hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 70.Nahl Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 15. August 2009, 02:03 PM   #11
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

75 - Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile, Bizim kendisine güzel bir rızk verip de ondan gizli ve açık olarak harcayan bir kimseyi örnek vurdu: Bunlar eşit olurlar mı? -Bütün hamd Allah'a mahsustur.- Bilakis insanların çoğu bilmezler.
76 - Allah iki adamı da örnek vurdu: Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez; koruyucusuna bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi, bu adamla, adaletle emreden ve doğru yolda bulunan adam eşit olur mu?
Bu ayetlerde Rabbimiz Kendisi ile akılsızların sözde ilahları arasındaki farkı bir örnekleme ile anlatmaktadır.
Birinci örnek:
Kendiliğinden bir şey yapmaya gücü olmayan bir köle ile, gizli-âşikâr, çokça infâk eden, zengin ve cömert olan hür bir insan düşünülsün. Bu ikisi hiç eşit olur mu?
Öyleyse yaratılış, şekil ve insan olma bakımından denk olmalarına rağmen, nasıl bu ikisini denk saymak mümkün değilse, rızk vermeye ve lütfetmeye kadir olan Allah ile, hiçbir şeye sahip olmayan ve kesinlikle hiçbir şey yapamayacak olan putlar eşit olur mu?
İkinci örnek:
Yine iki insan; ikisi de insan olma açısından aynı olmakla beraber, biri dilsiz, beceriksiz, çevresine de yüktür. Diğeri ise güçlü, adaleti sağlayan ve doğru yolda bir kişidir. Peki, bu iki kişi eşit midir?
Bu örnekteki dilsiz kişi putu, adaleti sağlayan kişi de Allah’ı temsil etmektedir.
Öyleyse hiçbir zaman kusurlu varlıklar ile Samed ve âlemlerden müstağni olan Allah bir değildir.
77- Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Saatin emri [kıyametin koparılması] de yalnızca göz açıp kapama gibidir, veya o, daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.
Bu ayette Rabbimiz insanların evrende henüz keşfedemedikleri nice mucizelere ve özellikle de kıyamete [evrenin düzeninin son bulmasına] dair bilginin Kendisinde olduğunu açıklayarak kıyametin kopmasının Kendisi için çok basit olduğunu bildirmektedir.


Ve buyruğumuz, ancak, göz kırpması gibi bir tekdir. (Kamer/50)
Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki gibidir. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir. (Lokman/28)
78- Ve Allah, sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmezken çıkardı ve şükredersiniz diye işitme, görme [duyularını] ve gönüller verdi.
79- Gök boşluğunda, bir emre boyun eğdirilmiş olan kuşlara/ bulutlara bakmadılar mı? Onları Allah’tan başkası tutmuyor. Bunda, inanan bir toplum için elbette ki ayetler [açık kanıtlar] vardır.
80 – Ve Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme kıldı. Ve hayvanların derilerinden yolculuk ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar, döşeme eşyası ve kazanç kıldı.
81 – Ve O [Allah], yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan barınaklar kıldı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi hışmınızdan koruyan elbiseler kıldı. İşte böylece Allah, müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır.
Bu ayet gurubunda Rabbimiz yine insanlara verdiği nimetleri sayıp dökmüştür: İnsanı bilgilendirerek mükerrem [değerli] kılmış, onu duyular ve duygularla donatmıştır. Rabbimiz bu nimetlerini andıktan sonra insanların dikkatini gökyüzündeki kuşlar ve bulutların uçuşuna, uçuruluşuna, havaya ve havanın gücüne, dolayısıyla bütün bunların insanlık için önemine dikkat çekmiştir. Ne bulutlar uçar özellikte yaratılmasaydı rüzgârlar onları sürükleyebilirdi, ne de suyun tabiat içindeki çevrimi olmasaydı yeryüzü her an bitki ve diğer canlı türlerinin yaşamasına elverişli olabilirdi. İnsana hatırlatılan nimetler bunlarla da sınırlı değildir. Rabbimizin yarattığı varlıkların sağladığı gölgelikler, ağaçlar, mağaralar, bulutlar; hayvanlardan sağlanan ve insanı sıcaktan koruyacak elbiseler, çadırlar, evler, zırhlar, döşemelik kumaşlar da Rabbimizin insana olan ikram ve ihsanını göstermektedir. Ayetlerde sayılan nimet çeşitleri özellikle Arabistan coğrafyasında bulunanları ifade etmektedir. Bu nimetlerin tadat edilmesinden, diğer coğrafyalardaki nimetlerin de insanlığa aynı maksatla ihsan edildiği anlaşılmalıdır.
Pasajda hatırlatılan tüm nimetler Allah’ın kudretinin mükemmelliğini göstermektedir. Akılını kullanabilenler için hepsi de kesin birer kanıt mahiyetindedir.
Pasajda verilen mesajlar başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
De ki: "O, sizi inşa eden [yaratan], size kulak, gözler ve gönüller kılandır. Ne az şükrediyorsunuz?"
De ki: "O, sizi yeryüzünde dağıtıp yayandır ve siz O'na toplanıp götürüleceksiniz." (Mülk/23, 24)
Ve onlar, üstlerindeki sıra sıra sıralanmış ve dürülmüş uçan şeylere göz atmıyorlar mı? Onları Rahmân'dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi en iyi görendir. (Mülk/19)
Görmedin mi ki Allah, bulutları sürüklüyor; sonra onları bir araya getiriyor. Sonra üst üste yığıyor. İşte görüyorsun ki bunların arasından yağmuru çıkarıyor. Ve O, gökten, içinde dolu bulunan dağları indirir de onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı nerdeyse gözleri alır! (Nur/43)
82 - Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse, artık sana düşen sadece apaçık bir tebliğdir.
83 – Onlar, Allah'ın nimetini bilirler, sonra onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfir kimselerdir.
Surenin bu ayetlerinde Rabbimiz, aslında kâfirlerin Allah’ın nimetlerini bildiklerini, buna rağmen nankörlük ettiklerini belirterek elçisinden tebliğ görevini yapıp gerisini düşünmemesini istemiştir. Zira bu kadar açıklamaya rağmen hala direniyorlarsa yapılacak başka bir şey yok demektir.
84 – Ve her ümmetten bir şahit getireceğimiz gün, artık kâfirlere izin verilmez. Onlardan özür dilemeleri de istenmez.
85 – Ve o zulmeden kimseler, azabı gördükleri zaman, artık onlardan hafifletilmez ve onlara süre verilmez.
Bu ayetlerde kâfirlerin kâfir olduklarına dair tanık getirileceği bildirilmiştir. Sözü edilen bu tanıklar, o ümmetlere gönderilen peygamberlerdir.
Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisa/41)
86 - Ve o, ortak koşan kimseler, ortak koştukları şeyleri gördükleri zaman: "Rabbimiz! İşte bunlar, Senin astlarından bizim kendilerine yakardığımız ortaklarımız olan kimselerdir" dediler. Onlar [Koştukları ortaklar] da hemen onlara; "Şüphesiz siz kesinlikle yalancılarsınız" diye söz attılar.
87 - Ve onlar, o gün, Allah'a teslimiyeti koydular. Uydurmuş oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp gitti.
Bu ayetlerde müşriklerin ahıretteki sorgulanmalarından bir sahne nakledilmektedir. Bu sahnede müşriklere güvendikleri dağlara kar yağacağı mesajı verilmektedir. Çünkü kendi kabahatlerini üzerlerine atmak istedikleri sözde ilahları onları kandıranların kendileri olmadığını, müşriklerin yalancılardan başka bir şey olmadıklarını söyleyeceklerdir.


Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/82)
İnsanlar bir araya toplandığı zaman da onlar [taptıkları kimseler] kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr edenler idiler. (Ahkaf/6)
Haklarında Söz gerçekleşen kimseler; “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere tapmıyorlardı” derler. (Kasas/63)
Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler. (Sebe/40, 41)
Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der.
Onlar dediler ki: “Tespih ederiz Seni, Senin astlarından veliyler edinmek bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Zikir’i [Öğüt’ü] terk ettiler ve helâke giden bir topluluk oldular.”
İşte onlar [taptıklarınız] sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim zulmederse, Biz ona büyük bir azabı tattıracağız. (Furkan/17-19)
O [İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.” (Ankebut/25)
87. ayette geçen “Ve onlar, o gün, Allah'a teslimiyeti koydular” ifadesi, müşriklerin o gün teslim bayrağını çekmekten başka çarelerinin kalmayacağı anlamındadır. Müşriklerin o günkü zilletleri Kur’an’da birçok kez dile getirilmiştir:
Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah’ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her halde ben muttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman, “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin.”
Bilakis, sana ayetlerim geldi de sen onları hemen yalanladın, büyüklük tasladın ve kâfirlerden oldun.
Ve o kıyamet günü, Allah'a karşı yalan söyleyen kişileri yüzleri kararmış olarak göreceksin. Kibirlenenler için cehennemde yer yok mu? (Zümer/55-60)

Onlar derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi de biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.
Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashabı içinde olmazdık
Böylece günahlarını itiraf ettiler. Artık, uzaklık, çılgın ateş ashabı içindir. (Mülk/9-11)
O [çılgın alev] onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler [işitecekler].
Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak ondan [cehennemden] dar bir yere atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler.
-Bugün bir ölüm değil birçok ölüm isteyin!- (Furkân/12-14)
Bu küfretmiş kişiler, ateşi, yüzlerinden ve sırtlarından men edemeyecekleri ve kesinlikle yardım da olunmayacakları zamanı, bir bilseler!
Aslında o [bu azap], onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Artık onu geri çevirmeye güçleri yetmeyecek ve onlara mühlet verilmeyecek. (Enbiya/39, 40)
Bize gelecekleri gün, neler işitecekler, neler görecekler! Fakat o zalimler bugün apaçık bir sapıklık içindedirler. (Meryem/38)
Suçluları, Rablerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Ey Rabbimiz! Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim, biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz.” derlerken bir görsen! (Secde/12):
(Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız- tanımadığınız] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihâyet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. [Allah,] “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der]. (A’raf/38)
88 – Şu inkâr eden ve Allah yolundan çeviren kimseler; Biz yaptıkları bozgunculuk nedeniyle onlara azap üstüne azap artırdık.
89 – Ve Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi aleyhlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit getireceğiz. Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak sana indirdik.
Bu ayet gurubunda da yine mahşerdeki bir başka sorgulama sahnesi sergilenerek müşrikler uyarılmaya devam edilmektedir. Bu sahnedeki suçlu tipi, bireysel suç işlemekten daha fazlasını yaparak kendisi dışında başkalarını da saptırmak için uğraşanlardır. Bu tür suçlular azap üstüne azap çekeceklerdir. Zira kendi suçları yetmezmiş gibi, bir de başkalarını saptırarak suç üzerine suç işlemişlerdir.
Onlar elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorgulanacaklardır. (Ankebut/13)
Kim güzel bir işte aracılık ederse, onun için bundan [aracılıktan] bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, onun için de bundan bir pay vardır. Ve Allah her şeyin karşılığını verendir. (Nisa/85)
Bu suçlular hakkında peygamberler şahit olacak, toplumları şahit olacak, hatta kendi organları da aleyhlerine şahit olacaktır.


Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisa/41)
Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Daha önce içinde durduğun kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu iş, elbette, Allah'ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143)
O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şahitlik edecektir. (Nur/24)
Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. (Ya Sin/65)
Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. (Fussilet/20)
89. ayetin “Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak sana indirdik” anlamındaki son cümlesi Kur’an’a yöneliktir. Kur’an’ın kılavuzluğu, rahmet ve müjde oluşu daha evvel de birçok kez vurgulanmıştı. Aynı cümlede geçen “her şeyi açıklayan” özelliği ise aşağıdaki şu ayetlerde vurgulanmaktadır:
Şüphesiz zikir kendilerine geldiğinde onu inkâr eden kimseler, … Ve şüphesiz o [Zikr], Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmedir. Önünden ve ardından [hiçbir tarafından] kendisine batılın gelmediği azîz bir kitaptır. (Fussilet/41, 42)
Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh [kıpırdayan canlı] ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi tefrit yapmadık [noksan, yetersiz bırakmadık]. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır. (En’am/38)
90 - Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp öğütlenirsiniz diye size öğüt verir.
Rabbimizin 89. ayette beyan ettiği “Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak sana indirdik” ifadesi bu ayette açıklanmıştır. Bu ayet, yeryüzünde sosyal düzeni sağlayacak olan ana ilkeleri içermektedir. Bu ilkeler, insanlığı adalete, iyiye, güzele yönelten; hayâsızlıktan, kötülükten, azgınlıktan men eden ilkelerdir.


Allah adaleti, ihsanı [iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi] ve yakınlara vermeyi emreder
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:04 PM   #12
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

ADALET
Bu sözcük lügatte “bire bir karşılık, denge, denklik, eşitlik” demektir.(Lisanü’l Arab, c.7 , s. 359, 360) Kavramsal olarak ise “Sınırlama olmadan, herkesin haktan nasibini alabilmesi için eşit şartların oluşturulması” anlamına gelmektedir. Mesela bir toplumda vatandaşlık hakları, diline, dinine, etnik kökenine ve cinsiyetine bakılmadan herkes için eşit olmalıdır. Verilen cezalar da ayırım yapılmadan herkes için eşit ve suç ile orantılı olmalıdır.
Adalet, toplumları ayakta tutan en önemli değerdir.
Ey iman etmiş kişiler! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olunuz. Ve bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmanıza sürüklemesin. Adaletli olun, o [adaletli olmak], takvaya daha yakındır. Allah'a takvalı davranın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır. (Maide/8)
Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi çok işiten, çok iyi görendir. (Nisa/58)
Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla]. Hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sad/26)
Ant olsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah'ın dinine ve elçilerine görmeden yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir [Çok Kuvvetli Olan’dır], Azîz’dir [Mutlak Üstün Olan’dır]. (Hadid/25)
De ki: “Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescitte yüzünüzü O'na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O'na döneceksiniz.” (A’raf/ 29)
Ey iman etmiş kimseler’ hakkaniyeti ayakta tutanlar/koruyanlar olun. Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, Allah ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için hevanıza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Nisa/135)
İHSAN
“İhsan” sözcüğü genelde iyilik, güzellik üretme; cömert, hoş görülü, affedici, merhametli ve nazik olma, bencil olmama gibi anlamlarda kullanılmıştır. Ancak sözcüğün asıl anlamı “iyileştirme-güzelleştirme” demektir. Rabbimizin emrettiği “ihsan”, kendimizdeki, ailemizdeki, çevremizdeki ve ülkemizdeki kötülüklerin, çirkinliklerin iyileştirilmesi ve güzelleştirilmesi eylemlerini de içeren kapsamlı bir emirdir. Bu anlamıyla “ihsan”, pasif bir iyi olma halini aşarak çevreye de etki eden bilinçli ve aktif bir iyileştirme, güzelleştirme faaliyetidir.
AKRABALARA VERMEK
Rabbimiz akrabaya [kan bağı ve evlilik bağı ile oluşan yakınlara] vermeyi emrederken neyin verileceğini bildirmemiştir. Böylece akrabaya verilecek olan şeyler genelleşmiştir. Bunun anlamı, sevgiden, selam ve iyi muameleden başlayıp maddi ve manevi her türlü yardım ve desteğe kadar uzanan bir kapsam içinde yakınlara her şeyin verilebileceğidir. Rabbimiz “yakınlara verme”yi emrederek akrabaların maddi ve manevi sorunlarını yüklenmenin başta müminler olmak üzere insanlığın ahlakî sorumluluk alanı içerisinde olduğu mesajını vermektedir.
Bu mesaj başka ayetlerde de yer almıştır:
Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinize takvalı davranın. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'a ve akrabalığa takvalı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. (Nisa/ ):

Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.”
Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.
Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. -Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.- İsra/23- 27)
hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder.
FAHŞA [HAYASIZLIK]
فحشاء Fahşa” sözcüğü “çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamlarına gelmektedir. Sözcüğün çoğulu “ فواحش fevahiş”tir.
DilciRagıb el-İsfehanî de“Fuhş”, “fahşa” ve “fahişe” sözcüklerini kendi lügatinde “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlamıştır. (el-Müfredat; Fahşa mad.)
Âl-i Imran/135’de “fena iş” olarak nitelenen “fahişe” sözcüğü, Kur`an`da on üç yerde, çoğulu “fevahiş” sözcüğü ise dört yerde geçmektedir. Sözcük genel olarakKur`an`da birden çok aşırılık için kullanılmıştır. Gerek bu aşırılıkların ne olduğu, gerekse bu kavramla ilgili diğer açıklamalarımız daha önce Necm suresinin tahlilinde verildiğinden, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1, s: 427-430) okunmasını öneriyoruz.
MÜNKER [KÖTÜLÜK]
“Münker”, insanlık tarafından kötü olarak kabul edildiği gibi, Yüce Allah tarafından da çirkin görülen şeylerdir.
Rabbimiz Kur’an’da “ma’rûfu emr” ve “münkerden nehy” emriyle insanlığın iyi ve kötü, yararlı ve zararlı, güzel ve çirkin, olumlu ve olumsuz şeyler, davranışlar ve olgular arasında doğru ayrım yapabilecek bir vicdanî yetiyle donatıldığına işaret etmektedir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu doğasına yerleştirilen bu vicdanî yetiyle değerlendirebilen insan, kendisini sınırlayan müteal [aşkın, transandantal, ilahî] kaynaklı değer ölçüleri olmadan bu içsel mekanizmayı özenli kullanamamakta, tam tersine, çeşitli psikolojik mekanizmalar kullanarak kötüyü, çirkini, yanlışı meşrulaştırma çabasına girişmektedir. “Şeytanın kişiye kendi yaptıklarını güzel, süslü göstermesi”, bu meşrulaştırıcı psikolojik mekanizmaları fark etmeyen insanın içine düştüğü içsel bir tuzak olarak da değerlendirilebilir. Rabbimiz insanın sağduyusu ile doğru olarak tanıdığı “münker”i kendisi de yasaklayarak insanlığın vicdanî tanısını desteklemekte ve ona kötüyü ve kötülüğü önlemeyi sağlayacak güçlü bir dinî müeyyide kazandırmaktadır. Çünkü insan mutlak zararlı olduğunu bildiği şeylerden kaçınma konusunda bile kendini yeterince denetleyememektedir. 1930’lu yıllarda ABD’de getirilen alkollü içki yasağının tüm yasal zorlamalara rağmen başarılı olamayışı, buna karşılık İslam toplumlarında alkollü içki kullanma oranındaki belirgin düşüklük, “kötü” olanı engellemede dinî müeyyidenin ne denli etkili olduğunu gösteren iyi bir örnektir.
.
البغىBAĞY [AZGINLIK]
البغىBağy” sözlükte “tecavüz, haktan dönme, zulüm, kibir ve fesat” anlamındadır. (Lisanü’l Arab, c.1, s. 467-469 “bğv” mad) Sözcük, konumuz olan ayette genel anlamda kullanıldığından, ister Allah’a, ister yaratıklara karşı olsun, her türlü taşkınlığı, haksız başkaldırıyı ifade etmektedir.
De ki: “Rabbim, sadece iğrençlikleri; onun açık ve gizli olanını, günahları, haksız yere başkaldırmayı, haklarında hiç bir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram etmiştir.” (A’raf/33)
91 – Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi [Sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah’ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir.
92 –Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur diye, yeminlerinizi aranızda aldatma aracı edinerek, ipliğini sağlamca eğirdikten sonra, onu söküp bozan kişi [kadın] gibi de olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla sınıyor. Hakkında ihtilaf ettiğiniz şeyleri kıyamet günü size kesinlikle açıklayacaktır.
Rabbimiz bu ayetlerde toplumsal yaşamın düzgün yürümesi için hayatî öneme sahip bir ahlak kuralını buyurarak müminlerin bu ahlakî kurala uygun davranıp davranmadıklarının onlar için sorumluluk getiren bir sınama olacağı bildirilmektedir. Sözü edilen ahlak kuralı, toplumsal yaşamın olmazsa olmazı sayılan “sözleşmelere sadakat” ilkesidir. İnsanlar verdikleri sözde durmalı, yaptıkları sözleşmelere uymalı, yeminler ve sözler kesinlikle bir aldatma aracı olarak kullanılmamalıdır.
Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması müstesna… Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde] sorumluluk vardır. (İsra/34)
Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar [malına] en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir. (En’am/152)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:05 PM   #13
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

“ALLAH’IN AHDİ”



Bu ifade ile insanın kendi irade ve ihtiyarı ile üstlendiği her söz kastedilmiştir. Yüce Allah insanların kendi istek ve tercihleri ile yaptıkları anlaşmaları bozmalarını kınamakta, böyle yapanları şiddetli bir şekilde azarlamaktadır. Ahdi [sözü] bozmak Allah’ın lanetlediği fiillerin başında gelir. Bunun nedeni, ahdi bozmanın toplumda büyük zararlara sebebiyet vermesidir.
Ahdini bozanlar Felak suresinde “düğümlere tükürüp üfleyenler” olarak da nitelenmiştir:
“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden Felâkın Rabbi'ne sığınırım” de! (Felak/1-5)
Ve onlar [kurtulan müminler], emanetlerine ve ahitlerine riayet eden kimselerdir. (Mü’minun/8)
Ancak destekçiler bunun dışındadır.
Onlar [Destekçiler] ki salanlarını sürdürenlerdir.
Ve onlar [o musalliler [destekçiler]], kendi mallarında, isteyen ve mahrumlar [istemekten utanan yoksullar] için belli bir hak olan kimselerdir.
Ve onlar ceza gününü tasdik ederler.
Ve onlar Rablerinin azabından korkanlardır.
-Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunmaz.-
Ve onlar ırzlarını koruyanlardır. -Ancak eşlerine ve sözleşmelerinin sahip oldukları hariçtir. Çünkü onlara yaklaştıklarında kınanmazlar. Artık ötesini isteyenler; işte onlar haddi aşanların ta kendileridir.-
Ve onlar, emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.
Ve onlar, şahitliklerini yerine getirirler.
Ve onlar, salâtları üzerine korumacıdırlar.
İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar. (Mearic/22- 35)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz Birr değildir. Ama Birr, Allah’a, Âhiret Günü’ne/Son Gün’e, meleklere, Kitap’a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve namazı ikame etmek, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvalı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)
Müminlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahit verdikleri şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, hiç değiştirmediler. (Ahzab/23)
O kişiler, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar. (Ra’d/20)
Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki ben sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/ sadece bana ibadet edin. (Bakara/40)
Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahit vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur. (Ahzab/15)
Hayır, kim O’nun ahdine vefalı olursa ve takvalı davranırsa, bilsinki şüphesiz Allah takvalı davrananları sever. (Al-i Imran/76)
Yemin eden, ahitleşen ve ahdini sağlamlaştırıp pekiştirdikten sonra bozan kimselerin durumu, konumuz olan ayette, yününü eğirip sağlam bir şekilde büktükten sonra onu tekrar çözen bir kadının durumuna benzetilmektedir. Bir kadının kendi eğirip büktüğü yünü tekrar çözmeye kalkması, ahitlerini bozanları karakterize etmek için yapılan bir tasvirdir. Arap örfüne göre yapılan bu benzetmenin belirli bir kadını işaret ettiği nakillerde yer alsa bile, karakterize ettiği kişiliğin ahitlerini bozan tüm erkek ve kadınları kapsadığı açıktır.
Ayetle ilgili olarak klasik eserlerde şu nakil yer almaktadır:
Rivayet olunduğuna göre, Mekke'de Amr b. Ka'b b. Sa'd b. Teym b. Murre kızı Rayta diye bilinen ah­mak bir kadın varmış. Bu kadın bu şekilde yaparmış. İşte bu benzetme onadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Abdullah b. Kesir ve es-Süddî de bunu nakletmekle birlikte kadının adını vermemişlerdir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Ne yazık ki, ekonomik, politik ve kişisel çıkarlar söz konusu olduğunda, toplumda büyük tanınan ve çeşitli özellikleriyle temayüz etmiş pek çok kişinin kolayca ahitlerini bozduğu, çeşitli mazeretler ileri sürerek verilen sözleri yerine getirmemeye çalıştığı gözlenmektedir. Müslüman toplumların bu konudaki ahlakî disiplinsizliği, sosyal bir yara olarak nitelenebilecek kadar yaygın bir tablo arz etmektedir. Müslümanlar daha birçok ahlakî değer gibi, sözünde durma, ahitlerini yerine getirme, yeminlerinin muktezasına uyma gibi konularda da Kur’an’ın temel ahlâk parametrelerini iyi anlayıp içselleştirmeli, böylece ahlâk bakımından topluma örneklik etmeye elverişli bir kişiliğe kavuşmalıdır.
Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun keffareti, ehlinize yedirdiğinizin “evsatından [en hayırlısından; en iyisinden]” on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah ayetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredesiniz [karşılığını ödersiniz]. (Maide/89)
93- Ve Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir [dileyeni saptırır dileyeni hidayete ulaştırır]. Ve şüphesiz ki siz, bütün yaptıklarınızdan sorulacaksınız/ sorumlu tutulacaksınız.
94 – Ve yeminlerinizi aranızda aldatma ve fesada vasıta edinmeyin. Sonra ayak sağlam bastıktan sonra kayıverir ve Allah yolundan saptığınız için, kötülüğü tadarsınız. Büyük azap da sizin içindir.
95 – Ve Allah’ın ahdini az bir bedel karşılığında satmayın. Eğer bilirseniz muhakkak ki Allah katındaki; o, sizin için daha hayırlıdır.
96 - Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle sabredenlere ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz.
Rabbimizin toplumsal ilkelere yönelik direktifleri bu ayet grubunda da devam etmektedir. Ayetlerin ifadeleri herkesin anlayacağı ölçüde açık ve beliğdir.
93. ayetteki “Ve Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir [dileyeni saptırır dileyeni doğru ulaştırır]” ifadesi, “sizi tek bir dine sa­hip kılardı, sizi robot gibi yapardı; ama özgür bıraktı, size irade, tercih hakkı tanıdı” demektir.
94. ayette yeminlerin [sözleşmelerin] kötüye kullanılmaması istenmekte ve böyle yapmanın doğuracağı kötü sonuçların dönüp sözleşmelere ihanet edenleri de etkileyeceği bildirilmiştir.
İyilerden olmanıza, takvalı davranmanıza, insanlar arasını düzeltmenize olan yeminlerinize Allah’ı engel kılmayın. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/224)
95. ayette ise genel ahlak ilkelerine işaret edilerek menfaat için din değiştirme, dalkavukluk yapma, yalancı şahitlik, çıkar amacıyla görevi kötüye kullanma, çıkar karşılığı zalimleri destekleme ve onlarla işbirliği yapma, rüşvet, irtikâp gibi davranışlar yasaklanmaktadır.

97- Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz].
Toplumsal huzur ve refaha yönelik bir dizi direktif veren Rabbimiz, bu direktiflere riayet ederek iyi işler yapanlara dünyada güzel ve huzurlu bir hayat, ahırette de yaptıklarından daha güzel karşılıklar bahşedeceğini müjdelemektedir. Buna göre, imanlı olarak yapılan her işin karşılığında, kadın veya erkek, bu dünyada rahat, huzurlu ve mutlu bir hayata, ahırette de yaptıklarından daha iyi bir ödüle kavuşturulacaktır. Üstelik yapılan işlerin en güzeli ne ise, onu yapanlar sanki tüm ömürleri boyunca onu yapmışlar gibi ödüllendirilecektir.
Ayette açıkça görüldüğü gibi, amellerin işe yaraması imanlı olmak şartına bağlanmıştır. İmanı olmayanların amelleri işe yaramayacaktır.
İşte onlar, Rabblerinin âyetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmiş kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir değer vermeyiz]. (Kehf/105)
Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları halde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın -onu fidye verseler bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Al-i Imran/91)
Her kim zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/7, 8)
98- Öyleyse Kur’an okuduğun zaman Racim Şeytan’dan [İblis’ten] Allah’a sığın.
99, 100 - Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde onun [Şeytan-ı Racim’in] hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak kendisini, Veli [yakın yardımcı ve kılavuz] edinenler ve Allah’a ortak koşanların ta kendileri olan kimseler üzerinedir.
Bu ayetlerde Rabbimiz insanı bekleyen büyük tehlikeye dikkat çekmektedir. Bu tehlike Şeytan-ı Racim’dir. İnsan yaptığı işleri Allah rızası için yapmalı, o işlere Şeytan-ı Racim’in burnunu sokturmamalıdır. Şeytan-ı Racim’in yapılan işlerde payı olması, bu amellerin iyi amel olmaktan çıkması demektir.
Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav, Biz onların yakıştırmakta oldukları şeylerin çok iyi biliriz.
Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!
Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım. (Mü’minun/96- 98)
ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK:
Şeytandan Allah’a sığınmak, “Euzu billahi mine’ş-şeytanirracim [Kovulmuş Şeytan’dan Allah’a sığınırım]” ifadesini dile getirmek veya “Allah’ım, şeytandan sana sığınırım, beni ondan koru!” demek değildir.
Şeytandan Allah’a sığınmak:
* Şeytan tipler ve güçler tarafından dayatılan düşünce ve amelleri behemehal Allah’ın gönderdiği Kur’an terazisinde tartmaktır.
* Şeytanın aklımıza, fikrimize zerk ettiği zehirleri Allah’ın Kur’an’da bize ikram ettiği panzehirle tedavi etmektir.
* Doğruyu Allah’tan öğrenip şeytanın bizi saptırmasına engel olmaktır.
* Fırtınaya tutulan geminin hemen limana sığınması gibi, derhal Kur’an’a sarılıp problemleri Kur’an ile çözmektir. Bilinmelidir ki, anlamadan Kur’an okumakla bu problemler çözülemez.
Kovulmuş Şeytan’dan Allah’a sığınılması direktifi, salt sığınma sözünü söylemekle yerine getirilebilecek bir emir değildir. Zira ayette “Allah’a sığınırım de!” veya “Allah’a sığınmak istiyorum de!” değil, “Allah’a sığın!” denilmektedir.
O hâlde yapılacak iş, yukarıda da söylediğimiz gibi, insanın Allah’ın sözlerine teslim olarak hayatını sadece o sözlere göre düzenlemesidir. Sonuç olarak insan mutlaka aklını çalıştırmaya yönelmeli ve kalbe sürekli vesvese veren şeytanlardan korunmak için Allah’a, O’nun kitabına sığınmalıdır.
Şeytan-ı Racim insana sadece vesvese verir. Ne kadar vesvese verirse versin, insan üzerinde herhangi bir zorlayıcı gücü yoktur.
Konuyla ilgili ayetlerden birkaçı şunlardır:
Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın attığı şeyleri giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah Alîm'dir [her şeyi en iyi bilen], Hakîm’dir [yasalar koyan, güçlendirendir]. (Hacc/52)
Kendi kardeşleri onları sapıklığa sürüklediği ve bırakmadığı hâlde şüphesiz şu takvâ sahipleri, kendilerine şeytândan bir taif [vesvese, karanlık kuruntu, sırnaşma] iliştiği zaman, hatırlarlar/düşünürler. Sonra bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir! (A’raf/201)
(İblis) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım; ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna…” dedi. (Sad/82-83)
Ve iş bitince şeytan onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana icabet ettiniz. O nedenle beni kınamayın, nefsinizi [kendinizi] kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim” dedi. -Şüphesiz zalimler, kendileri için acı bir azap olanlardır!- (İbrahim/22)
Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve tayyib [temiz, hoş, yararlı] şeylerden yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
O, size yalnızca kötülüğü, aşırılığı [çirkin-hayasızlığı] ve Allah üzerine bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. (Ba­kara/168, 169)
Ey iman etmiş kişiler! Hepiniz toptan silme [İslâm’a, barışa, güvenliğe] girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara/208)
Ve Allah’a ve ahiret gününe iman etmedikleri halde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri. Ve şeytan kimin için karin [yaştaş, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir karindir! (Nisa/38)
İman etmiş kimseler Allah yolunda savaşırlar. Küfür etmiş kişiler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın velileri ile savaşın. Hiç kuşkusuz şeytanın tuzağı çok zayıftır. (Nisa/76)
Şeytan onları istilâ etmişti de onlara Allah’ı anmayı terk ettirmişti. Onlar, şeytanın hizbidir [gurubudur]. İyi bilin ki şeytanın hizbi kesinlikle kaybedenlerdir. (Mücâdele/19)
Ve her kim Rahman’ın zikrinden körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için karindir [yaştaştır, yandaştır]; ve şüphesiz ki onlar [karinler], onları [körleşenleri] Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. (Zuhruf/36, 37)
Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o fısktır [tam bir yoldan çıkıştır]. Ve şüphesiz şeytanlar kendi velilerine sizinle mücadele etmeleri için vahyederler [gizlice telkinde bulunurlar]. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz müşrikler oldunuz demektir. (En’am/121)
Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanlara velîyler [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar] yaptık. (A’raf/27)
Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hakk oldu; onlar, şeytânları, Allah'ın astlarından yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle doğru yolda olduklarını sanıyorlar. (A’raf/30)
Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. - Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.- (İsra/26, 27)
Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. (Meryem/44)
“Şeytan-ı Racim’den Allah’a sığınma” konusu daha evvel A’raf ve Fussılet surelerinde ele alındığından, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 120, 121 ve c: 6, s: 300, 301) okunmasını öneriyoruz.
101 – Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:06 PM   #14
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Bu ayette Rabbimiz bazı ayetleri kaldırıp onların yerine başka ayetler getirdiğini açıklamaktadır. Benzeri bir açıklama Bakara suresinde de yapılmıştır:
Biz bir ayetten her neyi nesheder veya söylettirmezsek, ondan daha iyisini yahut benzerini getiririz. Sen, Allah’ın her şeye en iyi güç yetiren olduğunu bilmedin mi? (Bakara/106)
Rabbimiz bu ayetlerde peygamberlere gelen vahyin evrensel hükümler içerenleri hariç, yöresel ve süreli olanlarından bazısının kaldırılması meselesine işaret etmektedir. Buna göre, Rabbimiz daha evvel gönderdiği kitaplardaki yöresel ve süreli ilkeleri kaldırıp onların yerine Kur’an ile evrensel ve tüm zamanlara yönelik ilkeleri getirmiştir. Burada sözü edilen “kaldırma” işleminin anlamı, Resulullah’a gelmiş vahiylerin değiştirilmesi, unutturulması, terk ettirilmesi değildir. Rabbimiz Kur’an’da bunların söz konusu olmayacağını daha ilk vahiylerde bildirmiştir:
Bundan böyle seni okutacağız [sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına tebliğ ettireceğiz] ve unutmayacaksın/terk etmeyeceksin.
Ancak Allah dilerse başka… Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de.
Ve sana “En Kolay Olan”ı [seni en çok mutlu edecek olan şeyleri] kolaylaştıracağız. (A’la/6-8):
102- De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü’l-Kudüs hakk ile inmiştir.
103- Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, ona bir beşer öğretiyor” diyorlar. Ona [Peygambere] öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu [Kur’an] ise apaçık bir Arapçadır.
Bu ayetlerde Kur’an’ın indirilişi konusuna tekrar değinilmiş, Kur’an hakkında ileri sürülen şüpheler nakledilerek bu şüphelere makul ve tatmin edici cevaplar verilmiştir.
Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi” olduğu bildirilmektedir. 102. ayetteki “Ruhulkudüs” ifadesini “Cebrail” olarak yorumlayanlar ise bu yorumlarına dayanarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin indirdiğini ileri sürmektedirler.
Bu nedenle daha evvel ayrıntılı olarak ele aldığımız “Ruhu’l-Kudüs” ve bununla ilgili konuları tekrar hatırlatma gereği duyuyoruz.
“RUHÜ’L-KUDÜS” TAMLAMASININ TAHLİLİ:
“Ruh” sözcüğünün esas anlamı “can [vücudu diri tutan cevher]” demektir. (Lisanü’l-Arab; c. 4, s. 290. Ruh mad.) Ancak sözcük Kur’an’da bu anlamda değil, “kişi ve toplumları toplumsal hayatta diri, sağlıklı kılan can, vahiy” anlamında kullanılmıştır. Bu hususun ayrıntıları Kadr suresinin tahlilinde belirtilmiştir. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:482-490)
“Kudüs” sözcüğünün anlamı ise bu sözcüğün hangi sözcükten geldiğine dair yapılacak kabule bağlıdır ve bunun için iki olasılık söz konusudur:
1- Sözcüğün “temizlik” anlamındaki “kuds” sözcüğünden geldiği kabul edilirse, “kudüs” sözcüğü de “temiz” anlamına geliyor demektir. “Kuds” sözcüğü ve onun “mukaddes”, “mukaddesat”, “nükaddisü” gibi türevleri Kur’an’da on bir yerde geçmektedir.
2- Sözcüğün Allah’ın isimlerinden biri olan “ قدّوسKuddüs” sözcüğünden bozulduğu kabul edilirse, “kudüs” sözcüğü de “tüm kirliliklerden arınık, tertemiz” anlamına geliyor demektir. Sadece Allah için kullanılan “Kuddüs” sözcüğü, Haşr suresinin 23. ve Cuma suresinin 1. ayetlerinde olmak üzere Kur’an’da iki yerde geçmektedir.
“Ruh” ve “kudüs” sözcüklerinin anlamları belli olduğuna göre, “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının anlamının da yukarıdaki her iki anlamdan hangisinin kabul edileceğine bağlı olarak iki şıklı olması söz konusudur:
1- “Kudüs” sözcüğünün anlamının “temiz” olduğu kabul edilirse, “Ruhü’l-Kudüs” tabiri de “Temiz ilâhî bilgi, Allah’tan gelen temiz bilgi” anlamına gelir.
2- Allah’ın isimlerinden olan “el-Kuddüs”ün zamanla halk ağzında değişerek “Kudüs” şekline dönüştüğü kabul edilirse, “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının anlamı da “Tertemizin [tüm eksikliklerden temizlenmiş olan Allah’ın] ruhu [canı], vahyi, bilgisi” demek olur. Nitekim klâsik tefsircilerden Mücahit ve Rebii de “el-Kudüs” sözcüğünün Allah’ın isimlerinden biri olduğunu söylemişlerdir. Bu kabul doğrultusunda “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “Allah’ın ruhu” anlamına geldiği görüşü zaten Kur’an’dan da destek bulmaktadır. Çünkü Kur’an’da geçen her “ruh” sözcüğü Allah’a nispet edilmiştir. Meselâ Âdem’e ve Meryem’e “Ruhumuzdan üfledik” denildiği gibi, elçi Zekeriyya’nın (as) Meryem’e ilettiği bilgiler için de “Ruhumuz” ifadesi kullanılmıştır:
Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba katılarak yapılan tahliller, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “Allah’ın ruhu, Allah’ın vahyi, Allah’tan gelen bilgi” anlamlarına geldiğini göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır.
Tekrar konumuz olan Nahl/102’ye dönersek, mevcut meallerde bu ayetin nasıl anlamlandırıldığının öncelikle bilinmesi gerekmektedir.Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan meal başta olmak üzere birçok mealde Ruhü’l-Kudüs”ün “Cebrail” olduğu peşinen kabul edilerek ayet genellikle şöyle anlamlandırılmaktadır:

“Onlara de ki: Kur’an’ı Cebrail, iman edenlere sebat vermek, Müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbinin katından hak olarak indirdi.”

Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz konusudur. Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103. ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:
Ve Biz bir ayet yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen- onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü’l-Kudüs hakk ile inmiştir.
Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, ona bir beşer öğretiyor” diyorlar. Ona [Peygambere] öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu [Kur’an] ise apaçık bir Arapçadır. (Nahl/101–103)
Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi” olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. ayette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. ayette geçen “nezzele” filinin aslı “nezele”dir ve anlamı “indi” demektir. Geçişsiz bir fiil olan “nezele” fiili, kural gereği burada Tef’il babından “nezzele”ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef’ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, ayetteki “nezzele” fiili “çok çok indi” anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan “nezele” sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve “indirdi” olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin “enzele” kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Ayette geçen “bilhakkı” ifadesindeki “ be” harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dilbilgisinin bu kuralları gereği ayetteki “nezzelehü ruhu’l-kudüsü” ifadesinin anlamı, “Ona birçok ruhü’l-kudüs [vahy] inmiştir” demektir. “Ruhü’l-Kudüs”ü, yani “vahy”i kimin indirdiği ise 101. ayette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs” ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle “Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.
Kur’an’da bir tek yerde geçen “er-Ruhü’l-Emîn” ifadesinin de bu doğrultuda ele alınması gerekmektedir:
Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine “er-Ruhü’l-Emîn [Güvenilir Ruh]” indi. (Şuara/192–194)
Şuara/193’te bir sıfat tamlaması olarak “er-Ruhü’l-Emîn” şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “ruhü’l-emin” şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, bu ayeti de “Onu Ruhü’l-Emin [Cebrail] indirdi” diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem Şuara/192’deki “O, âlemlerin Rabbinin [Allah’ın] indirmesidir” ifadesiyle hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle de çelişmektedir. Bu çelişki de yine “nezele [indi]” fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde “indirdi” olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, ayette geçen “bihi” ifadesindeki “be” harf-i cerrinin “ilsak” için değil de “musahabe” için alınması yeterlidir. Bu takdirde “nezele” fiili geçişsiz anlamı ile “onunla indi” olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur.
Netice olarak, Şuara/193’te geçen “er-Ruhü’l-Emin” ifadesinin kişileştirilerek “Cebrail” olarak yorumlanması yanlıştır. Burada “emin, güvenilir, sağlam” olarak nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine Allah tarafından indirilmiş olduğu bildirilen “ruh, bilgi, vahiy”, Mücadele/22’de de açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından indirilmiştir.
Kur’an’da Kur’an’ın indirilmesi, kitabın indirilmesi, ayetlerin indirilmesi, surelerin indirilmesi, meleklerin [vahiylerin] indirilmesi, hikmetin indirilmesi, Tevrat’ın indirilmesi, İncil’in indirilmesi, Furkan’ın indirilmesi ile ilgili üç yüz civarında ayet mevcuttur. Bu ayetlerin hepsinde de bunları indirenin Allah olduğu bildirilmiştir. Kur’an’ı başkasının indirdiğini bildiren hiçbir ayet yoktur, olamaz da… Çünkü Kur’an asla ve kat’iyen kendisiyle çelişmez.
Ruhu’l-Kudüs, Ruhu’l-Emin ve Cebrail konularına dair detaylı tahlilimiz daha evvel Meryem suresinin sonunda (Tebyinü’l Kur’an; c.3, s. 532- 548) verildiğinden, ilgili bölümün oradan tekrar okunmasını öneriyoruz.
Konumuz olan Nahl/102, 103’den anlaşıldığına göre, bu ayetler bazı olaylar üzerine inmiştir:
"Andolsun ki onların ‘Ona muhakkak bir insan öğretiyor’ dediklerini biliyoruz"buyruğunda, Hz. Peygamber'e öğretiyor dedikleri bu şahsın ismi hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre, sözü geçen bu kişi el-Fâkih b. el-Muğire'nin kölesi olup adı Cebr idi. Önceleri Hıristiyanken sonra İslam’a girdi. Kureyş'in kâfirleri, Peygamber (sav)’den -ümmî olup hiç bir kitap okumamış olduğu halde- geçmiş ve gelecek olaylara dair haberleri işittikle­rinde “Ona bunları muhakkak Cebr öğretmektedir” diyorlardı. Cebr ise Arap olmayan bir kimse idi. Yüce Allah da onların bu iddialarını şöylece cevap­landırmaktadır: "İnkâra saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır. Bu ise apaçık bir Arapçadır." Hiç bir insanın ve cinnin tek bir suresine ve daha fazla bir bölümüne karşı çıkarak benzerini meydana koyamadığı böy­le bir sözü Arap olmayan Cebr ona nasıl öğretebilir?
en-Nakkâş'ın naklettiğine göre, Cebr'in efendisi onu dövüyor ve ona şöyle diyordu: “Muhammed'e sen öğretiyorsun, ha!” O: “Allah'a yemin ederim ki, hayır! Bilakis o bana öğretiyor ve beni doğruya iletiyor” diyordu.
İbn İshak der ki: Bana nakledildiğine göre, Peygamber (sav), el-Hadranıî oğullarının kölesi olan ve Cebr adındaki Hıristiyan bir kölenin yanında çok­ça otururdu. Bu kişi, [önceki] kitapları okuyan birisi idi. Bunun üzerine müş­rikler “Allah'a andolsun ki, Muhammed'in bu getirdiklerini ona şu Hıristiyan Cebr'den başkası öğretmiyor” dediler.
İkrime ise “Bu kişinin adı Yaiş idi, el-Hadramî oğullarının bîr kölesi idi. Ra-sûlullah (sav) ona Kur'ân-ı Kerim'i öğretiyordu.” Bunu el-Maverdî nakletmekte­dir.
es-Sa'lebî'nin İkrime ve Katade'den naklettiğine göre, bu, Muğire oğulla­rının bir kölesi olup adı Yaîş idi. Arapça olmayan kitapları okumasını bilir­di. Kureyşlileıin “Şüphesiz ona bir insan öğretiyor” demeleri üzerine bu âyet-i kerime indi.
el-Mehdevî'nin İkrime'den naklettiğine göre, bu, Âmir b. Lüey oğullarının bir kölesi olup adı Yaîş idi.
Abdullah b. Müslim el-Hadramî dedi ki: Bizim, Aynu't-Temrliler'den Hıristiyan iki kölemiz vardı. Bunlardan birisinin adı Yesar, diğerinin adı da Cebr idi. el-Maverdî ile el-Kuşeyrî ve es-Sa'lebî de böyle nakletmişlerdir. Şu kadar var ki, es-Sa'lebî şunları da söylemektedir: Bunlardan birisinin adı Nebt, künyesi Ebu Fükeyhe idi. Diğerinin adı ise Cebr idi. Bunların ikisi de kılıç yapar ve kılıç bileyler idi. Ellerinde bulunan bir kitabı okuyorlardı. es-Sa'le­bî (devamla) der ki: Bunlar, Tevrat ve İncil'i okurlardı. el-Maverdî ve el-Mehdevî ise “Tevrat okurlardı” demişlerdir. Rasûlullah (sav) bunların yanlarından geçer, onların okuyuşlarını dinlerdi. Müşriklerin “Bunlardan öğreniyor” de­meleri üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirerek müşrikleri yalanladı.
Bir diğer görüşe göre, müşrikler bu sözleriyle Selman el-Farisî (r.a)'ı kastetmişlerdi. Bunu ed-Dahhâk ifade etmiştir.
Bir diğer görüşe göre, bu kişi, Bel'âm adında Mekke'deki bir Hıristiyan idi. Bu, Tevratı da okuyan birisi idi. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Müşrikler de Rasûlullah (sav)'ı bunun yanına girip çıkarken görüyorlar­dı. O bakımdan “Ona bunu öğreten ancak Bel'âm'dır” dediler. el-Kutebî der ki: Mekke'de Rumca konuşan ve Ebu Meysere diye anılan Hıristiyan bir adam var­dı. Kimi zaman Peygamber (sav) onun yanında otururdu. Kâfirlerin “Şüphe­siz Muhammed ondan öğreniyor” demeleri üzerine bu âyet-i kerime indi.
Bir rivayete göre ise bu kişi Utbe b. Rabia'nın kölesi Addâs'tır. Bunun, Hu-veytıb b. Abduluzza'nın kölesi Abis ile İbnü'l-Hadramî'nin kölesi Yesar Ebu Fükeyhe oldukları da söylenmiştir. İkisi de İslâm'a girmişlerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Bunların hepsi ihtimal dâhilindedir. Çünkü Peygamber (sav) de­ğişik zamanlarda, Allah'ın kendisine öğrettiklerinden bunlara da öğretmek kastıyla bunların yanında oturmuş olabilir. Bu da Mekke'de oluyordu. en-Nehlıâs der ki: Bu sözler birbirleriyle çelişen sözler değildir. Çünkü bu iddiada bulunanların bütün bunlara işarette bulunmuş olmaları ve bunların Hz. Peygamber'e öğrettiklerini iddia etmiş olmaları muhtemeldir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Muhammed b. İshâk b. Yessâr, “es-Sîre” adlı eserinde der ki: Bana ulaştığına göre, Allah Rasûlü (s.a.) Merve yanında bir Hıristiyan olan ve kendisine Cebr adı verilen Hadram oğullarından birine âit bir kölenin sattığı şeylerin yanında çokça otururdu. Onlar: “Allah’a yemin olsun ki, getirdiklerinin birçoğunu Muhammed'e ancak Hadramoğulları kölesi Hıristiyan Cebr öğretiyor” demekteydiler. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ “Andolsun ki; ona elbette bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz. Kastettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık Arapçadır” âyetini indirdi. Abdullah İbn Kesîr de böyle söylemiştir. İkrime ve Katâde'den rivayete göre ise bu kölenin ismi Yaîş idi. İbn Cerîr der ki: Bana Ahmed b Muhammed et-Tûsînin... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'de bir köle tanıyordu. Bu kölenin ismi Bel'âm olup dili yabancıydı. Müşrikler, Allah Rasûlünün (s.a.) onun yanına girip çıktığını görürler ve “Muhakkak ona Bel'âm öğretiyor” derlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Andolsun ki; ona elbette bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz. Kasdettikleri kişinin dili yabancıdır. Kur'an ise apaçık Arapçadır” âyetini indirdi. (İbn Kesir)
104- Şüphesiz Allah'ın ayetlerine inanmayan kimseler; Allah onları hidayete ulaştırmaz ve onlar için pek acı bir azap vardır.
105- Yalanı, yalnızca Allah'ın ayetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte onlar yalancıların ta kendileridir.
Bu ayetlerde Allah’a ve Resulüne iftira atanlar kınanmış ve bu kişilerin akıbetlerinin iyi olmadığı, olmayacağı bildirilmiştir. Sonra da yalanı ancak Allah’ın ayetlerine inanmayan kimselerin ortaya atacağı vurgulanarak inançlı kimselerin öylesi yalanlar atmayacakları mesajı verilmiştir.
106- Her kim imanından sonra Allah’a küfür eder, - kalbi iman ile yatışmış halde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere - ve de inkâra göğsünü açarsa, artık kendilerinin üzerine Allah’tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır.
107- Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir.
108- Onlar, Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini damgaladığı/ mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir.
109- Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanların ta kendileridir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:07 PM   #15
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Bu ayetlerde, zorlanmadığı, herhangi bir cebir altında kalmadığı halde imandan sonra kendi istekleriyle küfre düşenlerin akıbetleri ve bu akıbete müstahak olmalarının nedeni açıklanmaktadır. Eğer bir insan imandan sonra küfre dönmüşse, bunun sebebi, dünya hayatını ahırete göre daha sevimli bulmuş olmalarıdır. Dünyada sürecekleri safa ile ahırette sürecekleri sefayı karşılaştırmışlar, sonuçta peşin olanı benimseyerek dünyadaki sefayı tercih etmişlerdir. Çünkü dünyaya, geçici zevk ve sefaya olan tutkuları gönüllerini kör etmiş, hakikati görme yeteneklerini yok etmiştir. Bu yanlış tercih sonucunda da ahırette kesin bir ziyana uğramışlardır.
Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi kılarız [hazırlarız]; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
Hepsine; onlara [dünyayı isteyenlere] ve bunlara [ahireti isteyenlere] Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir. (İsra/18-20)
Onlar [insanlar] aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] seviyorlar ve ağır bir günü arkalarına atıyorlar. (İnsan/27)
Her kim ahiret ekinini isterse, Biz onun ekininde, onun için arttırırız. Ve her kim dünya tarlasını isterse ona da ondan veririz. Ve onun için ahirette hiçbir nasip yoktur. (Şura/20)
106. ayette “… -kalbi iman ile yatışmış halde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere- …”ifadesiyle yapılan istisna,imanlarından vazgeçirilmek üzere dayanılmaz işkencelere ve acılara maruz bırakılan müminlerle ilgilidir. Bu ayetlerin inişine dair klasik eserlerde şu bilgilere yer verilmiştir:
Yüce Allah'ın "Zorlanan müstesna olmak üzere" buyruğu, tefsir âlimlerinin görüşüne göre, Ammâr b. Yâsir hakkında inmiştir. Çünkü Ammâr (r.a) kendisinden istedikleri şeylere kısmen yaklaşmış idi. İbn Abbas der ki: Müş­rikler onu, babasını, annesi Sümeyye'yi, Suheyb'i, Bilâl'ı, Habbab'ı ve Salim'i alıp onlara işkence etmeye başladılar. Sümeyye iki deveye bağlandı ve ön tarafına bir mızrak saplandı. Ona “sen erkekler sebebiyle İslâm'a girdin” de­nildi. Hem kendisi hem de kocası Yâsir öldürüldü. İslâm tarihinde ilk öldü­rülen [şehit edilen] kişiler bunlardır. Ammâr ise zor ve baskı altında diliy­le onların istediklerini söyledi. Bunu Rasûlullah (sav)'a arz edince Rasûlullah (sav) da ona: "Kalbini nasıl buluyorsun?" deyince O, “iman ile dopdolu ve huzur bulmuş olarak” diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) ona "Bir daha aynı şeyi yapmaya kalkışacak olurlarsa, sen de öyle yap" di­ye buyurdu. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)


Nasıl ki bir insan kalbi imanla doluyken dilinden küfür çıkmasıyla kâfir olmuyorsa, kalbi küfür ile doluyken de sırf diliyle iman getirip Müslüman olduğunu söylemekle de mümin olmaz. Böyle biri ancak münafık olur.
İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir. Ve müminleri bilsin ve münafıklık yapanları bilsin içindir. Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız." denilmişti. Onlar: "Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık." dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. (Al-i Imran/166, 167)

110 - Sonra şüphesiz senin Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden kimseler içindir. Şüphesiz senin Rabbin bundan sonra kesinlikle çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
Bu ayetlerde Rabbimiz, inançları uğruna eza çeken, hicret eden, elinden geldiği ölçüde cihad eden, bunları yaparken de sabır ve sebat gösteren kimselerin yanında olduğunu, böyle kimselerin Allah’ın rahmet ve bağışlamasına mazhar olacaklarını, yaptıklarının karşılığını ahırette de dünyada da noksansız olarak alacaklarını beyan etmektedir. Ayetteki “ … senin Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden kimseler içindir” ifadesi, sanki “Rabbin onların emrine amadedir” dercesine bir ifadedir.
Rabbimiz aynı zamanda bu ayette, katlandıkları eziyet had safhaya gelmiş müminlere bir çıkış yolu da göstermektedir. Bu yol, zor durumdaki müminlerin hicret ederek daha güvenli bölgelere gitmesidir. Ancak anadan, babadan, evlattan, akrabadan, arkadaştan, yıllarca biriktirdiği maldan ayrılıp kimseyi tanımadığı, kimsenin de onu tanımadığı bir yere gitmek hiç de kolay değildir. Bu, her kişinin değil, er kişilerin yapabileceği bir iştir. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz “Sonra şüphesiz senin Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden kimseler içindir” buyurarak bu er kişileri onurlandırmaktadır.
Hicretin ağırlığı ve kazandırdıkları hakkında Rabbimizin başka açıklamaları da mevcuttur:
Kuşkusuz şu inanan ve hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlar ve barındırıp yardım edenler, evet işte bunlari bazısı baszzısının velisi olanlardır. İnanan ve hicret etmeyenlere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah yaptıklarınızı çok iyi görür. (Enfal/72)
Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun -Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195)
111 - O gün, herkes kendi nefsi için uğraşarak gelecek ve herkese yaptığı şeyleri tastamam alacak. Ve onlar zulme uğratılmayacak.
Ahırette herkes kendi derdine düşmüş, akrabalık ve tüm yakınlıklar bitmiştir. Herkes kendini kurtarma çabasındadır. Herkes yakınlarından, dünyada ilişki içinde olduklarından kaçar. Kendini kurtarmak için oğullarını, eşini, ailesini fidye vermeyi bile düşünür:


Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman;
bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden,
annesinden, babasından,
eşinden, oğullarından.
O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/33-37)
Birbirlerine gösterilmiş oldukları halde suçlu o günün azabından kurtulmak için oğullarını, eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye vermek ister. Sonra kendini kurtarabilsin. (Mearic/11- 14)
112- Ve Allah bir kenti misal olarak verdi: O [Bu kent], güvenli, huzurlu idi ve oraya her bir yerden rızkı bol bol gelirdi. Ne var ki, onlar Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yapıp ürettikleri şeyler yüzünden açlık ve korku elbisesini [felâketini] tattırıverdi.
113- Ve ant olsun ki, onlara içlerinden bir elçi gelmişti de onu yalanladılar. Bunun üzerine, onlar zulüm yaparlarken azap onları yakalayıverdi.
Bu ayetlerde, güvenli, huzurlu, geçim vasıtaları bol bir kent örneği üzerinden Kureyş kâfirlerine ciddi bir mesaj verilmiştir. Örnek verilen kentin halkı Allah’ın nimetlerine nankörlük etmiş, Allah da onları sıkıntıya sokarak cezalandırmıştır. Bu örnek üzerinden Kureyşli inkârcılara “Eğer bu nankörlükte devam ederseniz, sizin kentinizi de sıkıntıya sokarız” mesajı verilmiştir.
Nitekim gerek ticaret yolları üzerinde olmasının getirdiği kazançla, gerekse huzurlu ve güvenli bir belde olmasıyla rahat bir hayat yaşanan Mekke şehri, müminlerin hicretinden sonra bir hayli kuraklık, kıtlık sıkıntısı yaşamıştır.
Ayette verilen kent örneği gerçek hayattan olabileceği gibi, ibret içerikli edebî bir sanat da olabilir. Biz söz konusu örnek kenti Sebe’ olarak anlıyoruz:
Ant olsun ki Sebe kavmi için iskân ettikleri yerde bir ayet vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! -“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin [karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rab!”-
Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim [barajların] selini salıverdik ve o onlara iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.
Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız.
Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: -Buralarda gecelerce ve gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin gelin!-
Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette ayetler vardır. (Sebe/15-19)
Bu örnekle Kureyş kâfirlerine verilen mesaja gelince; konuya dair Kureyş suresindeki açıklamalarımızı burada da naklediyoruz:
Kureyş’in güvenliği, esenliği için; -kış ve yaz seferlerinde güvenlik, esenlikleri- öyleyse kendilerini açlıktan kurtararak beslemiş olan ve her korkudan onları güvene kavuşturmuş olan bu Beyt’in Rabbine kulluk etsinler. (Kureyş/1-4)
Görüldüğü gibi, surede, “O Ev`in sahibi ve Rabbi”nin Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı bildirilmektedir. Bu nedenle Kureyşlilerin sırf emniyet içinde nimetlenmeleri sebebiyle bile sadece Allah`a kulluk etmeleri gerekmekteydi:
Yoksa çevrelerinde insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen orayı güvenli haram [dokunulmaz] yaptığımızı görmediler mi? Hâlâ bâtıla inanıp Allah`ın nimetine nankörlük mü ederler? (Ankebut/67)
Ve "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, haram [dokunulmaz] bir yere [Mekke`ye] yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas/57)
Kureyşliler “Bu Ev’e [Kâbe’ye]” sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları yoktu. Mekke`de bir araya gelip Kâbe hizmetini üstlenince bütün Arabistan`da saygın bir konuma yükseldiler. O dönemde insanlar Arabistan`ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamaz, saldırıya uğrama tehlikesi altında bir an bile rahat uyuyamazlardı. Çünkü saldırılar ya ölüm ya da kölelikle sonuçlanırdı. Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ salim ilerleyebilirdi.
İşte, cahiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı böyle bir ortamda, Mekke`deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emin bir durumdaydı. Çünkü Mekke`nin bir düşman saldırısıyla karşılaşması söz konusu değildi. Kureyşliler, taşıdıkları "Kâbe`nin hizmetçileri" sıfatı ile büyük ve küçük kafilelerle ülkenin her tarafında serbestçe dolaşır, kimse kendilerine dokunmazdı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin "Ben Haremliyim" ya da "Ben Allah`ın haremindenim" demesi bile saldırılardan kurtulması için yeterli olurdu. Bütün bu avantajlar, Kureyş`in sadece maddî değerlerle değil, itibar ve güvenlik gibi manevî değerlerle de nimetlendirildiğini göstermektedir. Bunların üzerine Rabbimiz bir de onlara vahiy nimeti bahşetmiş, böylece Kureyşliler sapıklıktan, küfürden [dolayısıyla da cehennemden] uzak kalma fırsatı yakalamışlardır. Rabbimiz, konumuz olan ayetlerdeki uyarısıyla Kureyşli inkârcılara bu nimetleri iyi değerlendirmeleri, örnek verilen kent halkının akıbetine düşmemeleri mesajını vermektedir. Çünkü Allah`ın lütuf ve fazlına mazhar olanlar, kendilerine bu nimetleri bol bol veren Rablerine asla nankörlük etmemelidirler.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:08 PM   #16
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

114 - Artık Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak yiyin. Allah'ın nimetine şükredin [karşılığını ödeyin]; eğer sadece O'na kulluk edecekseniz.
115 - O [Allah], size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden zorlanırsa, bilsin ki, şüphesiz Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.
116 – Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helaldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar.
117- [Onların dünyalıkları], pek az bir kazanımdır. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.
Bu ayet grubunda Rabbimiz, insanlara verdiği temiz, hoş, nefis nimetlerden yemelerini ve bu nimetlerin karşılığını ödemelerini [şükretmelerini] istemiştir. Sonra da leşi, kanı, domuzun etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri yasakladığını bildirmiştir. Ancak ölüm ihtimali gibi durumlarda, yasaklanmış yiyeceklerden zaruret ölçüsünde yenilebilmesine izin vermiştir. Ayrıca herhangi bir şeyin haramlığını sadece Allah’ın belirleyeceğini, Allah adına haram-helal koymanın Allah’a iftira olduğunu bildirmiş, bu tür sahtekârlıkta bulunanları acıklı azap ile tehdit etmiştir.
Pasajda konu edilen helal ve haram gıdalar ile ilgili olarak En’am suresinde şu hükümler bildirilmişti: (Ayetler ardışık olmadığı için numaralarıyla birlikte verilmiştir.)
“136 – Ve onlar, O’nun [Allah'ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a bir hisse kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte ortakları için olan şey [hisse] Allah'a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
138 – Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle: “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Bir kısım hayvanları da O’na bir iftira olarak üzerlerine Allah'ın adını anmazlar. O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır.
139 – Ve onlar: “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır” dediler. O [Allah], onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, Hakîm’dir Alîm’dir.
142 – Ve O, hayvanlardan yük taşıyan, döşek yapılan yaratandır. Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143 - Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.”
144 - Ve deveden iki, sığırdan da iki. De ki: O [Allah], "İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz [O’nun yanında mıydınız]? Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah'a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna kılavuz olmaz”.
145 - De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş, veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti -ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]- yahut Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fisk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak Ama kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere… [bunlardan yiyebilir]” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
118 – Artık, eğer Allah'ın âyetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan yiyin.
146 – Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette doğrularız.”
147 – Artık eğer seni yalanladılarsa, hemen de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Ve O’nun azabı suçlular toplumundan geri çevrilmez.”
148 – Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” (En’am/136, 138, 139, 142-145, 118, 146)
Ayrıca bu konuda şu ayetlere de müracaat edilmelidir.
O, size ölü hayvanı, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanları haram kıldı. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek üzere ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. (Bakara/173)

Ey iman edenler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, kurbanlık hediyelere, gerdanlıklarına ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü’l-Haram’ı [Kâbe’yi] kastedenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman da avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı çok çetin olandır.
Size leş, kan, domuzun eti, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen; boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, canavar yırtmış olup da canlı iken kesmedikleriniz; dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı. Bunların hepsi doğru yoldan çıkmaktır. Bugün şu küfretmiş olan kimseler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara haşyet duymayın Bana haşyet duyun. Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak da İslâm’a razı oldum. Artık kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden zorda kalırsa, Bilsinki şüphesiz Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir. (Maide/2-3)
118 –Biz sana anlattıklarımızı, daha önce Yahudilere de haram kılmıştık. Ve Biz onlara zulmetmedik. Ama onlar kendilerine zulmediyorlardı
Bu ayette, yukarıda sayılan yasakların Yahudilere de yasak olan şeyler olduğu, fakat onların yasakları artırarak kendilerine zulmettikleri bildirilmektedir.
Sonra da Yahudileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.
Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfat vereceklerimizdir. (Nisa/l60-l62)
119 - Sonra şüphesiz senin Rabbin, bir cahillikle günah işleyen sonra bunun ardından tövbe eden ve düzelten kimseler içindir. Şüphesiz ki senin Rabbin, bundan sonra kesinlikle çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Rabbimizin rahmet kapılarını açarak günah işleyen kullarına tövbe ve yanlışları düzeltme imkânı verdiğinin bildirildiği bu ayette, Rabbimiz kullandığı üslupla sanki kullarını affetmeye hazır olduğu mesajını vermektedir. Rabbimiz rahmeti gereği kullarına her zaman tövbe kapılarını açık tutmakta ve onlara ölmeden önce küfürlerinden, günahlarından dönüş fırsatı tanımaktadır.
Bu mesajı içeren başka birçok ayet daha vardır:
Allah'ın [kabulünü] üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm/hikmet sahibidir.
Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: 'Ben şimdi gerçekten tevbe ettim' diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa/17,18)
Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah’a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur. (Nisa/48)
Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, [onlardan] dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisa/16)
Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olan şu kimseler; onların tevbeleri asla kabul olunmayacaktır. Ve işte onlar sapıkların ta kendileridir.
Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları halde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın - onu fidye verseler bile - asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Al-i Imran/90, 91)
120, 121 - Şüphesiz İbrahim içtenlikle Allah’a boyun eğen, hanif [dönmüş], O’nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], onu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı.
122 - Ve Biz ona [İbrahim'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, ahirette de kesinlikle salihlerdendir.
123 - Sonra sana: “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrahim’in milletine tabi ol” diye vahyettik.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 15. August 2009, 02:09 PM   #17
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

İbrahim peygamberin konu edildiği bu ayet grubunda, İbrahim’in (as) Allah’a teslim olmuş, O’na yönelmiş [Hanif olmuş], O’nun nimetlerine şükreden biri olduğu hatırlatılarak Mekke müşriklerine, torunu olmakla övündükleri İbrahim (as) gibi olmaları, onun dinine uymaları; yani İbrahim’in dinindeki helal ve haramları dikkate almaları uyarısı yapılmıştır.
Bu mesajda İbrahim peygamber şu niteliklerle tanıtılmıştır:
İbrahim başlı başına bir ümmettir
  • Kanittir
  • Haniftir
  • Müşriklerden değildir
  • Allah’ın verdiği nimetlere şükreden bir kişidir
  • Allah’ın elçi olarak seçtiği bir kişidir
  • Allah’ın hidayetine mazhar olmuş birisidir
  • Allah ona dünyada bile güzellik vermiştir
  • Ahırette de salihlerdendir
İbrahim peygamberin burada sayılan sıfatlarıyla ilgili Kur’an’da birçok ayet vardır. Ancak biz bu sıfatlardan sadece üç tanesini tahlil etmekle yetineceğiz:
İbrahim’in (as) Başlı Başına Bir Ümmet Olması


Daha evvel birkaç kez açıkladığımız (Tebyinü’l Kur’an; c. 2, s. 577-580) gibi, “ümmet” sözcüğü “Kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü, aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu” demektir. İbrahim peygamberin başlı başına bir ümmet olarak nitelenmesinden, onun sosyal konularda ve işlerde koca bir topluma bedel bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Bir toplumun fertlerindeki faziletlerin hepsi onda mevcuttu.
Buradaki “ümmet” sözcüğünü “imam” anlamında anlamak da mümkündür.
Ve hani Rabbi İbrahim’i, birtakım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o, onları tam olarak yerine getirince [Rabbi ona], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O da “Zürriyetimden de [yap!]” dedi. [Rabbi ona] “Benim ahdim zâlimlere nail olmaz!” dedi. (Bakara/124)
  • İbrahimin Kanit Olması

“Kanit” sözcüğü “kunut” sözcüğünün etken isim kalıbıdır. “Kunut” sözcüğü “susmak, saygı duruşunda bulunmak” demektir. (Lisan; 7/504 knt mad.) Dinî terim olarak “kunut”, “Allah’a kullukta mütevazı, saygılı olmak ve bu durumu sürdürmek” demektir. Bu sıfat gerçek müminlerin niteliği olarak Kur’an’da birçok kez yer almıştır. (Ahzab/31,35, Zümer/9, Nisa/34, Tahrim/5, 12, Bakara/116, 238, Rum/26 ve Al-i Imran/17) Kanit sözcüğü özel kişi olarak burada İbrahim Peygamber için, Al-i Imran/43’te de Meryem için kullanılmıştır. Bu niteliğin İbrahim peygamber için kullanılması, onun Allah’a saygılı, saygısında devamlı, saygıda kusur etmeyen biri olduğu anlamındadır.
  • Hanif

“Hanefe” sözcüğü “ayak dönmesi, iki ayağın başparmakları karşı karşıya gelecek şekilde dönmesi” anlamındadır. Sözcüğün, ayak tabanının üste gelmesi anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Sözcük daha sonraları “hayırdan şerre, şerden hayra dönme” anlamında kullanılır olmuştur. Zaman içerisinde İbrahim peygamberin önemli bir niteliği olmuş, “şirkten tevhide yönelme” anlamında genelleşmiştir. Kur’an indiği dönemde Mekke’de İbrahim dinine mensup olanlara, dışarıdan Mekke’ye gelip hacc eden ve sünnet olanlara “hanif” denilirdi. Daha sonra bu sözcük “Müslim [Müslüman]” anlamında kullanılır oldu. (Lisanü’l-Arab c: 2, s: 629, 630 “hnf” mad.)
Biz, sözcüğün anlamı ile ilgili yukarıdaki açıklamaları da dikkate alarak sözcüğün “önceleri müşrik iken sonra müşrikliği bırakıp tevhide yönelen” şeklinde değil, “şirk koşmaksızın tevhide yönelen” şeklinde anlaşılması gerektiği kanaatindeyiz. Nitekim aşağıdaki ayetten de bu anlaşılmaktadır:
… Allah’a yönelmişler olarak, O’na şirk koşanlar olmayarak o putlardan olan kirlilikten kaçının, yalan sözden de kaçının. Bilin ki, Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgârın kendisini ıssız bir yere sürüklediği şey gibidir. (Hacc/30, 31)
Kur’an’da “حنيف haniyf” sözcüğü ilk kez Yunus suresinde yer almıştır:
De ki: “Ey insanlar! Eğer benim dinimden “şekk”te idiyseniz [benim dinimin ne olduğunu kesin ve tam olarak bilmiyorduysanız], iyi bilin ki, Allah’ın astlarından sizin taptıklarınıza ben tapmam. Velâkin sizin canınızı alacak olana [Allah’a] taparım. Ve ben müminlerden olmamla ve ‘yüzünü [tüm benliğini] hanif olarak [şirkten, küfürden Hakk’a dönen biri olarak] Din’e döndür ve sakın müşriklerden olma! ve Allah'ın astlarından sana fayda vermeyen, zararı da dokunmayacak olan şeylere yalvarma! Buna rağmen eğer yaparsan, o zaman hiç şüphesiz sen zalimlerden olursun’ diye emrolundum.” (Yunus/104-106)
İbrahim peygamberin hanifliği ile ilgili Yunus suresinde geniş açıklama yapıldığından, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 4 s: 587, 588) okunmasını öneriyoruz:
Konumuz olan pasajdaki 128. ayette Rabbimiz “Sonra sana ‘Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrahim’in milletine tabi ol’ diye vahyettik” buyurmuştur. Rabbimizin bu beyanından, vahyin özünün [ilahi ilkelerin] ilk peygamberden son peygambere hiç değişmediğini anlıyoruz. İlk peygambere verilen din nimeti ile son peygambere verilen din nimetinin özü aynıdır:
Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’an’da], elçinin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevla’nızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)
De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, hanif İbrahim’in milletine. O [İbrahim], ortak koşanlardan olmamıştı.” (En’am/161)
124 – Sebt [Tefekkür günü], ancak kendisinde ihtilaf eden kimseler üzerine kılındı. Ve şüphesiz senin Rabbin onların içinde ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında kıyamet günü, aralarında kesinlikle hüküm verecektir.
Bu ayette “Sebt”in kimler üzerine farz kılındığı açıklanmakta ve Sebt’e önem vermeyenlerin cezalandırılacakları bildirilmektedir. “Sebt”, şu anda “sebt” konusu ile ilgili kargaşa çıkaranlar üzerine faz kılınmıştı. Bu konuda ihtilaf edip duranlar İsrailoğulları’dır.
“Sebt” aslında “rahat, istirahat, sakinlik, işi bırakmak, uyumak” anlamındadır. (Lisanü’l Arab, c.4 , s. 462 “sbt” mad.)
“Sebt” ile ilgili olarak daha evvel A’raf suresinin tahlilinde ayrıntılı bir açıklama yapmıştık. Önemine binaen konuyu kısaca özetliyoruz:
“SEBT” GÜNÜ
Halk arasında “cumartesi günü” olarak bilinen “sebt” günü; insanların günlük yaşamları ile ilgili [dünyevî] işlerini bir taraf bırakıp bunları hiç düşünmeden, sadece Tanrı’nın sözlerini dinledikleri ve bunları derin derin düşünmeye vakit ayırdıkları, dolayısıyla hem bedenlerini hem de ruhlarını dinlendirdikleri gündür.
İsmi “Şabat Günü” olarak geçen “sebt” günü hakkında Tevrat’ta şunlar yazmaktadır:

Çıkış, 20. Bölüm; 1–11. cümleler:
On Buyruk
1- Tanrı şöyle konuştu: 2- "Seni Mısır'dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın RABB benim. 3- "Benden başka tanrın olmayacak. 4- "Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yeraltındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. 5- Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben, Tanrın RABB, kıskanç bir Tanrı'yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım. 6- Ama beni seven, buyruklarıma uyan binlerce kuşağa sevgi gösteririm. 7- "Tanrın RABB'in adını boş yere ağzına almayacaksın. Çünkü RABB, adını boş yere ağzına alanları cezasız bırakmayacaktır. 8- "Şabat Günü'nü kutsal sayarak anımsa. 9- Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. 10- Ama yedinci gün bana, Tanrın RABB'e Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, hayvanların, aranızdaki yabancılar dâhil, hiçbir iş yapmayacaksınız. 11- Çünkü ben, RABB, yeri göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım, yedinci gün dinlendim. Bu yüzden Şabat Günü'nü kutsadım ve kutsal bir gün olarak belirledim.
Levililer 19. Bölüm; 1–4. cümleler:
Adalet ve Kutsallık Yasaları
1- RABB Musa'ya şöyle dedi: 2- "İsrail topluluğuna de ki, 'Kutsal olun, çünkü ben Tanrınız RABB, kutsalım. 3- "'Herkes annesine babasına saygı göstersin. Şabat günlerimi tutun. Tanrınız RABB benim. 4- "'Putlara tapmayın. Kendinize dökme ilahlar yapmayın. Tanrınız RABB benim.
Sayılar 15. Bölüm; 32–36. cümleler:
Şabat Günü'nü Tutmayan Öldürülüyor
32- İsrailliler çöldeyken, Şabat Günü odun toplayan birini buldular. 33- Odun toplarken adamı bulanlar onu Musa'yla Harun'un ve bütün topluluğun önüne getirdiler. 34- Adama ne yapılacağı belirlenmediğinden onu gözaltında tuttular. 35- Derken RABB Musa'ya, "O adam öldürülmeli. Bütün topluluk ordugâhın dışında onu taşa tutsun" dedim 36- Böylece topluluk adamı ordugâhın dışına çıkardı. RABB'in Musa'ya buyurduğu gibi, onu taşlayarak öldürdüler.
Yeremya 17. Bölüm; 21–27. cümleler:
21- RABB diyor ki, Şabat Günü yük taşımamaya, Yeruşalim kapılarından içeri bir şey sokmamaya dikkat edin. 22- Şabat Günü evinizden yük çıkarmayın, hiç iş yapmayın. Atalarınıza buyurduğum gibi Şabat Günü'nü kutsal sayacaksınız.23- Ne var ki, onlar sözümü dinlemediler, kulak asmadılar. Dik başlılık ederek beni dinlemediler, yola gelmek istemediler. 24- Beni iyi dinlerseniz, diyor RABB, Şabat Günü bu kentin kapılarından yük taşımayıp hiç iş yapmayarak Şabat Günü'nü kutsal sayarsanız, 25- Davut'un tahtında oturan krallarla önderler savaş
arabalarına, atlara binip Yahuda halkı ve Yeruşalim'de yaşayanlarla birlikte bu kentin kapılarından girecekler. Bu kentte sonsuza dek insanlar yaşayacak. 26- Yahuda kentlerinden, Yeruşalim çevresinden, Benyamin topraklarından, Şefela'dan, dağlık bölgeden, Negev'den gelip RABB'in Tapınağı'na yakmalık sunular, kurbanlar, tahıl sunuları, günnük ve şükran sunuları getirecekler. 27- Ancak beni dinlemez, Şabat Günü Yeruşalim kapılarından yük taşıyarak girer, o günü kutsal saymazsanız, kentin kapılarını ateşe vereceğim. Yeruşalim saraylarını yakıp yok edecek, hiç sönmeyecek ateş."
Hezekiel 20. Bölüm; 12–24. cümleler:
12- Kendilerini kutsal kılanın ben RABB olduğumu anlasınlar diye aramızda bir belirti olarak Şabat günlerimi de onlara verdim. 13- "'Böyleyken İsrail halkı çölde bana başkaldırdı. Uygulayan kişiye yaşam veren kurallarımı izlemediler, ilkelerimi reddettiler. Şabat günlerimi de hiçe saydılar. Bu yüzden çölde öfkemi üzerlerine yağdırıp onları yok edeceğimi söyledim. 14- Ama İsrailliler'i Mısır'dan çıkardığımı gören ulusların gözünde adıma leke gelmesin diye bunu yapmadım. 15- Ben de kendilerine verdiğim en güzel ülkeye, süt ve bal akan ülkeye onları götürmeyeceğime çölde ant içtim. 16- Çünkü ilkelerimi reddettiler, kurallarımı izlemediler, Şabat günlerimi hiçe saydılar. Yürekleri putlarına bağlıydı. 17- Yine de onlara acıdım, onları yok etmedim, çölde işlerine son vermedim. 18- Çölde çocuklarına atalarınızın kurallarını izlemeyin, ilkelerine göre yaşamayın, putlarıyla kendinizi kirletmeyin dedim. 19- Ben Tanrınız RABB'im, benim kurallarımı izleyin, benim ilkelerim uyarınca yaşayın. 20- Aramızda bir belirti olsun diye Şabat günlerimi kutsal sayın. O zaman benim Tanrınız RABB olduğumu anlayacaksınız dedim. 21- "'Ne var ki, çocuklar bana karşı geldiler. Kurallarımı izlemediler. Uygulayan kişiye yaşam veren ilkelerim uyarınca dikkatle yaşamadılar. Şabat günlerimi hiçe saydılar. Bu yüzden çölde öfkemi üzerlerine yağdıracağımı, kızgınlığımı dökeceğimi söyledim. 22- Ama elimi geri çektim, İsrailliler'i Mısır'dan çıkardığımı gören ulusların gözünde adıma leke gelmesin diye bunu yapmadım. 23- Onları ulusların arasına dağıtacağıma, başka ülkelere göndereceğime çölde ant içtim. 24- Çünkü ilkelerimi izlemediler, kurallarımı reddettiler. Şabat günlerimi hiçe saydılar, gözlerini atalarının putlarına diktiler.
Dünya işlerini bırakıp ibadete tahsis edilen gün olan “sebt” gününün halk arasında “cumartesi günü” olarak yaygınlaşmasının sebebi, “sebt”in cumartesi günlerinde uygulanmasından kaynaklanmaktadır.
“Sebt” konusunun ayette konu edilmesinin sebebi, Sebt’in İbrahim peygamberin dininde olmadığını beyan içindir. Sebt [Dünyevi işlerin kısıtlanması] Yahudilere özel olarak yüklenen bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğün sebebi ise Kitab-ı Mukaddes alıntılarından da anlaşılacağı üzere Yahudilerin kanunlara ve emirlere sürekli karşı gelmeleridir.
125 - Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir.
Bu ayetlerde Resulullah’a hitap edilmiş ve kendisine Allah yolunda nasıl bir davet metodu izlemesi gerektiği bildirilmiştir. Yüce Allah’ın bu konuda uyulmasını istediği davet metodu, insanların İslam’a hikmetle ve güzel öğütle davet edilmeleri, kendileriyle en güzel bir biçimde mücadele edilerek hakka çağırılmaları metodudur.
Davetin hangi metotla yapılması gerektiği aşağıdaki ayette de konu edilmiştir:
Kendilerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve: “Biz, bize indirilene ve size indirilene inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir. Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz” deyiniz. (Ankebut/46)
Âyetin Nüzul Sebebi:

Tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu, bu âyet-i kerimenin Medine'de in­diğini kabul etmektedir. Bu âyet-i kerime, Uhud günü Hz. Hamza'ya müsle yapılması [azalarının kesilmesi] hakkında inmiştir. Bu husus, Sahih-i Buhârî'de Siyer bölümünde söz konusu edilmektedir.
en-Nehhâs ise bu âyetin Mekke'de indiği kanaatindedir. Anlamı itibariy­le de kendisinden önce Mekke'de inmiş buyruklar ile güzel bir bağlantısı var­dır. Çünkü burada davet olunan ve kendisine öğüt verilenden, kendisiyle tar­tışılana, oradan da yaptığı fiile karşılık ceza verilene tedrici olarak geçiş ya­pılmaktadır. Ancak, cumhurdan gelen rivayet daha sağlamdır.
Dârakutnî'nin rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Müşrikler, Uhud'da öldürülenleri bırakıp gittikten sonra Resulullah (sav) öldürülenlerin yanına gitti. Hoşuna gitmeyen bir manzara ile karşılaştı. Hamza'nın karnının yarıl­mış olduğunu, burnunun ve kulaklarının kesilmiş olduğunu görünce şöyle dedi: "Eğer kadınlar üzülmeyecek yahut benden sonra izlenecek bir sünnet olmayacak olsaydı, Allah onu yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından (kı­yamet gününde) dirilteceği vakte kadar bırakırdım. And ederim ki, onun ye­rine yetmiş kişiye müsle yapacağım." Daha sonra bir örtü getirilmesini iste­di, onunla yüzünü örttü. Ayakları dışarıda kaldı. Resulullah (sav), bu örtüy­le yüzünü kapattı, ayaklarının üzerine de izhir otu koydu. Sonra onu öne ge­çirerek üzerinde on defa tekbir getirdi. Daha sonra (şehidler) birer birer getirilip (cenaze namazları kılınmak üzere) konuluyordu. Hamza ise mekânın­da duruyordu. Sonunda Hz. Hamza'nın üzerine yetmiş namaz kılmış oldu. Çünkü (Uhud'da) öldürülenlerin sayısı yetmiş idi. Şehitlerin defnedilme işi bitirildikten sonra şu: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et... Sabret, senin sabrın ancak Allah iledir" âyetleri indi. Resulullah (sav) da sabretti ve kimseye müsle uygulamadı. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Rabbimiz Kur’an’da büyük cihadın Furkan ile yapılmasını emretmiştir. Kur’an’ın öğüt oluşunu da yüzlerce ayette bildirmiştir:
Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat yap! (Furkan/52)
Davet şekli, yolları ve malzemesi Kur’an’da hep gösterilmiştir. Emredildiği şekilde “en güzel şekilde mücadele”, kırıcı olmadan, yumuşak sözlerle, kötülüğe karşı iyilikle karşılık vererek, bilgi ve bilimsel verilerle ortak değerlere dikkat çekmekle ve sabırla yapılabilir. Davetin böyle olması gerektiği şu ayetlerden de anlaşılmaktadır:
Her ikiniz gidin Firavuna. O, gerçekten azdı. Sonra ona öğüt alması ve haşyet duyması için yumuşak söz söyleyin.” (Ta Ha/43, 44)
İşte sen [o zaman], sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever. (Al-i Imran/159)
Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rablerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı ikame etmişler ve kendilerine verdiğimiz rızklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selam olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Rad/21- 24)
Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır. (Fussilet/33, 34)
İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgiden başka şeyle tartışır. Ve tüm azılı şeytanı izlerler. (Hacc/3)
De ki: “Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ın astlarından bazımız bazımızı rabler edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlara yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim Müslümanlar olduğumuza şahit olun” deyin. (Al-i Imran/64)
126 – Ve eğer ceza verecek olursanız da sizin cezalandırıldığınızın misli ile ceza verin. Ve eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.
Bu ayette Rabbimiz kötü muamelelere karşı sabırlı ve affedici olunmasını, hemen cezalandırmaya girişilmemesini buyurmuştur. Müminlerin sıfatlarından birisi de, “öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler, … kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler” olmalarıdır.
Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır. (Fussılet/33, 34)
Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav, Biz onların yakıştırmakta oldukları şeylerin çok iyi biliriz. (Mü’minun/96)
Bu konuda Yusuf peygamberden de bir örnek verilmiştir. O, kendisine kötülük yapan kardeşlerini affetmiştir:
O [Yusuf] dedi ki: “Siz cahiller iken Yusuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?"
Onlar [Yusuf’un kardeşleri]: “Yoksa sen, sahiden Yusuf musun?” dediler. O [Yusuf]: "Ben Yusuf'um, bu da kardeşim. Kesinlikle, Allah bizi nimetlendirdi. Şüphesiz kim takvalı davranır ve sabrederse, artık hiç şüphesiz Allah, iyi, güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez” dedi.
Onlar dediler ki: “Allah’a yemin olsun, Allah seni gerçekten bize üstün kıldı. Ve biz gerçekten hatalılar idik.”
O [Yusuf] dedi ki: “Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah sizi mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, basîr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle gelir [derbederlikten kurtulur]. Ve bütün ailenizi bana getirin.” (Yusuf/89- 92)
Affedici olma konusu daha evvel Şura suresinin tahlilinde ele alındığından, ayrıntılı açıklamalarımızın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 6, s: 359-361) okunmasını öneriyoruz.
127 – Sen sabret! Senin sabrın da ancak Allah iledir. Onlar için üzülme! Onların kurdukları tuzaklardan sıkıntıya düşme!
128- Şüphesiz ki Allah, takvâlı davranan kişiler ve kendilerini iyileştiren/güzelleştiren kişilerin ta kendisi olanlar ile birliktedir.
Bu ayetlerde Rabbimiz, önceki ayetteki emrine ilave olarak Resulullah’a görevini metanetle sürdürmesini, inatçılar için üzülmemesini, onların yüzünden sıkıntıya düşmemesini emredip daha sonra da tüm insanlığa bir beyanname mahiyetindeki şu müjde ve güvenceyi bildirmiştir: Şüphesiz ki Allah, takvâlı davranan kişiler ve kendilerini iyileştiren/ güzelleştiren kişilerin ta kendisi olanlar ile birliktedir.
Görüldüğü gibi, surenin son mesajı Allah’ın takvalı davranan ve iyileştiren müminler ile beraber olduğu müjdesidir. “Allah’ın beraber olduğu kişi” demek, dünya ve ahırette sırtı yere gelmeyecek kişi demektir. Bu sabır ve güvenci Resulullah’tan ve Musa peygamberden nakledilen şu ifadelerde de görüyoruz:
O [Musa]: “Hayır... Hayır... Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir” dedi. (Şuara/62)
Eğer siz ona [elçiye] yardım etmezseniz, bilin ki Allah ona kesinlikle yardım etmiştir. Hani o küfretmiş kişiler, onu ikinin ikincisi olarak çıkarmışlardı. Hani ikisi mağarada idiler. Hani o, arkadaşına "Üzülme, şüphesiz Allah bizimle beraberdir." diyordu. Bunun üzerine Allah, onun üzerine huzur indirmiş, onu sizin görmediğiniz askerlerle desteklemiş ve küfreden kişilerin sözünü en alçak kılmıştı. Allah’ın kelimesi de en yücenin ta kendisidir. Ve Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir. (Tevbe/40)
Allah’ın takva sahipleriyle birlikte olduğu şu ayetlerde de ifade edilmiştir:
Haram ay haram aya karşılıktır. Ve bütün haramlar kısastır [birbirine karşılıktır]. O halde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının ayniyle saldırın. Ve Allah’a takvalı davranın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. Bakara; 194:
Şüphesiz Allah katında; Gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah’ın yazısında, ayların sayısı, ay olarak on ikidir. Bunlardan dördü Haram’lardır [Haram Ay’lardır]. İşte bu koruyan dindir. Bu sebeple onlarda [haram aylarda] kendinize zulmetmeyiniz. Ve sizinle toptan savaşan müşriklerle siz de toptan savaşın. Ve şüphesiz Allah’ın muttakiler ile beraber olduğunu bilin. (Tevbe/36)
Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette Kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik-güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebut/69)
Allah doğrusunu en iyi bilendir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
giriş, nahl, suresine


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:18 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam