hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > TASAVVUF > Tasavvuf Araştırmaları

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 30. November 2011, 04:19 PM   #1
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart Tasavvuf hakkında

1 - TASAVVUF`UN OLUŞUMU VE GELİŞİMİ

A - TASAVVUF NEDİR ?

Bu soruya geçmeden önce hemen bir tesbit yapmak gerekmektedir. Günümüzde hem Türkiye`de hem de diğer İslam ülkelerinde „Tasavvuf“ kavramı Kur`anda sık sık vurgulanan „takva“ kavramı ve buna denk gelen „züht“ kavramıyla eşdeğer yani aynı kabul edilmektedir. Hatta bazı kardeşlerimizce Tasavvuf, takvalı bir hayat sürmek şeklinde anlaşılmaktadır.

İbadetleri ihlasla ve titizlikle yapmak, Allahü Tealaya gerektiği gibi kul olmak, tüm hayatında Peygamberimizi örnek alarak o`nun sünnetine sımsıkı sarılmak, harmlara azamî dikkat etmek, Kur`an-ı hayatının merkezine oturtmak gibi başlıklarda toparlayabilecegimiz İslamın öngördüğü „Takvalı hayata“ karşı olmak veya bu yolda çaba sarfeden müslümanları eleştirmek aklı başında olan hiçbir Müslümanın yapacağı bir iş değildir.


Tasavvuf`un İslami temellerini delillendirmeye çalışan insanlar hep Kur`andaki takva ayetlerine vurğu yapmaktadırlar. Ancak Abbasiler zamanında doğan ve uzun bir sürede sistemleşen ve günümüze kadar gelen tasavvuf ekolü İslamdan bazı renkler barındırsa da hiçbir zaman İslam´ın öngördüğü „takvalı yaşam“ ile örtüşmemektedir.


Biz bu bölümde Tasavvuf`un „Takvalı bir hayat yaşamak“ olmadığını , kaynağının sadece Kur`an ve Sünnet olmadığını, İslamdan daha çok batıl inançlardan , yani İran ve eski Mezopotamya'daki Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hind-İran mistik kültürlerinden, Hellenistik dönemin Gnostik ve Neoplatonik fel*sefi etkilerinden, ve nihayet köklü bir Yahudi ve Hıristiyan mis*tik geleneğinin kalıntılarından oluşan bir sentez olduğunu anlatmaya çalışacağız.

“Tasavvuf; bütün kurumları, ürettiği düşünceleri, yöntemleri, akaid ve ibadet biçimleri itibariyle, antik dönemlerden itibaren süregelen, nev-i şahsına münhasır, felsefî bir akımdır.

Esasen, tasavvufun tamamen hayale dayalı, akıl ve mantıktan uzak, yoğun mistik yüzü hesaba katılırsa, onun, aklî ve tecrübî bir dayanağı olan felsefe kadar bile haysiyeti olduğunu iddia etmek zordur. Zira feylesof, aklî, mantikî olmayanı reddetmeyi düstûr sayar. Oysa tasavvufî ekol akla düşmandır, düşünmekten men eder. [1]

Sûfî, akıl ve vahiy yerine, kendisinin de izah edemediği, aşk, hâl, iç deneyim, keşf, marifet, ilham, cezbe gibi şeytanî mi, Rahmani mi olduğunu bile tesbit edemediği halüsinasyonların, hezeyanların adamıdır.

O halde, yukarıda sözünü ettiğimiz, temel sorulara cevap arayan insanoğlu, genel olarak üç ana çizgi üzerindedir, denebilir.

1- Tüm sorularını İlahi vahiyle en kesin şekilde halleden mü'minler...
2- Vahye gözünü yumarak, akıl ve idrakle tüm sorunlarının cevabını bulacağına inanan filozoflar (Rasyonalistler).
3- Vahye ve akla arkalarını dönerek, çile, riyazet, inziva ve duygularda yoğunlaşarak, aşk'la gerçeği bulacağını vehmeden, şizofrenler. Öyle görünüyor ki, insanlık var olalı beri bu yöntemleri kullanagelmiştir.

Bir müslüman olarak, buraya kadar anlattıklarımda, benim yadırgadığım, rahatsızlık duyduğum ya da beni doğrudan alâkadar eden bir anormallik yoktur. İman ve inkâr İlahi iradenin doğal bir sonucudur. Hatta hayal gücü gelişmiş sûfi'yi de bir oranda doğal bulabiliriz. Ancak; kökleri çok eski dönemlerde olan sufiliğin (Mistizm'in) İslam'a maledilmesi, hatta İslâm'ın tasavvufa maledilmesi, benim problemimin başladığı noktadır. Ve bu yazının kaleme alınış nedeni de budur.

İslâm'la kök olarak, mahiyet ve keyfiyet olarak benzerliği bir yana, taban tabana zıt olan bir anlayışın 'İslâm'ın özü" olarak tanıtılması büyük felâkettir. Büyük oranda müslüman okur-yazar takımına da bulaşan bu kiri temizlemek her mümin'e vazifedir.[2]


[1] E. Özkan, Tasavvuf ve İslâm, Sh. 95-353 (Şeyhden izinsiz, Kur'an'ı Kerim okumamalıdır. Kur'an'ın manasını gözüyle mülahaza etmemelidir... Kur'an'ın manasını bile düşünmekten sakınmalıdır. (Müzekkin-Nufus Sh. 518-5191.)

[2] Ömer Şevki Hotar; Tasavvuf- Halusinasion


...
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
yeşil Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
hiiic (30. November 2011), Miralay (2. December 2011)
Alt 30. November 2011, 04:23 PM   #2
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

B - ASRI SAADET´TE TASAVVUF VARMIYDI ?
Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Suffa`ya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayılagelmiştir.
Araştırmacılar tasavvufun en erken hicrı ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.
Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Hz. Peygamber'in (sav) şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur'an'da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir.
Zaten Rabbimiz Takva ve Zühd`ün sınrırlarını çizmişekli oruç tutmayı, geceleri yatmamayı ve sürekli ibadet edip dünyayla ilgiyi kesmeyi müminlere men etmiştir. Bu konuda Mâide 87,88 ayetleri bize bir bakış açısı vermektedir. Allahü Teala şöyle buyurur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْلاَ تُحَرِّمُواْ طَيِّبَاتِ مَا أَحَلَّ اللّهُ لَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَلاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ {87} وَكُلُواْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ حَلاَلاً طَيِّباً وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِيَ أَنتُم بِهِ مُؤْمِنُونَ {88}

87- Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.
88- Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun.
Bu Ayeti Kerimelerin nuzul sebebine baktığımızda şunları görüyoruz: Peygamberimiz (sav) birgün arkadaşlarına Cehennemi ve dehşetini anlatmış ve onları cehennemden sakındırmıştı.
Ashabdan bazıları bundan etkilenerek Osman bin Mazun`un (r.a) evinde toplanmışlar, daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamamya, et ve yağlı yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye ve sürekli ibadet etmemeye aralarında karar verirler. Bu haber Rasulullah`a (sav) ulaşınca : “ Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde hakkı vardır. Oruç tutunuz, iftar da ediniz, Namaz kılinız, uykuda uyuyunuz. Ben Namaz kılarım, uyku uyurum, oruç da tutarım, iftar da ederim, et de yerim yağ da yerim, kadınlarada yaklaşırım ve Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir” buyurmuştur.
Bunu dışında Sahabelerden bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemâdiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum" dediğini kaynaklar aktarıyor.
Her ne kadar Sahabeyi Kiram`ın bazılarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Hz. Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sûfiliğin İslamla doğrudan bir alakası bulunmamaktadır.


C - HİCRİ 1.YÜZYIL : KİŞİSEL ZÜHD HAREKETLERİ [1]

Mensubu olduğu inancın nazı unsurlarına ağırlık veren, bireysel konularda daha fazla yoğunlaşan kişilerin her toplumda bulunduğunu belirtmiştik. Bu yargımızın Rasulullah (sav)`ın dönemi içinde geçerli olduğunu görüyoruz.


Kaynakların bildirdiğine göre sahabeden bazıları gündüzleri hep oruçlu olmak, çokca namaz kılmak, evli olduğu halde bekar hayatını yaşamak gibi kararlar verirler. Bazı sahabelerin kendilerini böyle zor ibadetler ve davranışlar altına sokmak istemeleri başta Rasulullah (sav) tarafından tasvip görmez ve bu durum engellenir. Kendisini bu tür yükümlülükler altına sokmak isteyen Ebu Derda`ya karşı Selman-ı Farisi`nin şu sözleri Rasulullah (sav) tarafından aynen tasvip görür :“ Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, ailenin senin üzerinde hakkı vardır. O halde sen de her hak sahibine hakkını ver. „[2]

Rasulullah (sav)`ın tasvip etmediği sözkonusu durum, onun vefatından sonra tekrar oluşur. Bunun başlıca nedeni, müslüman toplumu etkileyen yeni şartlardır. Siyasi, ekonomik, ideolojik açıdan meydana gelen başdöndürücü değişiklikler zühd eğilimli kişileri etkiler. Böylelikle, özellikle siyasi hayatın açtığı olumsuzluklardan uzak kalmak isteyenler, içe kapanmayı tercih ederler. Ayrıntılarını önceki sayfalarda işlediğimiz değişikliklerin kişisel zühd hareketlerini oluşturması tabiidir. Ancak bunun kişisel bir durum olmaktan çıkıp, ayrı bir inanç ve yaşantı biçimi hale gelmesinde başka nedenler aramak gerekir. Bu yöndeki en önemli etki de ideolojik etkileşme sonucunda farklı kültürlerden gelen mistik unsurlar ve bunların zühd hayatını benimsemiş olanlarca kabul görmesidir.

Hayata karşı bir konum belirleme olan zühd anlayışı, siyasi hayatın getirdiği karışıklıklar ve sorumsuz davranışlar nedeniyle bir otokritik olarak başlar. Anlamsız ve cüretkar davranışlar, olaylar, karışıklıklar zühd hareketi mensuplarını sadece ahiret hesabında yoğunlaşmaya iter ve cehennem korkusu bunların kalp ve kafakarını en çok meşgul eden unsur olur.


Bu doğru temeller üzerine oluşan tavrın yanlışı, ahiret hesabının konusu olarak sadece kişisel yaşantının gerektirdiği özelliklerin düşünülmesi, toplumsal konulardan kaçınılmasıdır. Ancak yine de bu insanların normal eğilimden farklı isim almayı gerektirecek kadar faklı özelliklere sahip oldukları tam olarak söylenemez. Kuvvetli günah şuuru, kalplere hakim olan Allah korkusu ve ortama hakim olan haksızlıklar karşısında dünyadan yüz çevirme eğilimi zamanla bir disiplin olma eğilimi haline gelir. [3]


Bu dönemin, sonrakilerden ayıran en temel özelliklerinden bazıları şunlardır ; sufi ismi hala mevcut değildir, Naslarla belirlenen sınırlar hiç bir zaman aşılmaz veya onu aşmaya yönelik farklı yorumlar oluşturulmaz. Zahir-Batın ayrımı(birbirine zıt olacak boyutlarda) , fena, beka, şeyh, marifet, keşf, mürid, tarikat, sath, cem-fark ve sonraki tasavvuftaki anlamıyla veli, keramet, şefaat gibi kavram ve fikirlere rastlanmaz. Dönemin temel karakteri kişisel ibadetlere ağırlık veren, sosyal hayatla olan ilişkileri asgariye indirmiş tutum ve davranışlardır.


[1] Bu ve bundan sonraki bazı bölüm değerli hocamız Celaleddin Vatandaş`ın VAHİYDEN KÜLTÜRE isimli kitabından alınmıştır. Konuyu detaylı incelemek isteyenler şiddetle tavsiye edilir. [Vahiyden Kültüre, Celaleddin Vatandaş, Pınar yy, ist. 2001]

[2] - Buhari`nin rivayet ettiği bu sözlerle ilgili olarak ayrıca bkz: İbn Haldun, 148, Tasavvufun Mahiyet, Çev Süleyman Uludağ, Dergah Yy, İst. 1984
- İslam Hukuku Metodolojisi, 324, [Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, Çev : Prof. Dr. Abdulkadir Şener, Fecr Yy. 4:baskı, Ank. 1986]
[3] - İşari Tefsir Okulu 16,17 [Doç. Dr. Süleyman Ateş, AÜİF Yy. Ank. 1974]
-Tefsir Tarihi 2/ 5-6 , [Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, DİB Yy. 2 cilt, Ank. 1988]


...

Konu yeşil tarafından (30. November 2011 Saat 04:26 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
yeşil Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
hiiic (30. November 2011), Miralay (2. December 2011)
Alt 30. November 2011, 04:29 PM   #3
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

D - HİCRİ 2. YÜZYIL : TASAVVUF DOĞUYOR

Önceleri zühd eğilimli olan bazı şahısların, içinde bulundukları konum ve tavırlarının diğer müslümanlarınkinden farklı tonda olduğunu belirtme ve kendi farklarını açığa çıkarma eğilimi 2. yüzyılda başgösterir.



Bilimler tarihinde de olduğu gibi, bir disiplinin oluşması, kendine özgü ve sınıları belirleyecek kavramların oluşmasıyla doğrudan ilgilidir. 1.Yüzyılda normal eğilimden biraz farklı olan tavırlar her ne kadar görülmüşse de, du durum yeni ve farklı olan kavramların oluşmasına yol açmamıştı. Fakat zamanla büyür, gelişir. İşte o zaman bir isme ihtiyaç hissedilir. Kaynakların biraz ihtilaflı olarak bildirdiğine göre, sûfi ismini ilk defa kullanan ve kendine isim olarak seçen kişi Ebu Haşim el-Kufi (H. 150/M. 767) dir. Bazı kaynaklar da Cabir İbn Hayyan`ı belirtmektedirler.[1]


Ancak bunlardan hangisi farklı br isim alma ihtiyacı hissederse hissetsin önemli olan şahıs değil, bu farkın resmen oluşmuş olmasıdır ve bunun tarihi de ikinci yüzyıldır.[2]


Bu arada Ebu Haşim ve Cabir`in Kufe`li olmaları da ayrıca bir öneme sahiptir. Zaten, kelamda olduğu gibi tasavvufun da ayrı bir disiplin olarak oluşmasını sağlayan ortam, farklı inanç mensubu kişilerin toplandığı Irak bölgesidir. Bu sûfilik hareketinin içinde bulunduğu şartların ve konumun bir ürünü olduğunu da açığa çıkarmış olmaktadır. Zaten daha önceki sayfalarda belirtildiği gibi bu özelliğiyle tasavvuf hareketi (genel anlamda) çok farklı kültürler ve inançlardan beslenen ancak islam toplumunda yaşayan bir olgu durumundadır. [3]


Tolumun genel yapısına hakim olan anlayıştan farklı olma ihtiyacı, yeni bazı anlayışların oluşmasına yol açar. Farklı anlayışların en çok yoğunlaştığı alan ibadetler konusu olur. İleriki yüzyıllarda asıl konuyu oluşturacak olan farklı inançlar oluşturma eğilimi bu yüzyılda görülmez. Kur`an`da da ifadesini bulan takva, zahidlerin dayanak noktası olur. „Giyecek, içecek ve yiyecekte haram ve şüpheli şeyleri terk etme“[4] biçiminde dile getirilen takva anlayışı, bir müddet sonra dünyayla ilişkiyi asgariye indirmeye dönüşür. Bütün bir ömrü bekâr geçirme, evlilik aleyhtarı olma, hayvansal gıdalardan kaçınma, yeni tavrın ilk habercileri durumundadır. Hatta evlilik aleyhtarlığını şu sözlerle ifade edenlere bile rasrlanır:“ Bir kadının kokusunu duymaktansa, bir cesedin kokusuyla burun deliklerimin dolmasını tercih ederim.“[5]


Evliliğe karşıtlıkları bu derecede olmasa bile Hasan-ı Basri ve Rabiat-ül Adeviyye de bekar kalmayı tercih ederler. Rabiat-ül Adeviyye çeşitli vesilelerle kendisine sorulan sorulara genelde, Allah sevgisini herşeye tercih ettiği şeklinde cevap vermeyi uygun görür. Anlatıldığına göre, rüyasında Rasûlulah (sav)`ı görür ve Rasûlullah, kendisini sevip sevmediğini sorduğunda o şu cevabı verir :“Allah`a karşı beslediğim sevgi ve aşk beni o derece kaplayıp bürüyor ki, geride ne nefret edecek bir şey ne de ondan başkasına ayıracak bir sevgi imkanı kalıyor. „[6]


Bu sözler ne derece doğrudur bilemeyiz ancak şu anda bildiğimiz bir şey var ki, bu da züht hareketi olarak başlayan ve ikinci yüzyılda ayrı sistem haline gelme durumundaki eğilimin, zamanla oluşacak olan felsefî temelinin ilk habercileri bu sözler ve bu tavırlar olur. Bunlar artık geçmiş yüzyıla oranla bazı şeylerin değişmeye başlamış olduğunun işaretleridir.

Düşünce ve yaşantıda farklı olma ihtiyacı, bazılarını inzivaya çekilmeye sevkeder. İkinci yüzyılda inziva hareketinin de zahidler tarafından ilgi görmeye başladığına şahit oluyoruz. Belh`li İbrahim Ethem (Ö. H.160/M.777) inziva hayatını tercih edenlerin ilklerindendir. O, bu durumla ilgili olarak şunları söyler:“Eğer Allah`ın dostu olmak, ya da O`nun tarafından sevilmeyi istiyorsan dünyayı ve âhireti terket onlara rağbet etme. Nefsini onlardan boşalt ve yüzünü Allah`a çevir.“[7]


Bunun yolu ise sonradan sistemleşen şekliyle on esası (usûlp Aşere) yerine getirmekten geçer. Ünlü sûfilerden Necmûddin Kübra`nın belirttiğine göre on esası oluşturan unsurlar şunlardır:


1-Beden temizliği
2-Devamlı susumak
3-Halvet
4-Devamlı oruç
5-Devamlı zikir
6-Teslimiyet
7-Hatıra birşey getirmemek
8-Kalbi şeyhle rabtetmek (bu anlayış 2. yüzyılda henüz oluşmamıştı)
9-Ancak mecburiyet halinde uyumak
10- Yeme ve içmede orta yolu izlemek.[8]

Sözkonusu bu esaslar tasavvuf hareketinin ilk somut temellerinden ve o zamana oranla normal eğilimden farklı tavırları ifade eden şeyler olur. Artık tasavvuf doğmaktadır.


[1] Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri 1, [Dr.Süleyman Ateş, Sönmez Neşriyat, Ist. 1969]
-Hitti, 2/667 [Prof. Dr. Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel islam tarihi, Çev. Prof. Dr. Salih Tuğ, Bogazici yy. 4 cilt İst. 1980]
[2] Tasavvuf 49, [Mahir iz, Tasavvuf 3.Baskı, Türdav Neşriyat, Hz. Ertuğrul Düzdağ, İst., tarihsiz]
[3] Mutasavvıflar 14-15, [Prof. Dr. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, DIB yy. 6. Baskı, Ank. ]
[4] Pendname 48, [ Feriduddin-i Attar, Pendname (öğüt kitabı), Çev: M.Nuri Gençosman, MEB Yy.Devlet Kitapları ist. 1968]
[5] Tritton, 15- [A.S Tritton, İslâm Kelâmı, Çev: Prof.Dr. Mehmet Dağ, AÜİF yy. Ank. 1983]
[6] Hitti 2/ 676-677
[7] Risale-ilel Hâim 75-89 [Tasavvufi Hayat, Necmûddin Kübra, Çev: Mustafa Kara, Dergâh yy. Ist. 1980]
[8] Fahri 191 [ Prof. Dr. Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, Çev: Kasım Turhan, İklim yy. İst. 1987]

...
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
yeşil Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
hiiic (30. November 2011), Miralay (2. December 2011)
Alt 30. November 2011, 04:33 PM   #4
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

E - HİCRİ 3. YÜZYIL: BEYAZÎD BİSTÂMİ, CÜNEYD-İ BAĞDADİ

Hicri 3. yüzyıl Tasavvuf tarihinde önemli bir dönemi oluşturur. Çünkü bu dönemde öncekilere oranla daha büyük değişiklikler ve gelişmeler kaydedilmiştir. İlk iki asrın şeriatın sınırlarını pek zorlamayan zühd hareketi, artık büyük oranda geride kalmıştır. Sûfiler yollarının İslâm inancı içerisinde (!) genel eğilimden farklı bir yol olduğunun bilincine varırlar.Bunun etkisiyle farklı kültürlerden bazı inançlar alınarak tasavvufa dahil edilir. Bunların en önemlileri tenasuh ve hulul inançlarıdır.


Tenasuh iki biçimde anlaşılır : Bir ruhun değişik varlıkların vücutlarında dünya hayatına devam etmesi veya ilahi varlığın dünya varlıkları arasında taksimi. Bunun ikiside sonradan sistemleşip, gelişerek halk düzeyinde yaygınlık kazanacak tasavvuf düşüncesinin bazı bölümlerince hoşgörüyle benimsenir. Tenasuh inancının daha ileri safhasını oluşturan, ilahi varlığın dünya varlığının bünyesine girmesi veya ilahi varlığın dünya varlığı şeklinde görülmesi[1] zamanla kabul edilen asıl anlam olur. Diğeri büyük oranda unutulur.


Bu anlayışlar şath gibi yeni kavramların ve konumun oluşmasına yol açar. Artık bazı Sûfiler ilâhi varlığa ulaştıklarını, onunla bir olduklarını veya ilahî varlığın kendilerinde bulunduğunu iddia etmeye başlarlar. Bütün bunlar önceki yüzyıllara oranla tasavvuf açısından büyük değişiklik ve yeniliklerdir. Ancak değişiklikler bu kadar da değildir. Bu dönemde hûlul düşüncesinin kabul edilmesi daha sonraki dönemlerde oluşacak olan Vahdet-i vucûd inancına temel olur. Böylelikle varlığın birliği anlamına gelen, bütün var olanları bir, aynı kabul etme inancı oluşur.[2]


2. yüzyıl zahidlerinden Rabia`da anlam bulan İlahî sevgi kavramı bu yüzyılda iyice geliştirilir. İlahi aşk anlamına gelen ve felsefi bir temele sahip olan Aşk inancı oluşur. Tasavvufun temelinde yerini alır. Allah`ı çok sevmek, sadece onu sevmek anlayışı, Rasûlun fonksiyonlarıyla da geri plana itilmesinin örtüsü olur. Çünkü sevilecek tek varlık Allah`tır ve kul onunla bir olarak bilgisini ondan alır. Temel anlayış budur. Bu aracısız bilgidir ve peygamberin fonksiyonunu bile anlamsız (!) kılar. Bunun tasavvufi literatürde ismi Keşf`tir. [3]

Yunan, Fars, Hint kültü ürünlerini kapsayan kitapların Arapçaya tercüme edilmesi, zamanın bazı sûfileri için değerli bir fırsat olur. İlâhi sevgi, varlıkta birlik gibi inançları felsefî bir tarzda ifade edebilme şansı elde edilmiş olunur. [4]


Bu arada özellikle pagan toplumlardan öğrenilen sihir, tılsım, cifr, harflerin esrarı, simya, astroliji gibi şeyler de bazılarınca büyük bir şevkle kabullenilip uygulanır.[5]


3. Yüzyılda iki düşman kardeşde gelişme safhasındadır. Bunlardan birisi tasavvufken diğeri kelâmdır. İslâm inancı kelâm ile tasavvuf arasında parsellenir. Kelâmcılar itikadi konuları, Sûfîler ibadetler bölümünü ilgi alanları haline dönüştürürler. Böylelikle İslam`da yapay bir şekilde iman-amel ayrımı oluşturulur.


Bu ayrım Kültür İslâmı`nın oluşmasında hiçte küçümsenmeyecek bir fonksiyona sahip olur. Önemli roller üstlenir. Ancak zamanla kelâm tamamıyla felsefeleşirken, tasavvuf da yeni benimsediği ve oluşturduğu inançların etkisiyle biraz kelâmlaşır. Bu safhada ruh, nefs, kalb, keşf, marifet, fenâ, bekâ gibi kavramlar tasavvuf düşüncesinin şekillendiği önemli odak noktaları olur. [6]
Zâhir-Bâtın ayrımı iyice belirğinleşir. Bâtîni konuları kendilerine ihtisas alanı kabul eden sûfiler inançlarının doğruluğunu ispatlamak için zâhir dedikleri şeriatın Kitap ve Sünnet`te anlamını bulan sınırlarını değiştirir, ulemayı kendilerine saldırı alanı seçerler. Hareket, ekol haline gelir. Yeni fertler yeni inaçlar oluşturan düşünce ekolü oluşmuş olur. [7]
Ancak ilğililer tarafından İslâm`ın bazı ibadetleri hala uygulanmaktadır. Bu yüzyılda marifete erişince ibadet sorumluluğunun düştüğü inancı henüz oluşmamıştır. İlgili ibadetler reddedilmez ancak yeni yorum ve unsurlarla değişik ibadet biçimleri oluşturulur. Bunlar içerisinde en çok kabul gören zikir olur. Kur`an`da çok farklı anlamlarda kullanılan zikr, sûfiler tarafından sadece bazı kelime ve cümlelerin sürekli tekrarı biçiminde anlaşılır ve kabul edilir. Belirli sayılarda ifade edilen Allah, Sübhanallah, Allah-u Ekber gibi sözler diğer ibadetlerden (namaz, oruç, hacc vs.) daha çok rağbet gören tasavvufa özgü olan bir ibadet anlayışına dönüşür. [8]


Hicri 3. yüzyıl, tasavvufun en canlı dönemi durumundadır. Kişisel zühd hareketinden felsefî, itikadî bir sistem haline dönüşen hareket, bu yüzyılda asıl kimliğini kazanmaya başlar. Oluşan sistemi öğretecek şeyhler ve onlardan tasavvufu öğrenmek isteyen müridler görülmeye başlanır. Farklı kültür ve inançlardan birçok unsurlar ve özellikler alınarak hazmedilir, yeni bir kalıba dökülür. Artık hareket sadece toplumdan uzak durmak isteyen mistik ruhlu kişilerin değil, toplumu ilgilendiren bir düsünce akımı haline gelir; sistemleşir, olğunlaşır.

Öğretinin sağlıklı gelişmesi için şeyh-mürid ilişkisi kesin kurallara bağlanır. Sonradan hadis diye nitelenecek olan, aslında Beyazıd Bistâmi`nin sözü olan „Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır“ sözü bir nass muamelesi görür.


Bazıları Tanrıyla bir olacak kadar yüceldikleri iddiasını ileri sürerler. Bunlar kullar için farz olan ibadetlerin kendilerinden kalktığını iddia edenlerin bir anlamda ilkleri olurlar. Bu durum ileride büyük ilgi görecek ve İslamî yaşantıya sahip olmayanların sığınağı haline gelecek olan tasavvuf, belirli durumlarda ibadetlerden sorumlu olmama anlayışını oluşturacaktır.Şeyhlik iddiasında bulunanlar öğretilerini halka anlatmaya başlarlar. Bu inanç ve düşünceler halk açısından büyük ilgiyle karşılanır. Fazla geçmeden de kabul görür. [9]


Zaten İslâm`ı tam bilmeyen halâ eski inançları üzerinde müslüman kimliğiyle varlıklarını devam ettirenler bu vesileyle tasavvufu kendilerine sığınacak bir barınak olarak görürler. Çünkü genel kabul görmesi nedeniyle tasavvufun belirli meşrulaştırıcılığı söz konusu olmaya başlamıştır.

Önceleri sistemsiz olan tasavvufî düşünceyi, ilk defa sistemleştirme girişiminde bulunan kişı, Zün-Nun el-Mısrî olur. Kendinden önceki zahid ve sûfilerin düşüncelerini birleştirip, geliştirir, Halkın anlayacağı şekle sokar. Düşüncesinin en büyük iddiasını Allah`a ait bilginin ancak vecd yoluyla elde edilebileceği inancı oluşturur. Ona göre vecde sahip olmak için tasavvufa mensup olmak şarttır. Böylelikle o Allah`a ulaştıran bilgiyi elde etmenin safhalarını ve şartlarını belirler ve bunları belirli bir sistem halinde ifade eder.
Onun bütün bu çalmaları zındıklıkla suçlanacak kadar tepki çekerse de zamanla ortalık yatışır. Hatta başta onu suçlayanlar zamanla onu önder kabul ederler. [10]



[1] -Tenasuh 158, 158
-Louis Massignon, [Hulul , İA 5/1. cilt sayfa 584]
[2] Fahri 192 [ Prof. Dr. Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, Çev: Kasım Turhan, İklim yy. İst. 1987]
[3] İslam 170-171 [ Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslam, Çev: Doç.Dr. Mehmet Dağ, Doç. Dr. Mehmet Aydın, Seçuk yy. ist. 1981]
[4] Diriliş 131,136 [Prof.Dr. Subhi Salih, Ölümden sonar diriliş, Çev Doç. Dr. Şerafeddin Gölcük, Kayıhan yy. 2. baskı. ist. 1981]
[5] Ibn Haldun, 68 (uludağın notu) [Ibn Haldun, Tasavvufun mahiyeti, Çev: Süleyman Uludağ, Dergah yy. ist. 1984]
[6] İslam 167, 177
[7] İşari Tefsir 17 [ Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, AÜIF yy. Ank. 1974]
[8] - Pendnâme 27 [Feriduddin-i Attar, Pendnâme, Çev: M.Nuri Gençosman, MEB yy. Devlet Kitabları, ist. 1968]
-İslâm 191
[9] Çubukçu 175,176 [ Prof. Dr. İbrahim Agâh Çubukçu, İslam Düşüncesi hakkında araştırmalar, AÜİF yy. Ank.1972]
[10] İslam 169
-İslam Tarihi 4/139 [Prof. Dr. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, Çev: Komisyon, Kayıhan yy. 6 cilt, ist. 1985]
-Hitti 2/669 [Prof.Dr. Philip K.Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev: Prof.Dr. Salih Tuğ, Bogaziçi yy. 1980]

...
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
yeşil Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (2. December 2011)
Alt 30. November 2011, 04:35 PM   #5
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

Döneme ismini verecek kadar önemli olan diğer bir şahsiyet Beyâzid Bistâmî`dir. Horasan`ın Bestam şehrinde doğan ve Zerdüşt bir geçmişe sahip bir ailenin çocuğu olan Beyazîd, tasavvufa temel olacak bazı esaslar oluşturur, yeni inançlar getirir. Bunların en önemlisi Bir`de yok olma ve şathiyedir. Bir`de yok olma inancı Vahdet-i Vucûd inancının habercisi durumundadır. Hint okenli Bir`de yok olma inancını Beyâzıd, Ebû Ali el-Sındî`den alarak tasavvufa dahil eder. [1]


Buna göre kişi rhî ve bedenî bazı imtihanlara muhatap olur ve başarırsa Tanrı`yla bir olma durumuna erişir. Bu Kulun Tanrı katına çıkması biçiminde gerçekleşebileceği gibi, Tanrının kulun seviyesine inmesi biçiminde de gerçekleşir. Bu gerçekleştiğinde de Tanrı-kul ayrılığı kalkmış olur. (el-fenâ fi`t Tevhid)


Kendisini Tanrıyla bir olarak gören kişi de elbetteki normal insana oranla farklı özellikler taşıyacaktır. Bu özellikler, Bistamî`de nasslara tamamen aykırı şekilde açığa çıkan şathlar olur. Sûfînin kendi varlık ve benliğinden habersiz hale geldiği, sekr halinde iken söylediği ve nasslara ters görünen sözler anlamındaki şathlar, sonradan tamamıyla tasavvufun en önemli konu ve kavramlarından birisi olur. Sûfilerin iddiasına göre cezbe ve vecd haline erişen bir sûfi duyular aleminin dışına çıktığı için, o anda duyular alemiyle uyuşmayan sözler sarfeder.


Bu sözlerin sûfinin o andaki durumuyla ilgili olduğu, o hali yaşamayanların bu durumu bilemeyeceği iddia edilir. Tasavvuf mensubu olmayanlar tarafından en çok eleştiri konusu edilmiş olan bu şathlar sûfiler tarafından arzulanan ve ulaşılmaya çalışılan bir halin ifadesi olarak görülmüş ve savunulmuştur. Onlar bu durumu içkiyle sarhoş olan kişinin farklı aleme geçip, (öyle zannedip) sarhoş olmayanlara ters gelen şeyle ifade etmesine benzetirler ve böylelikle durumlarını açıklayıp meşrulaştırmaya çalışırlar. Ancak bu açıklamalar inandırıcı olmamıştır ki, şathlar bir çok sûfinin hayatına mal olmuştur.[2]

Çok sayıda sûfide şath açığa çıkmasına rağmen şath denildiğinde özellikle iki isim akla gelir, bunlardan birisi Beyâzıd iken, diğeri gelecek yüzyılın sûfilerinden Hallac-ı Mansur`dur.

Onların isimleri şathla bütünlük sağlayacak kadar tanınır olmuştur.


Beyâzıd`ın şathlarına örnek verecek olursak, o şunları söyler:
„Öyle bir deniz geçtim ki, Peygamberler onun kıyısında durdu. „
„Cehennem dediğin nedir ki?, Onu görsem hırkamın ucuyla söndürüveririm.“
„Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim.“ Ne de büyük zuhurum var.“ [3]

„ Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: „Ey Ebû Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar.“ Bunun üzerine ben dedim ki; „Beni vahdaniyetinle donat ve Sen`in benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine yükselt, ta ki, yaratıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: „Seni( yani Allah`ı ) gördük ve Sen O`sun“ Fakat Ben (Ebû Yezid) orada olmam“, Hak`kı Hak`la gördüm, ve bir zaman Hak`da Hak`la birlik oldum. Ne nefes, ne dil, ne kulak, ne başka birşey vardı. Vakta ki, Tanrı kendi nurundan bana göz verdi, o zaman O`na O`nun nuruyla baktım ve O`nu kendi bilgisiyle gördüm, O`nun lutfunun diliyle, kendisiyle görüştüm: „ Seninle benim hâlim nasıldır ?“ dedim. Bana „Ben seninle senim. Senden başka Allah yok“ dedi. [4]

Bayazidi Bestami’nin bazı söylevlerinden seçmeler :

“Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (S.A.V)’in bayrağından daha büyüktür! Benim bayrağım nurdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor.” [5]
“Benim bir benzerim ne gökte bulunur; ne de benim sıfatlarımın bir benzeri yeryüzünde bilinir!” [6]
“Musa Peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irade buyurdu!” [7]

Bu ve benzer sözler, o günlere kadar müslümanların arasında görülmemiş şeylerdi. Hele sahabe ve tabîunda hiç görülmemişti. Ancak dönemin sûfileri bütün bunları Allah`la bir olacak kadar yücelmiş kullar oldukları inancıyla dile getirirler. Karşı çıkanlara da, kendilerinin bâtınla uğraştıklarını ve aslın bu olduğunu, halbuki kendi dışındakilerin kabuğa (zâhir) takılıp kaldıklarını, zâhirle (şeriatla) kendilerini değerlendiremeyeceklerini iddia ederler.

3. yüzyılın en mûtedil sûfilerinden olan Cüneyd, nasslara bağlılıkla, yukarıda anlatılan düşünceler arasında gidip, gelir. Çağdaş bir araştırıcının ifadesiyle, Vahdet-i Vûcud çukurunun kenarında dönüp durur.[8]

O marifet bilgisini kabul eder ancak bir sınır getirir. Bu bilginin naslara aykırı olmaması gerektiğini savunur. Bid`at olarak nitelenen ve tasavvufn esaslarından olan tesbih, zikr gibi konulardan dolayı suçlandığında „ Ben Allah`a doğru götüren bir yolu reddetmem“[9] cevabını verir.

Beyazıd gibilerini, hayali güçlerine aldandıkları düşüncesiyle suçlar: „Kim sûlûktan önce Kur`an ezberlemez, hadis yazmaz ve fıkıh öğrenmezse ona iktida etmek caiz olmaz“ [10] diyerek Bestâmiler`in temsil ettiği anlayışa karşı çikar. O özelliklet tevhid inançı üzerinde durur ve bunu her türlü bozuk inanca karşı korumaya çalışır. Ancak bunu yaparken bir ayağı da tasavvuf üzerindedir. O bu özelliğiyle ileride isminden bahsedilecek olan fakat sınırları tam belirlenemeyen Sûnni sûfiliğinin temsilcisi durumundadır. Cüneyd, Beyâzıd`da en basit biçimde ifadesini bulan panteizme bir sınır çizme gayreti içinde olur. Fakat başaramaz. Dolayısıyla Cüneyd, inanç ve düşünceleriyle değil, sadece ismiyle yaşar. Onun, yaptığı en önemli iş tasavvufun sivri yönlerini törpülemek olur.

Aynı dönemde, İslâmî bir yapıyı temsil ettiği kadar sûsi de olan ve İslâm`ın sınırlarını taşmayan bir tasavvuf oluşturmaya çalışan Muhasibî`de vardır. O, tasavvufun temelinde yer alan ilahî aşk inancını tasavvufun bünyesine tamamen ayrılmayacak şekilde adapte eder.[11]
Onun temsil ettiği tasavvuf anlayışı Selefî, Felsefî, ehl-i Sünnet tasavvufu üçlüsünün sonuncusunda yer alır. Onun esaslarını belirler. Bunu yaparken de zamanın İslam dışı tasavvufuna çeki-düzen vermeye çalışır.

[1] Fahrî 192,193
[2] Mukaddime 2/259 [ Ibn Haldun, Çev: Zakir Kadiri Uğan, Devlet Kitapları, 3 cilt,ist 1970]
Ayrıntılı bilgi için bkz:
- İbn Haldun 133 [ Tasavvufun Mahiyet, Çev: Süleyman Uludağ, Dergah yy. ist 1984]
- GölpInarlı 83-85 [Abdülhaki GölpInarlı, 100 Soruda Tasavvuf, Gerçek yy. ist. 1985]
- Sülemi 12 [ Dr. Süleyman Ateş, Sülemi ve Tasavvufu Tefsiri, Sönmez Neş. ist. 1969]
[3] Gölpınarlı, 84 : Sülemi, 13 : İbn Haldun, 59, 121,153 : Fahri, 193
[4] Güngör 255, 256 [Prof. Dr. Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken yy. ist. 1982]
[5] ( Bayazidi Bestami ve İslam Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Aralık 1978 baskısı, sayfa 263 ).
[6] (Yukarıda adı geçen kitap, sayfa,sayfa 265 ).
[7] (Yukarıda adı geçen kitap, sayfa 320 ).
[8] Fahri, 198
[9] Hitti. 2/675
[10] İşâri Tefsir, 73
-Corbin ,194 [Henry Corbin, İslâm Felsefesi Tarihi, Çev: Prof.Dr. Hüseyin Hatemi, İletişim yy. 1986]
[11] Güngör 70,72


...
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 04:40 PM   #6
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

F - HİCRİ 4. YÜZYIL TASAVVUFU VE HALLÂC-I MANSUR

4. yüzyıl tasavvufuba olduğu kadar, sonraki dönem tasavvuflarının da odak noktası olan Hallac-ı Mansur, araştırıcıların her zaman ilgisini çekmiş bir şahsiyettir. Zerdüşt bir ailenin mensubu olan samimi bir zahid görünümüyle kendisine her dönemde taraftar bulmakta zorlanmayan Mansûr`un bir de bu parlak görünümünün arkasında, pek ayrıntılı durulmayan ve çoğu zaman es geçilen bir yönü daha vardır. Onu ve düşüncelerini daha iyi tanıyabilmek, böylelikle de 4. yüzyıl tasavvufunun rengini anlayabilmek için bu arka plandaki özellikleri bilmek zorunludur.

Hallâc-ı Mansur`u idama götüren mahkeme heyeti, bildiğimiz kadarıyla, zamanın ünlü bilginlerinden oluşturulur. Bu yönüyle onun mahkemesi oldu bittiye getirilen formaliteden bir mahkeme niteliği taşımaz. Birçok şahidler dinlenir. Hatta Mansur`un yakın arkadaşı ve ünlü sûfi Şiblî de şahit olarak dinlenir. Şiblî arkadaşını kurtarmak için onun deli olduğunu ileri sürer. Kendisi hakkındaki ithamları da deli olduğu iddiasıyla cevaplar ve yarğılanmaktan kurtulur. Ancak Mansur konusundaki deli iddiası mahkeme heyeti tarafından gerçekci bulunmaz. Bunun nedeni geçmişteki bazı olaylardır. Şöyle ki : O dönemde devleti ve toplumu büyük oranda rahatsız eden bir unsur varlığını sürdürmektedir. Bu mal ve kadın ortaklığına dayanan ve komün devleti niteliğindeki Karamatî devletidir. Mansur bu son mahkumiyetinden yıllar önce bu devletin casusu olduğu kanaatiyle mahkeme edilir ve dokuz yıl hapse mahkum edilir.[1]

Sözkonusu mahkumiyetinin bitiminden bir müddet sonra ele geçirilen yeni bulgular casusluk iddiasını daha da güçlü kılar ve devam ettiğini gösterir. Zaten bu muhakemenin sonrasında da idamına karar verilir. İdamından sonra da evinde yapılan aramalarda tamamen çözülemeyen, ancak siyasi nitelikli olduğu anlaşbir çok şifreli mektup bulunur.[2]

Sonradan taraftarları tarafından şathları nedeniyle idam edildiği iddiası yaygın bir kanaat olarak ileri sürülmesi nedeniyle işin gerçek yönü hep gözardı edilir. Onun idamına neden olan siyasi sebepler üzerinde hiç kimse durmaz.[3]

Onun şathlar nedeniyle idam edildiği kanaati bir iddia olarak kalmaya mahkumdur çünkü mevcut tarihi belgeler bunun aksini isbatlar niteliktedir. Zira aynı dönemde pek çok sûfi onunkine benzer şathlar ifade etmelerine rağmen bir zorlukla karşılaşmamıştır. Şiblî örneğinde olduğu gibi deli oldukları veya benzeri mazaretlerle kendilerini kurtarmayı başarmışlardır.

Bu nedenle Mansur`un idamında şathları asıl neden olarak ileri sürmenin hiç bir mantıkî tarafı mevcut görünmemektedir, en azından mevcut belgeler açısından. Zaten onun mahkemesinde şathların pek gündeme gelmediği de günümüze gelen bilgiler arasındadır. İdamından sonra evinin tekrar anaması da konunun şathlardan başka olduğunu gösterir mahiyettedir.

Ayrıca o, hakkındaki siyasi suçlamalara haklılık kazandıracak tutum ve davranışları her zaman korumuştur. Örneğin her gittiği bölgede inanç ve düşüncenin taraftarı gibi görünme siyasetini alışkanlık haline getirmiş durumdaydı. « Dış görünüşüyle zahid bir sûfi olan Hallac, bulunduğu yöre halkının Mu`tezile mezhebine bağlı olduğunu görünce Mu`tezili oluyordu. İmamiyye mezhebine mensup olanları gördüğnde ise onlardan oluyor ve onlara imamları hakkında bilgi sahibi olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ehl-i Sünnet mensupları arasında da Sünni oluyordu. »[4]

Bunların sonucunda öyle görünüyor ki Karamâti casusu olduğu kanaati kuvvet kazanmış, bulunan mektuplar da bunu iyice kuvvetlendirmişti. Ayrıca Karamatilerle onun arasında bağlantı kurmaya neden olacak başka şeyler de sözkonusuydu. Bunlar genellikle inançlarla ilgiliydi. Karâmatiler`de yaygın olarak görülen inançlara Mansûr da sahipti ve propagandasını yapmaktaydı. Bunların en önemlisi hulûl ve tenâsuh inançlarıydı ki, Mansur`un bunlarla ilgili sözleri sonradan şath olarak nitelenmiştir. Halbuki bunlar birer şath olmaktan ziyade, onun sahip olduğu inancın ifadeleri olduğunu daha çok doğrular niteliktedir.[5]
Onun hûlul düşüncesiyle ilgili sözlerinden bazıları şunlardır ki bunların birer şiir şeklinde ifade edilmiş olması sekr halinde söylenen sözlerden ziyade bilinçli olarak ifade edilmiş sözler olduğunu gösterir mahiyettedir :

Senin ruhun benim ruhuma şarabın saf su ile karışması gibi karışmıştır.
Sana herhangi birşey dokunduğunda bana da dokunur,
Ey Allah`ım, her durumda sen, benimsin.
..........
Ben sevdiğim O`yum ve sevdiğim O benim,
Biz bir vücutta sanki iki ruhuz
Eger sen beni görürsen O`nu görmüş olursun,
Ve eğer sen O`nu görürsen ikimizi birlikte görmüş olursun.
...........
O yücelikte “Ben, “Biz”, veya “Sen” yoktur,
“Ben”, “Biz”, “Sen” ve “O” hep biziz. [6]

“Hallac`ın tasavvufi görüşleri arasında şu husus dikkat çekicidir:
1-Tanrı insana hûlul eder. Başka bir deyişle lâhut nâsut`a girer..
2-Hallac`a göre hulûl lutfuna nail olmak için insanın gönlünü kötülüklerden ve her türlü hevesden temizlemesi gerekir...
3-Hallac`ın üzerinde durduğu bir husus da bütün dinlerin birliği meselesidir.”[7]

Birçok bâtınî yorumlarla dile getirilen bu ve benzeri sözler, şifreli mektuplarla birlikte Karamatî casusluğunun delilleri olarak görülür ve idamına karar verilir. Eğer Mansur`u mazur göstermek için mahkeme heyetinin sûfilerden kurulu olmadığı, bundan dolayı mahkeme heyetinin onu ve durumunu anlayamayacakları, bu nedenle yanlış kanaatlere sahip olunacağı ileri sürülecek olursa, bu pek haklı görünen bir iddi olmayacaktır. Şu açıdan; mahkeme heyetinde sûfi olarak dinlenen Şiblî`nin dışında bulunmaz ancak şu kesin olarak bilinmektedir ki, herkes tarafından büyük sûfi olduğu tartışmasiz kabul edilen Cüneyd-i Bağdadî, Mansûr`un hocasıydı ve onun düşünceleri Cüneyd tarafından da hoş karşılanmamıştı. Bu nedenle de onu meclisinden kovmuştu. Halbuki o başta Cüneyd`in seçkin öğrencilerindendi. Ve Cüneyd ona kendi elleriyle tasavvuf simgesi olan hırkasını giydirmişti. Üstelik sadece Cüneyd değil, daha birçok sûfi Mansur`la ilişkisini kesmiş ve o da bunu üzerine uzun süre İran taraflarına giderek gözden uzak kalmayı tercih etmişti.[8]

Eğer Cüneyd ve benzeri büyük Sûfiler onu anlayamamışlarsa, o zaman sormak gerekir peki kim anlayacaktı ? Bu durumda onu kurtarıp aklamaya çalışmak için duygusal savunmalara girmek bir anlam ifade etmez.

Hallâc-ı Mansur üzerinde özellikle durmamızın sebebi, 4.yüzyıl tasavvufunda en önemli kişi olmasındandır. Dönemini tek başına temsil edecek niteliktedir. Onu ve düşüncelerinin bilmek 4.yüzyıl tasavvufunu da büyük ölcüde bilme imkanı sağlayacaktır. Mansur örneğinde olduğu gibi bu dönemde tasavvuf birçok batınî unsuru ve Hind`den gelen inancı bünyesine alır. Özellikle Hint mistizminin etkisi açıktır. Bunda Hint ve civarına birkaç kez giden Mansûr`un payı büyüktür. Ayrıca geçen yüzyılda tasavvufi anlamda oluşmaya kerâmet inancının bu yüzyılda daha da geliştiğini görüyoruz. Kerâmet artık, Allah`ın kuluna verdiği bir lutuf (İsami anlayışa uygun olan kerâmet düşüncesi budur ve bunu reddedecek bir yorum bilmiyoruz) olmaktan ziyade kendisinin gayb alemiyle irtibatlı olduğunu ispatlamada delil olarak kullanıldığını görüyoruz.
Hallâc-ı Mansur`da sözlerinin doğruluk delili olarak (veliliğinin isbatı !) kerâmet olarak nitelediği harikulade olaylar gösterir. Ancak kaynakların bildirdiğine göre, onun delil olarak ileri sürdükleri kerâmetten ziyade hokkabazlık ve sihir mahiyetinde şeylerdi ve Mansur bunları özellikle Hint seyahatleri sırasında Hint mistiklerinden öğrenmişti.[9]

Zaten kendi müridlerinin ifadelerinde de açığa çıktığına göre, o Hint mistiklerinin birçok ibadet şekillerini de benimsemişti. Örneğin yatmayıp, ayakta uyumak bunlardan sadece birisidir.[10]

Hallac-ı Mansur örneği 4.yüzyıldaki tasavvuf düşüncesinin boyutlarını göstermesi açısından bize şunu bildirmektedir :
Önceki dönemler de zühd eğilimi olarak başlayıp, zamanla sistemleşerek ayrı bir inanç ve yaşantı biçimine dönüşmeye başlayan genel anlamıyla tasavvuf, İslâmî kaygılardan uzak olduğu kadar, siyasi çıkar ve gayeler peşinde koşturanların da bir sığınağı durumuna gelir. Fakat herşeye rağmen dönemin bütün tasavvufi düşüncesini bir kalıp içerisinde düşünemiyoruz. Çünkü 4. yüzyıl tasavvufu çok renkli ve sesli bir kimlik kazanma eğilimindedir. Ayrıca felsefî birçok unsur tasavvufun bünyesine bir daha ayrılmayacak şekilde yerleşmeye başlamıştır. Bunlardan en önemlisi Eflatun`cu idealizmin bazı yorum ve görüşleridir.[11]

Bu arada oluşturulan yeni ibadet şekilleri de gündemdedir. Raks ve müzik bunlardan en önemli ibadet veya ibadet takviyesi unsurlar olarak algılanmaya başlanır.Özellikle bu ikisi bir daha ayrılmamak şartıyla tasavvufta yerlerini alırlar. [12]

Tasavvufun bu oluşum ve değişimine tepkiler sadece dıştan değil içten de gelir. Herbiri birer değerli kaynak olan eserlerin sahibi durumundaki ünlü bazı sûfiler, o günün tasavvufunu çağdaş bir bakış açısıyla eleştirip, bozulmaya karşı çekidüzen verme gayreti gösterirler. Bunlardan en ünlüleri Serrâc (Ö.H.376/M.988), Kelâbâzî (Ö.H.380/M. 990), Ebu Talip Mekkî (Ö.H.386/ M.996), Sûlemi(Ö.H.412 /M. 1021) dir. Onların içeriden kişiler olarak eleştirileri oldukça anlamlı ve değerlidir. Aynı anda zamanlarının tasavvufunun en önemli tanıkları durumundadırlar. Onlar mensubu oldukları hareketin hergün islâm`dan biraz daha sapmasını önlemeye çalışırken bu arada da tasavvufu kendi yorumları çerçevesinde meşrulaştırmaya çalışırlar. İslam`ın sınırları içerisinde bir tasavvuf oluşturma gayreti güderler.



[1] -Fahri 195; - Hitti 2/686
-Cüveyni 3/94 [Alaadin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangûşa, Çev: Doç. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür ve Turizm Bakanlığı yy. Ank. 1988]
[2] - Gölpınarlı 86
-İslam Tarihi, 120
[3] „Hallacı katleden şeriat değil, politikadır“ (Kitab-üt Tavasin (Öztürk`ün notu) ,26) [ Kitab-üt Tevasin- Hallac-ı Masur, yay. Haz. Yaşar Nuri Öztürk, İst. 1976]
[4] İslam Tarihi 4/143
[5] -Gölpınarlı 86
-O´leary 120 [De Lacy O`leary , İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çev: Hüseyin Yurdaydın, Yaşar Kutluay AÜİF yy.2. baskı Ank. 1971]
[6]- Nicholson, 128-130 [Reynald A. Nicholson, İslam Sûfileri,,Çev: Komisyon, Kültür Bk.yy, İst. 1978]
-Hitti 2/646
[7] İslam Düşünürleri 20,21 [Prof. Dr. İbrahim Agah Çubukcu, AÜİF yy. ]
[8] İslam 172 ; Corbin 197
[9] İslam Tarihi 4/144
„Hallac`ın ise kehanet ve sihire benzer halleri vardı. Onun sihir konusunda kendisine nisbet edilen kitaplarıda vardır.“ (Teymiyye, 2/454)- [Şeyhül İslam ibni Teymiyye- İbn Teymiyye Külliyatı, Çev: Kurul, Tevhid yy. İst. 1986 , 5 cilt]
[10] Fahri, 194
[11] Massignon 28, 29 [Louis Massignon, Tasavvuf, IA 12/1]
[12]- Türk Edebiyatı 126 [Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Yy. Haz. Dr. Orhan F. Köprülü, Nermin Pekin, 2. baskı, ötüken yy. Ist. 1980]
-Mazeheri 9,199 [ Ali Mazeheri- Ortaçagda Müslümanların Yaşayışları, Çev: Doç. Dr. Bahriye Üçok, Varlık yy. Ist. 1972]


...

Konu yeşil tarafından (30. November 2011 Saat 04:42 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 04:44 PM   #7
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

G - HİCRİ 5. YÜZYIL: TASAVVUF YENİ BİR İNANÇ SİSTEMİ

Tasavvuf hicri 5. yüzyılda önceki dönemlere oranla daha farklı nitelikler kazanır. Bu dönemde de tasavvufu başlıbaşına, diğer bir ifadeyle nev`i şahsına münhasır hale getirmek için çalışmalar yapılır. Bunun için değişik kültür ve inançlardan bazı özellikler ve unsurlar alınır. Ancak daha önemlisi, onu önceki dönemlerdekinden ayrı inanç ve yaşantı tarzı yapma girişimleri bu dönemde iyice kesinleşir. Artık müslüman toplumun bünyesinde şeklen bazı İslâmî unsurları benimsemiş, aslında İslâm`dan ayrı bir inanç ve yaşantı tarzı oluşmuş durumdadır. [1]

Bunu bir iddia, ondan da öte ağır bir iddia olarak değerlendirenler çıkabilir. Fakat bunun iddia olmayıp, gerçeğin kendisi ve özeti olduğunu az bir araştırma dahi kolaylıkla gösterebilecektir.
Bu yüzyılda, halkın bakış açısıyla tasavvuf anlayışına- ki bunun en önemli özelliği basit ve felsefî özelliklerden uzak olmasıydı- katkı, İslâm`ı kabul eden Türkler`den gelir. Türkler`in şamanist dönem din adamları olan Şamanlar, yeni yapı içerisinde varlıklarını sürdürebilecek oalan olarak tasavvufu görür ve onun çatısı altında faliyetlerine devam ederler. Böylelikle dünün şamanları bugünün dervişleri oluverirler.[2]

Sûfiler siyasi bir etkinlik kazanmak amacıyla Hallac-ı Mansur örneğinde de olduğu gibi daha fazla kayıp vermemek için, tasavvufu halk arasında yayıp, halkı kendi kontrollerinde örgütlemeye çalışırlar. Bunu da kolaylıkla başarırlar. Kelamın ve felsefenin, entellektüel hiçbir fonksiyonu olmayan düşünce ve yorumlardan bıkan kitleler, onaylarını tasavvuftan yana koyarlar. Özellikle islâmî yapı içerinde yeni yer almış kitleler ( örneğin Türkler) geçiş döneminin kolaylaştırıcı özellikleri, ondan da öte eski inanç ve alışkanlıklarının devamını meşrulaştırıcı özellikleri nedeniyle tasavvufa eğilim gösterir ve onu tutarlar. Tasavvuf onlar için bir sığınak olur. Çünkü böylelikle fakihlerin sorgusundan kurtulma, dine uymayan davranışlarını, bâtınî yorumlar maskesi altında devam ettirme fırsatı bulmuş olurlar.[3]

Tasavvufun halkın seviyesine inip kitleler tarafından kabul gördüğü ve bunun yanısıra seçkinlerin biraz daha felsefeleştiği bu dönemde, içten eleştiri yapanlar da yok değildir. Cüneyd, Serrâc, Kelâbâzî, Ebu Talip Mekkî geleneğini bu dönemde Kuşeyrî (Ö.H.465/M.1072) ve Hücvirî (Ö.H. 470/ M.1077) devam ettirir. Ancak onların tasavvuf, özellikle de bazı sûfilere yönelik eleştirileri, eleştirilmeyen konuların iyi, normal olduğu gibi bir anlayışa yol açar. Böylelikle tasavvufun halk arasında kabulû daha da kolaylaşır.

İslâm`ı temsil eden bu insanlar bile, tasavvufun bazı özelliklerini benimsediklerine göre tasavvuf uyulması gerekli bir yoldur anlayışı oluşur. Sözkonusu şahsiyetlerin tasavvufu oldu kadar genel eğilim olan ve oluşma safhasını henüz tamamlamamış bulunan Ehl-i Sünnet inancını temsil etmeleri, iki düşünce arasında köprü görevi görür. Gazzâli ile Ehl-i Sünnet`in bir bölümünü oluşturacak olan tasavvufa meşruluk zemini hazırlanır. Tabiki bu genel hatlarıyla nassların sınırını taşmayan bir tasavvuf veya o sınırlara dahil edilmeye çalışılmış inanç ve yaşantı türüne yöneliktir.[4]

Biz burada özellikle Kuşeyri`nin sûfi sıfatıyla gerçekleştirdiklerinden ziyade, zamanın tasavvufuna getirdiği eleştirileri aktarmak istiyoruz. Böylelikle 5. yüzyıl tasavvufunun İslâmi karakteri(!) daha iyi anlaşılmış olacaktır:

“Şimdi sûfiler şekil ve kıyafet bakımından eski sûfilere benziyor ama, ruh ve muhteva bakımından başkalaşmışlardır. Tasavvuf yolunda bir duraklama ve gevşeme başgöstermiştir. Daha doğrusu bu yol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Kendileriyle hidayete ulaşıan şeyhler vefat edip gitmiş, şeyhlerin gidişatına ve adetlerine tâbi olan gençler azalmış, vera` kaybolmuş, vera` sergisi dürülmüş, tamah kuvvetlenmiş, ihtirasların kökleri ve bağları güçlenmiştir. Şeriata hürmet hissi kalblerden zail olmuştur. Dine karşı kayıtsızlığı manfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası olarak kabul eden zamanın sofuları haram ile helal arasında fark görmez olmuşlar, dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı din haline getirmişlerdir. İbadet etmeyi hafife almışlar, namaz kılmayı ve oruç tutmayı basit bir şey saymışlar, gaflet meydanında at koşturmuşlar, nefsâni arzulara kendilerini teslim etmişler, işlenmesi mahzurlu olan şeyleri hiç aldırmadan işlemişler; halktan, kadınlardan ve zâlim devlet adamlarından temin ettikleri şeylerden hiç çekinmeden faydalanmışlardır.
Sonra bu nevî kötü şeyler yapmaya da kanaat etmiyerek bir de en yüksek manevî hallere ve hakikatlara işaret etmişler, bu gibi şeylerden bahsederek kulluk boyunduruğundan kurtulup hürriyete kavuştuklarını, Allah`a vuslat hali ve hakikatı ile muttasıf olduklarını, daima Hak ile kâim bulunduklarını, üzerlerinde kendi iradeleri değil de Allah`ın hükmünün câri olduğunu, nefsaniyetlerinin yok olup fenâ mertebesine ulaştıklarını, işledikleri haramlardan veya işlemedikleri farzlardan dolayı azarlanıp yerilemeyeceklerini, ahadiyetin sırlarını keşfen bildiklerini cismâni varlıklarının çarpılma ve kapılma suretiyle kendilerinden tamamen alındığını, beşeri varlıklara ait hükümlerin kendilerinden sâkıt olduğunu, sözde nefislerinden fâni olduktan sonra samediyetin nurları ile bâki kaldıklarını, konuştukları zaman kendilerinden kendi namlarına başkasının, (Hakk`ın) konuştuğunu, tasarruflarında kendilerinin dışında bulunan bur Veli (Mütevelli-Hak) nin bulunduğunu, (Hal ve hareketlerinin Hak tarafından idare edildiğini) iddia etmişlerdir.
Bazılarını yukarıda belirttiğim hususlar, içinde yaşadığımız şu zamanda bir dert halini almış ve bu durum uzayıp gitmiştir.”[5]

H - 6. YÜZYIL TASAVVUFU : SUHREVERDİ, ARABİ, GAZZALİ

Yaşadıkları zaman dilimleri Hicri 6. yüzyılla tam anlamıyla çakışmasa bile, 6. yüzyılı 5 ve 7. yüzyılların sınırları içerisinde biraz genişletecek olursak iki önemli şahsiyetle karşılaşırız. Bunlar sadece kendi dönemlerinin değil sonraki dönemlerin tasavvufunu da büyük oranda etkilemişlerdir. Her ikisinin de ortak yönü sûfi olmaları, tasavvufun kurtuluşun tek yolu olduğuna inanmaları, ancak buna rağmen ayrıldıkları noktalar ise sayılamayacak kadar pek çok olan iki şahsiyet. Bunlar aynı düzlemde yer alan iki düşman kardeş konumundadırlar. Her ikisi de sonraki müslümanların inançlarında derin iler bırakmışlardır. Bunlar Gazzâli ve Muhyiddin ibn Arabî`dir. İkisiyle ilgili bilgiler vermeye ve tasavvuf içerisindeki yerlerini belirlemeye geçmeden, yüzyılın genel durumunu, tasavvuf açısından belirlemeye çalışacak olursak :

Geçen yüzyılda başlayan felsefileşme hareketi, bu yüzyılda büyk bir hızla devam eder. Hatta tasavvuf felsefesi, felsefe tasavvufu biçimine dönüşür. Bunları net olarak birbirinden alışmak zorlaşır. Felsefe ve tasavvufun ortak temsilcisi olarak Fars kökenli ve Zerdüşt bir ailenin mensubu olan Suhreverdî çıkar. Onun özellikle Mani-Zerdüşt dinlerinden tasavvufa taşıdığı unsurlar büyük oranlara ulaşır. Düşüncelerini Felsefe bölümünde incelediğimiz Suhreverdî hakkında en genel anlamda şunları söyleyebiliriz :
O, teosofiden panteizme geçişin son basamağını oluşturur. Düşünceleri ve inançları adeta inançlar mozayiği gibidir ve bu şekliyle tasavvuf tarihine, büyük sûfi veli olarak geçer. Büyük kumandan Selâhaddin Eyyubi tarafından idam ettirilmesi halkın gözünde konumunu daha da büyütür ve büyük şehid kabul edilir. O 36 yaşında idam edilir, ancak bir anlamda öğrencisi olan Muhyiddin ibn Arabî onun düşüncelerini daha ilerilere götürmenin bayraktarlığını yapar. Her ikisi de felsefi ontolojiyi tasavvufun önemli konusu haline getirmede büyük çaba sarfederler ve bunda başarılıda olurlar.[6]
Özellikle Suhreverdî`nin Plotinus`tan aldığı sûdûr (emanation) teorisi varlık kademeleri hakkında orijinal bir görüş olarak tasavvufa geçer. Sudûr teorisi Vahdet-i Vucûd`un oluşmasında rol alan son halkalardan birisi olur.[7]

