22. July 2010, 07:49 PM | #1 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 785
Tesekkür: 1.340
366 Mesajina 989 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
Takva
TAKVÂ
"التقوى Takvâ'nın sözcük anlamı: ‘Takvâ' sözcüğünün aslı, ‘وقاية vikâye', ‘ توقيةtevkiye', ‘ وقاءة vikâe ' köklerinden türemiş olan " وقيvekâ' fiilidir. Bu fiilin sözlük anlamı, ‘Bir şeyi korumak, himaye etmek, zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak' demektir. Öz olarak ifade edersek, ‘zararlı şey ile kendi arasına bir engel koymak' tır. Bunun Kur'ân'daki örnekleri: İnsan suresi âyet 10, 11: "Evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız. Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur (فوقاهم fevegâhüm); onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, ..." Tahrim suresi âyet 6: "Ey mü'minler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş'ten koruyun (قوا Gû). ......" Teğâbün suresi âyet 16: "Gücünüz yettiğince Allah'tan sakının ( اتقوا ittegû) ve buyruklarını dinleyin, boyun eğin; mallarınızdan, kendinizin iyiliğine olarak bağışlayın. Kim, benliğinin açgözlülüğünden korunursa ( يوق Yûga) işte, başarıya ulaşanlar, ancak onlardır." ‘Vekâ' fiilinin mezidatından olan ‘اتّقاء ittikâ' ise sözlükte; ‘Korumayı kabul etmek' demektir. Başka bir ifadeyle: Acı ve zarar verecek şeyden sakınıp kendini korumaya almak, sakınmak demektir. Biz bu ifadeyi kısaca "sakınmak" olarak ifade edeceğiz. Kur'ân'dan örnekler: Haşr suresi âyet 18, 19 : Ey inananlar! Allah'tan sakının ( اتّقوا ittegû); herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Ve Allah'tan sakının ( اتقوا ittegû). Evet, Allah, işlediklerinizden haberdardır. Ve Allah'ı unutan kimseler gibi olmayın: Allah, onları kendilerine unutturur. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerdir." Âl-i Imran suresi âyet 131: "Ve inkarcılar için hazırlanmış Ateş'ten sakının (اتقوا ittegû)." Bakara suresi âyet 24: "Sonra, eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız,- öyleyse inkarcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş'ten sakının (اتقوا ittegû)." Ve daha bir çok âyette bu ifadeyi görürüz. ‘Takvâ' sözcüğü, ittikâ' sözcüğünün ismidir. Sözlük anlamı olarak, "kuvvetli himayeye girmek, korunmak, kendisini koruma altına almak" demektir. متّقى Mütteki' sözcüğü ise, ittikâ eden, takvâ sahibi olan, takvalı davranan, koruma altına giren kimse" demektir. Çoğulu ‘ متّقون müttekûn'olarak gelir. Cümledeki yerine göre (mensup veya mecrur olduğu durumlarda) " متّقين müttekîn" şeklini de alır. Kavram olarak takvâ: Kur'ân'ı kerimde yer alan ‘takvâ' ve ‘ittikâ' sözcükleri incelendiğinde, bu sözcüklerin tümünün sözlük anlamına yakın manalarda kullanıldığını ve sözlük anlamı ekseninde kavramlaştığını görürüz. Takvâ sözcüğü tamamen korkmak anlamında değildir. ‘Takvâ' sözcüğünün anlamında ‘korku' ve ‘korkmak' unsurları da olmasına rağmen, ‘takvâ' tek başına korku olayı değildir. Tamamen korku olmadığı gibi korku anlamından tamamen uzak da değildir. Ki bunu "kişinin, kendini korktuğu şeylerden koruması" olarak ifade edebiliriz. Arapça'da korku ve korkmak anlamı ‘ خوف havf', حزر hazer', ‘ خشية haşyet', ‘ اشفاق işfâk', ‘ رهبة rehbet', ve ‘ وجل vecel' gibi sözcüklerle ifade edilir. Bu sözcükler tefsir ve meallerde eşanlamlı sözcükler olarak ele alınsa da aslında birbirinden anlamca farklıdırlar. Bu incelik ayırt edilmediğinden bu konuda çok hata yapılmaktadır. Bir çok meal ve tefsir takvâ ve ittikâ sözcüklerini sadece "korkmak" anlamıyla açıklamıştır. Halbuki korku anlamına olan haşyet ile ittikâ bir âyeti celilede ayrı sözcüklerle ifade edilmiştir. Nur suresi âyet 52: "Ve kim Allah'a ve Elçi'sine boyun eğer, Allah'tan korkar ( يخشى الله yehşallaâhe) ve ondan sakınırsa ( و يتقه ve yetteghi), işte başarıya ulaşanlar, onlardır." İnsan suresi âyet 10, 11: "Evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız ( انا نخاف من ربنا İnnâ nehâfü min rabbina). Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur ( فوقاهم fevegâhüm); onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, ..." İnsanın fıtratında korku ve ümit duyguları vardır. İnsan, bazı şeyler karşısında aciz kalır, ondan korkar ve sığınılacak bir kucak arar. Bu korku ve ümit çizgisi, onun çalışmalarına ve hayatına yön verir. Bu duygular onu hayata bağlar. Kur'ân, insandaki bu yaratılışı göz önünde bulundurur. Ondaki bütün lüzumsuz korkuları ayıklar, korkulması gereken yerden korkmayı, ümit edilmesi gereken şeyi ümit etmeyi ona öğretir. İnsandaki korku hissi iyi yönlendirilmezse veya asıl korkulması gereken makam olan Allah'tan hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulduğu gibi, bir sürü sahte otoritenin önünde boyun eğmek zorunda kalır. İnsan tarih boyunca böylesine lüzumsuz korkular yüzünden sayısız tanrı edinmiştir. Doğa güçlerinden korkmuş, ateşi, gökleri, karanlıkları ilah edinmiş; Firavunlardan ve diktatörlerden korkmuş, onları ilah edinmiş; açlıktan korkmuş, ekmek ve maaş verenleri ilah edinmiş; yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş, putları veya başka şeyleri ilah edinmiştir. Bu lüzumsuz korkular yüzünden insanoğlu, sığınılacak kucaklar aramış, ancak çoğu zaman, sığındığı kucaklar kendisi için tehlikeli ve zararlı olmuştur. Kur'ân, insan yaratılışındaki korku ve ümit duygularını yine fıtrata en uygun bir biçimde değerlendiriyor. Bu duyguları kulluk faaliyeti çerçevesinde, insana en faydalı bir şekilde yönlendiriyor. Asıl korkulması gereken makamı gösteriyor. Takvâ, korku duygusunu içerisine alan bir çekinmenin, bir korunmanın ve bir saygının ahlak ve ibadet olarak gösterilmesidir. İslâm, insandaki bu korku ve ümit duygusunu işleterek, bu duyguların övülen bir sıfat haline gelmesini sağlıyor. Kur'ân, insandaki sıradan korku ve sığınma hissini geliştirerek, kişinin manevi olarak yücelmesinin yolunu açıyor. Evet takvâ duygusu, sıradan bir korku değil, belki yaratılıştaki korkunun düzene konularak, bir korunma ahlakı, bir yücelme faaliyeti, bir sorumluluk bilinci haline getirilmesidir. En geniş ve kapsamlı koruma Allah'ın korumasıdır. Allah'ın rahmet sıfatı bütün yaratılmışları korur. Ancak insan, kendi isteği ile kendine zarar veren şeylerden Allah'ın korumasını ister, ya da işlediği fiillerin kötü karşılığı hakkında Allah'tan korkar. Buradaki koruma isteği daha çok, yapılan amellerin sonuçlarından dolayı duyulan bir korkudur. Özetlersek: ‘Takvâ', insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılmasıdır. ‘Takvâ'nın bir çok tanımı yapılmaktadır. Bu çeşitli tanımlar arasında bir çelişki yoktur. Hepsi de aynı anlamı değişik kelime ve ifadelerle anlatmaktadır. Söz gelimi ‘takvâ'yı, ‘Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçmak' diye tarif edenler olduğu gibi; ‘yapılması günah olanı yapmaktan, terk edilmesi günah olanı terk etmemekten çekinmektir.', ‘Allah'ın cezalandırmasından korkarak, O'nun verdiği bir nur ile O'na itaat etmektir', ‘Allah'ın dışındakileri Allah'a tercih etmektir' şeklinde tanımlayanlar olmuştur. ‘Takvâ'nın türediği ‘veka' fiili ve türevleri Kur'ân'da tam ikiyüzellisekiz yerde geçmektedir. Kur'ân'ın en önemli kavramlarındandır. Takvâ veya ittikâ, kulun, rabbi karşısındaki durumunu en iyi anlatan bir sıfattır. Bir çok âyette insanlara ‘Allah'tan ittikâ edin' denilmektedir. Bir çok peygamber kavimlerini İslâm'a dâvet ederken, ‘Allah'tan ittikâ etmez misiniz? diyerek onları, Allah'tan çekinip O'nun korumasına girmelerini istemişlerdir. Kur'ân ısrarlı bir şekilde Allah fikrini, yani O'na ait ulûhiyyeti gündeme getirir. Zaten insan için en önemli olay, yaratılışın sebebi, yaratıcının varlığı ve yaratılan insanın bir yaratıcı karşısındaki durumudur. İnsan, öncelikli olarak kendini var edeni tanımak ve O'nun razı olacağı bir hayatı yaşamaktan sorumludur. Hayatın ve nimetlerin sahibi olan Allah, en sonunda bütün insanları ölümle beraber kendisine döndürüyor. Bu bakımdan insan başıboş değildir ve hayatının hesabını vermek üzere ölecektir. Kur'ân, alemlerin Rabbi Allah'ı bütün sıfatlarıyla, O'na ait en üstün yücelik ve makamlar ile tanıtıyor. Sonra da insanın bu yücelik karşısında kendisine çeki düzen vermesini, kendini iyi amellerle korumaya almasını tavsiye ediyor. İnsan, her halde kendinden yüce gördüğü ve bir makam sahibi kimselerin önünde kötü ve çirkin iş yapmaktan çekinir. Bu çirkin işleri daha çok gizli yapmak ister. Allah'a kuvvetli bir imanla bağlanan kimse; O'nun her yerde kendisini gördüğünü bilen, yaptığı her şeyin kayıt altına alındığının şuurunda olan bir kişi, şüphesiz kendine çeki düzen verir. Allah'ın yüce makamı karşısında çekinir, yaptığı hatalardan dolayı da O'na sığınır. Demek oluyor ki takvâ, iman ve onun yansımasıdır. İbadet, takvânın kendisi değil, fakat takvâya ileten davranışlardır. İbadet, ilahi emir ve yasakları yerine getirmek, takvâ ise zarar verecek davranışlardan sakınmaktır. İnsan takvâya yaklaştıkça, "ihsan" derecesine ulaşır. İhsan'ın, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek olduğunu biliyoruz. Allah cc. de Muhsinler ile beraberdir. Nahl suresi âyet 128: "Evet, Allah, takvâlı davrananlar ve iyilerle birliktedir." Tevbe suresi âyet 123: "Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkarcılarla savaşın ve sizde bir sertlik bulsunlar. Ve bilin ki, evet, Allah, takvâlılarla birliktedir." Konumuz içerisindeki âyetlerden özetlersek göreceksiniz ki TAKVA: İman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve Rasülü'ne boyun eğmek, inkarcılarla mücadele etmek, bollukta-darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, namaz kılmak, zekat vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, anaya-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmektir. Bu özellikleri taşıyanlara da MÜTTEKİ deriz. Takva genellikle âmiyane "Allah korkusu" olarak da ifade edilip geçiştirilmektedir. İşin ciddiyetine binaen biz burada özet olarak "Allah Korkusu" kavramına da değinmek istiyoruz. ALLAH KORKUSU Genel anlamdaki "korku" kavramı ve "korkmak" davranışı, Arapçada " خوف havf", " حزر hazer", " خشية haşyet", " اشفاق işfâk", " رهبة rehbet" ve " وجل vecel" gibi sözcüklerle ifade edilir. Ancak bu sözcükler, duyulan korkunun niteliği bakımından birbirinden farklıdırlar. Bu inceliğe dikkat edilmemesi sebebiyle piyasadaki meal ve tefsirlerde (!) bu sözcükler eş anlamlı olarak ele alınmış, meselâ; "takva" ve "ittika" sözcükleri, sadece "korkmak" olarak açıklanmıştır. Halbuki Rabbimiz, bu sözcüklerin farklı anlamlara geldiğini, onları aynı ayet içinde zikretmek suretiyle bizlere göstermiştir: Nur; 52: Ve kim Allah'a ve Elçi'sine boyun eğer, Allah'tan korkar (يخشى الله yehşallaâhe) ve O'ndan sakınırsa (و يتقه ve yetteghi), işte başarıya ulaşanlar, onlardır. İnsan; 10, 11: Evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız ( انا نخاف من ربنا İnnâ nehâfü min rabbina). Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur (فوقاهم fevegâhüm); onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, ... Kur'an'daki bu açık belirlemeye rağmen "takva" sözcüğü ve tüm türevleri "korkmak" anlamına alınarak Müslümanlar arasında bir korku furyası oluşturulmuştur. Bunun sonucu olarak da Allah ile kul arasındaki ilişkiler sevgi, saygı ve rahmetten ziyade, korku üzerine kurulmuş, ortaya bir çok yanlış ve olumsuz sonuçlar çıkmıştır. "Korku", insanın fıtratında olan bir duygudur ve insan, karşısında âciz kaldığı her şeyden korkma temayülündedir. Buna karşılık "ümit" de insan fıtratındandır ve ümit, korkuyu dengeleyen bir duygudur. Bu "korku" ve "ümit" duygularının dengelendiği çizgi ise insanı hayata bağlayan, onun hayatını yönlendiren çizgidir. Eğer insandaki bu duygular iyi yönlendirilmez; insan asıl korkulması gerekli olandan gerektiği gibi korkmaz ve asıl sığınılması gerekli olana gerektiği gibi yönelmezse, hayatındaki dengeler alt üst olur ve bir sürü sahte otoritenin önünde boyun eğer hâle gelir. Nitekim insan, tarih boyunca lüzumsuz korkular yüzünden sayısız tanrı edinmiştir: Doğa güçlerinden korkmuş; ateşi, gökleri, karanlıkları ilâh edinmiştir. Firavunlardan, diktatörlerden korkmuş; onları ilâh edinmiştir. Açlıktan korkmuş; ekmek ve maaş verenleri ilâh edinmiştir. Yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş; putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. ... Ama bu tip lüzumsuz korkuları yüzünden insanoğlunun aradığı sığınılacak kucaklar, çoğu zaman onun için tehlikeli ve zararlı olmuştur. İnsanın bariz şekilde zararına yol açan korkular, aslında ona dayatılmaktadır ve bu dayatma insan hayatında çok önemli yeri olan iki konuda yapılmaktadır: Eğitim ve din. Eğitimde korku: Dünya üzerindeki tüm eğitmenler tarafından kabul edilen gerçek şudur ki; baskı ve korku ile ne öğretim olabilir, ne de disiplin sağlanabilir. Çünkü baskı ve korku sonucu ancak; iki yüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, asi ve anarşist bireyler meydana gelebilir. Baskıcı korkutucu ana-babanın çocukları, baskıcı korkutucu öğretmenin öğrencileri, baskıcı korkutucu işverenin işçileri, baskıcı korkutucu devletin yurttaşları hep ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, asi ve anarşist yapıdadırlar. Böyle bir insan yapısı amaçlanamayacağına göre denilebilir ki; baskı altında, ceza korkusu ile daima amaçlananın tersine işleyen ya da verimsiz neticeler elde edilebilir. Kısacası, baskı ve korku ile hiçbir yere varılmadığı gibi, disiplin de sağlanmaz. Baskı ve korku ile bir müddet sağlanmış gibi gözüken disiplin asla kalıcı değildir. Bireyler üzerindeki baskı ve korku, bir an bile olsa gevşediği ya da bireyler tarafından kanıksandığı anda, ortaya telâfi edilmesi mümkün olmayan zararlı sonuçların çıkması kaçınılmazdır. Bilimsel gerçek bu olmasına rağmen ne yazık ki toplumumuz, korku ile disiplin sağlama yolunu seçmiş ve bu seçiminin en bariz göstergesi olarak "Kızını dövmeyen dizini döver", "Öğretmenin vurduğu yerde gül biter", "Dayak cennetten çıkmadır" gibi bir çok ifadeyi "atasözü" hâline getirmiştir. Dinde korku: İnsan fıtratında var olan "korku" ve "ümit" dengesi, diğer konularda olduğu gibi "inanç" konusunda da insan davranışlarını yönlendirmektedir. Bu konuda da insanlara sadece korku aşılamak, yani ümitlerin bağlanması gereken yegâne varlık olan Allah'a karşı sevgi yerine korku beslemelerine yol açacak telkinlerde bulunmak çok yanlış bir tutumdur. Hele hele, aklı gelişmemiş; reşit olup mümeyyiz duruma gelmemiş, henüz sabi çağındaki çocukların, eğitmenleri (ister ana-baba, ister öğretmen) tarafından "Allah seni taş yapar", "Allah senin gözünü kör eder", "Allah seni cehennemde yakar" vb. ifadelerle terbiye edilmeye çalışılması son derece zararlı bir davranıştır. Çünkü, din, iman, erişkin ve yetişkin kimselerin işi olup, çoluk-çocuk işi değildir. Zaten Yüce Allah da çocukları hiçbir konuda mükellef tutmamaktadır. Eğer çocuklara mutlaka Allah tanıtılmak isteniyorsa, Yüce Allah çocuklara Celâl (kâfirleri kahreden, cezalandıran) sıfatları ile değil, Cemâl (kullarını seven, koruyan, affeden) sıfatları ile tanıtılmalıdır. Rabbimiz,evrendeki her şey gibi insanın da programlayıcısı olması sebebiyle onun yaratılış özelliklerini çok iyi bildiği için, indirdiği hidayet rehberinde (Kur'an'da), insanı kulluk faaliyeti çerçevesinde en doğru şekilde yönlendirmiştir. Gerçekten de Kur'an'da, insandaki korku ve ümit duyguları fıtrata en uygun biçimde değerlendirilerek lüzumsuz korkular ayıklanmış, insanın kimden ve niçin korkması gerektiği ile kimden ve neyi ümit etmesi gerektiği, yani kime sığınması lâzım geldiği gayet açık olarak bildirilmiştir. Rabbimizin bu isteğine uygun olarak inanç eğitimini Kur'an'dan almış olan insanda da, yaratılıştan var olan sıradan korku ve ümit duyguları, Kur'an'ın verdiği bilgilerle gelişmiştir ve artık bu duygular insan için, manevî yücelmenin yolunu açan bir anahtar hâline dönüşmüştür. İşte yazımızın başında, bazı eserlerde bilgisizce "korku" olarak Türkçeye çevrildiğini söylediğimiz "takva" budur. Bir başka ifade ile "takva", sıradan bir korku değil, korku duygusunu da içine alan bir "çekinme"nin, bir "korunma"nın, bir "saygı"nın, ahlâk ve kulluk olarak gösterilmesidir. "Takva" sahibi bir insanda korku duygusu, yaratılıştakine nazaran başka nitelikler kazanmış, bir korunma ahlâkı, bir sorumluluk bilinci hâline gelmiştir. Doğru yönlendirilmiş ümit duygusu da takva sahibi insanın, sadece Allah'a yönelen ve sadece O'na sığınan bir insan olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, insanın yaratılışında en basit şekliyle var olan bu duygular, takva sahibi insanda övülen sıfatlar hâline dönüşmüştür ve o insana yücelme faaliyetinin kapılarını açmıştır. İslâm dininde basit korku (خوف havf, مخافة mehafet) anlamıyla "Allah korkusu" mefhumu yoktur. Kur'an'da bu sözcüklerle konusu edilen korku ise, kesinlikle "Allah korkusu" değildir. Böyle olmasına rağmen, sözcüklerin anlam farklılıkları göz ardı edilmek suretiyle, "havf, mehafet" denilen basit anlamdaki korku, yabancı kültürlerdeki şekliyle, yani "Allah korkusu" olarak Müslümanlar arasına sokulmuştur. Hatta bu konuda peygamberimizin ağzından bir hadis uydurulmuş ve o meşhur " رأس الحكمة مخافة الله Ra'sül hikmet-i mehâfetüllah (Hikmetin başı Allah korkusudur.)" ifadesi, bir çok Hat sanatlarının icra edildiği değişik tablolar hâlinde resmedilerek camilerin iç duvarlarına ve sözde dindar geçinen kimselerin evlerinin salonlarına asılmıştır. Oysa bu ifade, araştırmak isteyenlerin kolayca bulabilecekleri gibi, Kitab-ı Mukaddes'in Süleyman'ın Meselleri bölümündeki I. Bab'ın 7. ayetidir. Elbette ki en geniş ve kapsamlı koruma, rahmet sıfatı olan ve bütün yaratılmışları koruyan Allah'ın korumasıdır. Elbette ki insan, kendisine zarar verecek şeylerden korunmayı, kendi isteği ile Allah'tan bekler ve işlediği kötü fiillerin karşılığı için de, kendisini koruyabileceğine inandığı Allah'tan korkar. Ama buradaki koruma isteği, işlenen kötü fiillerin sonuçlarından dolayı duyulan korkudan kaynaklanır ve bu korku da "ceza korkusu"dur. Nitekim Kur'an'a bakıldığında bir çok yerde, "havf" sözcüğü kullanılmak suretiyle Allah'tan korkulması gerektiği ihtar edilmiştir. Ama bu ifadelerin hepsi de, Allah'ın kendisinden değil de, "Allah'ın azabından, Allah'ın vaîdinden" korkulması yönünde olan ifadelerdir: Maide; 28: Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben elimi seni öldürmek için uzatacak değilim. Ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım. En'âm; 15: De ki: "Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım." İbrahim; 14: Ve Onlardan sonra sizi mutlaka yeryüzüne yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir. Âl-i Imran; 175: Şüphesiz ki o şeytan kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz Benden korkun. İnsan; 10: "Biz, evet biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız." derler. Nahl; 49, 50: Ve göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve melekler, kibirlenmeden Allah'a secde ederler. Kendilerinin üstündeki Rabblerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar. İsra; 57: İşte onlar, Rabblerine daha yakın olmak için vesile arayarak yalvaran ve O'nun merhametini uman ve O'nun azabından korkan kimselerdir. Gerçekten senin Rabbinin azabı korkunçtur. Nur; 37: Öyle kimseler ki, ticaret ve alış veriş Allah'ı anmaktan, namazı ikame etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Zariyat; 37: Ve Biz orada acı bir azaptan korkan kimseler için bir ayet bıraktık. Ayrıca; Hud; 3, 26, 84, 103, Rahman; 46, Naziat; 40, Maide; 64, 69, 94, En'âm; 48, A'râf; 35, 54, Enfal; 48, Yunus; 15, 62, Meryem; 45, Zümer; 13, Ahkâf; 13, 21, Haşr; 16, Âl-i Imran; 170, Kaf; 45, Müddessir; 53, İnsan; 7, Bakara; 37, 62, 112, 262, 274, 277, Zühruf; 68 ayetlerine de bakılabilir. Görüldüğü gibi, Kur'an'da "havf" sözcüğü ile dile getirilmiş olan korku "Allah korkusu" değil, Allah'ın adaleti gereği ahirette suçlulara vereceği "ceza korkusu"dur. Allah'ın adaletinden, yani suça karşı vereceği cezadan korkma konusu, bir çok ayette de yine mutlak basit korku anlamını ifade eden "rehb" sözcüğü ile dile getirilmiştir. "Rehb" sözcüğünün Kur'an'da bu anlamda kullanıldığını görmek için dileyenler, A'râf; 116, 154, Bakara; 40, Nahl; 51, Enfal; 60, Kasas; 32, Haşr; 13, Enbiya; 90 ayetlerine bakabilirler. "Havf" sözcüğü ile "ceza korkusu"nu ifade eden Rabbimiz, iman eden, salihatı işleyen ve Allah'ı Rabb edinip istikametini düzenleyenlerin, yani Allah'ın yakını ve yardımcısı olanların Allah'tan korkmalarına hiç gerek olmadığını da yine "havf" sözcüğü ile ifade etmiştir: Bakara; 262: Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen kimselerin mükâfatları Rabblerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir. Bakara; 277: Kesinlikle iman eden ve salihatı işleyen, namazı ikame eden ve zekâtı veren kişilerin Rabbleri katında mükâfatları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar. Yunus; 62: Açın gözünüzü! Allah'ın yakınları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar. Ahkâf; 13: Kesinlikle, işte şu "Rabbimiz Allah'tır." deyip, sonra da dosdoğru olan kişiler üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Bu konudaki diğer ayetler: Bakara; 62, 112, 274, Maide; 69, En'âm; 48, A'râf; 35, Fussılet; 30. Haşyetüllah: İslâm dininde " خشية Haşyet" vardır, " خشية الله Haşyetüllah" vardır. "Haşyet"; bilgi, idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak düşme korkusudur. Bu sözcüğü, yukarıda açıklanan basit "korku" anlamındaki "havf" sözcüğü ile eş anlamlı olarak Türkçeye çevirenler büyük bir yanlış içindedirler. Çünkü "haşyet" ile "havf" sözcüklerinin farklı anlamlara geldiği, bizzat Rabbimiz tarafından aynı ayet içinde kullanılmak suretiyle bildirilmiştir: Rad; 21: Onlar, Allah'ın birleştirilmesini buyurduğunu birleştirirler, Rabb'lerine ( و يخشون ربهم ve yehşevne rabbehüm) haşyet ederler (derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar ve kötü hesaptan korkarlar ( ويخافون yehâfüne/ basit korkuyla korkarlar). Ayetin ifadesinden kolayca anlaşıldığı gibi, "havf" ile "haşyet" sözcükleri aynı anlama gelmez, birbirlerinden farklıdırlar. İnsanlar her zaman ve zeminde, suç işlediklerinde veya suçsuzken de Allah'a haşyet duyarlar ve ittika ederler. Allah'ın adaletinden (suçlulara vereceği cezadan) ise sadece suçlular (çocuklar hariç) havf etmelidirler ve ederler. Basit korku (havf) duygusu yaratılıştan herkeste var olmasına rağmen "haşyet" herkeste olmaz. Basit korkuya (havf) kapılan kişi, korktuğundan uzak durmaya çalışır. Meselâ; ateşten korkan ateşin yanına yaklaşmaz, hastalıktan korkan hasta olmamak için gerekli tedbiri alır, cehennemden korkan isyan etmez, düşmanından korkan veya vahşi hayvanlardan korkan onlarla karşılaşmamaya onlara yaklaşmamaya gayret eder. Yani insan, kesinlikle korktuklarının karşısına çıkmaz. Ama haşyet sahibi öyle değildir. O, haşyet duyduğuyla hep beraber olmayı arzular. Çünkü haşyet sahibinin korkusu, haşyet duyduğundan uzak kalmaktır; ona derin bir sevgi ve saygı duyar, onun darılmaması, gücenmemesi için gayret eder, kendisini ona sevdirmeye, beğendirmeye çalışır. Özetle, "haşyet", "havf" gibi fıtrî bir duygu değildir. "Haşyet" duygusu sonradan oluşur, bilgi ve idrake dayanır, bilgi ve idrakle doğru orantılıdır: Fatır; 28: İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler haşyet ederler/ derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar. Evet Allah güçlüdür, bağışlayıcıdır. Bu ayette kasr vardır. Yani, Allah'a karşı haşyet duygusuna, ancak "bilginler"in sahip olabilecekleri bildirilmektedir. Çünkü onlar, bilgileri sayesinde Allah'ı, bilgisizlerden daha iyi tanırlar, idrak ederler ve O'nun gücü karşısında sonsuz bir hayranlık ve saygı duyarlar. Gerçekten de atomun içini bilen bir fizik bilgini, hücrenin yapısındaki DNA ve RNA gibi bileşikleri gören bir tıp bilgini, uydu ve gezegenlerin yıldız sistemleri içindeki ve yıldız sistemlerinin de gökadalar içindeki düzenli hareketlerini gözlemleyen bir gök bilgini ile sıradan bir kimsenin Allah'ı idraki ve dolayısıyla Allah'a karşı duyduğu saygı ve hayranlık aynı değildir. Bu bilginler Allah'ın sonsuz gücünü ve yaptığı programları (Rabb olma özelliğini) gözleriyle görürler ve bunları görmeyenlere, bilmeyenlere nazaran, Allah'ı daha iyi tanırlar. Bu tanımanın sonucu olarak da onlar, Allah'a karşı çok daha fazla saygı ve hayranlık duyarlar ve Allah'tan uzak kalmaktan ve O'na saygısızlık etmekten korkarlar (haşyet duyarlar). "Haşyet" konusu ile ilgili olarak; Yasin; 11, Naziat; 45, Ta Ha; 3, 44, A'lâ; 10, Enbiya; 49, Fatır; 18, Kaf; 33, Maide; 44, 52, Tövbe; 18, Nur; 52, Beyyine; 8, Zümer; 23, Ahzab; 37, Bakara; 74 ve Haşr; 21 ayetlere de bakılabilir. Allah'a duyulan saygı ve hayranlıkta en önde olanlar ise elçiler ve meleklerdir. Zira onların Allah'ı tanıma ve idrakleri herkesten daha ileri düzeydedir: Ahzab; 39: Onlar (peygamberler), Allah'ın mesajlarını bildiriyorlardı ve O'na haşyet duyuyorlardı/ derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkuyorlardı. Allah'tan başka kimseye haşyet duymuyorlardı/ derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkmuyorlardı. Müminun; 57: Kesinlikle onlar (melekler), Rabblerinin haşyetinden (Rabblerine duydukları derin ve saygı sonucu O'ndan uzaklaşma korkusundan) tir tir titrerler. Enbiya; 28: O, onların (meleklerin) önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O'nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına aracılık edemezler. Bununla birlikte onlar, O'nun haşyetinden (O'na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan) tir tir titrerler. İşte İslâm'daki Allah korkusu, bu haşyet duygusudur, sıradan korku değildir. Hakkı Yılmaz [email protected] Haşyet konusu ile ilgili olarak, Yasin suresi âyet 11, Naziat suresi âyet 45, Ta Ha suresi âyet 3, 44, A'lâ suresi âyet 10, Enbiya suresi âyet 49, Fatır suresi âyet 18, Kâf suresi âyet 33, Maide suresi âyet 44, 52, Tevbe suresi âyet 18, Nur suresi âyet 52, Beyyine suresi âyet 8, Zümer suresi âyet 23, Ahzab suresi âyet 37, Bakara suresi âyet 74 ve Haşr suresi âyet 21'e de bakılabilir.
__________________
Kimse kimsenin yargıcı değil, olmamalı da zaten..Herkes kendi üzerinde gözetmen ve yargıç olsun..Kendimizi rahatsız edelim, dünyamız değişsin...Belki o zaman huzuru bulmuş benliğimiz başkalarına kendiliğinden ışık saçar../Elif. |
Barış Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | hiiic (27. July 2010) |
Bookmarks |
Etiketler |
takva |
|
|