbir işin yapılamadığı gün] olduğu anlamı ortaya çıkar.
Onları perişan eden olay başka ayetlerde şöyle dile getirilmiştir:

Âd’a gelince, onlar gürültülü ve azgın bir fırtına ile helak ediliverdiler.
(Allah) O fırtınayı üzerlerine yedi gece sekiz gündüz musallat etmişti. Öyle ki, o kavmi içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürsün.
Bak şimdi görebilir misin onlara ait herhangi bir kalıntı? (Hakka/6- 8)

Âd’ın kardeşini de hatırla. Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. -Kesinlikle onun önünde ve ardında, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." diyen uyarıcılar geçmişti.-
Onlar: “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi tehdit edip durduğun azabı hemen getir." dediler.
O [Hud]: “ Şüphesiz Bilgi [o azabın ne zaman geleceğine dair bilgi] Allah katındadır. Ben ise size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Velâkin ben sizi cahillik edip duran bir kavim olarak görüyorum.” dedi.
Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde: “Ha işte!”, dediler, “bu bize yağmur getirecek bir bulut!” Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr... Sonunda o hale geldiler ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız.
Ve ant olsun ki, Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık [size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik]. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık [vermiştik]. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir fayda sağlamadı/ kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi. (Ahkâf/21, 26)

Şüphesiz Biz onların üstüne, uğursuz, sürekli [uzun] bir günde dondurucu/uğultulu, insanları koparıp atan bir rüzgâr gönderdik; sanki onlar kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler. (Kamer/19)

Âd’ın içinde de... Hani Biz onların üzerine, üzerine uğradığı her şeyi bırakmayan, sadece onu kül gibi dağıtan, sonsuz bırakan bir rüzgâr göndermiştik. (Zariyat/41, 42)

Kur'an’daki bazı ayetler Mekkeli müşriklerin Ad ve Semud kavimlerini ve başlarına gelen akıbeti bildiklerini göstermektedir. Çünkü Mekkeliler bu kavimlerin yaşadıkları coğrafi bölgelere uğramakta, yaz ve kış mevsimlerinde yaptıkları ticari geziler sırasında o bölgedeki kalıntıları bizzat müşahede etmekteydiler. Bu da Allah'ın oraları nasıl helak ettiği*ni gördükleri anlamına gelmektedir:

Ad ve Semûd’u da (helak ettik). (Bu), onların meskenlerinden [yurtlarından] size besbelli olmuştur. Şeytan onlara kendi işlerini süsledi de onları doğru yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi. (Ankebut/38)

Böylece Allah’ın azabı bu toplumların büyük bir kısmını helak ederek kurdukları medeniyeti ortadan kaldırmış, geride kalanlarını da rezilliğe sürükleyerek daha önce zulmettikleri kavimler önünde zelil etmişti.
Ad kavmi ile ilgili ayrıntılı bilgi, A’raf, Hud, Müminun, Şuara ve Ankebut surelerinde; Semud kavmi ile ilgili ayrıntılı bilgiler ise A'raf, Hud, Hicr, İsra, Şuara ve Neml surelerinde verilmiştir.

19- Ve Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip toplandıkları gün artık onlar, ateşe dağıtılırlar.
20- Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.
21- 23- Ve onlar kendi derilerine, “Niye aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. Onlar dediler ki. “Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülmektesiniz. Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye gizlenmiyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızdan birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğine inandınız. İşte sizin bu inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayanlardan oldunuz.”

Yalanlayıcıların dünyada nasıl cezalandırıldıkları örnek verilerek anlatıldıktan sonra, bu ayet gurubunda da ahireti yalanlayan müşrikler ile ilgili olarak ahiretten bir sahne sergilenmektedir. Henüz vakti gelmemiş olan bu sahnelerin nakledilmesiyle başta inkârcılar olmak üzere tüm insanlara yeni bir uyarı daha yapılmaktadır.
Söz konusu sahnede inançsızlar bir araya getirilmiştir. Başta göz, kulak ve derileri olmak üzere, inkârcıların bütün organları orada kendi aleyhlerinde konuşup tanıklık ederler. Vücut organlarına “Niye aleyhimize şahitlik ettiniz?” diye sorarlar. Organları da “Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülmektesiniz. Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye gizlenmiyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızdan birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğine inandınız. İşte sizin bu inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayanlardan oldunuz” diye cevap verirler.
Bu sahneyle her şeyin sevk ve idaresinin her zaman Allah’ta olduğu, Allah’a hiçbir şeyin gizli kalmadığı bir kez daha hatırlatılarak insanlara iyi bir tefekkür dersi verilmektedir.
Rabbimiz tüm insanları, mümin, müşrik, herkesi toplayıp sorguya çekecektir:

O gün takva sahiplerini, Rahman’a binekli heyetler hâlinde toplayacağız.
Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz. (Meryem/85, 86)

Ve her ümmetten [önderli topluluktan] ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar. (Neml/83)

Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der. (Furkan/17)

Ve O [Allah], onların hepsini topladığı gün: “Ey cin topluluğu! Kesinlikle insten çoğalttınız” Ve insten onların velileri: “Rabbimiz! Biz birbirimizden kazanç sağladık. Nihayet biz, bizim için vakitlendirdiğin ecelimize ulaştık” derler. O [Allah]: “ Ateş, sizin durağınızdır. Orada, Allah’ın dilemesi müstesna, ebedi olarak kalacaksınız” der. Şüphesiz Rabbin Hakîm’dir, en iyi bilendir.
Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına Veliy yaparız [yakınlaştırırız].
Ey cinn ve ins topluluğu [tüm insanlar]! Size ayetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize şahidiz” dediler. Basit yaşam onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin ta kendisi olduklarına şahitlik ettiler. (En’am/128- 130)

Organların mahşerde tanıklık yapacağı başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Şüphesiz muhsan [korumalı; evli, sahipli], duyarsız mümin kadınlara zina isnat eden kimseler, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir [uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şahitlik edecektir. (Nur/23, 24)

Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. (Ya Sin/65)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla