15. August 2009, 01:45 PM | #11 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Tutkuları ve cahillikleri, inkârcıların gözlerinin görmemesine, kulaklarının duymamasına sebep olmaktadır. Bu nedenle Kur’an’ı anlayamamaktadırlar. Ne var ki, bu durumlarının bilincinde de değildirler. Bilinçsizce kendilerini haktan uzak tutmaları yetmezmiş gibi, bir de “Bu, eskilerin efsaneleridir, bunda yeni bir şey yok. Biz bunları zaten eskiden beri dinleyip duruyoruz” diyerek başkalarının da hak ile şereflenmelerine engel olmaya çalışmaktadırlar.
Yüce Allah, müşriklerin anlama, görme ve işitme bozukluklarının sebebini, “... Oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık (En’am/25)” ifadesiyle kendisine izafe etmiştir. Bunun ne anlama geldiğinin daha iyi anlaşılması için Tin suresinde bulunan “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması” başlıklı açıklamamızın tekrar okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 564-573) 58. ayette, Rabbimiz yine rahmet kapılarını açmakta, bağışlayıcılığını ön planda tutmaktadır: Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah’ı aciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O, en iyi bilendir, en güçlü olandır. Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiç bir dabbeyi [canlıyı] bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını en iyi görendir. (Fatır/44, 45) Ve eğer Allah zulümleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun üstünde dâbbehden/canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları adı konulmuş bir süreye kadar erteler. Artık onların ecelleri gelince de ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl/61) Ve onlar senden, iyilikten önce kötülüğü çabuklaştırmanı isterler. Hâlbuki onlardan önce onlara misal olacak cezalar gelip geçmiştir. Ve gerçekten senin Rabbin, zulümlerine karşılık insanlar için cidden mağfiret sahibidir. Ve kesinlikle senin Rabbin, azabı cidden çok çetin olandır. (Ra’d/6) 59. ayette helâk edildiği bildirilen memleketler, Kureyşlilerin ticaret yolculuklarında rastladıkları ve diğer Araplar tarafından da çok iyi bilinen Sebe, Semûd, Lut kavmi ve Medyen şehirleridir.
Kıssanın giriş mahiyetindeki bu bölümünde, Musa (as), kafasındaki takıntıları gidermek [bunalımdan kurtulmak] için bilginlerin toplandığı yere gidip sıkıntılarına çare aramayı düşünmektedir. Bu konuda azim ve kararlılık içindedir. Nihayet yola çıkarlar ve “iki bilginin toplandığı yerde” -henüz aradığı yerin burası olduğunu bilmemektedir- ikisi de hutlarından [bunalımlarından, sıkıntılarından] kurtulurlar. Bunalımları denizde [bilgin kişide] çekip gider. Sonra oradan ayrılırlar. Musa (as), delikanlıdan yemek istediği zaman delikanlı, Musa’ya (as) bunalımdan kurtulduğunu, fakat bunu Musa’ya (as) söylemediğini; bilerek, şeytana [İblisine] uyarak böyle yaptığını itiraf eder. Aslında Musa da (as) kendisine problem edindiği konuları halletmiş ve o da bunalımdan kurtulmuştur. Yanındaki delikanlı ile yaptığı bu konuşmadan sonra asıl aradığı yer olan “iki bilginin toplandığı yer”in orası olduğunu anlar ve “işte bu aradığımızdı” der. Böylece geldikleri yoldan hemen geri dönerler. Bu kıssa Kitab-ı Mukaddes’te yer almadığı için kıssada geçen Musa’nın Tevrat sahibi Musa Peygamber olmadığı, söz konusu kişinin bir başka Musa olduğu ileri sürülmüştür. Hatta bu Musa’nın “Gılgamış [Gılga-Mesh] adının Arapçalaşmış şekli olduğu, Kur’ân’da anlatılan olayın Gılgamış Destanı ile bağlantılı olduğu da iddia edilmiştir. Bazı rivayet tefsirlerinde bu konuyla ilgili çok farklı görüşler ortaya konmuştur. Bize göre, kıssada adı geçen Musa, Kur’ân’daki özellikleri itibariyle Musa peygambere uygundur. Bu konudaki diğer söylentiler dikkate alınacak bir niteliği haiz değildir. Musa’nın bu serüveni ne zaman yaşadığına gelince: Musa’nın (as) Mısır’dan Medyen’e yalnız kaçtığını ve orada bir aile kurduğunu biliyoruz. O döneminde Musa garip ve fakir birisidir. Medyen’e yalnız ve bekâr olarak gitmiştir. Orada evlenmiş, Medyen’deki sözleşmesi bittikten sonra da oradan ayrılmıştır. Kasas/29’da, ehli [eşi, çocukları, yakınları ve hizmetçileri] ile birlikte yola çıktıkları bildirilmekte, ancak nereye gitmek istediği belirtilmemektedir. Kıssada anlatılan bu macerayı Medyen ile Tur dağı arasındaki bir dönemde yaşamış olmalıdır. Ancak Medyen ile Tur dağında vahye muhatap oluşu arasındaki sürenin ne kadar olduğu veya o arada ne gibi olaylar olduğu ile ilgili olarak Kur’an’da ayrıntılı açıklama yapılmamıştır. Musa peygamber ile ilgili bu pasajda da Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim kıssasında olduğu gibi müteşabih [allegorik, sanatsal ifadeli] bir anlatım söz konusudur. Bu nedenle bazı sözcükler üzerinde özellikle durulmalıdır: MUSA’NIN DELİKANLISI “فتى Fetâ”, “sağlam genç, yiğit delikanlı” demektir. (Lisanü’l Arab, c: 7, s: 21,22) Sözcüğün çoğulu “fityetün”dür. Sözcüğün çoğul hali yine bu surenin baş kısmında [Kehf/10, 13’te] Ashab-ı Kehf için kullanılmıştır. “Fetâ” sözcüğü “filan kişinin fetası / filancanın genç yiğidi” şeklinde herhangi bir şahsa izafe edilerek kullanıldığında, genellikle o şahsın hür veya köle hizmetçilerini ifade eder. Arap dili buna uygundur. Gencin kimliği ile ilgili Kur’ân’da bilgi verilmemiştir. Ancak Musa’nın Medyen’den ehli/ailesi/yakınları ile birlikte ayrıldığı [Kasas/29] bilinmektedir. Bu genç yiğit Musa’nın (as) ehlinden birisidir; ama oğlu, ama kardeşi, ama uşağıdır. Kur’an’dan anladığımıza göre, Musa (as) Medyen’den zengin birisi olarak ayrılmıştır. Bu genç ile ilgili birçok rivayet ortaya atılmıştır. Gencin isminin şu veya bu olmasının önemi yoktur. Konunun bize verdiği mesajlar onun ismi ve kimliği üzerine kurulu değildir. Ayrıca kimliğini ön plana çıkaracak şekilde delikanlıya muteber bir isim bulmak da anlamsız ve Kur’ân terbiyesine aykırıdır. Literatürdeki seyahatnamelere, özellikle de feodal dönem seyahatnamelerine bakıldığında, Marco Polo, Evliyâ Çelebi, Robinson Crusoe, Strabon, Piri Reis, İbn Batuta, Mark Twain, Henry Miller ve Paul Bowles gibi seyyahların/gezginlerin birer hizmetçilerinin/yardımcılarının olduğu görülür. İKİ DENİZİN TOPLANDIĞI YER Bu güne kadar ayetlerin Mekkî oluşu ve müteşâbihliği göz ardı edilip olay coğrafi olarak ele alınmıştır. Bu yaklaşım nedeniyle de yeryüzünün her tarafında “iki denizin toplandığı yer” nitelemesine uygun mekânlar aranmıştır. Kimi Karadeniz ve Hazar Denizi arasını, kimi Ermenistan’da Kur ve Res [Aras] nehirleri arasını, kimi Akdeniz ile Kızıldeniz arasını, kimisi de Ürdün ile Kuzum nehirleri arasını bu niteliğe uygun bulmuştur. Söz konusu coğrafî mekânın Antakya, Eyle, Atlas Okyanusu kıyısındaki bir Endülüs şehri, Afrika’da Tanca, Amerika kıtasında Panama olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, İstanbul Boğazının Karadeniz’e çıkışı olan Anadolukavağı veya Çanakkale Boğazının çıkışındaki Gelibolu Yarımadası olduğu görüşünü dile getirenler de olmuştur. 61 ve 63. âyete göre, Musa’nın gideceği, arayacağı şey “ صخرة sahra [kaya]”dır. Hutlarını orada [iki denizin toplandığı yerde veya iki denizi toplayan şeyde] unutmuşlardır. Genç adam, 63. ayette geçen ikrarına göre, Hut’u Sahra’da [Kaya’da] unutmuştur, terk etmiştir, bir bakıma ondan kurtulmuştur. Bu durumda, Sahra [Kaya] ile Mecmeu’l-Bahreyn [İki Denizin Toplandığı Yer] aynı yer veya aynı şeydir. صخرة SAHRA “Sahra” “Büyük kaya” demektir. (Lisanü’l Arab, c.7 , s. 79) Ayette geçen [صخرة ] Sahra/ Büyük Kaya, bugün Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’nın [Mescid-i Aksa’nın] yakınında bulunan ve “Sahratullah” olarak bilinen Kaya’dır. Yahudiler de orayı “Ağlama Duvarı” olarak anmaktadırlar. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Davud ve Süleyman peygamberler, ataları Musa peygamberden bu yana bir ilim merkezi olması sebebiyle Beytü’l-Makdis’i orada inşa etmişlerdir. Söz konusu Kaya’nın kutsal kabul edilmesine de bu olaylar neden olmuş olsa gerektir. Sahra/Kaya sözcüğü, başına özel isim yapma eki olan “El” takısı alarak “ الصّخرة Es-Sahra” olmuş ve böylece özel bir isim haline getirilmiştir. Sözcüğü “Sahratullah” olarak da özel isim haline getirmek mümkündür. Lokman/16’da ise sözcük nekra [belirsiz] olarak yer almıştır. BAHR [DENİZ] “ البحرBahr” sözcüğü “genişlik ve açık yüzlülük” demektir. Denize “bahr” denmesi genişliğinden, enginliğinden dolayıdır. “Bahr” sözcüğü aynı zamanda “çok bilgili kişi” demektir. (Lisanü’l Arab, c.1 , s. 332-335) Mecaz olarak ise “çok bilgili, saygın kişi” demektir. (Tacü’l Arus; c. 6 , s. 51) Bilindiği gibi, Türkçemizde de çok bilgili insanlar için “derya gibi adam” deyimi kullanılmaktadır. Buradan hareketle, ayette geçen “mecmau’l-bahreyn [iki bahrin toplandığı yer]” ifadesinin coğrafi olarak “iki denizin toplandığı, birleştiği yer” demek olmayıp “iki bilgin kişinin toplandığı yer” anlamında olduğunu söyleyebiliriz. Pasajdan açıkça anlaşıldığına göre, Musa bu “iki denizin buluştuğu yer”e gitmek niyetiyle yola çıkmıştır. “Ben iki denizin toplandığı [iki bilgin kişinin toplandığı] yere varıncaya kadar durmayacağım yahut senelerce gideceğim” demesi, bu konudaki kararlılığını göstermektedir. Genç hizmetçisine yaptığı açıklamadan, bilgi toplamak için yıllarını harcamayı göze aldığı anlaşılmaktadır. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılacaktır ki, Musa’nın bu seyahatteki amacı ticaret değil, bilgi sahibi olmaktır; zihnindeki problemlerini çözmek, karamsarlıktan ve bunalımdan kurtulmaktır. Zira Musa elçilik görevine hazırlanmadan evvel birçok badirelerden geçirilmiştir, eğitilmiştir. Hani kız kardeşin yürüyordu da ‘Sizi onun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi?’ diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Ve sen, bir can öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve Biz seni fitnelendirdikçe fitnelendirdik. Sonra da yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir kader üzerine geldin, ey Musa! Ve Ben, seni nefsim [kendim] için yetiştirdim. (Ta Ha/40, 41) Musa ve delikanlının Kehf suresinde anlatılan yolculukları ve Musa’nın bu yolculuktan öğrendikleri de onu peygamberliğe hazırlama işlemlerindendir. Pasajda üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da genellikle “balık” diye çevrilen “hut” sözcüğüdür. Sözcükle ilgili olarak daha önce A’raf suresinde yaptığımız açıklamayı, öneminden dolayı kısaca tekrarlamayı yararlı görüyoruz: |
15. August 2009, 01:46 PM | #12 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
HUT
“ حوت Hut” sözcüğü, dilbilimcilerinin bir kısmına göre “balık”, bir kısmına göre de “büyük balık” demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adıdır. Ayrıca eski çağlardan beri burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır. Ancak Kur’an’ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil, gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir. Sözcüğün kökü olan “حوت hvt”, Arap dilinde “hut” ve “havt” olmak üzere iki türlü okunur. Bu okunuşlardan ilki olan “Hut”, Bedeviler arasında “ağır ağır da yutsa, çabuk çabuk da yutsa kendisine kâfi gelmeyen [doymayan, doyma duygusu olmayan]” anlamında kullanılmıştır. “Havt” ise “kuşun suyun çevresinde veya vahşî hayvanın bir şeyin çevresinde dönüp durması, oradan ayrılmaması” anlamındadır. (Lisanü’l-Arab; c: 2, s: 644) Bu anlamlardan anlaşılacağı üzere, “hut” sözcüğü aslında doyma hissi olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek değildir. Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı “semek”tir. Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemeye ara verme nedenlerinin doymaları değil de tıkanmaları olması, bugün artık bilimsel bir bilgidir. Balıkların bu özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları bilinen bir durumdur. Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır. Buna göre, “hut” ve “havt” sözcüklerinin anlamlarını “hırs, doyumsuzluk” olarak ifade etmek mümkündür. “Hut” sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima “sebebiyet mecaz-ı mürseli” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan “hırs ve doyumsuzluk” zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu “bunalım ve karamsarlık” kastedilmektedir. Şimdi pasajı tahlile devam edelim: “Bu şekilde geçtikleri zaman o [Musa], delikanlısına: ‘Getir kuşluk yemeğimizi; gerçekten biz bu yolculuğumuzda yorulduk’ dedi” ayetinin metnine dikkatlebakıldığında, Musa’nın genç arkadaşından kuşluk yiyeceklerini istediği fakat “hutu getir de yiyelim” demediği görülmektedir. Ancak genç adam yemeği getirdi mi, getirmedi mi; yemeklerini yediler mi, yemediler mi; bize bildirilmemektedir. Musa kuşluk yemeği istediği bir anda, genç adam “Gördün mü? O Kaya’ya sığındığımız vakit doğrusu ben hutu unuttum/ terk ettim; ve onu anmamı muhakkak şeytan unutturdu/ terk ettirdi. O [Hut], şaşılacak bir şekilde denizde yolunu edindi” demektedir.61. ayetteki ifadeye göre sadece genç adam unutmamış, Musa da hutunu unutmuştur/terk etmiştir; yani dertten kurtulmuş, rahatlamıştır. HUT’UN BAHRDE [BİLGİN KİŞİDE] KAYBOLMASI: Musa ve yardımcısının sıkıntıları, karamsarlıkları, bunalımları Büyük Kaya’da bilginler arasında yaşadıkları şeyler vasıtasıyla ortadan kalkmıştır. Sanki denizde bir balığın derin bir deliğe dalıp kaybolup gidişi gibi olmuştur. Olay deniz ve balık sembolleri ile anlatıldığından, ifadeler dağdağalıdır. 64. ayetteki “O [Musa], ‘İşte bu, aradığımızdı!’ dedi. Hemen izlerini takip ederek gerisin geri döndüler” şeklindeki genel ifadeye göre, Musa’nın aslında aradığı yeri bulduğu fakat aradığı yerin orası olduğunu anlayamadığı anlaşılmaktadır. Büyük Kaya’nın orada yaşadıkları olaylara - orada deniz gibi bilgiye sahip kimselerle karşılaşıp sıkıntıdan, bunalımdan kurtulmalarına- bakılırsa, Musa’nın varmak istediği yer; iki denizin birleştiği [bilginlerin toplanıp bilgi alışverişi yaptığı, bilgisizleri bilgilendirdikleri, zihinsel problemleri çözdükleri] yer orası olmalıydı. Oraya dönüp bir şeyler daha öğrenmeliydi. Bu nedenle hemen gerisin geri o Büyük Kaya’ya döndüler. 65- Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ile delikanlı geri döndüklerinde, iki bilginin buluştuğu o yerde [Kaya’da] bir kişi ile buluşurlar. Bu kişi, Allah’ın kendisine ilim ve rahmet vermiş olduğu bir kuldur. Kanaatimize göre, Musa ile yardımcısının Sahra’da buldukları bu kul bir peygamberdir. Çünkü ayette “Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik” denmiştir. Aşağıdaki Kur’an ayetleri, Yüce Rabbimizin bu ifadeyi peygamberlik nimeti için kullandığını göstermektedir: Yine onlar: “Bu Kur'an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zühruf/31, 32) Ve sen Kitap’ın sana ilka edileceğini [indirileceğini] umuyor değildin. (O) ancak Rabbinden bir rahmet olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma [yardımcı olma]. (Kasas/86) Bilgin Kul’un bir peygamber oluşunun diğer delili ise surenin 82. ayetinde duvar doğrultma işini kendi iradesi ile yapmadığını beyan ediyor olmasıdır. Bu demektir ki, duvar altında duran iki yetime ait gömünün varlığı ve bu gömünün belli bir süre daha bulunduğu yerde korunması gereği ve dolayısıyla bunun icabı olan duvarın doğrultma işi Bilgin Kul’a [peygambere] vahiy ile telkin edilmiştir. Yukarıdaki delillere dayanarak peygamber olduğunu söylediğimiz “bilgin kul” hakkında Kur’an’da başkaca bilgi verilmemiştir. Bu durumda, onun da Nisa/164 ve Mü’min/78’de peygamberimize adlarının ve kıssalarının haber verilmediği bildirilen peygamberlerden olduğu anlaşılmaktadır. 66- Musa ona: "Doğru yol konusundaki sana öğretilenden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" dedi. Musa “Bilgin Kul” ile tanışmış ve onun bilgin birisi olduğunu, doğru yolu bulma konusunda kendisine çok bilgi verilmiş olduğunu öğrenmiştir. Ondan “doğru yolu bulma konusunda ona öğretilenlerden öğrenmek için” öğrencisi olmayı istemektedir. 67, 68- O [Âlim kul]: “Şüphesiz sen benimle beraber sabra takat yetiremezsin. Ve kavrayamadığın bilgiye nasıl sabredeceksin!” dedi. Musa’nın o yöre ve “Bilgin Kul” hakkında bilgisinin olmadığı bellidir. Çünkü o bölgeye yeni gelmiş ve “Bilgin Kul” ile yeni tanışmıştır. Buna karşılık “Bilgin Kul”un ifadelerinden, onun o yörenin insanı olduğu ve bir takım görevleri olduğu anlaşılmaktadır. Zira “Bilgin kul”, Musa ile birlikte oldukları takdirde meydana gelmesi muhtemel olaylar karşısında Musa’nın idrakinin bu olayları almayacağını ve sabredemeyeceğini öngörmektedir. Yani “Bilgin kul”, belli bir görevi ifa etmek için dolaştığı o bölgede, o bölgeyi iyi tanıdığı için bazı olumsuzluklarla karşılaşabileceğini tahmin edebilmekte ve Musa’nın da bunlara sabredemeyeceğini düşünmektedir. 69- O [Musa]: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem” dedi. 70- O [Âlim kul]: “O halde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana öğüt olarak ondan söz açıncaya kadar.” Pazarlık yapılmış ve “Bilgin Kul”, kendisi açıklama yapıncaya kadar tanık olacağı herhangi bir olay hakkında soru sormaması şartıyla Musa’nın kendisiyle beraber gelmesine izin vermiştir. Dikkat çeken noktalardan biri de, kıssanın bundan sonraki bölümlerinde artık Musa’nın genç yardımcısından söz edilmiyor olmasıdır. 71- Bunun üzerine ikisi [Bilgin kul ile Musa] yürüdüler; nihayet gemiye bindiklerinde o [Âlim kul] gemiyi yırttı; parçaladı. O [Musa]: “İçindekileri boğman için mi onu yırttın; parçaladın? Kesinlikle sen, şaşılacak bir şey yaptın!” dedi. 72- O [Âlim Kul]: “Ben, ‘Şüphesiz sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?’ demedim mi?” dedi. 73- O [Musa]: “Unuttuğum şeyle beni cezalandırma ve işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” dedi. Bilgin Kul, bindikleri gemide hasar oluşturunca, Musa dayanamaz ve ona “İçindekileri boğman için mi onu yırttın; parçaladın? Kesinlikle sen, şaşılacak bir şey yaptın!” der. Bilgin Kul da “Ben, ‘Şüphesiz sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?’ demedim mi?” diyerek anlaşmayı hatırlatır. Bunun üzerine Musa “Unuttuğum şeyle beni cezalandırma ve işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” diyerek özür diler. Bilgin Kul’un kendisi o çevreyi tanıdığı gibi, gemi sahipleri ve yolcular da “Bilgin Kul”u tanıyor ve ona güveniyor olmalılar ki, onun gemiyi yaralamasına engel olmamışlardır. Ne “bilgin kul”, ne de o yöre hakkında bilgisi olmayan Musa ise bu işe karşı çıkmıştır. Bu olayda herhangi bir olağanüstülük, esrarengizlik yoktur. Kulun gaybı bilmesi gibi bir durum da söz konusu değildir.
76- O [Musa]: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Kesinlikle tarafımdan özre erdin [kovarsan darılmam]” dedi. Bilgin Kul ile Musa yola devam ederler. Nihayet bir delikanlıya rastlarlar. Bilgin Kul bu delikanlıyı öldürür. Bunun üzerine Musa “Bir nefis karşılığı olmaksızın tertemiz bir nefsi mi öldürdün? Kesinlikle çok anlaşılmaz bir şey yaptın!” diyerek olayı kınar. Bunun üzerine Bilgin Kul, Musa’ya “Ben sana ‘Kesinlikle sen benimle birlikte asla sabredemezsin’ demedim mi?” diyerek seyahat şartlarını hatırlatır. Musa da “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Kesinlikle tarafımdan özre erdin [kovarsan darılmam]” diyerek tekrar son özrünü bildirir. Ayette geçen “ غلام Gulam” sözcüğünün orijinal anlamı, “cinsel ilişkiye alabildiğine düşkün ve arzulu olan” demektir. Bu özellik, çocukluk yaşından çıkmış kimselerde olur. Bu da delikanlılık çağıdır. Gulam/ delikanlı sözcüğü, şeyh/ ihtiyar sözcüğünün zıt anlamlısı olarak kullanılır. (Lisanü’l Arab, c.6 , s. 664- 666) Ayetteki “Bir nefis karşılığı olmaksızın tertemiz bir nefsi mi öldürdün? Kesinlikle çok anlaşılmaz bir şey ...” ifadesinden, “gulam”ın erişkin birisi olduğu anlaşılmaktadır. Musa bu katil olayının ancak “kısas” yoluyla yapılabileceğini ileri sürmüştür. Çocuk yaşta birisi başkasını öldürürse ona kısas yapılmaz. Buradaki olay kısasa uygun görüldüğüne göre, “gulam” çocuk değil, erişkin bir delikanlıdır. Delikanlının öldürülmesine Musa’dan başka karşı çıkan da olmamıştır. Demek ki, “Bilgin Kul”un delikanlıyı niçin öldürdüğünü o beldenin insanları, öldürülen delikanlının yakınları; ana-babası ve herkes bilmektedir. Aksi halde bir yabancının gelip de memleketlerinde kendilerinden bir delikanlıyı öldürüp elini kolunu sallayarak çekip gitmesine kimse kayıtsız kalmazdı. “Gulam”ın öldürme gerekçesi surenin 80 ve 81. ayetlerinde açıklanmıştır. |
15. August 2009, 01:47 PM | #13 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
77- Bunun üzerine yine gittiler. Nihayet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Bunun üzerine onlar da, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. O [Âlim Kul], onu doğrultuverdi. O [Musa]: “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” dedi.
Bilgin Kul ile Musa yine yola devam ederler ve bir kente uğrarlar. Acıkmış oldukları için o kenttekilerden yiyecek isterler. Kenttekiler onlarla ilgilenmezler. Anlaşılan o ki, “Bilgin Kul” bu kentte tanınmamakta ve bilinmemektedir. Buna rağmen Bilgin Kul, yıkılmak üzere olduğunu gördükleri bir duvarı tamir edip doğrultur. Musa yaşananlar karşısında yine dayanamaz ve Bilgin Kul’a “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” diye sitem eder. 78- 82- O [Âlim Kul]: “İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o, üzerine sabra takat getirmediğin şeylerin tevilini haber vereyim: “Gemi olayına gelince; o, denizde çalışan birtakım miskinlerindi. İşte o nedenle ben onu kusurlu hale getirmek istedim. Ötelerinde de bütün gemileri gasp edip alan bir kral vardı. Delikanlıya da gelince; onun anne-babası mümin kimselerdi. İşte o nedenle biz, onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk. Sonra da ‘Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin’ istedik. Duvara da gelince; o, şehirde iki yetim oğlanındı ve onun altında onlar için bir define vardı. Babaları da iyi bir zat idi. İşte onun için, -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım. İşte senin, üzerine sabra takat getiremediğin şeylerin te’vili!” Bilgin Kul, “İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o, üzerine sabra takat getirmediğin şeylerin tevilini haber vereyim” diyerek Musa’nın siteminden sonra Musa’ya “Gemi olayına gelince …” diyerek olayları anlatmaya başlar. GEMİYİ YARALAMA OLAYI Bilgin Kul, “Gemi olayına gelince; o, denizde çalışan birtakım miskinlerindi. İşte o nedenle ben onu kusurlu hale getirmek istedim. Ötelerinde de bütün gemileri gasp edip alan bir kral vardı” diye açıklamada bulunur. Anlaşılan o ki, Bilgin Kul bu bölgede tanınan ve o yöreyi iyi bilen birisidir. Bunun kanıtı, bindikleri geminin sahiplerini tanıması ve öteki kıyıda hüküm süren zalim kraldan haberdar olmasıdır. Bunları bildiği için gemiyi yaralamış ve zalim kralın gemiye el koymasını engellemiştir. Gemi sahipleri ve gemideki yolcular da “Bilgin Kul”u tanıyıp ona güvenmektedirler ki, ona engel olmamışlar ve gemiye verdiği zararın karşılığını talep etmemişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “Bilgin Kul”un gemideki hasarı kendi iradesi ile yapmış olmasıdır. Bu hususu kendisi de “ فاردت ان اعيبها Ben onu kusurlu hale getirmek istedim” diyerek beyan etmiştir. Burada gaybı bilme gibi olağan dışı, sır bir durum söz konusu değildir. DELİKANLININ ÖLDÜRÜLMESİ Bilgin Kul, delikanlıyı öldürme gerekçesini ise şöyle açıklamıştır: “Delikanlıya da gelince; onun anne-babası mümin kimselerdi. İşte o nedenle biz, onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk. Sonra da ‘Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin’ istedik.” İfadelere dikkat edilirse, öldürme olayında Bilgin Kul’un yalnız olmadığı görülür. Olayda Bilgin kul ile beraber başkaları da vardır. Kıssaya geleneksel açıklamalar doğrultusunda bakanlar, bu ayetlerdeki “korktuk” ve “istedik” şeklindeki çoğul fiillerin öznelerini uyduramamışlardır. “Bilgin kul”un “Hızır” veya “melek” olduğu iddia edilince, “korkanlar”ın da -hâşâ- Allah ile Hızır veya Allah ile melek olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır. Ayetlerden anlaşıldığına göre, delikanlıyı öldürme olayı resmî otoritenin; toplum olarak yasalara göre verdikleri bir karar gereği olmuştur. “Bilgin Kul” bu kararın infaz memurudur. Bu nedenle, olayı açıklarken “ فخشينا korktuk” ve “فاردنا istedik ki” şeklinde çoğul bir ifade kullanmıştır. Eğer delikanlının öldürülmesi o delikanlının yaşadığı kentte yasal bir icraat olmasaydı, hem delikanlının yakınlarının hem de şehir halkının [kamu otoritesinin] “Bilgin Kul”a gerekli tepkiyi göstermeleri ve onu cezalandırma yönüne gitmeleri gerekirdi. Görüldüğü gibi, “delikanlının öldürülmesi” olayının bilinmeyecek, yadırganacak, batın ilmi ile açıklanacak herhangi bir yanı yoktur. Normal, yasal bir bir uygulamadır. Ne var ki, Musa, o yörenin yabancısı olduğundan bunu bilmemektedir. Musa, “Bir can karşılığıolmaksızın masum bir cana mı kıydın?” diyerek bir insanın sadece kısas ile öldürülebilineceğini ileri sürmüştür. Hâlbuki şer’an [yasal açıdan] insan sadece kısas için öldürülmez; Allah’a savaş açanlar da öldürülür: Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/ arka arkaya kesilmesi, ya da yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Ahirette de onlar için büyük bir azap vardır. (Maide/33) Dikkat edilirse, 80. ayette “Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk”denilmektedir. Bu ifadeden de delikanlının mümin anne ve babasını dinden çıkarmak için çaba sarf ettiği [Allah ile savaştığı] anlaşılmaktadır. Yani bu durumda Maide suresinin 33. ayetine göre onun öldürülmesi meşru bir olaydır. DUVAR OLAYI Bilgin Kul, duvarı doğrultma işinin içyüzünü açıklarken “Duvara da gelince; o, şehirde iki yetim oğlanındı ve onun altında onlar için bir define vardı. Babaları da iyi bir zat idi. İşte onun için, -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım” demektedir. Görüldüğü üzere, Bilgin Kul, “Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi [فاراد ربّك ]” diyerek işin Allah tarafından yaptırıldığını açıklamaktadır. Ayrıca “Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım” demek suretiyle de sadece duvar olayını kendi görüşüyle yapmadığını beyan etmektedir. Demek oluyor ki, Bilgin Kul’a bu üç olaydan sadece üçüncü olay vahiy ile bildirilmiştir. Yani “Bilgin Kul”un kendi bilgisi ve iradesiyle gerçekleştirmediği olay sadece duvar doğrultma işidir. Ayetin orijinalindeki “ وما فعلته عن امرى ve mâ fealtühü an emrî” ifadesi, tefsir ve meallerin ekserisinde [hemen hemen hepsinde] “ve ben bunların hiç birini kendi görüşümle yapmadım” diye çevrilmiştir. Bu çeviriye göre, üç olaydan hiç birinde “bilgin kul”un kendi görüşü ile davranmadığı, her üç olayda da aldığı vahiyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Oysa bu çeviri yanlıştır. Doğru çeviri “Ve ben onu [duvarı doğrultmayı] kendi görüşümle yapmadım” şeklindedir. Rivayetçilerin ve dirayetsizlerin yanlış meal ve tefsirlerinin doğru olabilmesi için ayetin orijinalinin “عن امرى فعلتهن وما Ve mâ fealtühünnean emrî” şeklinde yani çoğul olarak olması gerekirdi. Ancak bu takdirde cümlenin anlamı, “Ben onları kendi görüşümle yapmadım” şeklinde olurdu. Hâlbuki ayetin orijinali böyle değildir. Zamir “onu” şeklinde tekildir. Sonuç olarak, rivayetlerin, masalların, menkıbelerin ayetin orijinal anlamını ihmal ettirdiği anlaşılmaktadır. 83 - Ve sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki: Size ondan, bir hatırlatma/ öğüt okuyacağım: Surenin 83- 98. ayetlerden oluşan bu bölümünde birçok esrarı barındıran “Zülkarneyn” konusu gündeme getirilmektedir. “Ve sana Zülkarneyn’den soruyorlar” ifadesinden anlaşıldığına göre, Resulullah’a Zülkarneyn ile ilgili bir soru yöneltilmiş ve kendisinden bu konuda bilgi istenmiştir. Pasajı tahlil ettikten sonra Rabbimizin bu soruyu yöneltenlere ve o topluma onların bildiği, sorduğu, öğrenmek istediği Zülkarneyn’i değil de, bambaşka, yepyeni ve yaşayan bir Zülkarneyn anlattığı anlaşılmış olacaktır. Konuya girmeden önce klasik anlayışın Zülkarneyn hakkındaki görüş ve yaklaşımlarının ortaya konması yararlı olacaktır: ZÜLKARNEYN’İN KİMLİĞİ Âlimler, Zülkarneyn'in kim olduğu hususunda şu değişik görüşleri zikretmişlerdir: Birinci Görüş: O Yunanlı İskender [Filip'in oğlu] idi. Bunun delili şudur: Kur'ân, Zülkarneyn adındaki o padişahın ülkesinin Batı’nın en uç noktasına kadar uzandığını göstermektedir. Çünkü Hak Teâlâ, "Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, güneşi kara bir balçıkta batar buldu (Kehf/86)” buyurmuştur. Yine Kur'ân, onun mülkünün doğunun en uzak noktalarına kadar uzandığını da gösterir. Bunun delili de, "Nihayet, güneşin doğduğu yere ulaştığı zaman, onu öyle bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki ... (Kehf/90)” ayetidir. Onun mülkü Kuzey’de de en uzak bir yere kadar uzanıyordu. Bunun delili de, Türk kavimlerinden bir topluluk olan Ye'cûc ve Me'cûc'ün Kuzey'in en uzak noktasında yerleşmiş olmalarıdır. Yine bunun delili, Kur'ân'da bahsedilen o seddin tarih kitaplarında bunun Kuzey’in en uzak yerlerinde yapılmış olduğunun söylenmesidir. Binaenaleyh Kur'ân'da Zülkarneyn diye bahsedilen bu insanın, mülkünün Doğu-Batı ve Kuzey’in en uç noktalarına kadar uzandığına ayetler delalet etmektedir Yeryüzünde mamur ve meskûn olan bütün yerler bundan ibarettir. Böylesine yaygın bir mülkün fevkalâde bir şey olduğunda şüphe yoktur. Böyle bir mülke sahip olan bir kralın adının uzun zaman hatırlarda kalması, gizli ve bilinmez kalmamış olması gerekir. Tarih kitaplarında mülkü böyle olarak şöhret bulmuş hükümdar ise sadece İskender'dir. Çünkü babası ölünce o daha evvel kabileler halinde olan Rumların krallarını emri altında bir araya toplamış, sonra da Batı’nın krallarına hâkim olup onları emri altına almıştır. Böylece el-Bahru'l Ahdar'a dayandı. Sonra Mısır'a dönüp İskenderiye şehrini yaptı ve oraya kendi adını verdi. Daha sonra Şam'a girdi ve İsrailoğulları’na yöneldi. Derken Beyt-i Makdis'e geldi ve orada kurban kesti. Sonra Ermenistan'a ve Bâbu'l-Ebvâb’a yöneldi. Böylece Iraklılar, Kiptiler ve Berberîler ona boyun eğdiler. Daha sonra da Dara oğlu Dâra'ya yöneldi ve onu defalarca yendi. Sonunda muhafız kıtası komutanı Dâra'yı öldürdü. Böylece İskender, İranlıların mülküne de sahip oldu. Sonra Hindistan'a, Çin’e yöneldi, uzak diyarlardaki milletlerle savaştı. Sonra Horasan'a döndü. Pek çok şehirler yaptı. Irak'a geldi ve Şehrizûr'da hastalandı ve orada öldü. Binâenaleyh Zülkarneyn'in bütün dünyaya yahut dünyanın tamamına yakın kısmına sahip olmuş bir kral olduğu Kur'ân ile sabit olduğuna ve tarih ilmine göre de, bu vasıftaki kral İskender olduğuna göre, ayette Zülkarneyn diye bahsedilen bu şahıs ile Yunanlı Filip’in oğlu İskender'in kastedildiğini kesin olarak söylemek gerekir Daha sonra âlimler, bunun o adı almasının sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır: 1- O bu lakabı tıpkı Erdeşir b. Behmen'in, nüfuzunun istediği her yerde geçmesinden dolayı "Tavilu'l-yedeyn" [İki eli uzun] lakabını alması gibi, bu da güneşin iki karnına yani doğusuna, batısına ulaştığı için iki karn sahibi [Zülkarneyn] diye lakaplanmıştır. 2- Farslılar şöyle iddia etmişlerdir: Büyük Dârâ, Filip'in kızıyla evlenmişti. Ona yaklaşınca kötü koktuğunu hissetti ve onu babası Filip'e geri gönderdi. Kız ise ondan İskender'e hâmile kalmıştı. Kız babasının yanına döndükten sonra İskender'i doğurdu. Böylece İskender, Filip'in yanında kalmış oldu. Filip aslında Büyük Dârâ'nın oğlu olan İskender'i kendisinin oğlu diye takdim etti. Bunun delili şudur: İskender, Dârâ oğlu Dârâ'ya son nefesinde yetişince onun başını kucağına aldı ve "Ey babacığım, bunu sana yapanı bana söyle, ondan intikamını alayım" dedi. Bu, Farslıların iddia ettiği bir şeydir. Onlar sözlerine devamla şöyle derler: "Böyle olması halinde, İskender’in babası Büyük Dârâ, annesi de Filip'in kızı idi. O halde İskender iki farklı asıldan, yani Rum ve Fars asıllarından doğmuş bir çocuktur." Farslılar bunu, İskender'i kendi krallarının soyundan saymak istedikleri, böylece de, kendi krallarının soyunun dışından böyle büyük bir kralın olmasını kabul edemedikleri için, bu fikri ileri sürmüşlerdir; ki, bunlar gerçekte tamamen yalandır Çünkü İskender Büyük Dârâ'ya tevazu göstermek için babam demiş ve ona ikram etmek için böyle hitap etmiş olabilir. İkinci Görüş: Müneccim Ebû Reyhan el-Herevi el-Bîrunî "el-Âsâru'l-Bâkiye ani'l-Kurûni'l-Hâliye" [Geçmiş Asırlardan Geride Kalan Eserler] adını verdiği kitabında söyle der: "Rivayete göre Zülkarneyn, Ebu Kerb Şem b. Ubey Efrîk'ış el-Himyerî'dir. Çünkü bunun mülkü yeryüzünün doğusuna-batısına uzanmıştı. Bu, Himyer şairlerinden birinin şöyle derken övündüğü kimsedir: "Züİkarneyn, benden önce yeryüzünde hüküm sürmüş, müslüman bir kraldı. Beni de, yalanlamazdı. Kerim bir kişiden hâkimiyet vesilelerini elde etmek arzusuyla Doğu ve Batı’ya ulaşmıştı" Ebu Reyyân sonra şöyle der: "Bu görüş, doğruya yakın görünüyor. Çünkü “ezivva”yı [başında "zû" bulunan isimleri] Yemenliler kullanır. Çünkü Yemenli hükümdarların isimlen hep "zû"ludur. Zü'n-Nadi, Zü-Nuvas, Zün-Nûn gibi. Üçüncü Görüş: Zülkarneyn Allah'ın yeryüzüne hâkim kıldığı, sâlih bir kimse idi. Allah ona ilim ve hikmet vermiş, heybet elbisesini giydirmiştir. Fakat biz onun tam tamına kim olduğunu bilemiyoruz. Âlimler bu kimseye Zülkarneyn denilmesi ile alakalı olarak şu izahları yapmışlardır: a- İbnu'l- Kevvâ' Hz. Ali’ye (r.a) Zülkarneyn'in kim olduğunu, bir kral mı, yoksa bir peygamber mi olduğunu sorduğunda, Hz. Ali: "O, ne bir kral, ne de bir peygamber idi. O, sağ karninden [alnının sağ tarafından], Allah'a itaat yolunda vurulmuş ve böylece ölmüş. Daha sonra Allah Teâlâ onu diriltmiş. Sonra bu sefer de, sol karninden [alnının sol tarafından] vurulup ölmüş. Derken Allah onu tekrar diriltmiştir. O, böyle salih bir kuldur. İşte bundan dolayı, o, "Zülkarneyn" adını almış ve o mülke sahip olmuş" demiştir. b- Onun hayatı boyunca iki karn [nesil] insan gelip geçtiği için "Zülkarneyn" [iki karn sahibi] adını almıştır. c- Onun başının iki yanı bakırdan olduğu için bu aldığı da söylenmiştir. d- Onun başında, iki boynuza benzer iki şey olduğu için bu adı almıştır. e- Tacının iki boynuzu olduğu için bu adı almıştır. f- Hz. Peygamber (s.a.s)'den, "O, dünyanın iki karnini, yani doğusunu, batısını dolaştığı için bu adı almıştır" dediği rivayet edilmiştir. g- Onun iki karni, iki saç örüğü olduğu için bu adı aldı. h- Allah Teâlâ, hem nuru hem zulmeti [karanlığı ve ışığı] onun emrine vermiş-Bundan dolayı o yürüdüğünde, ışık önünden onu gideceği yere iletir, karanlık da arkasından uzar giderdi. i- Akranlarını âdeta boynuzlayıp [yendiği] için, cesur insanlara "koç" demek gibi, Zülkarneyn de cesaretinden ötürü böyle lakaplanmış olabilir. k- O, rüyasında kendisinin feleklere [yıldızlara] tırmandığını ve güneşin tarafından [karninden] tutunduğunu görmüştü. İşte bu sebeple bu adı almıştı. l- Nura ve zulmete girdiği için bu adı almıştır. Dördüncü Görüş: Zülkarneyn, meliklerden bir meliktir. Hz. Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer bir adamın "Ya Zülkarneyn" dediğini işitti ve şöyle dedi: "Affet Allah'ım, demek siz, peygamberlerin isimlerini koymaktan hoşlanmıyorsunuz da, meliklerin isimlerini [isim olarak] koyuyorsunuz ha!" İşte bu konuda söylenenlerin hepsi bunlardır. Birinci görüş, zikrettiğimiz şu delilden ötürü daha açıktır: Böylesine büyük bir kralın, ehl-i dünyaca halinin bilinir olması gerekir. Böylesine hali [herkesçe] bilinen büyük kral da İskender'dir. Binaenaleyh "Zülkarneyn"den muradın o olması gerekir. Fakat bu görüşte şöyle güçlü bir müşkil bulunmaktadır: O, feylesof Aristo'nun talebesi idi ve onun inancı üzere idi. Binâenaleyh [Kur'an'da] Allah'ın onu yüceltmesi Aristo'nun mezhebinin [inanç ve düşüncesinin], hak ve doğru olduğuna hükmetmeyi gerektirir. Hâlbuki buna imkân yoktur. Allah en iyi bilendir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb) |
15. August 2009, 01:47 PM | #14 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
“Sana Zülkarneyn'i de soruyorlar. De ki: Size ona dair bir haber okuyayım" buyruğu ile ilgili olarak İbn İshak dedi ki: Zülkarneyn'e dair haberlerde belirtildiğine göre, ona başkalarına verilmemiş olan şeyler verilmişti. Sebepler onun için alabildiğine çoğaltılmış ve kolaylaştırılmıştı. Nihayet yeryüzünün doğularına da, batılarına da gitmişti. Ayağı nereye bastıysa ora halkına üstün kılındı. Nihayet doğuya, batıya, ötesinde hiçbir mahlûkun bulunmadığı yerlere kadar yolculuklarını bitirdi. İbn İshak der ki: Arap olmayanlardan bir takım haberler nakleden kimselerin bana anlattıklarına göre, Zülkarneyn ile ilgili bilgilerden miras olarak ders aldıklarına göre o, Mısır ahalisinden olup adı Yunanlı Merzubân b. Merdube imiş. Yunan b. Yâfes b. Nuh'un soyundanmış. İbn Hişam der ki: Adı İskender olup İskenderiye'yi kuran odur. Bundan dolayı şehir ona nispet edilmiştir.
İbn İshak der ki: Bana, Sevr b. Yezîd, Halid b. Ma'dân el-Kelâî’den -ki Hâlid pek çok kimseye yetişmiş bir kişi idi- anlattığına göre, Rasûlullah’a (sav) Zülkarneyn'e dair soru sorulmuş. O da şu cevabı vermiş: "O yeryüzünü alt tarafından izlediği yollarla tamamen dolaşmış bir hükümdardır." Hâlid dedi ki: Ömer b. el-Hattab (ra) bir adamın birisine ‘Ey Zülkarneyn!’ diye seslendiğini işitince şöyle demiş: Allah'ım, mağfiretini dilerim. Sizler peygamberlerin isimlerini kullanmakla yetinmeyerek şimdi de meliklerin isimlerini mi kullanmaya başladınız? İbn İshak der ki: Zülkarneyn'in bunların hangisi olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Rasûlullah gerçekten bunu söyledi mi, söylemedi mi, Allah bilir. Doğru onun söylediğidir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) Allah tarafından gönderilmiş ve Yüce Allah'ın ona yeryüzünü fethetmeyi nasip etmiş olduğu da söylenmiştir. Dârakutnî, "Kitabu'l-Ahbâr"da, Rabâkîl adındaki bir meleğin Zülkarneyn'e indiğinden söz etmektedir. Kıyamet gününde yeryüzünü katlayıp dürecek olan melek de budur. O -kimi ilim adamının naklettiğine göre- yeryüzünü birbirinden çözüp ayıracak ve bütün mahlûkatın ayakları [Yüce Allah'ın yeniden yaratacağı yer olan] es-Sâhire'nin üzerine düşecektir. Süheylî der ki: Bu, bu meleğin yeryüzünün doğu ve batısını kat eden Zülkarneyn'in üzerine inmekle görevlendirilmiş olmasına benzemektedir. Nitekim Hâlid b. Sinan'a ateşin musahhar kılınması ile ilgili kıssa da ateş üzerinde görevli olan meleğin durumuna uygun düşmektedir. Bu görevli melek ise Malik'tir. Ona ve bütün meleklere selam olsun. İbn Ebi Hayseme, "Kitabu'l-Bedh" adlı eserinde Hâlid b. Sinan el-Absî'yi söz konusu eder ve onun peygamber olduğunu bildirir. Bu peygambere meleklerden ateşin bekçisi Malik'in görevlendirilmiş olduğunu bildirir. Hâlid b. Sinan'ın peygamberliğinin alâmetlerinden [mucizelerinden] birisi de şu idi: Nâru'l-Hadesân diye adlandırılan bir ateş mağaradan insanlar üzerine çıkıyor ve onları yakıyordu. Onlarsa bu ateşi geri çeviremiyorlardı. Hâlid b. Sinan bu ateşi geri çevirdi ve bir daha da bu ateş oradan çıkmadı. Zülkarneyn'in adının ne olduğu ve hangi sebepten ötürü kendisine bu ismin verildiği hususunda pek çok görüş ayrılıkları vardır. Adının Yunanlı-Makedonyalı Kral İskender olduğu söylenmiştir. Adının Hermes olduğu söylendiği gibi, Herdis olduğu da söylenmiştir. İbn Hişâm der ki: O, Vail b. Himyer'in oğullarından, Himyerli Sa'b b. Zi Yezen adını taşır. İbn İshak'ın görüşü de az önceden geçmiş bulunmaktadır. Vehb b. Münebbih der ki: Zülkarneyn, Romalıdır. Taberî de Peygamber (sav)’den bir hadis zikrederek Zülkarneyn'in bir Romalı genç olduğunu bildirmektedir. Ancak bu, senedi oldukça gevşek [zayıf] bir hadistir. Bunu da İbn Atiyye ifade etmiştir. Süheylî der ki: Haberler ilminden anlaşıldığına göre; bunlar iki kişi idiler. Bunlardan birisi İbrahim (as) döneminde olup, denildiğine göre Şam'da bulunan Bi'ru's-Seb' hususunda onun hükmüne başvurduklarında, İbrahim (as)’ın lehine hüküm veren kişidir. Diğeri ise İsa (as) dönemine yakın bir zamanda yaşamıştır. Onun İbrahim (as) döneminde yahut ondan az bir süre önce yaşamış azgın hükümdar olan ve Erendâseb oğlu Beyurâseb'i öldürmüş bulunan Efridun [Feridun] olduğu da söylenmiştir. Ona bu ismin [Zülkarneyn’in] veriliş sebebi ile ilgili görüş ayrılıklarına gelince: Onun iki tane saç örüğünün bulunduğu ve bundan dolayı ona bu ismin verildiği söylenmiştir ki, bunu es-Salebî ve başkaları nakletmektedir, Çünkü örükler de başın karnları [boynuzları] demektir. Zaten Zülkarneyn de “boynuzları olan, boynuz sahibi” demektir. Şairin şu beytinde de böyledir: "Örüklerinden yakalayarak öptüm ağzını... Su içmesi yasaklanmış sıtmalının, kaya çukurunda birikmiş soğuk suyu içmesi gibi." Denildiğine göre; o, krallığının ilk dönemlerinde rüyasında güneşin iki tarafını yakalıyormuş gibi görmüş, bunu anlatınca güneşin aydınlattığı her tarafa galip gelip hükmünün altına geçireceği şeklinde yorumlanmış, bundan dolayı da ona Zülkarneyn adı verilmiş. Bir diğer görüşe göre; bu ismin ona veriliş sebebi hem doğuya hem batıya ulaşmış olmasıdır. O böylelikle adeta dünyanın iki boynuzunu eline geçirmiş gibi oldu. Bir kesim de şöyle demektedir: Güneşin doğuş yerine varınca oradaki boynuzları görmüş; yahut da onun etrafındaki şeytanın iki boynuzunu görmüş, o bakımdan ona Zülkarneyn adı verilmiş. Vehb b. Münebbih der ki: Sarığının altında iki tane boynuzu [örüğü] vardı. İbnu'l-Kevvâ, Ali’ye (ra) Zülkarneyn'e dair “O bir peygamber miydi, yoksa bir hükümdar mıydı?” diye sormuş. Şu cevabı vermiş: Ne bu, ne o... O salih bir kul idi. Kavmini Yüce Allah'a davet etti. Onun bir karnını [alnının bir tarafını] yaraladılar. Sonra yine onları davet etti, bu sefer diğerini yaraladılar. O bakımdan ona Zülkarneyn denildi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) Allah Teâlâ peygamberine buyuruyor ki: “Ey Muhammed; sana Zülkarneyn'i sorarlar.” Yani Zülkarneyn'in haberini sorarlar. Daha önce naklettiğimiz gibi Mekke kâfirleri Ehl-i Kitâb'a [Yahûdî ve Hıristiyanlara] bir heyet göndererek Hz. Peygamberi imtihan edebilecekleri sorular istediler. Onlar da dediler ki: Ona yeryüzünde gezinen adamı, ne yaptıkları bilinmeyen yiğitleri, bir de ruhu sorun. Bunun üzerine Kehf sûresi nâzil oldu. İbn Cerîr burada Emevî el-Meğâzî isimli eserinde isnadı zayıf bir hadîs nakleder. Şöyle ki: Ukbe b. Âmir dedi ki: Yahudilerden bir topluluk Hz. Peygambere gelip Zülkarneyn'i sordular. Hz. Peygamber de daha başından itibaren onlara Zülkarneyn'in haberini anlattı. Anlattığı bu haber içerisinde şunlar vardı: Zülkarneyn Rûm asıllı bir delikanlı idi. İskenderiye'yi o kurmuştu. Bir melek onu göğe yükseltmiş ve sedde kadar götürmüştü. Orada yüzleri köpek yüzü gibi olan bir kavmi görmüştü. Daha uzun uzadıya nakledilen bu rivayet çirkinliklerle doludur ve onun Hz. Peygambere ref’i sahîh değildir. Daha çok İsrâiloğulları’nın haberlerinden aktarmadır. Ne gariptir ki, Ebu Zür'a er-Râzî, çok değerli bir yere sâhip olmasına rağmen bu rivayeti bütünüyle Delâilü’n-Nübüvve isimli eserinde nakletmiştir. Bu, onun için gârib bir nakildir ve onun naklettiğinde de münker taraflar vardır. Bu kötü hususlardan birisi de, Zülkarneyn'in Bizanslı olduğunu söylemesidir. Aslında Rûm olan Makedonyalı Filip'in oğlu İskender Il’dir ki Rumlar tarihlerini onunla başlatırlar. İskender I ise Ezrakî'nin ve diğerlerinin zikrettiğine göre; İbrahim Aleyhisselâm Kâ'beyi yaptığı sırada Allah'ın evini tavaf etmiş, ona inanıp tâbi olmuştur. Beraberinde de Hızır Aleyhisselâm varmış. İkincisi ise Yunanlı, Madekonya'lı Filip'in oğlu İskender'dir. Onun veziri de meşhur feylesof Aristoteles'tir. Allah en iyisini bilendir. Bu kişi, Rûm milletinin memleketlerinde kullanılan tarihi koyandır. İsâ Mesîh'den (as) yaklaşık üç yüz sene önce yaşamıştır. Kur'an'da zikredilen I. İskender'e gelince; bu, Ezrakî ve diğerlerinin zikrettiği gibi, İbrâhîm Halîlullah zamanında yaşamıştır. Hz. İbrâhîm Kâ'beyi bina edip Allah'a kurbân adadığında onunla beraber bu evi tavaf etmiştir. Biz, el-Bidâye ve'n-Nihâye isimli eserimizde bunun haberlerinden bir kısmını aktardık. Oradaki nakillerimiz kâfidir. Hamd, Allah'a mahsûstur. Vehb b. Münebbih der ki: Zulkarneyn bir hükümdardı. Bu adı almasının sebebi başının iki tarafında bakır bulunmasıydı. Yine Vehb b. Münebbih der ki: Bazı Ehl-i Kitâb bilginlerinin söylediğine göre; Zulkarneyn adını almasının sebebi, Bizans ve İran'a hâkim olmasıdır. Bazıları da derler ki: Onun başında boynuza benzer iki şey vardı, onun için iki boynuzlu anlamına Zulkarneyn adı verilmiştir. Süfyân es-Sevrî, Ebu Tufeyl'in şöyle dediğini nakletti: Hz. Ali (r.a.)’ye Zulkarneyn sorulduğunda, dedi ki: O kendini Allah Azze ve Celle'ye adayan bir kul idi. Kavmini Allah'a davet etti, onu alnından vurdular da öldü. Sonra Allah onu diriltti. Kavmini yine Allah'a davet etti, yine alnından vurdular da öldü. Bunun için ona Zülkarneyn adı verildi. Aynı ifâdeyi Şu'be de Ebu Tufeyl'den nakleder ki, Hz. Ali'nin böyle dediğini işitmiş. (İbn Kesir) Zü'l-Karneyn'in kim olduğunu belirlemek, ilk dönemlerden beri tartışmalı bir konu olagelmiştir. Müfessirlerin çoğu onun Büyük İskender olduğu görüşündedirler, fakat Kur'an'da anlatıldığı şekliyle Zü'l-Karneyn'in özellikleri ona uymamaktadır. Şimdi ise müfessirler onun eski İran İmparatoru Kisra Haris [Hüsrev veya Sayrıs] olduğuna inanma eğilimindedirler. Biz de onun büyük bir ihtimalle Kisra olduğu görüşünü kabul ediyoruz, fakat bu güne kadar gün ışığına çıkan tarihi gerçekler böyle bir iddiayı desteklemekten uzaktır. Şimdi de Zü'l-Karneyn'in Kur'an'da anlatıldığı şekliyle özelliklerine bir göz atalım: 1- Zü'l-Karneyn [iki boynuzlu] adı Yahudiler tarafından çok iyi biliniyor olmalı, çünkü onların teklifi üzerine Mekke'li müşrikler bu soruyu Peygamber'e (s.a) yönelttiler. Bu nedenle "İki Boynuzlu" diye bilinen şahsın kim olduğunu veya "İki Boynuzlu" diye bilinen krallığın hangi krallık olduğunu öğrenmek için Yahudi edebiyatından yararlanmalıyız. 2- Zü'l-Karneyn fetihleri doğudan batıya, daha sonra da üçüncü bir yöne ya kuzeye ya da güneye yayılmış büyük bir kral ve büyük bir fatih olmalı. Kur'an'ın indirilmesinden önce böyle büyük fatih olan bir kaç kral vardı. Bu nedenle araştırmamız Zü'l-Karneyn'in diğer özelliklerini bu krallardan birinde bulmak yönünde olmalıdır. 3- Bu isim ancak krallığını Ye'cuc ve Me'cuc'un saldırısından korumak için iki dağın arasına sağlam bir duvar yapan bir krala verilmiştir. Bunu açığa çıkarabilmek için Ye'cuc ve Me'cuc'un kim olduklarını öğrenmeliyiz. Aynı zamanda böyle bir duvarın ne zaman inşa edildiğini ve hangi ülkenin sınırları içinde olduğunu da tespit etmeliyiz. 4- Yukarıdaki özelliklerin yanı sıra Zü'l-Karneyn Allah'a ibadet eden bir kral ve adil bir yönetici olmalı. Çünkü Kur'an her şeyden önce bu özellikleri vurgulamaktadır. Bu özelliklerin ilki Kisra'ya uymaktadır, çünkü Kitab-ı Mukaddes'e göre Daniel Peygamber, rüyasında Medva ve Fas krallıklarını Yunanlıların yükselişinden önce iki boynuzlu bir koç şeklinde görmüştür (Daniel 8: 3, 20). Yahudiler "İki Boynuzlu" şahsa çok saygı duyarlar çünkü onun saldırısıyla Babil Krallığı çökmüş ve İsrailoğulları özgürlüklerine kavuşmuştur. İkinci özellik de tamamen olmasa bile kısmen Kisra'ya uymaktadır. Onun fetihleri batıda Anadolu ve Suriye'ye, doğuda Belh'e kadar uzanmıştır, fakat onun kuzeye ve güneye bir sefer düzenlediğini gösteren hiçbir delil yoktur. Oysa Kur'an onun bu üçüncü seferinden açıkça bahseder. Bununla birlikte üçüncü sefer tamamen konu dışı değildir, çünkü tarih Kisra'nın krallığının kuzeyde Kafkasya'ya kadar genişlediğini söyler. Ye'cuc ve Me'cuc'e gelince, onların eski zamanlardan beri yerleşik imparatorluk ve devletlere saldırılar düzenleyen ve çeşitli adlarla bilinen- Tatarlar, Moğollar, Hunlar ve İskitler- Orta Asya kabileleri olduğu söylenir. Kafkasya'nın güney bölgelerinde sağlam siper ve duvarların yapıldığı da bilinmektedir. Fakat bunların Kisra tarafından yaptırıldığı tarihi olarak tespit edilmiş değildir. Son özelliğe gelince; Kisra eski krallar arasında bu özelliğe sahip olabilecek tek insandır. Çünkü düşmanları bile onun adaletini övmekten, kendilerini alamazlardı. Kitab-ı Mukaddes'in kitaplarından biri olan Ezra onun İsrailoğullarını Allah'a ibadet ettiği için serbest bırakan ve ortağı olmayan Allah'a ibadet edilmesi için Süleyman tapınağının tekrar inşa edilmesini emreden, Allah'tan korkan ve Allah'a ibadet eden bir kral olduğunu söyler. Yukarıda belirtilen noktaların ışığında, Kur'an'ın nazil oluşundan önce yaşayan krallar içinde sadece Kisra'nın Zü'l-Karneyn'in özelliklerine uyduğunu söyleyebiliriz. Fakat Kisra'nın Zü'l-Karneyn olduğunu kesin bir şekilde iddia edebilmemiz için daha fazla delile ihtiyacımız var. Yine de Kur'an'da anlatılan özelliklere Kisra'dan daha fazla uyan hiçbir kral ve fatih yoktur. Tarihi olarak Kisra'nın M.Ö. 549'da tahta geçen bir Pers kralı olduğunu söylememiz yeter. Tahta geçtikten birkaç yıl sonra Medyen ve Lidya krallıklarını ele geçirdi ve M.Ö. 539'da Babil'i fethetti. Bundan sonra ona karşı çıkacak hiçbir güçlü krallık kalmamıştı. Kisra'nın fetihleri bir tarafta Sind ve Türkistan'a, bir tarafta Mısır ve Libya'ya, diğer tarafta Trakya ve Makedonya'ya ve kuzeyde Kafkasya ve Harzem'e kadar uzanmıştı. Yani bütün medeni ülkeler onun yönetimi altındaydı. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an) Çağdaş tefsirlerden olan Kasimî'nin tefsirinde bazı araştırmacılara nispet ederek şunlar nakledilmiştir: Dağıstan bölgesinde Araplar arasında Kaf Dağı diye bilinen Kafkas dağlarından birisinin arkasında iki kabile bulunmaktadır. Birisinin ismi Âkûk, diğerinin ise Mâkuk'dur. Araplar bunları Ye'cuc ve Me'cuc diye Arapçaya çevirmişlerdir. Bu iki kabile, birçok millet tarafından bilinmekte ve Ehl-i Kitab’ın kitaplarında da anlatılmaktadırlar. Bu iki kabileden Rusya ve Asya'daki birçok kuzey ve doğu milletleri üremiştir. "sedd" ise Dağıstan bölgesinde Derbend ile Hazar şehirleri arasındaki dar boğazda bulunmakta ve şimdi demir kapı, Sed adıyla anılmaktadır. Bu iki dağ arasındaki dar boğazda eski demirden seddin izleri bulunmaktadır. "Safvetü’l-Ahbar" kitabından nakledilerek anlatıldığına göre, Abbasi Halifesi Vasık'ın gönderdiği seriyyenin ulaştığı sed, Çin şeddidir. Bu surların uzunluğu yaklaşık 1250 mile, kalınlığı alttan 25 adıma, yukarıdan ise 15 adıma, yüksekliği ise 15 adım ile 25 adıma ulaşmaktadır. Bazı yerlerinde ise yüksekliği 40 adıma ulaşan kuleler bulunmaktadır. Bu surları İskender inşa etmemiştir. İskender'in inşa ettiği sed, Derbend seddidir. Bu müfessirin ifade ettiğine göre, Zülkarneyn, meşhur Makedonyalı İskender'dir. Müfessir, Makedonyalı İskender'in bilinen putperest inancıyla Kur'an ayetlerinin ifade ettiği inanç arasını bulmaya çalışarak şöyle demiştir: “Yunanlıların inancının putperestlik olmasından, O'nun da putperest olması gerekmez. Onun hocaları olan Aristoteles ve Pisagor da Allah'a inanıyorlardı.” Ancak müfessirin bu çabası ikna edici değildir. Onun sözünden anlaşıldığına göre, o, söz konusu seddi Mâkûk ve Âkuk kabilelerin saldırılarını engellemek İçin inşa etmiştir. Diğer taraftan, çağdaş iki Hindili Müslüman bilgin, Şibli Nu'mânî ve Ebu Kelam Azad, Kur'an'ın değişik bölümlerinde anlatılan konular hakkında bilimsel ölçülere uygun, birçok kaynaklara ve önemli tarihi belgelere dayanan araştırmalarda bulunmuşlardır. Birinci bilginin araştırması sonucunda tercih ettiğine göre, Zülkarneyn M.Ö. 5. asırda yaşamış Fars [İran] kralı Dârâ cl-Kebîr'dir. Ye'cuc ve Me'cuc, Kafkas dağlarının ardında Doğu’da yerleşmiş Tatar-İskit kabilelerindendir. İnşa ettiği sed ise, Hazar denizinin batı yakasında yer alan Derbend şehrine yakın Derbend seddi diye bilinen yerdir. İkinci bilginin araştırması sonucu da tercih ettiğine göre, Zülkarneyn, M.Ö. 6. asırda yaşamış Fars kralı Kurus’tur. Bu kral Dârâ el-Kebîr'den önce hükümdarlık yapmış. Babil memleketini yıkmış, Babil ülkesinden sürülen Yahudilerin Filistin'e dönmelerine ve Uruşelim [Bcytü’l-Makdis] ile ma'bcdinin M.Ö. 538 yılında yeniden inşa edilmesine izin vermiştir. İnşa edilen sed İse Derbend seddi olmayıp, Viladi Kuyuköz ve Tiflis şehirleri arasında yer alan Kafkas dağlarından birisinin iki tarafında, adlarından birisi olan Kurs boğazı ismiyle tanınan yerdeki seddir. Bu sed hâlâ mevcut olup demir ve bakır karışımıdır. Ye'cuc ve Me'cuc ise Moğol kabilelerinden olup, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlardı. Kurs seddi de onları engellemek için bina edilmiştir. (Derveze; et Tefsirü’l Hadis) |
15. August 2009, 01:48 PM | #15 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Bu naklettiğimiz anlatıların dışında, Ebu’l-Kelam Azad “Zülkarneyn” diye bir kitap yazmış, bu kitabında Zülkarneyn’in Pers kralı “Kurus” olduğunu iddia etmiştir. Buna da İsraili kaynakları delil göstermiştir.
Bunların dışında Zülkarneyn’in uzaylı olduğuna dair başka tezler de ileri sürülmüştür. ZÜLKARNEYN GERÇEKTE KİMDİR? Yaptığımız nakiller ve alıntıladığımız görüşler, Zülkarneyn’in gerçek kimliğinin spekülatif nakil ve yorumlar arasında iyice anlaşılamaz bir hale geldiğini göstermektedir. Halbuki ayetlerin metnine sadakat gösterilerek ve Kur’an’ın anlam koordinatlarından dışarı çıkılmayarak yapılacak bir tahlil neticesinde Zülkarneyn’in gerçek kimliğiyle alakalı isabetli bir açıklamaya ulaşılacağı kanaatindeyiz. Bu doğrultuda olmak üzere bizim bu konudaki tahlilimiz şöyledir: Pasajın girişinde Rabbimiz “Ve sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki: Size ondan, bir hatırlatma/ öğüt okuyacağım” demek suretiyle Zülkarneyn ile ilgili gerçekleri açıklayacağını ve elçisinin de insanlara Zülkaneyn’i buna göre anlatmasını istemektedir. “Zülkarneyn” sözcüğü “ ذوzü” edatı ile “ قرنkarn” sözcüğünün tesniyesi “olan “ قرنينkarneyn” sözcüklerinden meydana gelme bir tamlamadır. Anlam olarak “iki karn sahibi” demektir. “Karn” sözcüğü, “boynuz”, “büyük çadır”, “bir çağdaki insanların ömür süresi; çağ”, “aynı zaman diliminde bulunma açısından bir araya gelmiş toplum, nesil, kuşak” anlamlarındadır. (Lisanü’l Arab, c. 7, s.336- 340; el-Müfredat, “krn” mad.] Bu açıklamaya göre “Zü’l-karneyn” tamlaması, “iki boynuz sahibi”, “iki büyük çadır sahibi”, “iki çağ sahibi”, “iki nesil sahibi” anlamlarına gelmektedir. Pasajın tümü dikkate alındığında, “Zülkarneyn” tamlamasının anlamlarından “iki çağ sahibi” anlamının tercih edilmesi gerekmektedir. 84 – “Şüphesiz Biz onun [Zülkarneyn] için yeryüzünde iktidar sağladık ve ona her şeyden bir sebep verdik. 85 – Sonra o, bir sebebe tabi oldu. Bu ayetlerde Zülkarneyn hakkında genel bilgi verilerek onun yeryüzünde iktidar sahibi olduğu, yani “yönetici, hükümdar” olduğu açıklanmıştır. Zülkarneyn, Allah’ın kendisine sağladığı iktidar döneminde çok maceralı bir hayat geçirmiş, bir sebebe bağlı olarak ilk macerasını da bu süreçte yaşamıştır. Çalışmalarımız sonucunda ulaştığımız tevil, Zülkarneyn’in Son peygamber Muhammed Aleyhisselam olduğudur. Şimdi Zülkarneyn’in [Resulullah’ın] bu ilk macerasını göreceğiz. 86 - Nihayet o, güneşin battığı yere vardığı zaman, onu [güneşi], kara bir balçıkta batıyor buldu. Bir de bunun yanında bir kavim buldu. Biz dedik ki: “Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandırırsın veya onların hakkında iyi, güzel davranırsın.” 87, 88 - O dedi ki: “Kim zalimlik ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, sonra O, da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır. Amma her kim de iman eder ve salihi işlerse artık buna da en güzel karşılık vardır. Ve Biz onun için emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.” Pasajın bu bölümünde açıklanan bilgileri sıraya koyalım: * Zülkarneyn bulunduğu yerden güneşin battığı bir yere gitmiştir. * O oraya vardığı zaman, güneş kara bir balçıkta batmaktadır. * Orada bir toplum vardır. * Allah, Zülkarneyn’e “Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandırırsın veya onların hakkında iyi, güzel davranırsın” demiştir. Yani ona böyle vahyetmiştir. Bu demektir ki, Zülkarneyn, bir hükümdar olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir peygamberdir de... * Zülkarneyn, Allah’tan gelen bu yetki ve öğreti ile yanlarına vardığı topluma “Kim zalimlik ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, sonra O da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır. Amma her kim de iman eder ve salihi işlerse artık buna da en güzel karşılık vardır. Ve Biz onun için emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz” demiştir. Sıraladığımız bu beş maddedeki üzerinde durulması gereken noktalar şunlardır: GÜNEŞ VE BU YERİN NERESİ OLDUĞU: Yesrib [Medine], o dönemde toplumsal bir bataklık halindedir. Vahiyden eser kalmamak üzeredir. Güneş: Kur’an’daki “Güneş” ifadelerinin mecaz olarak “Vahiy, Kur’an” anlamında olduğunu daha önce birçok kez beyan etmiştik. (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s. 499) Güneşin Battığı Yer: Güneşin batması, bu ayetlerde “Vahyin, daha evvel indirilmiş Kitap’ın [Suhuf-i İbrahim, Tevrat, Zebur, İncil] ortadan kaldırılmış olmasıdır. Güneşin Kara Balçığa Batışı: Kara balçık, mecazî anlamıyla Yesrib halkının kokuşmuş düzenidir. Zülkarneyn’e yapılan “Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandırırsın veya onların hakkında iyi, güzel davranırsın”şeklindeki vahyin ne olduğuna gelince; Kur’an’a baktığımız zaman Zülkarneyn’e yapılan vahyin ve Zülkarneyn’in gittiği yer halkıyla yaptığı anlaşmanın içeriğinin Şura suresinin 40- 43. ayetleri olduğunu görüyoruz: Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse artık onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki, O, zalimleri sevmez. Kim de zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, işte onların aleyhine bir yol yoktur. Yol ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık eden kimseler aleyhinedir. İşte onlar, kendileri için acı bir azap olanlardır. Her kim de sabreder ve kusuru bağışlarsa, şüphesiz işte bu, kesinlikle işlerin azmindendir. (Şura/40-43) Artık buradan anlıyoruz ki, bu hükümdar ve peygamber Muhammed (as)’dır. Gittiği yer, o günün Yesrib’i, yani bugün Medine olarak bildiğimiz kenttir. Anlatılan olay da peygamberimizin Medine’ye hicreti ve orada mülki idareyi eline alması ve onlarla bir belge [Medine Vesikası] imzalamasıdır. Medine Vesikası, Kehf/87, 88’de ifade edilen “Kim zalimlik ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, sonra O da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır. Amma her kim de iman eder ve salihi işlerse artık buna da en güzel karşılık vardır. Ve Biz onun için emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz” ilkeleri doğrultusunda yapılmış bir sözleşmedir. Bu tarihi sözleşmenin maddeleri şunlardır: MEDİNE VESİKASI Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla: 1. Bu yazı Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Medineli müminler, Müslümanlar, bunlara tabi olanlara sonradan iltihak edenler ve onlarla beraber cihat edenler içindir. 2. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet oluştururlar. 3. Kureyş’ten olan muhacirler, kendi aralarında adet olduğu üzere, kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler. Onlar savaş esirlerinin kurtuluş fidyelerini müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet ölçülerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. 4. Beni Avflar, kendi aralarında adet olduğu üzere, önceki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir. Müslümanların teşkil ettiği her zümre savaş esirlerinin kurtuluş fidyelerini müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet ölçülerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. (Aynı maddeler, Beni Haris, Beni Saide, Beni Cuşem, Beni Neccar, Beni Amr b.Avf ve Beni Evsler için tekrarlanmıştır. Bu nedenle aynı tekrarı yazmadık.) 5. Müminler, kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu durumda bırakmayacaklar. Kurtuluş fidyelerini veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir. 6. Hiçbir mümin diğer müminin mevlası [kendi ile akdi kardeşlik ilişkisi kurulan kimse] ile onun aleyhine olacak bir anlaşma yapmayacaktır. 7. Takva sahibi müminler, kendi aralarında, mütecavize, haksız bir fiili tasarlayana, bir cürüme veya bir hakka tecavüze ya da müminler arasında bir karışıklık çıkarma kastını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evladı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır. 8. Hiçbir mümin, bir kâfir için, bir mümini öldüremez ve mümin aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez. 9. Allah’ın zimmeti [himaye ve teminatı] tektir. Müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin himayesi, onların hepsi için bağlayıcı bir hüküm ifade eder. Zira müminler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlası [dostu] durumundadır. 10. Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara karşıt olanlarla yardımlaşmazlarsa, yardım ve desteğimize hak kazanacaklardır. 11. Sulh müminler arasında bir tektir. Hiçbir mümin Allah yolunda girişilen bir harpte, diğer müminleri hariç tutarak, bir barış anlaşması yapamaz. Bu sulh ancak müminler arasında genellik ve adalet esasları üzere yapılacaktır. 12. Bizimle beraber savaşa katılan bütün askeri birlikler, birbirleriyle nöbetleşeceklerdir. 13. Müminler birbirlerinin Allah yolunda akıtılan kanlarının intikamını alacaklardır. 14. Takva sahibi müminler en iyi ve en doğru yolda bulunurlar. 15. Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi altına alamaz, hiçbir mümine bu hususta engel olamaz. 16. Herhangi bir kimsenin bir müminin ölümüne sebep olduğu kati delillerle sabit olur da, maktulün velisi rıza göstermezse, kısas hükümlerine tabi olur. Bu halde, bütün müminler ona karşı olurlar. Ancak, bunlara sadece bu kuralın tatbiki için hareket etmek helal olur. 17. Bu yazının muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Gününe inanan bir müminin bir katile yardım etmesi ve ona sığınak temin etmesi helal değildir. Ona yardım ve yataklık eden, kıyamet günü Allah’ın lanet ve gazabına uğrayacaktır. O zaman artık kendisinden ne bir para ve ne de bir taviz kabul edilecektir. 18. Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir. 19. Yahudiler, müminler gibi savaş sürdüğü sürece harb masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler. 20. Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet [toplum] teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna, Mevlaları da dâhildir. 21. Yalnız, kim haksız bir fiil irtikâp ederse veya bir cürüm işlerse, o sadece kendine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır. 22. Beni Neccar Yahudileri de Beni Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahiptirler. (Beni Haris, Beni Saide, Beni Cuşem, Beni Evs ve Beni Salebe Yahudileri için 21 ve 22. maddelerdeki sözler aynen tekrarlandığı için bu kısımlar zikredilmemiştir.) 23. Cefne ailesi Salebe’nin bir koludur. Bu nedenle Salebeler gibi mütalaa edileceklerdir. 24. Beni Şuteybe de Beni Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacaklardır. Kurallara mutlaka riayet edilecek ve bunlara aykırı davranılmayacaktır. 25. Yahudilere sığınanlar bizzat onlar gibi mülahaza olunacaklardır. 26. Yahudilerden hiç kimse Muhammed’in izni olmadan, Müslümanlarla birlikte bir askeri sefere çıkamayacaktır. 27. Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Biri bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve aile efradını mesuliyet altına sokar. Aksi halde haksızlık olacaktır. Allah bu yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir. 28. Bir savaş vukuunda Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Bu sahifede gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar birbirleriyle yardımlaşacaklardır. Onlar arasında iyi davranma olacaktır. Kaidelere mutlaka riayet edilecek, bunlara aykırı davranış olmayacaktır. 29. Hiç kimse müttefiklerine karşı bir cürüm işleyemez. Zulmedilene mutlaka yardım edilecektir. 30. Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri sürece masrafta bulunacaklardır. 31. Bu sahifenin gösterdiği kimseler için Medine, vadisi dahil mukaddes bir yerdir. 32. Himaye altındaki kimse, bizzat himaye eden kimse gibidir. Ne zulmedilir ne de kendisi zulmedebilir. 33. Himaye verme hakkına sahip olanların dışında hiç kimse himaye veremez. 34. Bu sahifede yazılı kimseler arasında zuhurunda korkulan bütün öldürme ve münazaa vakalarının Allah’a ve Resulüne götürülmeleri gerekir. Allah sahifeye en iyi riayet edenlerle beraberdir. 35. Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edecekler, himaye altına alınmayacaklardır. 36. Müslümanlar ve Yahudiler arasında Medine’ye saldıracaklara karşı yardımlaşma yapılacaktır. 37. Şayet; Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir sulh yapmaya veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet Yahudiler, Müslümanlara aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, müminlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır. Din konusunda girişilen harp vakaları müstesnadır. 38. Her zümre, kendine ait mıntıkadan sorumludur. 39. Bu sahifede gösterilen kişiler için ortaya konan şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların Mevlalarına ve bizzat kendilerine, yine bu sahifede gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir şekilde tatbik olunur. Kurallara mutlaka riayet edilecek, bunlara aykırı hareket edilmeyecektir. Haksız yollarla kazanç temin edenler, sadece kendilerine zarar ermiş olurlar. Allah, bu sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir. 40. Bu yazı, bir haksız fiil veya cürüm işleyenin ceza görmesine engel olamaz. Harbe çıkan da Medine’de kalan da emniyet içindedir. Haksız bir fiil işlemek müstesnadır. Allah ve Resulü Muhammed himayelerini, bu sahifeyi tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza edenler üzerinde tutacaklardır. (Bkz: Niyazi Kahveci, İnsan Hakları ve İslam, Ankara: TDV Yayını, 1995, s: 45-49. Medine Sözleşmesi’nin bir başka Türkçe tercümesi için bkz: Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirilmesi, Ankara:3, b. [Tarihsiz], s. 74-80) 89 - Sonra o [Zülkarneyn], bir sebebe uydu. 90- Nihayet, güneşin doğduğu yere vardı. Onu [güneşi] bir toplum üzerine doğuyor buldu. Öyle ki Biz onlar için, onun [güneşin] astından bir siper kılmıştık. 91 - İşte böyle! Ve Biz onun yanında olan şeyleri ilimce kuşatmıştık. Bu ayetlerde ise Zülkarneyn’in [Resulullah’ın] bir başka sebep nedeniyle başka bir serüveni konu edilmektedir. Zülkarneyn bu kez güneşin doğduğu yere gitmektedir. Yukarıda “güneş” ile “vahy”in kastedildiğini söylemiştik. Buna göre, burada konu edilen olay, Zülkarneyn’in [Resulullah’ın] vahyin kendisine ilk indiği yere, yani Mekke’ye [Hudeybiye’ye] gidişidir. 90. ayetteki “Onu [güneşi] bir toplum üzerine doğuyor buldu” ifadesi, o günlerde Mekkelilerin Kur’an’ı yeni yeni idrak etme aşamasında olduğunu bildirmektedir. Yine 90. ayetteki “Öyle ki Biz onlar için, onun [güneşin] astından bir siper kılmıştık”ifadesiyle,bu gidişin ilahî bir emirle olmayıp Resulullah’ın kendi içtihadına dayandığı; fakat sahip olduğu bilgiler sayesinde çok başarılı bir sözleşme yaptığı anlatılmaktadır. Ayetteki “güneş” sözcüğü “vahiy” olarak ele alınınca, vahyin astı da Resulullah’ın kendi içtihadı olmalıdır. Hudeybiye antlaşmasının başarılı bir sözleşme olduğu, Hayber’in fethinin Hudeybiye antlaşması sayesinde gerçekleşmiş olmasından anlaşılmaktadır. Tarihi kayıtlara göre, Hicret’in 6. yılında [M. 628’de] Resulullah 1500 kadar Müslüman ile birlikte Kâbe’yi ziyaret etme niyetiyle Mekke yakınlarındaki Hudeybiye mevkiine gelmiş, Mekkelilerin buna müsaade etmeme yönündeki tavırları üzerine Müslümanlar ile Mekkeliler arasında diplomatik bir müzakere süreci yaşanmıştır. Yapılan müzakereler sonucunda iki taraf arasında bir sulh sözleşmesi akdedilmiştir. Hudeybiye’de yapılan bu tarihi sözleşmenin temel maddeleri şunlardır: 1- Müslümanlar, Kâbe’yi ziyaret etmeksizin derhal Medine’ye dönecekler, ancak onlara ertesi yıl Hac için üç günlük bir izin verilecektir. 2- Mekke’ye iltica eden hiç bir Medineli Müslüman iade edilmeyecek, fakat Muhammed, kendisine sığınan her Mekkeliyi, bu Mekkelinin velisinin [köleler için sahibi ya da aile reisi] isteği üzerine geri göndermek zorunda olacaktır. 3- Anlaşmaya katılan iki tarafın müttefiklerini de kapsayacak şekilde, iki topluluk arasında on yıllık bir barış anlaşması yürürlüğe konulacaktır. Bu barış anlaşmasıyla, taraflardan her birinin arazisi, karşı taraftan gelecek olan [kervan]ların barış amaçlı geçişlerine açılacaktır. Bu anlaşma ile taraflar, üçüncü bir tarafla savaş yapılması halinde tarafsız kalınacağını zımnen kabul ederler. 92 - Sonra o [Zülkarneyn], bir sebebe uydu. 93 - Nihayet iki sedd arasına ulaştığında iki kavmin astlarından, hemen hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. 94 – Onlar [söz anlamaz kavim] dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye'cuc ve Me'cuc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu?" Bu ayetlerde ise Zülkarneyn’in [Resulullah’ın] bir başka serüveni yer almıştır. Bu serüvende Zülkarneyn iki sedden sonra bir başka yere gitmiş ve orada “laf anlamaz bir kavim” bulmuştur. Bu laf anlamaz kavim, Zülkarneyn’e başvurup belirli bir vergi karşılığında ondan o topraklarda kargaşa çıkaran Ye’cüc ve Me’cüc ile kendi aralarında bir sedd yapmasını [vesika düzenlemesini] istemişlerdir. Bu bölümü iyi anlayabilmek için bazı sözcükleri tahlil ediyoruz: “ سدّSedd”: Bu sözcük, “aralığı kapatma, gediği kapatma, kargaşayı engelleme” demektir. Sözcüğün “sedde, yesüddü” şeklindeki fiilleri, “düzeltti, barışı sağladı, belgeledi, vesikaya, belgeye bağladı” anlamında çekilir. (Lisanü’l Arab, c.4 , s.530) Biz “sedd” sözcüğünün bu anlamlarından “vesika [belge]” anlamını tercih ediyoruz. |
15. August 2009, 01:49 PM | #16 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
“İKİ SEDD [VESİKA] ARASI”
Ayette geçen bu ifadeyle iki ayrı belgenin imzalandığı iki kentin arasına işaret edildiği kanaatindeyiz. İmzalanan iki belge Medine Vesikası ve Hudeybiye Vesikası; imzalandıkları kentler de Mekke ve Medine kentleridir. Bu iki kentin arası ise Hayber kentidir. “SÖZ ANLAMAZ KAVİM” Zülkarneyn, Hayber’e vardığında “iki kavmin astlarından, neredeyse hiç söz anlamayan bir kavim buldu” buyrulmaktadır. Burada Zülkarneyn’in karşılaştığı toplumun iki özelliği verilmiştir. Birincisi, bu toplumun Mekke ve Medine toplumlarına göre seviyesiz oluşu, diğeri de “neredeyse hiç söz anlamayan bir toplum” olmalarıdır. Ayetin orijinalinde “ يفقهونyefkahûne” sözcüğü kullanılmıştır. Bu sözcük, dil bilmez anlamında değildir. Bu sözcük “ الفقهfıkıh” sözcüğünün türevlerindendir. “ الفقهFıkıh” sözcüğü, “bir şeyi bilmek, onu anlamak” demektir. Saygınlığı, şerefi, üstünlüğü diğer bilgilerden fazla olması nedeniyle zamanla “din bilgisi, din anlayışı [hukuk bilgisi, hukuk anlayışı, medenî kanun bilgisi]” anlamında kullanılır olmuştur. (Lisanü’l Arab, c. 7, s.147) Bu durumda, ayette geçen “neredeyse hiç söz anlamayan bir kavim” anlamındaki “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” ifadesi, bu toplumun “elinden gelse, kanun, nizam tanımayacak, hak hukuk önemsemeyecek bir toplum” olduğu mesajını vermektedir. Bilindiği gibi, verdikleri sözde durmama, ahitlerini, misaklarını bozma, yaptıklarını gönüllü yapmama gibi davranışlar İsrailoğulları’nın sıklıkla işledikleri davranışlardır. Bu durumda, burada sözü edilen toplum “Hayber Yahudileri”dir. Nitekim Hayber’de yaşayan Yahudilerden bir kısmı, Medine sözleşmesine riayet etmeyerek Medine’den oraya göçmüş bulunan Yahudilerdir. YE’CÜC VE ME’CÜC Bu sözcüklerle ilgili birçok abartılı nakiller ortaya atılmıştır. Bunların en sadesini naklediyoruz: Ye'cuc ve Me'cuc hakkında yaptığı nakilde ise şunlar bulunmaktadır: Bazıları "Ye'cuc" ve "Me'cuc" kelimelerinin Arapça asıldan geldiğini, ateşin tutuşup alevlenmesi anlamında olduğunu söylemiştir. Veya bunlar, yabancı kelimeler olup Arapçalaştırılmıştır. Bu iki kavim Yafes b. Nuh'un çocuklarından olup Türklerden bir nesildir. Yahut Türkler onlardan bir grup olup, Zülkarneyn seddi inşa etmeden oradan çıkmışlar ve dışarıda kalmışlardır. Sonra da Türk diye adlandırılmışlardır. 22 kabile olup Âdemoğullarının onda dokuzunu oluşturmaktadırlar. Onlar iki millet olup her millet de dört bin millettir. Erkeklerinin her biri, neslinden bin kişinin yetişip silah kullanabilecek duruma geldiğini görmeden ölmez. Bunlar Âdem (as)'in çocuklarından olup dünyayı tahrip etmek için dolaşırlar. Onlar hakkında anlatılanlara göre, bunlar üç sınıftır: Bir sınıf Şam'daki çamlar gibidir; boyları göğe doğru 120 zira'dır [Bir zira' yaklaşık 70 cm uzunluğundadır]. Diğer bir sınıf, genişliği ve uzunluğu eşit olarak 120 zira'dır, bunların karşısında ne dağ ne de demir duramaz. Üçüncü sınıf ise, bir kulağını yere yayıp üzerine yatar, öbür kulağıyla da sarınıp örtünür. Bunlar, karşılaştıkları her türlü vahşi hayvanı, fili, domuzu, köpeği hatta kendilerinden öleni bile yerler. Önleri Şam'da arkaları Horasan'dadır, doğu nehirlerinin hepsini içerler. Bununla beraber bunlardan bir karış uzunluğunda olanlar da vardır. Zülkarneyn onlardan, boyu orta boylu adamın yarısı kadar olanlar da buldu, onların ellerinde pençeler vardı. Dişleri vahşi hayvanların dişleri gibiydi, kendilerini sıcak ve soğuktan koruyan cesetlerinde kıllar vardı ve hayvanlar gibi çiftleşirlerdi. Âdem (as) bir gece ihtilam olmuş, menisi toprakla karışmış, Allah da bu sudan Ye'cuc ve Me'cuc'u yaratmıştır. Onlar Âdemoğulları ile baba cihetinden birleşmektedirler. Onlar yırtıcılara benzeyip hayvanları, yırtıcıları parçalarlar; yılan, akrep ve her türlü canlıyı yerler. İlkbaharda ülkelerinden çıkıyorlar ve yaş, yeşil olan her şeyi yiyor; kuru olanları ise beraberlerinde götürüyorlardı. (Derveze; et Tefsirü’l Hadis) Bizim bu konuyla ilgili tahlilimiz ise şöyledir: “Ye’cüc” ve “Me’cüc” sözcüklerinin Arapça olmadığı hakkında görüşler ortaya atılmıştır. Hatta Kur’an’daki Arapça olmayan kelimelerin tespit ve açıklaması konusunda yapılan çalışmalarda, bu sözcüklerin “Harut” ve “Marut” sözcükleri gibi yabancı [Yunanca] olduğu, sonradan Arapçalaştırıldıkları nakledilmiştir. (el Cevaliki ; el Muarreb, Dr. Semih Ebu Muğuli; Fi’l Kur’ani min Külli Lisan) Bu sözcüklerin yapılarına ekleme çıkarma yapılmak suretiyle Arapça olduğu da kabul edilmiştir. Bu konuda bizim de bir hayli gayretimiz olmuş, ancak bu gayretler de boşuna olmuştur. Şöyle ki: Bu sözcükleri Arapça kabul edebilmek için, bu sözcüklerden “ يأجوج Ye’cûc” sözcüğünün “ateşi alevlendirmek, ateş sesi, acı vermek [tuz acısı]” anlamındaki “ ا ج جecc” kökünden; “ مأجوجme’cûc” sözcüğünün de “atmak, saçmak” (Lisanü’l Arab, c. 8, s. 204) anlamındaki “ م ج جmcc” kökünden türediği düşünülebilir. Ne var ki, bu kökten her ne kadar “ يأجج ye’cücü” veya “ يؤجج yü’cicü”, يمججyemcicü” kalıbında geniş zaman fiili oluşturulabilse de, hiçbir zaman “Ye’cûc” veya “Yâcûc”; “Me’cûc” veya “Mâcûc” kalıbında isim oluşturulması mümkün değildir. Bu durumda, isim olan bu sözcüklerin Arap diline başka dillerden geldiğini kabul etmek zorunluluğu doğmaktadır. Tüm dillerde bu tarz yapılandırmalar vardır. Buna “Herc ü Merc”, “Harut Marut”, “herrü merrü” gibi sözcükleri örnek verebiliriz. Ye’cüc ve Me’cüc sözcükleri, bizim kanaatimize göre de, genel kabule uygun olarak Arapça kökenli değildir. “Teogog” ve “Demogog” sözcüklerinin kısaltılmışları olan “Gog” ve “Magog” sözcüklerinin Arapçalaşmış halleridir. Bu sözcükler ile ilgili olarak Ehl-i Kitap’ın [Yahudi ve Hıristiyanların] kutsal kitaplarında metinler vardır: İncil /Vahiy 20. Bab 7-8: “Bin yıl dolunca, şeytan zindanından çözülecektir; ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Gog ve Magog'u, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır. Onların sayısı denizin kumu gibidir.” Tekvin 10/2: “Yâfes’in oğulları: Gomer, ve Me’cûc, ve Maday, ve Yavan, ve Tubal, ve Meşek, ve Tiras...” Tesniye 28/49-51: “Rab uzaktan, dünyanın ucundan bir milleti, dilini anlamayacağın bir milleti kartal uçar gibi senin üzerine getirecek; kocamış olanın şahsına itibar etmeyen ve çocuklara acımayan, sert yüzlü bir millet, ve o seni helak edinceye kadar, hayvanlarının semeresini, ve toprağının semeresini yiyecek; ve seni bitirinceye kadar sana buğday, yeni şarap ve yağ, hayvanlarının yavrularını, ve koyunlarının yavrularını bırakmayacaktır. Ve bütün memleketinde güvenmiş olduğun yüksek ve dayanıklı duvarların düşünceye kadar seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler ve Allah’ın Rabbin sana verdiği memleketinde, seni bütün şehirlerinde muhasara edecekler. Hezekiel 38/2-3: “Âdemoğlu, Magog diyarından olan, Roşun, Meşekin ve Tubal’ın beyi Gog’a yönel ve ona karşı peygamberlik et ve de: Yehova şöyle diyor: “Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım.” Hezekiel 38/14-16: “Bundan dolayı, Âdemoğlu peygamberlik et ve Gog’a de: ‘Rab Yahova şöyle diyor: ‘Kavmim İsrâil emniyette oturunca, sen o gün öğrenmeyeceksin. Ve sen ve seninle beraber bir çok kavimler, hepsi atlara binmiş, büyük bir cumhur ve kuvvetli bir ordu olarak, şimalin sonlarından, kendi yerinden geleceksin, ve diyarı örtmek için bir bulut gibi kavmim İsrâil’e karşı çıkacaksın, son günlerde vaki olacak ki, milletlerin gözü önünde sende takdis olunacağım zaman, ey Gog, onlar beni tanısınlar diye, seni kendi diyarıma karşı getireceğim.” Hezekiel 39/1-6: “Ve Gog İsrâil diyarına karşı geldiği zaman, Rab Yehova’nın sözü, o günde vaki olacak ki, ateş püsküreceğim. Ve sen Ademoğlu, Gog’a karşı peygamberlik et, ve de: ‘Rab Yehova şöyle diyor’: ‘Roşun, Meşekin ve Tubalın beyi Gog, işte, ben sana karşıyım; Ve seni geri çevireceğim, ve seni ileri götüreceğim, ve şimalin sonlarından seni çıkaracağım; ve seni İsrail dağları üzerine getireceğim; ve sol elinden yayını ve sağ elinden oklarını vurup düşüreceğim. Sen, bütün ordularınla ve yanında olan kavimlerle, İsrâil dağları üzerinde düşeceksin; yesinler diye her çeşit yırtıcı kuşa, ve kırın canavarına seni vereceğim. Açık kırda düşeceksin; çünkü ben söyledim, Rab Yehovanın sözü. Ve Magog üzerine, ve adalarda emniyette oturanlar üzerine ateş göndereceğim; ve bilecekler ki; ben Rabbim.” Hezekiel 39/ 11-12: “Ve o gün vaki olacak ki, İsrâil’de, denizin şarkında Geçiciler deresinde [Abarim deresinde] Gog’a kabir yeri vereceğim; ve oradan geçenleri o durduracak; ve orada Gog’u ve bütün cumhurunu gömecekler; ve oraya Hamon-Gog [Gog cumhuru] deresi denilecek. Ve memleketi temizlesinler diye İsrail evleri yedi ay onları gömmekte devam edecekler. Ve onları memleketin bütün kavmi gömecek, ve onlara izzet bulduğum günde nam olacak, Rab Yehova’nın sözü. Ve devam üzere memleket içinden geçecek adamlar, ve o geçenlerle beraber memleketi temizlemek için yerin üzerinde kalanları gömecek adamlar ayıracaklar; onlar yedi ayın sonunu da araştıracaklar. Ve memleket içinden geçecek olanlar geçecekler; ve biri insan kemiği görünce gömecek olanlar onu Hamon-gog deresine gömünceye kadar yanına bir nişan koyacak. Ve Hamona da bir şehrin adı olacak. Memleketi temizleyecekler.” Yuhannâ’nın Vahyi 20/7-8: “Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından çözülecektir; ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Ye’cûc ve Me’cûc’ü, saptırmak ve onları çenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır; Onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar, ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri kuşattılar; ve gökten ateş inip onları yedi.” Yeremya 5/15: “İşte, ey İsrail evi, uzaktan evinize bir millet getireceğim, Rab diyor; o zorlu bir millet, eski bir millettir, bir millet ki, sen onun dilini bilmez, ve ne dediklerini anlamazsın. Onların ok kılıfı açık bir kabirdir, hepsi yiğitlerdir. Oğullarının ve kızlarının yiyecekleri harman mahsulünü ve ekmeğini onlar yiyecekler; asmalarını ve incir ağaçlarını yiyecekler; güvenmekte olduğun duvarlı şehirlerini kılıçla vurup yıkacaklar. Fakat o günlerde bile sizi bütün bütün bitirmeyeceğim, Rab diyor. Bu anlamları Ye’cüc ve Me’cüc’ün ikinci kez yer aldığı Enbiya suresindeki paragrafta tetkik edelim: Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin. Hâlbuki onlar [müşrikler], işlerini aralarında paramparça ettiler. Hepsi yalnızca Bize dönücülerdir. Öyleyse kim inanmış olarak salihatı işlerse onun emeği için nankörlük edilmeyecektir. Biz, hiç şüphesiz onu yazanlarız da. Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. Hatta Ye'cûc ve Me'cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik." (Enbiya/92-97) Gerek Kitab-ı Mukaddes ve İncil’deki, gerekse Kur’an’daki anlatıma göre Ye’cüc ve Me’cüc’ün ortak özelliği akıncılık, istilacılıktır. Dolayısıyla, bu iki sözcüğün çağrıştırdığı güç bir ordunun gücüdür. Bu durumda “Yecüc” ordu komutanı, “Me”cûc” de onun askerleri anlamındadır. Dikkat çeken bir diğer nokta da, bu sözcüklerin “yakıp yıkma, atıp saçma” sözcüklerini çağrıştıran kelimelerle Arapçalaşmış olmalarıdır. Ye’cüc ve Me’cüc’ü belli bir tarihe ve coğrafyaya sıkıştırmak yanlıştır. Her devirde ve her bölgede Ye’cüc Me’cüc olabilir. Geçmiş devirde Büyük İskender ve ordusu Ye’cüc Me’cüc idi. Anadolu’yu istila/feth eden Alpaslan ve ordusu da Anadolu halkı için Ye’cüc ve Me’cüc idi. Bizansı istila/feth eden Fatih ve ordusu Bizans için, bugün Irak’ı işgal/istila eden Amerika ve müttefikleri de İslam dünyası için Ye’cüc ve Me’cüc’dür. Afganistan’ı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Vietnam’ı, Mısır’ı, Libya’yı, Fas’ı, Tunus’u istila edenler de hep Ye’cüc ve Me’cüc’dür. Bütün bu açıklamalardan varacağımız sonuç şudur: Hayber’i istila eden komutan [Muhammed] ve askerleri [Sahabe] de Hayberliler için Ye’cüc ve Me’cüc’dür. 94. ayette, sözcüklerin hakikat anlamlarına göre, “laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum”un sanki üçüncü şahıslardan bahseder gibi Zülkarneyn’e “Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye'cüc ve Me'cüc bu topraklarda bozgunculardır” şeklinde hitap ettikleri görülmektedir. Üzerinde yeterince tefekkür edilmediği için ayette nakledilen bu konuşma yanlış değerlendirilmektedir. Hâlbuki sözü edilen “laf anlamaz, kanun nizam dinlemez toplum” Zülkarneyn’e doğrudan “Sen ve ordun, bu topraklarda bozguncularsınız” demeyip nazik ve diplomatik bir üslupla “Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye'cuc ve Me'cuc bu topraklarda bozgunculardır” şeklinde kinayeli bir lisanla seslenmektedirler. “Kinaye sanatı” Kur’an’da ve Arap edebiyatında sıkça başvurulan bir yoldur. Hatırlanacağı üzere, Alak suresinde “Salât ettiğin [eğitim öğretim verdiğin, sosyal destek sağladığın] zaman seni engelleyen kişiyi gördün mü?” yerine, “Salât ettiği [eğitim öğretim verdiği, sosyal destek sağladığı] zaman bir kulu engelleyen kişiyi gördün mü? (Alak/9, 10)” denmiştir. Yine aynı şekilde, Abese suresinde de “Yüzünü ekşittin ve sırt çevirdin; sana o kör geldi diye” yerine, “Yüzünü ekşitti ve sırt çevirdi; kendisine o kör geldi diye… (Abese/1, 2)” denmiştir. Her iki ayette de muhataba doğrudan değil, kinayeli bir anlatımla üçüncü şahıs olarak hitap edilmiştir. |
15. August 2009, 01:50 PM | #17 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
TOPRAKLARDA BOZGUNCULUK
Ayette, kanun-nizam tanımaz toplumun [Hayberli Yahudilerin] Zülkarneyn’e: “Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye'cuc ve Me'cuc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu?” diye teklifte bulundukları nakledilmektedir. Ayetin orijinalindeki “ الآرضel-Arz” sözcüğünün başındaki “ الel” takısı “ahd” anlamına alındığı zaman, anlam da “yeryüzünde” değil, “bu yerde, bu topraklarda” şeklinde olur. Sözcük bu anlamıyla ele alındığında ise, Hayberlilerin Zülkarneyn’e [Resulullah’a] “İstilacılar [sen ve askerlerin] çiftçilikten anlamazsınız, bu toprakları ekip biçmesini bilmezsiniz, bu topraklara yazık edersiniz, tarlaları bozup dağıtırsınız. O nedenle, bu toprakları elimizden almayın. Bu toprakları yine biz ekelim, dikelim. Karşılığında da size vergi verelim” diye teklifte bulundukları anlaşılır. 95 – O [Zülkarneyn] dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu imkânlar daha hayırlıdır. Haydin siz bana kuvvetle yardım edin de sizinle onların arasında çok sağlam bir sedd kılayım. 96- Bana, demir kütleleri getirin / ince zekânızla hazırladığınız teklif metinlerini bana getirin.” Nihayet iki tepe /hedef eşitleştiği zaman: “Üfürün!” dedi. Nihayet onu [demiri] bir ateş haline getirince, ‘getirin bana üzerine su boşaltayım’ dedi. Bu ayetlerde, Zülkarneyn’in vergi karşılığı sedd yapmasını teklif eden laf anlamaz kavme verdiği cevap ve yaptığı işler konu edilmiştir. Zülkarneyn [Resulullah], verdiği bu cevapta, Allah’ın kendisine lütfettiği zaferin oradan alınacak ganimetten daha değerli ve yararlı olduğunu dile getirmiş, sonra da “gelin, çok sağlam bir anlaşma yapalım” demiştir. “Çok sağlam bir sedd” anlamı verdiğimiz “redm” sözcüğü, “sedd” sözcüğünden daha şümullü bir anlam ifade etmektedir. (Lisanü’l Arab, c. 4, s. 121, “rdm” mad.) Hak-hukuk bilmez kavim Zülkarneyn’e “bize bir sedd yapıver” demişken, Zülkarneyn onlara çok daha sağlam bir sedd [redm] yapmaktan bahsetmektedir. Buradan anlaşılan o ki, Hayberlilerle yapılacak sözleşme, Medinelilerle yapılan sözleşmeden de, Mekkelilerle Hudeybiye’de yapılan sözleşmeden de daha sağlam olacaktır. Zaten de öyle olmuştur. زبر الحديدZÜBERE’L-HADİD “ الزّبرZüber” sözcüğü “parça, kütle” anlamında kullanıldığı gibi, “kitap, küçük kitap, broşür, yazılı notlar” anlamında da kullanılır. Davud peygambere verilen kitabın adı olan Zebur da bu sözcükle aynı kökten gelmektedir. (Lisanü’l Arab, c.4, s. 332-335] الحديد" Hadid” sözcüğü “demir” anlamında olduğu gibi, “keskin zeka, keskin görüş, göz keskinliği” anlamında da kullanılmaktadır. Sözcükle ilgili olarak daha evvel Sebe/10, 11’in tahlilinde açıklama yapıldığından, detayın oradan (Tebyinü’l Kur’an; c.6, s. 79-82) okunmasını öneriyoruz. Hadid sözcüğü, Kaf/22’de “Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir” şeklinde “keskin görüş, ince zekâ” anlamında kullanılmıştı. Sözcük konumuz olan ayette de yine “keskin görüş, ince zekâ” anlamındadır. “Zübere’l-hadid” tamlamasını, bu anlam doğrultusunda değerlendirdiğimizde, cümlenin anlamı da “keskin zekânızın notlarını bana getirin” demek olur. Diğer bir ifadeyle “ince zekânızla hazırladığınız teklif metinlerini bana getirin” demektir. Böylece yapılacak anlaşma için Zülkarneyn ilk teklifi onlardan beklemektedir. Ayetteki “Nihayet iki tepe /hedef eşitleştiği zaman” ifadesi ise “her iki tarafın kabul edeceği şartlar oluşunca” demektir. Bu gerçekleşince onlara “üfürün” denmiştir. “Üfürün” ifadesi, “siz hazırlayınca biz de imzalayalım, anlaşma sapasağlam olsun” demektir. Zira sözcüklerin lafzî manalarına göre, demiri ateş haline getirip üzerine su boşaltmak, demire, çeliğe su vermektir. Demire, çeliğe su vermek, onu daha sağlam, eğilmez, bükülmez, bozulmaz kılmaktır. Zülkarneyn “Nihayet onu bir ateş haline getirince” yani, her iki tarafın şartları ortaya konup anlaşma sağlanınca, “getirin bana, üzerine su boşaltayım”demiştir. Burada da yine çok anlamlı sözcüklerle sanatsal bir anlatım icra edilmektedir. Bu nedenle, ifadelerin mecazî anlamlarına dikkat edilmelidir. Klasik kabullerdeki gibi, iki dağ arasına demir kütükleri yığdırıp sonra üzerine erimiş bakır dökmek, aklın alacağı şey değildir. Halkın o kadar demiri ve onu eritecek körüğü olsaydı Zülkarneyn’den yardım da istemezlerdi. Ayrıca iki dağ arasına yığılmış binlerce ton demirin körükle ısıtılıp eritilmesi de imkân dışı bir şeydir. Ayette genellikle “erimiş bakır” anlamı verilen “ قطرktr” sözcüğü bu anlamı ifade etmekle birlikte, esas anlamı “su”, yağmur” ve “gözyaşı” gibi sıvılardır. (Lisanü’l Arab, c. 7, s. 410, 411) Biz burada su anlamını tercih etmiş bulunuyoruz. 97 - Artık onlar [o söz anlamaz kavim], onu [sağlamca yapılan sözleşmeyi] aşmaya güç yetiremediler, onu delmeye de güç yetiremediler. 98 – O [Zülkarneyn] dedi ki: “Bu [Sağlamca yapılan sözleşme] Rabbimden bir rahmettir. Artık Rabbimin vaadi geldiği vakit de onu dümdüz yapacaktır. Rabbimin vaadi de haktır.” Bu ayetlerde sözleşmenin hayırla, rahmetle sonuçlandığı ve bu sözleşmenin bozulmadığı açıklanmıştır. Bu ayetler indiği zaman bunların hiç birisi olmamıştı. Dolayısıyla, Resulullah’ın bu olayları yaşayıncaya kadar Kur’an’da konu edilen Zülkarneyn’in bizzat kendisi olduğunu anlayıp anlamadığını bilemiyoruz. Son olarak şunu da ifade edelim: Resulullah’ın “Zülkarneyn [İki Çağ Sahibi]” oluşu, peygamberlikteki hayatının iki aşamalı oluşundan dolayıdır. Müslümanlar daha sonraki yıllarda Hicret’i takvimlerinin başlangıç yılı olarak kabul ettiler. Böylece olaylar “HÖ [Hicretten Önce]” ve “HS [Hicretten sonra]” diye ayrımlanarak tarihe girdi. Tıpkı “MÖ [Milattan önce] ve “MS [Milattan sonra]” ifadelerindeki “Milat” gibi, “Hicret” olayı da tarih düzleminde iki ayrı çağa işaret eden bir referans noktası olarak kabul edildi. HAYBERLİLERLE YAPILAN ANTLAŞMA Konumuzla alakası bakımından Hayberlilerle yapılan sözleşmenin özellikle bilinmesi gerektiğine inanıyoruz. Hayber Yahudilerinin ellerindeki toprakları yarıcı olarak işletmelerinin öngörüldüğü bu antlaşmanın şartları şöyleydi: Hayber Yahudileri, hususan Vatîh ve Sülalim Yahudileri, kendilerine Peygamberimiz Aleyhisselam tarafından verilen eman ve söz üzerine, bütün mallarını, mülklerini bırakarak Hayber'den çıkıp gideceklerdi. Peygamberimiz Aleyhisselamın onları Hayber'den sürüp çıkarmak istediği sırada, Yahudiler: "Bizi Hayber'de bırak da, şu Hayber toprağında bulunalım, onları imar edelim, görüp gözetelim. Yâ Muhammed! Biz mal mülk sahipleriyiz. Biz mülk bakımını, işletmesini sizden daha iyi bilir ve başarırız. Sen bu mülkleri bize işlettir!" dediler. Böylece Hayber mülkleri üzerinde yarıcı olarak çalışmak istediklerini belirttiler. Gerçekten de ne Peygamberimiz Aleyhisselamın, ne de ashabının Hayber mülklerine bakabilecek işçileri bulunmadığı gibi, orayı bizzat görüp gözetmeye de vakitleri yoktu. Peygamberimiz Aleyhisselam: "İstiyorsanız, şu malları işlemek üzere size vereyim, mahsul ve meyveler aramızda bölüşülsün! Sizi bu mallar üzerinde Allah'ın durdurduğu müddetçe durdurayım!" buyurdu. Hayber Yahudileri kabul ettiler. Bunun üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselam: "Sizi çıkarmak istediğimiz zaman, çıkarmamız şartıyla!" diyerek ve mahsulü yarı yarıya bölüşmek üzere, onlarla anlaşma yaptı. Hayber arazisini böylece onlara işletti. Buna göre; Yahudiler çalışacaklar, ekecekler, dikecekler, elde edilecek ekin ve hurma mahsullerinin yarısını hizmetlerinin karşılığı olarak alacaklardı Abdurrezzak'ın İmam Zührî'den rivayetine göre: Peygamberimiz Aleyhisselam, Hayber Yahudilerini, Hayber'den çıkıp gidecekleri sırada yanına çağırdı. Mahsulünü yarı yarıya bölüşmek üzere Hayber hurmalık ve ekinliklerini onlara teslim etti ve kendilerine: "Allah sizi durdurdukça, bu iş üzerinde duracaksınız" buyurdu. Hayber'de ne Peygamberimiz Aleyhisselam, ne de ashabı hesabına Yahudilerden başka işçi çalıştırılmamıştır. Ketibe'de yetişmiş 400.000 hurma ağacı vardı. Peygamberimiz Aleyhisselam, mahsul zamanında Abdullah b. Revâha'yı, sonra da Cebbar b. Sahr'ı Hayber'e gönderir, mahsul ve meyveleri adalet ve hakkaniyet üzere tahminlettirip yarı yarıya bölüştürürdü. Abdullah b. Revâha, mahsulü tahminleyip ikiye böldükten sonra, istedikleri bölüğü almakta Yahudileri serbest bırakır, yahut onlara: "Siz tahminleyip bölünüz, birisini almakta beni serbest bırakınız" derdi. Buna rağmen, Yahudilerin Abdullah b. Revâha'ya: "Bize haksızlık ettin!" diyecek kadar ileri gittikleri olur, Abdullah b. Revâha: "İsterseniz, bize düşen sizin olsun! Size düşen de bizim olsun!" diyerek olgunluk gösterirdi Yahudiler, kadınlarının zinet takıntılarını toplayıp Abdullah b. Revâha'ya: "Bunlar senin olsun da, bize bölüştürmede iyilik et! Göz yum!" dediler. Abdullah b. Revâha: "Ey Yahudi cemaati! Vallahi, siz bana Allah'ın yaratıklarının en sevimsizi ve iğrencisinizdir! Sizin bana teklif ettiğiniz ücret, bir rüşvettir. Rüşvet ise haramdır! Biz onu ağzımıza koymayız, yemeyiz!" dedi Yahudiler: "Gökler ve yer durdukça, hak ve gerçek olan da budur!" diyerek, rüşvetin kendilerince de haram olduğunu itiraf ettiler. Abdullah b. Revâha, mahsulü 40.000 vesk olarak tahminlemiş, her iki tarafa yirmişer bin vesk düşmüştü Hayber Yahudileri, Abdullah b. Süheyl'i öldürünceye kadar, Müslümanlardan hiçbir sert muamele görmediler. Peygamberimiz Aleyhisselam’ın vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir de, Hayber Yahudileri hakkında aynı şekilde hareket etti. Hz. Ebu Bekir'in vefatından sonra Hz. Ömer de Hayber Yahudileri hakkında onlar işi azıtıncaya kadar böyle hareket etti. Hz. Ömer'in devrinde Müslümanların elinde işçiler çoğalmış, toprağı işlemek kolaylaşmış, Yahudilere pek ihtiyaç kalmamıştı. Ketibe'nin yıllık hurma mahsulü tahminen 8.000 vesk idi. Bunun yarısı olan 4.000 vesk hurma yarıcı olan Yahudilere bırakılıyordu. Ketibe'de ekilen arpanın yıllık hâsılatı 3.000 sa' idi. Bunun yarısı olan 1.500 sa' arpayı Peygamberimiz Aleyhisselam alıyor, 1.500 sa'ını da Yahudilere bırakıyordu. 1.000 sa' tutan hurma çekirdeğinin de yarısı Peygamberimiz Aleyhisselama aitti. Peygamberimiz Aleyhisselam, bütün bu arpa ve hurma mahsulleriyle hurma çekirdeğinden Müslümanlara vermekte idi. (Tüm İslam Tarihi Belgeleri) 99- Ve Biz, o gün [kıyamet günü] onları [şirk koşan kimseleri]dalgalar halinde birbirlerine girer halde bırakıvermişizdir. Sûr’a da üfürülmüştür. Böylece onların [şirk koşan kimselerin] hepsini bir araya toplayıvermişizdir. 100, 101 - Ve Biz, cehennemi o gün, Beni hatırlatan âyetlerimden gözleri bir örtü içinde olan ve dinlemeye [vahye kulak vermeye] güçleri olmayan kafirler için genişlettikçe genişlettik. Zülkarneyn tanıtıldıktan sonra, bu ayet grubunda Rabbimiz insanları uyarmak için konuyu yine Kıyamet’e getirmiştir. Pasajda konu edilen kimseler, surenin giriş kısmında konu edilen müşriklerdir. Kıyamet gününde müşrikler mutlak bir hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Öyle ki, inanmadıkları, olmaz dedikleri kıyamet ile artık yüz yüze kalmışlardır. İster istemez mahşerde toplanmışlar, hesaplarının görülmesini beklemektedirler. Karşılarında tüm inançsızları içine alacak kadar genişletilmiş bir cehennem vardır. O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde Çağırıcı'nın, nüküre [bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler. (Kamer/6-8) Kim ondan [Bizim verdiğimiz zikirden; Kur’an’dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet günü; Sur’a üfürüldüğü gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyamet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş olarak toplayacağız. (Ta Ha/100- 102) O gün Sûr’a üflenir: Siz de hemen bölükler halinde gelirsiniz. (Nebe’/18) 102 – Peki o kâfirler, Benim astlarımdan bir takım veliler edineceklerini mi sandılar? Şüphesiz Biz cehennemi o kâfirlere bir konukluk olarak hazırladık. Bu ayette de yine küfre batmış olanlara bir gönderme yapılıp tehdit ve aşağılama üslubuyla kendilerine “Peki o kâfirler, Benim astlarımdan bir takım veliler edineceklerini mi sandılar” denilmiştir. Tabiî ki onları içinde bulundukları durumdan kurtaracak kimse bulunmamaktadır. Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye, Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler. Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/81, 82) 103 - De ki: “Ameller bakımından en çok zarara uğrayanları haber verelim mi? 104 – Onlar, kendileri sanat/sanayi olarak, güzellik ürettiklerini sanırken basit hayatta çalışmaları da boşa gitmiş olan kimselerdir.” 105- İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmiş kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir değer vermeyiz]. 106 – İşte, inkâr etmeleri, Benim âyetlerimi ve elçilerimi alaya almaları sebebiyle, onların cezaları cehennemdir. Bu ayet grubunda Rabbimiz “en çok zarara uğrayanlar”ı elçisi aracılığı ile açıklamaktadır. Buna göre en çok zarara uğrayanlar, dünyada güzel şeyler yapıp ürettiklerini sanırken çalışmaları boşa gitmiş olan kimselerdir. Zira onlar yanlışın en büyüğünü yapmış, Allah’ın ayetlerini ve ahıreti inkâr etmişlerdi. Bu yüzden tüm emekleri boşa gitmiş, yaptıklarının teraziye konulması bile söz konusu olmamıştır. İnkâr etmeleri ve elçiyi alaya almaları yüzünden gidecekleri yer de sadece cehennemdir. Birçok ayette belirtildiği gibi, burada da amellerin bir kıymet ifade etmesi iman şartına bağlanmıştır. İman olmadan ameller değerlendirilmeyecektir. Her kim basit hayatı ve süsünü isterse, yaptıklarının karşılığını, ona hiç eksiltmeden, burada tastamam veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, kendileri için, ahirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşa gitmiştir. Yaptıkları şeyler de batıldır. (Hud/15, 16) Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkarcı oldukları halde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın - onu fidye verseler bile - asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Al-i Imran/91) Rabblerini inkâr eden kimselerin durumu; onların yaptıkları tıpkı fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül gibidir. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde tutamazlar. İşte bu, uzak sapıklığın ta kendisidir. (İbrahim/18) Ve Biz onların [Bize kavuşmayı ummayanların] amelden her yaptıklarının önüne geçtik de onu saçılmış toz zerreleri hâline getiriverdik. (Furkan/23) Ve şu küfretmiş olan kişilere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder, ona vardığında da orada herhangi bir şey bulamaz. Yanında Allah’ı bulmuştur. Allah ise onun hesabını tastamam ödemiştir. Allah hesabı çok çabuk görür. (Nur/39) 107, 108- Şüphesiz şu iman etmiş ve salihatı işlemiş kimseler; içlerinde sürekli kalmak üzere Firdevs bahçeleri onlar için ikram olunmuştur. Onlar, oradan hiç ayrılmak istemezler. Bu ayetlerde ise inanan ve salihatı işleyenlerin durumu ortaya konmuştur. Onlar Firdevs bahçelerine yerleştirilecek, orada sürekli kalacaklar ve oradan hiç çıkmak istemeyeceklerdir. |
15. August 2009, 01:51 PM | #18 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
FİRDEVS BAHÇELERİ
Ayette yer alan “Firdevs”, genel kanaate göre sonradan Arapçalaşmış bir sözcüktür. Rumca “bahçe” demektir. Firdevs sözcüğünün çoğulu olan “Ferâdis” Suriye’de [Şam’da] bir yerin adıdır. (Lisanü’l Arab, c.7 , s. 55, 56) “Firdevs bahçeleri” ifadesiyle müminler cenneti kazandıracak işler yapmaya özendirilmektedir. Klasik kaynaklardaki nakillere göre, Katade Firdevs'in cennetin merkezi ve en üstün yeri olduğunu ileri sürerken, Kâ'b da "Cennetler içinde Fİrdevs'ten daha üstün ve yücesi yoktur” demektedir. Ayetten, müminlerin ahirette Firdevs bahçeleri ile ödüllendirileceği anlaşıldığı gibi, bu ayetin indiği dönemde henüz Bizans toprağı olan Suriye’deki Firdevs bahçelerinin bir gün inananların olacağı müjdesi de anlaşılabilir. 109- “De ki: Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile...” Rabbimiz bu ayette kudretinin sonsuzluğuna işaret ederken aynı zamanda kullarına olan rahmetinin de sonsuzluğunu açıklamaktadır. Kullarına o kadar müşfik ve merhametlidir ki, onlar için sürekli peygamber göndermiş, vahiy indirmiştir. Bu ayetin bir benzerini daha evvel Lokman suresinde görmüştük: Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir. (Lokman/27) Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz. (Nahl/96) 110 - De ki: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih ameli işlesin ve Rabbine kullukta hiç kimseyi ortak etmesin.” Bu ayette Rabbimiz mesajını elçisinin diliyle vermektedir. Bu mesaja göre, elçinin kendisi de bir beşerdir. Ne var ki, elçilikle görevlendirilerek kendisine tek bir ilah olduğu vahyedilmiştir. Tercih insanların kendisine aittir. Kim öldükten sonra Allah’a kavuşmaya inanıyorsa salih amel işlemelidir. Allah’a kullukta kimse bir tek olan Rabbine başka varlıkları ortak koşmamalıdır. Allah’a nasıl ve niçin ortak koşulduğuna ve böylelerinin nasıl bir akıbetle karşılaşacağına dair birkaç ayet hatırlayalım: De ki: “Ey insanlar! Eğer benim dinimden “şekk”te idiyseniz [benim dinimin ne olduğunu kesin ve tam olarak bilmiyorduysanız], iyi bilin ki, Allah’ın astlarından sizin taptıklarınıza ben tapmam. Velâkin sizin canınızı alacak olana [Allah’a] taparım. Ve ben müminlerden olmamla ve ‘yüzünü [tüm benliğini] hanif olarak [şirkten, küfürden Hakk’a dönen biri olarak] Din’e döndür ve sakın müşriklerden olma! Ve Allah'ın astlarından sana fayda vermeyen, zararı da dokunmayacak olan şeylere yalvarma! Buna rağmen eğer yaparsan, o zaman hiç şüphesiz sen zalimlerden olursun’ diye emrolundum.” (Yunus/106) Ve ant olsun ki, sana ve senden öncekilere vahyedildi ki: “Ant olsun ki, eğer şirk koşarsan amelin kesinlikle boşa gidecek ve mutlaka kaybedenlerden olacaksın. Onun için, tam aksine yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer/65) 66: Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından bir takım veliler edinenler: “Onlar [Allah’ın astlarından edindiğimiz veliler] bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz”. Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez. (Zümer/3) İşte böyle! Ve kim Allah’ın yasaklarına saygı gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirilegelenden başka bütün hayvanlar size helal kılınmıştır. O halde Allah’a yönelmişler olarak, O’na şirk koşanlar olmayarak o putlardan olan kirlilikten kaçının, yalan sözden de kaçının. Bilin ki, Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgârın kendisini ıssız bir yere sürüklediği şey gibidir. (Hacc/31) İşte bu, Allah'ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti. (En’am/88) Ve ant olsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız / teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Ant olsun aranızda kesilme olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur. (En’am/94) Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendileri için meşru kılmış ortaklar mı vardır? Eğer “Fasl sözü” olmasaydı, aralarında kesinlikle gerçekleşmişti [işleri bitirilmişti]. Ve şüphesiz zalimler; kendileri için acı bir azap olanlardır. (Şura/21) Allah, doğrusunu en iyi bilendi |
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, kehf, suresine |
|
|