Bu dönemde öncekilere oranla Felsefe, Kelâm, Tasavvuf ayrılığının büyük oranda kaybolduğu görülür. Ara sınırlar kalkar, hepsi birbiri içine geçer. İlk zamanların zahîdleri bu dönemde ünlü birer filozof ve kelamcı olup çıkarlar. Daha önceleri felsefe ve kelâm içerisinde işlenen konulara bambaşka yorumlar getirilir. Bu arada arasıra muhatap olmak zorunda kalınan Kur`an da hiç bir sisteme bağlanmaksızın yorumlanıp, ayetler işe geldiği gibi açıklanır.[8]

Böylelikle ayrı ayrı konular birbirinin içerisine girip mozaik bir yapı oluşur. Buna tasavvuf felsefesi mi, akaidi mi, kelamı mı, yorumları mı denileceği artık konuyla ilgilenenlerin arzusuna bağlıdır. Ancak ismi ne olursa olsun İbn-i Haldun`un değerlendirmesiyle yapılan yorumların en önemli özelliği şudur: “Bu üç ilim gerek konu, gerek mesele ve gerek delilleri bakımından birbirinden başkadır ve ayrı ayrı ilimlerdir. Sofilerin bu sözleri, ilmî bakımdan, ilimden en uzak olan bir iddiadır.”[9]

[1] Nedvi, 228 [ Ebu`l Hasan en-Nedvi. İslam Düşünce Hayatı, Çev: Said Şimşek, Dergah yy. Ist. 1977]

[2] -Yurdaydın 77 [Prof.Dr. Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, AÜİF yy. 2.baski 1982]
-Karahanlı 3,11 [Doç.Dr. Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Kültür Bk. Yy ist. 1981]
- Osmanlı 95,163,169 [M.Fuad Köprülü, Osmani imparatorluğunun Kuruluşu, Başnur Matb. Ank. 1972]
[3] Mazeheri, 23
[4] Çubukçu 69, İslâm 176,
[5] Kuşeyri 63-64 [Kuşeyri Risalesi, Çev: Süleyman Uludağ, Dergah yy. Ist. 1978]
[6] Futuhat 2/A-2, ; -Hitti 2/670, 677
-Razi, 2 [Fahreddin Razi, Kelama Giriş ( El Muhassal), Çev: Prof.Dr. Hüseyin Atay,AÜİF yy.1978]
[7] Güngör 86
[8] Sülemi 13, 199-201; Nicholson 23
[9] Mukaddime 2/608, 609

...

Konu yeşil tarafından (30. November 2011 Saat 05:29 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 04:45 PM   #8
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

I - HİCRİ 7. YÜZYIL TASAVVUFU VE CELALEDDİN RÛMİ
7. ve onu takip eden yüzyıllar, müslüman kitlenin toplumsal ve siyasal yapısında olduğu kadar, inanç ve düşüncesinde de büyük değişikliklerin gerçekleştigi veya eskiden beri devam eden değişikliklerin sona erdiği bir dönemi oluşturur. Bu bir anlamda Kültür İslâmı`nın oluşumunun büyük oranda tamamlandığının işaretidir. Genelde siyasî ve askeri açıdan güçlü olunan geçmiş dünemlerde kitlelerin İslam`a katılımı birçok problemin ortaya çıkmasına yol açıyordu. 7. yüzyıla gelindiğinde müslümanların siyasi ve askeri gücünden bahsetmek oldukca zorlaşır. Müslümanların yaşadığı topraklarda birçok devlet(cik)ler hakim duruma gelir.

Daha önce zayıf olan İslamî kontrol mekanizmasının böylelikle iyice zayıflaması hatta kaybolması müslüman kitlenin Vahiy İslâmından daha da uzaklaşmasının nedeni olur. Başta Türkler olmak üzere Asyadaki birçok kavimin kitleler halinde İslâm`a geçişi ve bunların müslüman halk arasında çoğunluk teşkil edişi, Vahiy İslam`ından çok farklı bir İslâm anlayış ve yaşantısının oluşmasına yol açar. Bu, Kültür İslâmı`nın kendisidir. Bütün bunların peşisıra doğudan Moğol, batıdan Haçlı ordularınca sıkıştırılıp ezilen insanlar tam anlamıyla bir kaos ortamına itilir. Bu, siyasî ve askeri alanda olduğu kadar, inançta da açığa çıkan bir kaostur.

Önceki yüzyıllarda etkin olan ancak entellektüel seviyede kalan felsefe ve kelâmın güç kaybedip, gittikce kaybolması veya şekil değiştirmesi, İslam ulemasının ise siyasi ve askeri güçten mahrum olması Hicri 6. yüzyılda sistemleşme aşamasını tamamlayan tasavvufa büyük imkanlar bahşeder. Her ne kadar 6. yüzyılda tasavvuf, entellektüel bir yönelişe sahip olsa da, halka inip halkın inancına hakim unsur haline gelmeye başlar. Özellikle halk düzeyinde gelişen tasavvuf 7. yüzyıl ve sonrası dönem müslüman halkın sığınağı haline gelir. Bu dönemlerde tasavvufun bünyesi içerisinde siyasi ve kültürel teşkilatlanmar başlar ki bu teşkilatlar, sonrası dönem müslümanlarının hayatında veya toplumda önemli merkezler haline gelirler.
Bu teşkilatların en bilinen ismi Tarikat`tır. Tekke, zaviye, hankâh ve benzeri mekanlar tarikatların idari ve yönetim merkezi olurlar. Bu birimlerde faaliyet gösteren şeyh, derviş, velî vs. ünvanlı şahsiyetler halkın sadece inançlarını yönetip kontrol etmekle kalmayıp, büyük oranda siyasî bir güç de elde ederler.
Genel kurallarını oluşturmuş, sistemleşmiş, teşekkülünü tamamlamış ilk tarikat 7. yüzyıl sonlarında Bağdatta açığa çıkar. Bu Abdülkadir el-Cîlâni (Geylani) (Ö.M.1166) adına kurulan Kadiri tarikatıdır. Daha sonra tarikatların her bölgede değişik isimlerler fakat benzer özelliklerle kuruldukları, faal bir şekilde toplumda yerlerini almaya başladıkları görülür.

Çoğunluğu bu güne kadar varlığını devam ettiren bir çok tarikatın kuruluş döneminin genel olarak 7. yüzyıl olması raslantı değildir. Elbetteki belirli nedenleri vardır. Tarikatların bir anda ortaya çıkmasının en önemli nedeni, siyasî ve askerî birliğini kaybetmiş Müslümanların Moğol, Haçlı ve diğer bazı kavimlerin saldırılarıyla maruz kaldıkları başıboşluktur. Halk bireylere tutunmak ister. Mozaik bir karaktere sahip inançalrını ve yaşantılarını en iyi koruyup devam ettirecekleri yer olarak tasavvufu görürler.

Halkın tasavvufa yönelişi , henüz nüve halindeki tarikatların kısa sürede teşkilatlanıp açığa çıkmasına yol açar. Bu aşamada, kelâmcılar gibi entellektüel konularla, fakihler gibi sosyal ve bireysel hayatı düzenleyen ibadet ve kurallarla uğraşmayı benimsemeyip, her türlü inanca ve mensubuna kucak açan şeyh, derviş, abdal, baba vs. ünvanlı kişiler çevrelerinde bu özellikleri nedeniyle büyük halk kitlelerini toplamayı başarırlar.[1]

Onalr elde etmeye başladıkları siyasi ve ekonomik gücün her türlü inanca ve mensubuna sınırsız hoşgörüden kaynaklandığını farkederler. Böylelikle onların hoşgörüsü arttıkca, kitleler kendilerine daha çok bağlanır, kitleler kendilerine daha çok bağlandıkca onların hoşgörüsü daha da artar. Bunun sonucunda büyük siyasî ve askeri güç kazanan kişiler görülür. Bunlarda birisi de Celâleddin Rûmi`dir ve onun bu yönüyle ilgili düşünce ve tavrları konuya ayrı bir anlam kazandırır mahiyettedir.

Müslümanların üzerinde ismen bile olsa İslâmî bir güç ve otoritenin olmadığı bir dönem olan 7. yüzyılda Celâleddin Rumî siyasi otorite olarak kime bağlanıp, onu meşru gördüğü araştırıcıların her zaman ilgisini çekmiştir. Konuyu araştıran uzmanların tesbitine göre, Celâleddin Rumî desteğini ve onayını uzun süre Moğollardan yana koyar. Bu ilk anda çoğu kişinin tuhafına gidebilir. Celâleddin Rumî gibi birisi, Moğollar gibi İslâm`la ilgisi olmayan hatta ona düşman olan kavmi, yönetimi desteklemesi olacak iş değildir. Ancak asıl bu anlayış yanlıştır. Çünkü, Celaleddin Rûmi yanlış tanınmaktadır.

Onun düşünce, inanç ve görüşleri süslü, övgülü ifadelerle tanıtılan Kültür İslamı`nınkinden ayrı olarak ciddi ve delile dayanılarak araştırılsa, görülür ki Mesnevi, Fihima fih, Divan-ı Kebir, Rubailer gibi kitapların yazarı olan 7. yüzyıldaki Celaleddin Rûmi ile Kültür İslamı`nın tanıttığı Celaleddin Rûmi arasında büyük farklar vardır. Bu farkı buradaki konumuz açısından değerlendirecek olursak:
Celaleddin Rûmi, Moğolları destekler çünkü bunda onun düşünce, inanç ve amacına ters bir durum sözkonusu değildir. Çünkü onun, İslam`ı (Tabiki Vahiy İslâmı`nı) siyasi alanda hakim kılmak gibi bir amacı sözkonusu değildir. O “Manâ aleminin sultanı” olmak amacındadır. Bu amacına bağlı olarak kendine ve amacına zarar vermediği sürece “Madde aleminin sultanı”nın kim olduğu onun açısından hiç önemli değildir. İster Selcuklu, ister Moğol olsun farketmez. O, amacını gercekleştirmek için “Madde alemi sultanları”ndaki güç değişimine bağlı olarak bazen Selcuklu`yu, bazen de Moğolları destekler. Böylelikle amacına biraz daha yaklaşmaya çalışır.[2]
Celaleddin Rûmi kadar büyük amaçları olmasa da aynı dönemde diğer birçok şeyh, derviş , abdal ve baba`nın aynı amaçlar peşinde koştururlar. Kişisel menfaat ve çıkarlarına hizemet edeceği için olduğu kadar, İslâmi bir kaygı sözkonusu olmadan sırf “İnsanî” nedenlerle birlik - beraberlik bayrağı dalgalandıranlar da hiç eksik olmaz. Özellikle son durumda olanlar bugün dahi büyük övgülerle anılıp yüceltilen kişiler olurlar, ancak bu övgü ve takdirlerin İslam`la ilgisinin olmadığıda açıktır. Çünkü İslam açısından niteliği belirsiz bir birlik-beraberlik hiç bir anlam ifade etmez. Birlik beraberlik iyidir ve aksi fitnedir, fesattır ancak bu İslâm açısından geçerli bir durumdur. Küfrün birlik ve beraberliğinin övgüye değer bir yönü yoktur. Ancak ne gariptir ki 7. yüzyıl sufilerinin birçoğu niteliği önemsiz görülen bir birlik ve beraberlik sevdası peşinde koşturur dururlar. Bununla ilgili düşüncelerini de uyulması zorunlu inanç esasları gibi halka lanse ederler.
Bir örnek olarak Yunus Emre`nin şu şiirini hatırlayabiliriz:
Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
Şer`in evliyasıysa, hakikatte asidir [3]

O bu ve benzeri şiirleriyle inanç ayrımının, İman-küfür ayrımının anlamsızlığını (!) ilan eder. Şebusteri ise, aynı inanç ve düşünceyi daha açık ifadeleler değişik bir şekilde dile getirir:
Ey akıllı kişi ! iyi düşün... Put, varlık bakımından bâtıl değildir ki,
Bil ki putu yaratan da Ulu Tanrı.. İyinin yaptığı her şey iyidir..[4]


7. yüzyıl Türkler ve kültürleri açısından çok önemli bir dönemdir. Çünkü İslam`a yeni girmiş ve eski inançlarıyla, İslam arasında bir denge oluşturmuş kitleler, durumlarına meşruluğu yaygın duruma gelen tasavvuf ve tarikatlarla destek sağlarlar. Bu arada Şamanist karakterli, İslâmi kimlikli şeyhler de çıkar. O günün Türkleri`nin ruh ve inanç hali bunlarda odaklaşır. Kitlelere önderlik yaparlar. Bu arada araç olarak kullandıkları tasavvufa bir çok yeni unsurlar katmaktan da geri kalmazlar. Bu yeni unsurlar daha ziyade şamanist dönemin bazı özellik ve uygulamaları biçimindedir. Bu tarikatlardan en önemlisi bir okul görevi de gören Yeseviye tarikatı olur.

Türkistan bozkırlarındaki halk için önder haline gelen Ahmet Yesevi`nin kurduğu, Şamanist unsurların hakim olduğu Yeseviye tarikatı döneme damgasını vuracak kadar önemli fonksiyonlar üstlenir. Bir çok eren, derviş, veli, Abdal, baba, Yesevi tarikatından aldıkları el ile (icazet yetkisi) Anadoluya akın ederler. Bu durum 7. yüzyıl Anadolusundaki sûfilerin çokluğunu da açıklar mahiyettedir. Hristiyanların yer aldığı, İslam`a yeni girmiş fakat İslam`ı bilmeyen Türk kitlelerinin bulunduğu coğrafya onlar için kaçırılmaz fırsat olur ve ruhani nitelikleriyle insanları etkileyip kontrollerine alırlar. Bu itibarla 7. ve 8. yüzyıl Anadolusu adeta şeyhlerin, abdalların, velilerin boy gösterdiği ülke konumuna sahip olur. Her biri diğerinden biraz farklı inanç ve özellikteki bu şahsiyetler halktan her kişinin sığınabileceği kişiler durumuna gelirler.[5]

Gerçekte, temsil ettikleri kitlelerden daha fazla İslamı bilmeyen şeyh, eren, derviş vs sıfatlı çogu kişiler, 7.yüzyıl Anadolusunda Yesevi tarikatının onayını almış olmanın rahatlığıyla faaliyetlerini sürdürürler.[6]

Bu dönemde özellikle fakihlerin etkinliklerini tamamıyla kaybettikleri görülür. Zaten sözkonusu kişilerin rahat hareket etmelerinin temelinde kısmen de olsa fakihlerin tolumdaki etkinliklerini kaybetmelerinin etkisi büyük yer tutar. Bunu sonucunda hiç bir yükümlülük getirmeyen buna rağmen kurtuluşu vadeden şeyhlerin çevrelerindeki insanları gün geçtikce çoğalırlar. Böylelikletarikatlar güçlerinin ve çekiciliklerinin doruğuna tırmanırlar.[7]

Zaman gelir öylesine siyasî güç elde ederler ki “Madde aleminin sultanları” kendilerine ses çıkaramaz, hürmette kusur etmez olurlar. Bu kişilerin siysî etkinliklerini Osmanlı devletinin kuruluş aşamasında gayet açık olarak görmek mümkündür. Küçük bir aşiretin, şeyh ve benzerlerinin desteğini kazanarak, kısa sürede dünyaya hakim bir imparatorluk haline gelmesinde, o kişilerin siaysî güçlerinin büyüklüğünü görmek mümkündür. Madde ve Mana alemlerinin sultanları menfaatlerini birleştirince böylesi hızlı ve geniş büyüme gerçekleşir.[8]

Önceki dönemlerle karşılaştırıldığında, yeni unsurların tasavvuf düşüncesine ve yaşantısında katılımından ziyade, yüzyıllardır devam eden gelişme ve sistemleşmenin Hicri 7. yüzyıl ve sonrası dönemlerde son bulduğu ve artık pek değişmeyen bir yapı oluştuğu görülmektedir. Zun Nûn ile başlayan sistemleşme dönemi, Celaleddin Rumi`de büyük oranda sona erer. Böylelikle tasavvuf sistemi tamamlanmış olur. O, artık büyük oranda başlıbaşına inanç ve yaşantı sistemi haline gelir.

[1] Güngör ,102 ; Türk Tarihi, 220 ; Nasr, 181 [Prof.Dr. Hüseyin Nasr, İslam (idealler, Gerçekler) Çev: Dr. Ahmet Özel, Akabe yy. 1985]
[2] -Akdağ, 1/51 ; [Prof.Dr. Mustafa Akdağ, Türkiye`nin İktisadi ve İctimai Tarihi, Tekin yy.1979]
-Türk Tarihi, 265 [Ord. Prof.Dr. A.Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun yy. 1981]
-Osmanlı , 162 [M.Fuad Köprülü,Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Başnur Matbası, ank. 1972]
[3] Yunus Emre 221 [Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre, Altın yy. 4.baskı, ist. 1981]
[4] Şebusteri 71 [Şebusteri, Gülşen-i Raz, Çev: Prof. Abdülbaki Gölpınarlı, MEB yy. Ist. 1968]
[5] Mutasavvıflar, 46-48, 201-203 [Prof.Dr.Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB yy.6. Ank.]
[6]Yurdaydın, 77 ; Güngör, 187 ; Akdağ, 1/49
[7] Mutasavvıflar,196, 197 ; Akdağ 1/48 ; Güngör, 186 ; İslâm, 190
[8] Mutasavvıflar, 197, 204 ; Gölpınarlı, 150-153 ; Osmanlı, 161

...

Konu yeşil tarafından (30. November 2011 Saat 05:31 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 04:46 PM   #9
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

2 - TASAVVUFUN KAYNAKLARI

Çoğu zaman sölendiği gibi; mezkûr tasavvufun kaynağı sadece Kur`an olamaz. Eğer böyle birşey sözkonusu olsa, tasavvufun en mükemmel ve en güzel şekliyle Resûlullah (sav) ve ashabında görülmesi gerekirdi. Halbuki ne Vahdet-i Vûcud` dan Hûlul inancına, ne de Şeyh-Mürid ilişkisinden , tarikat ayinlerine kadar bu özelliklerden hiçbirine ilk iki yüzyılda yaşayan müslümanların hiçbirinde rastlanmadığına bütün deliller şahitlik etmektedir.[1]

Eğer Sahabe ve sonraki müslümanların bir kısmında görülen, bazı ibadetlerdeki ifrat, delil olarak ileri sürülecek olursa, bu aldatıcı bir yarı olur. Zira bir yönüyle zühd olarak tanımlanabilecek bu eğilimle, din içinde din[2] haline gelen, inanç, ibadet, teşkilat ve sistemiyle apayrı bir yapı oluşturan tasavvufun arasında bağlantı kurmaya çalışmak, tarihi ve gerçekleri tersine çevirmek olur.

Bu konuda araştırma yapan herkesin malûmudur ki, tasavvuf çok eski kökleri olan kadim bir görüştür..

Antik Yunan, Hind ve Mısır toplumlarında yaşayan dini inançların, tasavvuf adlı mistik anlayışın menşei olduğunu görmek zor değildir. Yine yahudi ve hristiyan toplumlarda yaşayan mistisizmle tasavvuf arasında tam bir mutabakat olduğu görülmektedir.


Konuyla ilgilenen araştırmacıların ortak kanaati şudur:

Sözkonusu tasavvuf , zühd eğilimi olarak başlayan bir yaşantı biçiminin oluşturduğu temel üzerinde, çok farklı etkenlerden beslenerek gelişip büyümüş ve başlıbaşına inanç, yaşantı sistemi haline gelmiş bir olgudur. Onun oluşup gelişmesini bir kaynağa bağlamak yanlış olur. Zira o, düşünceler ve inançlardan işine geleni alıp, bünyesine katarak sistemleşmiş eklektik inançlar ve yaşantılar bütünüdür. [3]

Onun bünyesinde en ilkel inanç biçimleri olan fetişler olduğu kadar, gelişip bir medeniyet sistemi haline gelmiş olan Budist, Mâni, Yahudi, Hristiyan, felsefe unsurlarını da gayet açıkca görmek zor değildir.
Tasavvufun eklektik yapısının oluşumunda rol oynayan etkiler hakkında ypılacak pek ayrıntılı olmayan bir çalışma bile, birçok malzemeyi araştırıcıya sunacaktır. Zira etkiler gayet açık ve çoktur. Bu etkilenmelerin bazılarını şöyle sıralayabiliriz:


A -Felsefe[4]

Tasavvufun oluşumunda felsefenin payı büyüktür. Eski Yunan filozoflarının kitaplarından doğrudan olduğu kadar, müslüman toplumdaki filozofların aracılığıyla da bu etkilenme gerçekleşmiştir. Filozofların akıllar nazariyesi ya olduğu gibi ya da felekler sistemi biçiminde tasavvufa geçmiştir. Bunun yanısıra, felsefedeki panteist düşünce tasavvufta Vahdet-i Vucûd olarak açığa çıkar.
Zaten felsefenin daha açık göstermesi açısından filozof kimliğini hak etmiş sûfilerin bulunduğunu hatırlamak yeterlidir. Sehabeddin Suhreverdî veya ibn Arabî bunlardan en önemlileridirler.

Genel olarak südûr, gök nazariyeleri, İbn Sina kozmolojisi, Kamil-insan düşüncesinin Yunan filozoflarında karşılığı olan logos (yaklaşık olarak) , İhvan-ı Safa risalelerindeki Ruhun Mutlak Varlığa Erişmesi veya bu varlık içinde erimesi inani, büyü ve sihirin sistemleşmiş şekli olan Simya, felsefeden tasavvufa geçen unsurlar arasında yer alır.[5]

Bunlardan ayrı olarak, tasavvufun eksenini oluşturan bilgi nazariyesi (epistomoloji) büyük oranda felsefi etkilerle oluşmuştur. İbn Arabî gibi bazıları, bilginin kaynağı olarak akla da büyük fonksiyon yüklemelerine karşılık [6] özellikle marifet bilgisi olarak tanımlanan ve duyula ötesi alemle ilişki kurarak, doğrudan bilgi elde etme anlayışı, Yunan filozofu Pitagoras ve Platon`un düşüncelerinden alınan ilhamla oluşturulmuştur.[7]

Pitagoras, Sokrates ve Platon`un'un Yunan mistisizminin bilinen ilk temsilcileri olduğu zaten malumdur.

Platon'un; 'Vücüd alemine çıkan şeylerin, Allah'ın ezeli sıfatlarından ibaret olduğu... Allah'ın vücudundan ayrı bir vücuda sahip olmadıkları...' şeklindeki düşünceleri [8] vahdeti vücudun kökleri hakkında bilgi vermektedir.


B - Hint Mistisizmi

Hint düşüncesinin genel karakteri olan mistik eğilim herkes tarafından bilinir. Hint düşüncesinin tasavvufa etkileri müslümanlarla Hintliler arasındaki ticari ilişkiler, Hint düşüncesinin etkilerinin açıkca görüldüğü Fars mistikleri veya Hint`e gidip oradan bu düşünceyi doğrudan öğrenen sûfiler aracılığıyla gerçekleşir.[9]

Hint düşüncesinin müslüman toplumdaki tasavvufa etkileri arasında ruh göçü analamına gelen Tenâsuh inancı, ve kainatın tanrının tecellisi olduğu inançını, kozmolijik yorumları, bazı hokkabazlık ve sihirleri, sayılarla ilgili inançları, kutsal kalıntılara tapma ve fetiş inancı, tanrıya erişmek ve bir olmak anlamındaki fenâ-bekâ inancını sayabiliriz.[10]

Hinduizm (Brahmanizm)'in kutsal kitabı olan Vedalar'ın tefsiri sayılan Vadenta'nın öğretilerinin temel itibariyle vahdet-i vücut'tan ibaret olduğu da konunun uzmanları tarafından kaydedilmektedir. [11]

Brahmanizm'in bir uzantısı olan Budizm de, inziva, riyazet ve çileyle 'Nirvana'ya ulaşmanın mümkün olabileceğini iddia etmektedir ki; 'nirvana', sofilerin 'fenafillah' olarak adlandırdıkları hayali mertebeyle, tıpatıp örtüşmektedir.

Ayrıca tarikat ayinlerinde büyük rol oynayan tesbih, hırka giyme, zikir ve ayin sırasında sistemli nefes alış veriş usullerinin kaynağı da büyük oranda Hint`tir.[12]

Hint`in etkileri o kadar büyük omuş ve erken başlamıştır ki, ilk sûfilerden İbrahim b.Ethem`in hayatıyla, Buda`nınki aynılaştırılmıştır. Bunun yanısıra Bistamî`nin inancındaki birçok unsur Upanişadlar`la Vedantalar`daki düşüncelerle benzerlik arzeder. Hallac-ı Mansur`daki harfelrin gizemi inancı aynı şekilde Hint etkilenmesi sonucudur.[13]

Zaten o, Hint düşüncesinin tasavvufa geçişinde köprü görevini üstlenmiş durumdadır. Hint`e olan seyhatlarıyla bunu sağlamıştır.

[1] İbnHaldun, 186 [Ibn Haldun-Tasavvufun Mahiyeti, Çev: Süleyman Uludağ, Dergah yy. 1984]
-Mutasavvıflar 16 [Prof.Dr.Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB yy.6.baskı, Ank.]
-Cerrahoglu 1/7,8 [Prof.Dr. İsmail cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, DİB yy. Ank. 1988, 2 cilt]
[2] İslam 189
-Bir Veli,34 [Martin Lings, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Çev: Ufuk Ayan-Bekir Şahin, Yeryürzü yy. İst.]

[3] İslam, 195 ; Gölpınarlı, 78 ; Mutasavvıflar, 16 ; Bir Veli, 44-45 ; Üç Müslüman,113 ; Teymiye 1/442
[4] Bu ve bundan sonraki bazı bölüm değerli hocamız Celaleddin Vatandaş`ın VAHİYDEN KÜLTÜRE isimli kitabından alınmıştır. Konuyu detaylı incelemek isteyenler şiddetle tavsiye edilir. [Vahiyden Kültüre, Celaleddin Vatandaş, Pınar yy, ist. 2001]

[5] Futûhat, 2/B-409-411 ; Cerrahoğlu, 2/9 ; İslam Felsefesi, 105, 243 ; Hitti 2/666 ; Fahri, 200
[6] Futûhat, 2/A 3
[7] Güngör 36, 119 ; İslam,180
[8] İ. Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, Sh. 37

[9] İslam Tarihi 4/144 ; Cerrahoğlu 1/271 ; Yurdaydın, 30
[10] -Gölpınarlı, 42
- Islam Nedir, 152 [-Dr. Ali Şeriati, Çev: Ali Seyyidoğlu, Bir yy.1987]
- Mazeheri, 10 ;Nicholson, 14 ;Cerrahoğlu 1/271 ;Fahri, 193 ;Bir Veli,162 ;Teymiye, 1/442 ;İslam Tarihi, 4/144
[11] İ. Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, Sh. 34

[12] Gölpınarlı, 123 ; Nicholson, 14, 41
[13] Fahri, 193 ; Nicholson, 14 ;
- Islam Felsefesi, 24- [Islam Felsefesi, Ord. Prof.Dr. Hilmi Ziya Ülken, Selcuk yy.]

...

Konu yeşil tarafından (30. November 2011 Saat 05:36 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 30. November 2011, 04:47 PM   #10
yeşil
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Oct 2011
Mesajlar: 107
Tesekkür: 791
69 Mesajina 174 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
yeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud ofyeşil has much to be proud of
Standart

C - Şamanizm


Şamanist inanç ve ayinlerin tasavvufa geçişinde genelde İslâm`a geçen Türk kitlelerinin özellikle de Yesevilik; Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik vs. gibi tarikatların büyük payı vardır.[1]
Tarikat sisteminin temelini oluşturan şeyhle ilgili inançlar kadar şeyh-mürid ilişkisinin şekli ve anlamı, tarikat ayinlerinden bazıları şamanizmin tasavvuftaki unsurlarındandır.

Şeyhlerin duyular ötesi alemle ilişki kurabilmeleri, gaybdan haber vermesi(!), insan kılığından çıkıp hayvan kılığına girebildiği inancı, uçabilmesi, suda yürümesi, ateşte yanmaması vs. şeyhle ilgili inançlardan olan şamanist unsurlardır.[2]


Vecd haline geçerek duyular ötesi alemle irtibat kurmak, vecd haline geçmek için müzik aletleri çalmak, sema, raks, vucud hareketleri, müzik (ilahi) gibi şeylerden yararlanmak, muskalarla kötülüklerden korunmak, Kitabî bilgiye sahip olanları aşağılamak, şeyhe kayıtsız şartsız itaatin gerekliliği gibi inanç ve uygulamalar da şamanizmin tasavvuftaki etkileri arasında yer alır.[3]

Bunların yanısıra Acemlerin ve Türklerin İslâm'a girerken eski dinleriyle birlikte taşıdıkları tortuların, sûfi ekolün oluşmasında önemli rol oynadığı biliniyor. Özellikle Bektaşi kültürü, şamanist çizgiler taşımaktadır.

Türklerin yerleşmesinden çok önce, Anadolu medeniyetlerinde Tanrı ve Kainat birliği düşüncesinin yerleşik olduğu ve bu iddiaların Herakletius ve Permenides tarafından ileri sürüldüğü yine araştırmacılar tarafından iddia edilmektedir.[4]




D - Hristiyanlık

Çok erken dönemde müslümanların farklı dinlerden insanlarla karşılaşmaları bir çok etkilenmelere yol açmıştır. Bunlar inançda olduğu kadar yaşantıda da gerçekleşen etkilenmelerdir. Erken dönemde müslümanların karşılaştıkları diğer din mensupları arasında Hristiyanlar çoğunluğu teşkil ederler. Filistin ve Anadolu`ya yerleşmiş Hristiyan mistikler anımsanamayacak kadar çoktu.


Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki coğrafî yakınlaşma zamanla zühd eğilimli müslümanlarla, rahipler arasında inanç ve yaşantı yakınlaşmasına yol açar.

Sûfiler, rahiplerden sûfi adının türetildiği yün elbise ve daha başka unsurları benimseyip almışlardır. Bunların arasında kuşak bağlama, sûkût orucu, dünyadan el etek çekme, hûlûl, mehdi inanç ve uygulamaları yer alır.[5]


Hatta hristiyanların , sûfileri, dolayısıyla tasavvufu etkilemesini göstermesi açısından, ruhbanların barındıkları binaların işlevini üstlenen tekke`nin ilk defa bir hristiyan Emiri tarafından yapılarak sûfilere bağışlandığını tesbit etmekteyiz.[6]

Özellikle Hristiyan Anadolu`nun İslamileşmesi sırasında birçok Hristiyanlık inanç ve uygulamaları, müslüman halka geçtiği kadar, sûfilere de geçmistir.

En ücra ve ulaşılmaz mekanlarda manastırlar, kiliseler inşa ederek, dünyadan el-etek çekerek münzevi ve bekâr hayat yaşayan bir hıristiyan dervişle, sözde müslüman bir derviş'in ne büyük bir benzerlik arzettiğini görüp de şaşmamak mümkün değildir. [7]




E - Fars Kültürü

Zerdüşt dinini birçok özellikleri Islâm`a geçen kitleler aracılığıyla olduğu kadar, bir kısım zerdüşt geçmişe sahip sûfiler aracığıyla da tasavvufa geçmiştir.[8]


Özellikle Zerdüşt dinideki Üstün İnsan, Tanrının sıfatlarını kazanmış insan veya Tanrı`nın kendisine hûlul etmesiyle yücelmiş insan anlayışı sufiler tarafından beğenilip benimsenmiştir. Batınî , İsmâilî gibi fırkalar aracılığıyla bu inançların tasavvufa aktarımı kolayca sağlanmıştır. Tasavvuftaki Kutup, insan-ı Kamil inançlarının kökeni buradadır.[9]


Zaten ismen açıkca belirtilmese bile, Şeyh- mürid ilişkisi ve bunun anlamı, şeyhe itaatın şartları gibi konlarda zerdüşt dininin de, şamanlığın yanısıra etkileri sözkonusudur.
Fars kültürünun tasavvuf üzerindeki etkisi oldukça farklı noktalarda gerçekleşmiştir. Suhreverdî ve İbn Arabî, Zerdüştlüğün tasavvufa etkilerinin aracları durumundadırlar.


Suhreverdî, Zerdüşt inançlarını doğrudan tasavvufa taşırken, İbn Arabî, İsmâililer, Batınîler aracılığıyla aldığı unsurları taavvufa nakleder.[10]


Özellikle Suhreverdî`nin inanç ve düşüncelerinde Zerdüşt unsurlar gayet açıktır. Zerdüşt dininin kurucusu Zerdüşt, onun düşüncesinde, üstün ve örnek bir insandır. Bunun ifadesi olarak onu „hâkim ve kâmil İmam Zerdüşt“ olarak anar. Ayrıca Zerdüşt dininin iyilik ve kötülük tanrıları inancı, Suhreverdî`de Nûr-Zulmet inancı biçiminde açığa çıkar. [11]


Bunlardan ayrı olarak, tarikatlara kabul merasiminin esasları, Karamatîler aracılığıyla Fars kültüründen tasavvufa nakledilmiştir.[12]


F - Diğer Tesirler

Tasavvufun oluşumundaki unsurlar ve etkilerin kaynakları, sadece burada belirtilenlerden ibaret değildir. Burada genel hatlarıyla ve belirli başlıklarla değinilenlerin dışında daha çok farklı kaynaklar da sözkonusudur. Bunlar tasavvufun geliştiği coğrafyaya göre değişiklik gösterir.

Sadece bir örnek plması açısından, Afrika toplumlarının Animizminden geçen fetişleri, Zün Nûn aracılığıyla geçen eski Mısır dininin bazı özelliklerini, yine aynı toplumlardan ve inançlarından geçen sihir, büyü, afsun, harf ve sayıların sihrî anlamları gibi şeyleri ve özellikle Yahudilikten geçen battınî yorumları sayabiliriz.[13]


Eski Mısır'da da, bugünkü tasavvuf ve tarikatlarla tamamen benzerlik gösteren kurumsal ve akidevi bir yapının olduğu dikkat çekmektedir. Hermes Toth'un Mısır mistisizmi'nin banisi olduğu söylenmektedir.

Yine Yahudi topluluklarda, çile, riyazet, aşk gibi tasavvufi motiflerin temelleri görülmektedir.

Sufizmin karşılığı olarak kullanılan mistisizmin, ilk defa Piskopos Denys tarafından kullanıldığı söyleniyor. Denys, 'hakka ancak aşk sayesinde ve aşkla ulaşabileceği... Aşk'ın bilginin yolu olduğu...' şeklindeki sözlerini okurken, tasavvuf ulularının sözlerini dinler gibiyiz. Denys'in, 'mutlak varlığın saklandığı perde, akılla değil, ancak aşk ile kalkabilir.'[14] sözleri de ilgi çekicidir.


Tasavvufun oluşum ve gelişiminde Kur`an ve Sünnet`in etkisinin olmadığını söylemek doğru değildir. Kuşkusuz, isminin başına İslâm takısını almış olan bir tasavvufta İslâmî unsurlar da olacaktır. Tasavvufun, kendisini müslüman toplumda meşrulaştırmak için ileri sürdüğü delilleri önceki bölümde incelediğimiz için bu konuya burada tekrar değinilmemiştir.


[1] Islam, 206 ; Hitti, 2/674
-Akdağ, 1/47 [Prof.Dr. Mustafa Akdağ, Türkiye`nin İktisadi ve İctimai Tarihi, Tekin yy.1979]
-Vakıf, 22 [Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli, Türk Külürü ve Hacı Bektaşi Vakfı yy. 1988]
[2] Şamanizm, 79,83,84 [Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK yy. Ank. 1986
-Yurdaydın , 76,77
-Mutasavvıflar, 204
[3] Yurdaydın 75-77 ; Şamanizm, 79 ; Akdağ, 1/47 ; Vakıf, 22
[4] E. Özkan, Tas. ve İslâm Sh. 2
[5] İslam 167,179 ; Cerrahoğlu 1/7-8 ; Nicholson, 8 ; Gölpınarlı, 123 , Mutasavvıflar, 16
[6] Sûlemi, 10
[7] N. Kazançakis Allah'ın Fukarası (Roman) Bir hıristiyan dervişin hayat hikayesi olan kitap, bir sofi'nin yaşayışıyla tamamen örtüşüyor.

[8] Hallac, 168 [Louis Massignon, Hallac, İA. 5/1. cilt]
-O`leary, 119
[9] Watt, 66 [Prof.Dr. W.Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev: E.Ruhi Fığlalı, Umran yy. 1981]
-İnsan-ı Kamil, 1009 [Nicholson, Insan-ı Kamil, İA]
-Güngör, 102
-Nasr, 182 [Prof.Dr.S.Hüseyin Nasr, İslâm, Çev: Dr.Ahmet Özel, Akabe yy. 1985]
[10] Kozmoliji, 319 ; Gölpınarlı, 88 ; Diriliş, 149 [
[11] Hitti, 3/930 ; İslam Felsefesi, 192
[12] Massignon, 2
[13] İbn Haldun, 68 ; İslâm, 195, 203 ; Hittî, 669, 670 ; Gölpınarlı 144 ;
[14] Prof. Dr. C. Sunar Tasavvuf Felsefesi ve Gerçek Felsefe.

...

Konu yeşil tarafından (30. November 2011 Saat 05:43 PM ) değiştirilmiştir.
yeşil isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
hakkında, tasavvuf


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:33 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam