|
22. September 2012, 07:36 PM | #1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Fetih sûresi
MEDÎNE DÖNEMİ
Necm: 666 1-3Şüphesiz Biz, Allah, senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanları bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın, seni dosdoğru yola kılavuzlasın ve Allah, sana çok güçlü bir zaferle yardım etsin diye, sana apaçık bir fethi açtık.400 4O, kendi imanları ile birlikte, imanca fazlalaşsınlar diye mü’minlerin kalplerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusu/moral indirendir. Göklerin ve yerin orduları da yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. (111/48, Fetih/1-4) Necm: 667 7Göklerin ve yeryüzünün orduları da Allah'ındır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. 8,9,5,6Şüphesiz Biz, Allah'a ve Elçisi'ne iman etmeniz, O'na yardım etmeniz, O'na saygı göstermeniz ve her zaman O'nu her türlü noksanlıktan arındırmanız için;mü’min erkekler ve mü’min kadınları, içinde sürekli kalanlar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirmesi ve onların kötülüklerini örtmesi için –işte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur–; ve Allah hakkında kötü zanda bulunan o münâfık erkekler ve münâfık kadınları, Allah'a ortak koşan erkekleri ve ortak koşan kadınları azaplandırması için –kötülük onların üzerine olmuştur. Allah onlara gazap etmiş, onları dışlamış; rahmetinden mahrum bırakmış ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!–; seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere elçi yaptık.401 (111/48, Fetih/7-9, 5-6) Necm: 668 10Şüphesiz sana bağlılık yemini eden şu kimseler, gerçekte Allah'a bağlılık yemini etmektedirler. Allah'ın gücü; nimetleri, yardımları onların güçlerinin; yardımlarının, hizmetlerinin üzerindedir. O nedenle kim sözünden dönerse, artık sadece kendisi aleyhine olmak üzere dönmüştür. Kim de Allah'a verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona hemen büyük bir ödül verecektir. 11Bedevi Araplardan geri bırakılmış; sizinle gelmemiş olanlar, sana yakında, “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti/alıkoydu. Hadi Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile” diyeceklerdir. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: “Allah, size bir zarar dilediyse veya bir yarar dilediyse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Tam tersi Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” 12Aslında siz, Elçi ve mü’minlerin, ailelerine/yakınlarına sonsuza dek geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize de güzel göründü. Ve siz, kötü zanda bulundunuz ve değişime/yıkıma uğramış bir toplum oldunuz. 13Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne iman etmezse, bilsin ki şüphesiz Biz, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için çılgın bir ateşi hazırlamışızdır. 14Ve göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar dilediğini azaplandırır. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 15Siz, ganimetleri almak için gittiğinizde o geri kalanlar: “Bırakın bizi de sizi izleyelim” diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: “Siz, asla bizimle gelemeyeceksiniz. Allah, daha önce böyle buyurmuştur.” Sonra onlar: “Tam tersi, siz, bizi kıskanıyorsunuz” diyeceklerdir. Tam tersi onlar, pek az şey dışında anlamazlar. 16Bedevi Araplardan, geri bırakılmış olanlara de ki: “Siz, yakında çok kuvvetli bir topluma karşı çağırılacaksınız, onlarla savaşırsınız veya onlar Müslüman olurlar. Artık, eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ödül verir. Ama önceden yan çizdiğiniz gibi yine yan çizecek olursanız sizi acıklı bir azap ile azaplandırır.” 17Kör için bir vebal yoktur, topal için de bir vebal yoktur, hasta için de bir vebal yoktur. Bununla beraber kim Allah'a ve Elçisi'ne itâat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere girdirir. Kim de yan çizerse, onu acıklı bir azap ile azaplandırır. (111/48, Fetih/10-17) Necm: 669 18,19Andolsun o ağacın altında sana bağlılık yemini ederlerken Allah, mü’minlerden razı olmuştur. İşte kalplerinde olanı bilmiş, onlara kalbi teskin eden, güven ve yatışma duygusu/ moral indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ve alacakları birçok ganimetler ile ödüllendirmiştir. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. 20,21Ve Allah size, alacağınız birçok ganimetleri ve sizin güç yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı başka şeyleri, siz yararlanasınız ve mü’minlere bir alâmet olsun, Allah sizi dosdoğru yola kılavuzlasın diye vaat etmiştir. İşte Allah, bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. 22,23Ve eğer kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler, sizinle savaşsalardı kesinlikle Allah'ın öteden beri gelen kanunu/ uygulaması olarak arkalarına dönüp kaçarlardı. –Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.– Sonra bir yol gösteren, koruyan yakın ve yardımcı da bulamazlardı. 24,25Ve Allah, sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin vadisinde; Hudeybiye'de, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi için, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. Onlar, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini kabul etmeyen ve sizi Mescid-i Haram'dan ve ayarlanmış hedylerin/ hac yapanlara gönderilen yiyeceklerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı, eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı kesinlikle onlardan Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. 26Hani kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, cahiliye kalıntısı gurur ve soy asabiyetini, tutuculuğu kendi kalplerinde alevlendirip kışkırttıkları zaman, hemen Allah, Elçisi'nin ve mü’minlerin üzerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusunu/ morali indirmiş ve o mü’minlerin “takvâ/Allah'ın koruması altına girme” sözüne ilzam etmişti/sadık kalmalarını sağlamıştı. Zaten onlar, buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi en iyi bilendir. (111/48, Fetih/18-26) Necm: 670 27Andolsun ki Allah, Elçisi'ne o görüntüyü; “Siz, Allah dilerse kesinlikle, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz” vizyonunu hak ile doğru çıkardı. Öyleyse Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da size bundan ast/yakın bir fetih kıldı. 28Allah, hak dini bütün dinlere üstün kılmak için, Elçisi'ni doğru yol kılavuzu Kur’ân ve hak din ile gönderendir. Şâhit olarak da Allah yeter. (111/48, Fetih/27-28) Necm: 671 29Muhammed, Allah'ın elçisidir./Allah’ın elçisi Muhammed ve onunla beraber olan kimseler de, Allah'ın, kendileriyle düşmanları öfkelendirmesi için kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Sen onları, Allah'ın fazlından ve bir hoşnutluk isteyerek Allah'ın birliğini öğretenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak görürsün. Onların Allah'a teslimiyetlerinden nişanları, tüm varlıklarında/ her taraflarında belli olur. Bu, onların Tevrât'taki örnekleridir. Onların İncîl'deki örnekleri de, filizini yarıp çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, sonra da gövdesi üzerine dikilmiş bir ekin gibidir. Bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah, onlardan iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere bağışlama ve büyük bir ödül söz vermiştir. (111/48, Fetih/29) Dip not: 400 Burada Hudeybiye Barış Antlaşması ve Rıdvan Bitati'nden bahsedilmektedir. Hicretin üzerinden 6 yıl geçmiş ve bu süre içerisinde kimse öz yurdu ve akrabaları ile temas kuramamıştı. Muhâcirlerde hasret ve gurbet duyguları kabarmış, Ensâr'da da Ka‘be'ye karşı özlem oluşmuştu. Bu nedenle Rasûlullah, Mekke'ye gitmek isteyenlerin hazırlanmasını istedi. Zilkâde'nin ilk Pazartesi günü [13 Mart 628] 1.400 kişi ile Mekke'ye doğru hareket edildi. Amacın barış olduğunu göstermek için yanlarına, yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka silah almadılar. Durumu öğrenen Mekkeli müşrikler, ne pahasına olursa olsun Rasûlullah'ı Mekke'ye sokmama kararı aldılar ve o'nun Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak için de Hâlid b. Velîd komutasında 200 atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler. Bu arada Rasûlullah ile mü’minler Mekke yakınlarındaki Hudeybiye mevkiine gelmişlerdi. Rasûlullah, amaçlarını bildirmek, Mekke müşriklerinin tutumunu öğrenmek için Mekke'ye, savaşmak niyetinde olmayıp yalnızca Ka‘be'yi ziyaret için geldiklerini ve umre yapıp döneceklerini bildiren bir elçi gönderdi. Buna rağmen müşrikler devesine vurup elçiyi yere düşürerek öldürmek istediler. Mekkeli olmayan bazı kimseler araya girip elçiyi kurtardılar. Elçi geri dönerek durumu Rasûlullah'a anlattı. Mekkeli müşrikler, Müslümanların Mekke'ye girmesini kendileri için büyük onursuzluk sayıyor ve Arapların gözünden düşeceklerini düşünüyorlardı. Mekke'de hâlâ hatırı sayılan ve etkin birçok akrabası bulunan Osman'ın elçi olarak gönderilmesi önerisi üzerine Rasûlullah Osman'ı Kureyş'e gönderdi. Osman, önce Rasûlullah'ın mesajını iletti ve, “Biz muharebeye gelmedik, yalnızca umre yapmak için geldik” dedi. Kureyşliler Osman'a, “İstersen Ka‘be'yi tavaf et; ancak hepinizin Mekke'ye girmesine ve Ka‘be'yi tavaf etmesine izin veremeyiz” dediler. Reddetmesi üzerine de Osman'ı Mekke'de alıkoyup göz hapsinde tuttular. Müslümanlar arasında, Osman'ın öldürüldüğü şayiasının çıkması üzerine Rasûlullah, mü’minleri biata davet etti. Bütün mü’minler, ölüm pahasına da olsa savaştan kaçmamak üzere o'na biat ettiler. Bu konu, sûrenin 10, 18 ve 19. âyetlerinde yer almaktadır. Bu âyetlerden hareketle bu biata, “Biatu'r-Rıdvân” [razılık biatı] ve biat esnasında altında durulan ağaca da “Şeceretu'r-Rıdvân” [razılık ağacı] adı verilmiştir. Sonra, Osman ile ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu anlaşıldı. Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu. Müşrikler Müslümanları Mekke'ye sokmamaya kararlı gözüküyorlardı. Rasûlullah ise, “Biz savaşmak için gelmedik. Amacımız Ka‘be'yi ziyarettir, umre yapmaktır. Kureyşliler savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde ölünceye kadar onlarla savaşırım” diyerek barış öneriyordu. Mekkeli müşrikler, Allah Rasûlü'nün kararlılığı yüzünden savaşı göze alamayarak; Osman'ı ve Mekke'deki bir kısım Müslümanı serbest bıraktılar. Arkasından, Suheyl b. Amr'ın başkanlığında bir heyeti anlaşma yapmak üzere Rasûlullah'a gönderdiler. Burada “Hudeybiye Andlaşması” yapıldı. Buna göre; 1) Müslümanlarla müşrikler 10 yıl savaşmayacaklar. 2) Müslümanlar bu yıl Ka‘be'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silâh taşımayacaklar. 3) Mekke'den birisi Müslüman olarak Medîne'ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medîne'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecek. 4) Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklar. Şartlarının, görünüşte Müslümanların aleyhine olması sebebiyle Müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar ve Rasûlullah'a, “Sen Allah'ın Rasûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?” diye serzenişte bulundular. Hudeybiye'de 19 gün kalındıktan sonra Medîne'ye doğru yola çıkıldı. Yolda, bu sûre indi. 401 Bu pasajı, teknik gerekçeler ve anlam bilgisi gereği Resmi Mushaf'tan farklı tertip ettik. Ayrıntılı açıklamalar için bkz. Tebyîn.
__________________
Halil Ay |
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | Bilgi (3. November 2012) |
27. April 2015, 04:35 AM | #2 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
Alıntı:
nerde bulabilirim? Fetih 24: sizi onlara muzaffer kıldıktan sonra min ba’di en azferekum aleyhim 1. Sözü edilen zafer tam olarak neyin zaferiydi, yani örneğin Mekke'nin fethi miydi ya da başka bir şey? Müminler o zaferi HANGi YIL kazandılar? * Mekke'nin vadisinde bi batni mekke 2. BATN vadi midir? Kanıt? * Hudeybiye'de ? 3. Hudeybiye Mekke'nin kilometrelerce dışında olduğu halde sayın Hakkı Yılmaz onu niçin Mekke'nin batnında gösteriyor? * onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir huvellezî keffe eydiyehum ankum ve eydiyekum anhum Anlaşılan zaferi müminler kazanmış ama... yenilenler de hâlâ güçlüymüş, öyle ki anlaşma yapılmasa (Allah onların ellerini müminlerden çekmese) onların elleri müminlerin gırtlağını sıkabilirmiş. 4. O anda müminler nerededir, yenilenler nerede? * Fetih 25 Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı... eğer onlar, birbirinden AYRILMIŞ olsalardı Buradan anlaşılan ise savaşçı müminler ile onlara hedef olabilecek düşmanlar ARTI bazı müminler BiR ARADA imiş. 5. Mekke'nin neresinde BiR ARADA idiler; içinde mi, dışında mı? Konu Hasan Akçay tarafından (27. April 2015 Saat 06:01 AM ) değiştirilmiştir. |
|
14. May 2015, 01:18 PM | #3 | ||||||
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Selamun aleyküm,
Alıntı:
Rasûlullah ve Muhâcirlerin Mekke'den ayrılmasının üzerinden altı yıl geçmiş ve bu süre içerisinde kimse öz yurdu ve akrabaları ile temas kuramamıştı. Muhâcirlerde hasret ve gurbet duyguları kabarmış, Medîneli Ensâr'da da Ka‘be'ye karşı özlem oluşmuştu. Müslümanların hepsi, Mekke'yi ve Ka‘be'yi ziyaret etmek istiyorlardı. Bu genel istek üzerine, Rasûlullah, Mekke'ye gitmek isteyenlerin hazırlanmasını istedi. Hazırlıklar yapıldı ve Zilkâde'nin ilk Pazartesi günü [13 Mart 628] 1.400 kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket edildi. Amacın barış olduğunu göstermek için yanlarına, yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka silah almadılar. Mekkeli müşrikler bu durumu öğrenince toplandılar ve ne pahasına olursa olsun Rasûlullah'ı Mekke'ye sokmamaya karar aldılar. Rasûlullah'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak üzere de Hâlid b. Velîd komutasında 200 atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler. Bu arada Rasûlullah ve beraberindeki mü’minler Mekke yakınlarındaki Hudeybiye mevkiine gelmişlerdi. Rasûlullah, amaçlarını bildirmek, Mekke müşriklerinin durum ve tutumlarını öğrenmek için Mekke'ye, Hudâalılardan Hıraş b. Umeyye'yi elçi olarak gönderdi. Elçi Umeyye, müşriklere, savaşmak niyetinde olmayıp yalnızca Ka‘be'yi ziyaret için geldiklerini ve umre yapıp döneceklerini bildirdi. Buna rağmen müşrikler, devesine vurup onu yere düşürerek öldürmek istediler. Mekkeli olmayan çoğu Habeşli bazı kimseler araya girip Umeyye'yi kurtardılar. Umeyye geri dönerek durumu Rasûlullah'a anlattı. Mekkeli müşrikler, Müslümanların Mekke'ye sokulmasını kendileri için büyük onursuzluk sayıyor ve bütün Arap dünyasının gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı. Bu gelişmeler üzerine Rasûlullah, Ömer'i göndermek için yanına çağırdı. Ömer, Mekkelilerin kendisine olan kinlerinden dolayı güvende olamayacağını, kimsenin de kendisine yardıma gelmeyeceğini ileri sürerek, Mekke'de hâlâ hatırı sayılan ve etkin birçok akrabası bulunan Osman b. Affân'ı göndermesini istedi. Bunun üzerine Rasûlullah, Osman b. Affân'ı çağırıp, onu Kureyş'e gönderdi. Osman b. Affân Mekke-i Mükerreme'ye varınca, önce Rasûlullah'ın mesajını iletti ve, “Biz, Hudeybiye'ye muharebeye gelmedik, yalnızca ziyaret ve umre yapmak için geldik” dedi. Bu arada Kureyşliler Osman'a, “İstersen sen Ka‘be'yi tavaf et; ancak hepinizin Mekke'ye girmesine ve Ka‘be'yi tavaf etmesine izin veremeyiz” dediler. Osman'ın bunu reddetmesi üzerine de onu Mekke'de alıkoyup göz hapsinde tuttular. Bu arada Hudeybiye'de bulunan Müslümanlar arasında, Osman'ın öldürüldüğü şayiası çıktı. Bu haber üzerine Rasûlullah, mü’minleri biata davet etti. Bütün mü’minler, Allah adına o'na biat ettiler; ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere söz verdiler. Bu sözleşme, semure ağacı altında olmuştu. Bu konu, sûrenin 10, 18 ve 19. âyetlerinde yer almaktadır. Bu âyetlerden ilham alınarak bu biata, “Biatu'r-Rıdvân” [razılık biatı] ve biatın alınışında altında durulan ağaca da “Şeceretu'r-Rıdvân” [razılık ağacı] adı verilmiştir. Kısa bir aradan sonra, Osman ile ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştır. Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu. Müşrikler, Müslümanları Mekke'ye sokmamaya kararlı gözüküyorlardı. Rasûlullah ise, “Biz, buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Ka‘be'yi ziyarettir, umre yapmaktır. Kureyşliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir süre için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım” diyerek barış öneriyordu. Mekkeli müşrikler, Allah Rasûlü'nün kararlılığı yüzünden savaşı göze alamadılar, Osman b. Affân ve bir kısım Mekke'deki Müslümanları serbest bıraktılar. Arkasından, Suheyl b. Amr'ın başkanlığında bir heyeti anlaşma yapmak üzere Rasûlullah'a gönderdiler. Burada meşhur “Hudeybiye Andlaşması” yapıldı. Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını tesbit ettiler. Buna göre; 1) Müslümanlarla müşrikler 10 yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı. 2) Müslümanlar, bu yıl Ka‘be'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı. 3) Mekke'den birisi Müslüman olarak Medîne'ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medîne'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti. 4) Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı. Bu antlaşmasının bütün şartları, görünüşte Müslümanların aleyhine idi. Bu nedenle Müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu antlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler. “Sen, Allah'ın Rasûlü değil misin? Davamız hakk dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?” diye serzenişte bulundular. Hudeybiye'de 19 gün kalındıktan sonra Medîne'ye doğru yola çıkıldı. Yolda, bu sûre indi. şimdi sorularınıza dönecek olursak. Âyetleri bağlamından koparmadan okursak Fetih Suresinin 24-26 âyet grubunda Mekke'nin fethi değil,mü’minler ve müşrikler arasında meydana gelebilecek büyük felaketlerin engellendiği açıklanmaktadır. Bu olayın târihsel anlatımı da Kurtubî'nin, "el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân'da " şöyledir: Mekkelilerden 80 kişi silahlı olarak Peygamber'i (s.a) ve ashâbını gâfil avlamak isteği ile Tenim dağı'ndan aşağıya indiler. Bize herhangi bir zarar veremeden onları teslim aldık ve hayatta bıraktık [öldürmedik]. Bunun üzerine yüce Allah, O sizi kendilerine karşı muzaffer kıldıktan sonra Batn-ı Mekke'de onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi buyruğunu indirdi. Abdullah b. Muğaffel el-Müzenî dedi ki: Hudeybiye'de Peygamber (s.a) ile birlikte yüce Allah'ın Kur’ân-ı Kerîm'de sözünü ettiği ağacın dibinde bulunuyorduk. Biz, bu durumda iken üzerimize silahlı 30 genç delikanlı çıkıverdi. Yüzümüze doğru hücum ettiler. Peygamber (s.a) onlara beddua etti, yüce Allah onların gözlerini aldı. Rasûlullah (s.a) onlara, “Sizler herhangi bir kimsenin ahdine [emanına] sığınarak mı geldiniz? Yoksa herhangi bir kimse size bir eman mı verdi?” diye sordu. Onlar, “Hayır, öyle bir şey yok” dediler. Peygamber de onları serbest bıraktı. Bunun üzerine yüce Allah, O sizi... onların ellerini sizden... çekendi âyetini indirdi. Seleme b. el-Ekva dedi ki: “Henüz barış görüşmeleri yapılıyorken Ebû Süfyân geliverdi. Vâdi silahlı adamlarla dolup taşıyordu.” (Seleme) devamla dedi ki: Kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar vermek imkânını bulamayan silahlı 6 müşriği önüme katarak getirdim ve onları Rasûlullah'ın (s.a) huzuruna çıkardım. Ömer ise yolda, “Ey Allah'ın Rasûlü! Biz bizimle savaş hâlinde olan bir topluluğun üzerine gidiyoruz. Bizim ise beraberimizde silah da yok, savaş araç-gereci de yok” dedi. Rasûlullah (s.a) bunun üzerine yoldan Medîne'ye haber gönderdi de, oradaki bütün silahları, savaş araç ve gereçlerini getirdiler, Rasûlullah'a (s.a), Ebû Cehl'in oğlu İkrime senin üzerine 500 atlı ile birlikte geldi” diye haber verildi. Rasûlullah (s.a) Hâlid b. el-Velîd'e, “İşte bu senin amcan oğlu, üzerine 500 kişi ile birlikte geliyor”' dedi. Hâlid, “Ben Allah'ın ve Rasûlü'nün kılıcıyım” dedi. Bunun üzerine o gün kendisine ‘Allah'ın kılıcı’ adı verildi. Beraberinde bir grup atlı ile birlikte yola çıktı, kâfirleri bozguna uğratarak Mekke bahçelerine sığınmak zorunda bıraktı. (Bu rivâyet daha sahihtir. Aralarında çarpışma taşlarla olmuştu. Oklarla ve yayların uçlarıyla çarpıştıkları da söylenmiştir.) Tarihi kaynaklarda bunun tarihi olarak Zilkâde'nin ilk Pazartesi günü [13 Mart 628] verilir. * Alıntı:
بطن: البَطْنُ من الإنسان وسائِر الحيوان: معروفٌ خلاف الظَّهْر، مذكَّر، وحكى أَبو عبيدة أَن تأْنيثه لغةٌ؛ قال ابن بري: شاهدُ التذكير فيه قولُ ميّةَ بنتِ ضِرار: يَطْوي، إذا ما الشُّحُّ أَبْهَمَ قُفْلَه، بَطْناً، من الزادِ الخبيثِ، خَميصا وقد ذَكرْنا في ترجمة ظهر في حرف الراء وجهَ الرفع والنصب فيما حكاه سيبويه من قولِ العرب: ضُرِبَ عبدُ الله بَطْنُه وظهرُه، وضُرِبَ زيدٌ البطنُ والظهرُ. وجمعُ البَطْنِ أَبطُنٌ وبُطُونٌ وبُطْنانٌ؛ التهذيب: وهي ثلاثةُ أَبْطُنٍ إلى العَشْرِ، وبُطونٌ كثيرة لِما فوْقَ العَشْرِ، وتصغيرُ البَطْنِ بُطَيْنٌ. والبِطْنةُ: امتلاءُ البَطْنِ من الطعام، وهي الأَشَرُ من كَثْرةِ المال أَيضاً. بَطِنَ يَبْطَنُ بَطَناً وبِطْنةً وبَطُنَ وهو بَطينٌ، وذلك إذا عَظُمَ بطْنُه. ويقال: ثَقُلَتْ عليه البِطْنةُ، وهي الكِظَّة، وهي أَن يَمْتلِئَ من الطعام امتلاءً شديداً. ويقال: ليس للبِطْنةِ خيرٌ من خَمْصةٍ تَتْبَعُها؛ أَراد بالخَمْصَة الجوعَ. ومن أَمثالهم: البِطْنة تُذْهِبُ الفِطْنةَ؛ ومنه قول الشاعر: يا بَني المُنْذرِ بن عَبْدانَ، والبِطـ ـنةُ ممّا تُسَفِّهُ الأَحْلاما ويقال: مات فلانٌ بالبَطَنِ. الجوهري: وبُطِنَ الرجلُ، على ما لم يسمَّ فاعله، اشْتَكَى بَطْنَه. وبَطِن، بالكسر، يَبْطَن بَطَناً: عَظُم بَطْنُه من الشِّبَعِ؛ قال القُلاخ: ولم تَضَعْ أَولادَها من البَطَنْ، ولم تُصِبْه نَعْسَةٌ على غَدَنْ والغَدَنُ: الإسْتِرخاءُ والفَتْرة. وفي الحديث: المَبْطونُ شهيدٌ أَي الذي يموتُ بمَرَض بَطْنه كالاسْتِسْقاء ونحوه؛ ومنه الحديث: أَنَّ امرأَةً ماتت في بَطَن، وقيل: أَراد به ههنا النِّفاسَ، قال: وهو أَظهر لأَن البخاريّ ترْجَم عليه باب الصلاة على النُّفَساء. وقوله في الحديث: تَغْدُو خِماصاً وتَرُوحُ بِطاناً أَي ممتَلِئةَ البُطونِ. وفي حديث موسى وشعيبٍ، على نبيّنا وعليهما الصلاة والسلام، وعَوْد غَنَمِه: حُفَّلاً بِطاناً؛ ومنه حديث عليّ، عليه السلام: أَبِيتُ مِبْطاناً وحَوْلي بُطونٌ غَرْثى؛ المِبْطان: الكثيرُ الأَكل والعظيمُ البطنِ. وفي صفة علي، عليه السلام: البَطِينُ الأَنْزَعُ أَي العظيمُ البطْنِ. ورجلٌ بَطِنٌ: لا هَمَّ له إلاَّ بَطْنُه، وقيل: هو الرَّغيب الذي لا تَنْتَهِي نفسُه من الأَكل، وقيل: هو الذي لا يَزَالُ عظيمَ البَطْنِ من كثرةِ الأَكل، وقالوا: كِيسٌ بَطينٌ أَي مَلآنُ، على المَثَل؛ أَنشد ثعلبٌ لبعض اللُّصوص: فأَصْدَرْتُ منها عَيْبةً ذاتَ حُلَّةٍ، وكِيسُ أَبي الجارُودِ غَيْرُ بَطينِ ورجل مِبْطانٌ: كثيرُ الأَكل لا يَهُمُّه إلا بَطْنُه، وبَطينٌ: عظيمُ البَطْنِ، ومُبَطَّنٌ: ضامِر البَطْنِ خَميصُه، قال: وهذا على السَّلْب كأَنه سُلِبَ بَطْنَه فأُعْدِمَه، والأُنثى مُبَطَّنةٌ، ومَبْطونٌ: يَشْتَكي بَطْنَه؛ قال ذو الرمة: رَخِيمات الكلامِ مُبَطَّنات، جَواعِل في البُرَى قَصَباً خِدالا ومن أَمثالهم: الذئب يُغْبَط بِذي بَطْنه؛ قال أَبو عبيد: وذلك أَنه لا يُظَنُّ به أَبداً الجوع إنما يُظَنّ به البِطْنةُ لِعَدْوِه على الناس والماشِيَةِ، ولعلَّه يكونُ مَجْهوداً من الجوع؛ وأَنشد: ومَنْ يَسْكُنِ البَحْرَيْنِ يَعْظُمْ طِحالُه، ويُغْبَطُ ما في بَطْنه وهْو جائعُ وفي صفة عيسى، على نبينا وعليه أَفضل الصلاة والسلام: فإذا رجُل مُبَطَّنٌ مثلُ السَّيف؛ المُبَطَّنُ: الضامِرُ البَطْن، ويقال للذي لا يَزالُ ضَخْمَ البطنِ من كثرة الأَكل مِبْطانٌ، فإذا قالوا رَجُلٌ مُبَطَّنٌ فمعناه أَنه خَميص البَطْن؛ قال مُتمّم بن نُوَيرة: فَتىً غَيْرَ مِبْطانِ العَشِيَّةِ أَرْوعا ومن أَمثال العرب التي تُضْرَب للأَمر إذا اشتدّ: التَقَتْ حَلْقَتا البِطانِ، وأَما قول الراعي يصف إبلاً وحالبها: إذا سُرِّحَتْ من مَبْرَكٍ نامَ خلفَها، بمَيْثاءَ، مِبْطان الضُّحى غير أَرْوعا مِبْطانُ الضُّحى: يعني راعياً يُبادِر الصَّبوح فيشرَبُ حتى يَميلَ من اللَّبَن. والبَطينُ: الذي لا يَهُمُّه إلا بَطْنُه. والمَبْطُونُ: العَليل البَطْنِ. والمِبْطانُ: الذي لا يزالُ ضخْمَ البطنِ. والبَطَنُ: داءُ البَطْن. ويقال: بَطَنَه الداءُ وهو يَبْطُنُه، إذا دَخَله، بُطوناً. ورجل مَبْطونٌ: يَشْتَكي بَطْنَه. وفي حديث عطاء: بَطَنتْ بك الحُمَّى أَي أَثَّرَت في باطنك. يقال: بَطَنَه الداءُ يبطُنه. وفي الحديث: رجل ارْتَبَطَ فرَساً لِيَسْتبْطِنَها أَي يَطْلُبَ ما في بطنها من النِّتاج. وبَطَنَه يبْطُنُه بَطْناً وبَطَنَ له، كِلاهما: ضرَب بَطْنَه. وضرَب فلانٌ البعيرَ فبَطَنَ له إذا ضرَب له تحت البَطْن؛ قال الشاعر: إذا ضرَبْتَ مُوقَراً فابْطُنْ لهْ، تحتَ قُصَيْراهُ ودُون الجُلَّهْ، فإنَّ أَنْ تَبْطُنَهُ خَيرٌ لَهْ أَراد فابطُنْه فزاد لاماً، وقيل: بَطَنَه وبَطَن له مثل شَكَره وشَكَرَ له ونصَحَه ونصحَ له، قال ابن بري: وإنما أَسكن النون للإدغام في اللام؛ يقول: إذا ضربت بعيراً مُوقَراً بحِمْله فاضْرِبْه في موضع لا يَضُرُّ به الضربُ، فإنّ ضرْبَه في ذلك الموضع من بطْنه خير له من غيره. وأَلقَى الرجلُ ذا بَطْنه: كناية عن الرَّجيع. وأَلْقَت الدَّجاجةُ ذا بَطْنِها: يعني مَزْقَها إذا باضت. ونثرَت المرأَةُ بَطْنَها ولداً: كَثُر ولدُها. وأَلقت المرأَةُ ذا بطنِها أَي وَلَدَت. وفي حديث القاسم بن أَبي بَرَّةَ: أَمَرَ بعشَرَةٍ من الطَّهارة: الخِتانِ والاستِحدادِ وغَسْلِ البَطِنةِ ونَتْفِ الإبْطِ وتقليم الأَظفار وقصِّ الشارب والاستِنْثار؛ قال بعضهم: البَطِنة هي الدبُر، هكذا رواها بَطِنة، بفتح الباء وكسر الطاء؛ قال شمر: والانتِضاحُ (* قوله «والانتضاح» هكذا بدون ذكره في الحديث). الاسْتِنجاءُ بالماء. والبَطْنُ: دون القبيلة، وقيل: هو دون الفَخِذِ وفوق العِمارة، مُذَكَّر، والجمع أَبْطُنٌ وبُطُونٌ. وفي حديث علي، عليه السلام: كَتَب على كلِّ بطْنٍ عُقولَه؛ قال: البَطْنُ ما دون القبيلة وفوق الفخِذ، أَي كَتَب عليهم ما تَغْرَمُه العاقلة من الدِّيات فبَيَّن ما على كل قوم منها؛ فأَما قوله: وإنَّ كِلاباً هذه عَشْرُ أَبْطُنٍ، وأَنتَ بريءٌ من قبَائِلِها العَشْر فإنه أَنّث على معنى القبيلة وأَبانَ ذلك بقوله من قبائلها العشر. وفرسٌ مُبَطَّنٌ: أَبيضُ البَطْنِ والظهر كالثوب المُبطَّن ولَوْنُ سائرِه ما كان. والبَطْنُ من كل شيء: جَوْفُه، والجمع كالجمع. وفي صفة القرآن العزيز: لكل آية منها ظَهْرٌ وبطْن؛ أَراد بالظَّهْرِ ما ظَهَرَ بيانُه، وبالبَطْن ما احتيج إلى تفسيره كالباطِن خلاف الظاهر، والجمع بَواطِنُ؛ وقوله:وسُفْعاً ضِياهُنَّ الوَقودُ فأَصْبَحَت ظواهِرُها سُوداً، وباطِنُها حُمْرا أَراد: وبواطِنُها حُمْراً فوَضع الواحدَ موضعَ الجمع، ولذلك استَجاز أَن يقول حُمْراً، وقد بَطُنَ يَبْطُنُ. والباطِنُ: من أَسماء الله عز وجل. وفي التنزيل العزيز: هو الأَوّلُ والآخِرُ والظاهر والباطن؛ وتأْويلُه ما روي عن النبي، صلى الله عليه وسلم، في تَمْجيد الربّ: اللهمّ أَنتَ الظاهِر فليس فوقَك شيءٌ، وأَنت الباطِنُ فليس دونَك شيء، وقيل: معناه أَنه علِمَ السرائرَ والخفيَّاتِ كما علم كلَّ ما هو ظاهرُ الخَلْقِ، وقيل: الباطِن هو المُحْتَجِب عن أَبصار الخلائِق وأَوْهامِهم فلا يُدرِكُه بَصَر ولا يُحيطُ به وَهْم، وقيل: هو العالمُ بكلِّ ما بَطَن. يقال: بَطَنْتُ الأَمرَ إذا عَرَفتَ باطنَه. وقوله تعالى: وذَرُوا ظاهرَ الإثْمِ وباطِنَه؛ فسره ثعلب فقال: ظاهرُه المُخالَّة وباطنُه الزِّنا، وهو مذكور في موضعه. والباطِنةُ: خلافُ الظاهرة. والبِطانةُ: خلافُ الظِّهارة. وبِطانةُ الرجل: خاصَّتُه، وفي الصحاح: بِطانةُ الرجل وَليجتُه. وأَبْطَنَه: اتَّخَذَه بِطانةً. وأَبْطَنْتُ الرجلَ إذا جَعَلْتَه من خَواصِّك. وفي الحديث: ما بَعَثَ الله من نبيّ ولا استَخْلَفَ من خليفة إلا كانت له بِطانتانِ؛ بِطانةُ الرجل: صاحبُ سِرِّه وداخِلةُ أَمره الذي يُشاوِرُه في أَحواله. وقوله في حديث الاستسقاء: وجاء أَهلُ البِطانةِ يَضِجُّون؛ البِطانةُ: الخارجُ من المدينة. والنَّعْمة الباطنةُ: الخاصَّةُ، والظاهرةُ: العامَّةُ. ويقال: بَطْنُ الراحهِ وظَهْرُ الكَفّ. ويقال: باطنُ الإبْط، ولا يقال بطْن الإبْط. وباطِنُ الخُفّ: الذي تَليه الرجْلُ. وفي حديث النَّخَعي: أَنه كان يُبَطِّنُ لِحْيتَه ويأْخُذُ من جَوانِبها؛ قال شمر: معنى يُبَطِّن لحيتَه أَي يأْخذ الشَّعَر من تحت الحَنَك والذَّقَنِ، والله أَعلم. وأَفْرَشَني ظَهْر أَمرِه وبَطْنَه أَي سِرَّه وعلانِيَتَه، وبَطَنَ خبرَه يَبْطُنُه، وأَفرَشَني بَطْنَ أَمره وظَهْرَه، ووَقَف على دَخْلَته. وبَطَن فلانٌ بفلان يَبْطُنُ به بُطوناً وبطانة إذا كان خاصّاً به داخلاًفي أَمره، وقيل: بَطَنَ به دخل في أَمره. وبَطَنتُ بفلان: صِرْتُ من خواصِّه. وإنَّ فلاناً لذو بِطانة بفلان أَي ذو علمٍ بداخلةِ أَمره. ويقال: أَنتَ أَبْطنْتَ فلاناً دوني أَي جَعلْتَه أَخَصَّ بك مني، وهو مُبَطَّنٌ إذا أَدخَله في أَمره وخُصَّ به دون غيره وصار من أَهل دَخْلَتِه. وفي التنزيل العزيز: يا أَيها الذين آمنوا لا تَتَّخِذُوا بِطانةً من دونكم؛ قال الزجاج: البِطانة الدُّخَلاء الذين يُنْبَسط إليهم ويُسْتَبْطَنونَ؛ يقال: فلان بِطانةٌ لفلان أَي مُداخِلٌ له مُؤانِس، والمعنى أَن المؤمنين نُهوا أَن يَتَّخِذوا المنافقين خاصَّتَهم وأَن يُفْضُوا إليهم أَسرارَهم. ويقال: أَنت أَبْطَنُ بهذا الأَمر أَي أَخبَرُ بباطِنِه. وتبَطَّنْت الأَمرَ: عَلِمت باطنَه. وبَطَنْت الوادي: دَخَلْته. وبَطَنْت هذا الأَمرَ: عَرَفْت باطنَه، ومنه الباطِن في صفة الله عز وجل. والبطانةُ: السريرةُ. وباطِنةُ الكُورة: وَسَطُها، وظاهرتُها: ما تنَحَّى منها. والباطنةُ من البَصْرةِ والكوفة: مُجْتَمَعُ الدُّور والأَسواقِ في قَصَبتها، والضاحيةُ: ما تنَحَّى عن المساكن وكان بارزاً. وبَطْنُ الأَرض وباطنُها: ما غَمَض منها واطمأَنّ. والبَطْنُ من الأَرض: الغامضُ الداخلُ، والجمعُ القليل أَبْطِنةٌ، نادرٌ، والكثير بُطْنان؛ وقال أَبو حنيفة: البُطْنانُ من الأَرض واحدٌ كالبَطْن. وأَتى فلانٌ الوادي فتَبَطَّنه أَي دخل بطنَه. ابن شميل: بُطْنانُ الأَرض ما تَوَطَّأَ في بطون الأَرض سَهْلِها وحَزْنها ورياضها، وهي قَرار الماء ومستَنْقَعُه، وهي البواطنُ والبُطون. ويقال: أَخذ فلانٌ باطناً من الأَرض وهي أَبطأُ جفوفاً من غيرها. وتبطَّنْتُ الوادي: دخلْت بطْنه وجَوَّلْت فيه. وبُطْنانُ الجنة: وسَطُها. وفي الحديث: ينادي مُنادٍ من بُطْنانُ العرش أَي من وسَطه، وقيل: من أَصله، وقيل: البُطْنان جمع بطن، وهو الغامض من الأَرض، يريد من دواخل العرش؛ ومنه كلام علي، عليه السلام، في الاستسقاء: تَرْوَى به القِيعانُ وتسيل به البُطْنان. والبُطْنُ: مسايلُ الماء في الغَلْظ، واحدها باطنٌ؛ وقول مُلَيْح: مُنِيرٌ تَجُوزُ العِيسُ من بَطِناتِه نَوىً، مثل أَنْواءِ الرَّضيخِ المُفَلَّق قال: بَطِناتُه مَحاجُّه. والبَطْنُ: الجانب الطويلُ من الريش، والجمع بُطْنانٌ مثل ظَهْرٍ وظُهْرانٍ وعَبْدٍ وعُبْدانٍ. والبَطْنُ: الشِّقُّ الأَطولُ من الريشة، وجمعها بُطْنان. والبُطْنانُ أَيضاً من الريش: ما كان بطنُ القُذَّة منه يَلي بطنَ الأُخرى، وقيل: البُطْنانُ ما كان من تحت العَسيب، وظُهْرانُه ما كان فوق العسيب؛ وقال أَبو حنيفة: البُطْنانُ من الريش الذي يَلي الأَرضَ إذا وقَع الطائرُ أَو سَفَعَ شيئاً أَو جَثَمَ على بَيْضه أَو فِراخه، والظُّهارُ والظُّهْرانُ ما جُعِلَ من ظَهر عَسيب الريشة. ويقال: راشَ سهمَه بظُهْرانٍ ولم يَرِشْه ببُطْنانٍ، لأَنَّ ظُهْرانَ الريش أَوفَى وأَتَمُّ، وبُطْنانُ الريش قِصار، وواحدُ البُطْنانِ بَطْنٌ، وواحدُ الظُّهْرانِ ظَهْرٌ، والعَسِيبُ قَضيبُ الريش في وسَطِه. وأَبْطَن الرجل كَشْحَه سَيفَه ولسيفه: جعله بطانتَه. وأَبطنَ السيفَ كشْحَه إذا جعله تحت خَصْره. وبطَّنَ ثوبَه بثوبٍ آخر: جعله تحته. وبِطانةُ الثوب: خلافُ ظِهارته. وبطَّنَ فلان ثوبه تبطيناً: جعل له بطانةً، ولِحافٌ مَبْطُونٌ ومُبَطَّن، وهي البِطانة والظِّهارة. قال الله عز وجل: بَطائنُها من إسْتَبْرقٍ. وقال الفراء في قوله تعالى: مُتَّكِئِين على فُرُشٍ بَطائنُها من إستبرقٍ؛ قال: قد تكونُ البِطانةُ ظِهارةً والظهارةُ بطانةً، وذلك أَن كلَّ واحدٍ منها قد يكونُ وجهاً، قال: وقد تقول العربُ هذا ظهرُ السماء وهذا بطنُ السماء لظاهرها الذي تراه. وقال غير الفراء: البِطانةُ ما بطَنَ من الثوب وكان من شأْن الناس إخْفاؤه، والظهارة ما ظَهَرَ وكان من شأْن الناس إبداؤه. قال: وإنما يجوز ما قال الفراء في ذي الوجهين المتساويين إذا وَلِيَ كلُّ واحد منهما قوْماً، كحائطٍ يلي أَحد صَفْحَيْه قوماً، والصَّفْحُ الآخرُ قوماً آخرين، فكلُّ وجهٍ من الحائط ظَهْرٌ لمن يليه، وكلُّ واحدٍ من الوجهين ظَهْر وبَطْن، وكذلك وجْها الجبل وما شاكلَه، فأَما الثوبُ فلا يجوز أَن تكونَ بطانتُه ظهارةً ولا ظِهارتُه بِطانةً، ويجوز أَن يُجْعَل ما يَلينا من وجه السماء والكواكِب ظهْراً وبطْناً، وكذلك ما يَلينا من سُقوف البيت. أَبو عبيدة: في باطِن وظِيفَيِ الفرس أَبْطَنانِ، وهما عِرْقان اسْتَبْطَنا الذِّراعَ حتى انغَمَسا في عَصَب الوَظيف. الجوهري: الأَبْطَنُ في ذِراع الفرسِ عِرْق في باطنها، وهما أَبْطَنانِ. والأبْطَنانِ: عِرْقان مُسْتَبْطِنا بَواطِن وظِيفَي الذراعَينِ حتى يَنْغَمِسا في الكَفَّين. والبِطانُ: الحزامُ الذي يَلي البَطْنَ. والبِطانُ: حِزامُ الرَّحْل والقَتَب، وقيل: هو للبعير كالحِزام للدابة، والجمع أَبطِنةٌ وبُطُن. وبَطَنَه يَبْطُنُه وأَبْطَنَه: شَدَّ بِطانه. قال ابن الأَعرابي وحده: أَبْطَنْتُ البعير ولا يقال بَطَنْتُه، بغير أَلف؛ قال ذو الرمة يصف الظليم: أَو مُقْحَم أَضْعَفَ الإبْطانَ حادجُه، بالأَمسِ، فاستَأْخَرَ العِدْلانِ والقَتَبُ شَبَّه الظَّليمَ بجَمَل أَضْعَفَ حادِجُهُ شَدَّ بِطانِه فاسترْخَى؛ فشبَّه استِرْخاء (* قوله «فشبه استرخاء إلخ» كذا بالأصل والتهذيب أيضاً، ولعلها مقلوبة، والأصل: فشبه استرخاء جناحي الظليم باسترخاء عكميه). عِكْمَيْه باسترخاء جَناحَيِ الظَّليم، وقد أَنكر أَبو الهيثم بَطَنْت، وقال: لا يجوز إلا أَبْطَنت، واحتجَّ ببيت ذي الرمة. قال الأَزهري: وبَطَنْتُ لغةٌ أَيضاً. والبِطانُ للقَتَب خاصة، وجمعه أَبْطِنة، والحزامُ للسَّرْج. ابن شميل: يقال أَبْطَنَ حِمْلَ البعيرِ وواضَعَه حتى يتَّضِع أَي حتى يَسْترْخي على بَطْنه ويتمكن الحِمْل منه. الجوهري: البِطانُ للقَتَب الحزامُ الذي يجعل تحت بطن البعير. يقال: التَقَتْ حَلْقَتا البطان للأَمر إذا اشتدَّ، وهو بمنزلة التَّصدير للرحْل، يقال منه: أَبْطَنْتُ البعيرَ إِبْطاناً إذا شَدَدْتَ بِطانَه. وإنه لعريضُ البِطانِ أَي رَخِيُّ البالِ. وقال أَبو عبيد في باب البخيل، يموتُ ومالُه وافِرٌ لم يُنْفق منه شيئاً: مات فلانٌ بِبِطْنَتِه لم يتَغَضْغَضْ منها شيء، ومثله: مات فلانٌ وهو عريضُ البِطانِ أَي مالُه جَمٌّ لم يَذهَبْ منه شيءٌ؛ قال أَبو عبيد: ويُضْرَب هذا المثلُ في أَمر الدِّين أَي خرَجَ من الدنيا سليماً لم يَثْلِمْ دينَه شيءٌ، قال ذلك عمرو ابنُ العاص في عبد الرحمن بن عَوف لما مات: هنيئاً لك خرَجْتَ من الدنيا بِبِطْنَتِكَ لم يتَغَضْغَضْ منها شيء؛ ضرَبَ البطْنةَ مثلاً في أَمر الدين، وتغضْغَضَ الماءُ: نَقَصَ، قال: وقد يكون ذمَّاً ولم يُرِدْ به هنا إلاْ المَدْحَ. ورجل بَطِنٌ: كثيرُ المال. والبَطِنُ: الأَشِرُ. والبِطْنةُ: الأَشَرُ. وفي المَثَل: البِطْنةُ تُذْهِبُ الفِطْنةَ، وقد بَطِنَ. وشأْوٌ بَطِينٌ: واسعٌ. والبَطين: البعيد، يقال: شأْوٌ بطين أَي بعيد؛ وأَنشد: وبَصْبَصْنَ، بين أَداني الغَضَا وبين عُنَيْزةَ، شأْواً بَطِيناً قال: وفي حديث سليمان بن صُرَد: الشَّوْطُ بَطِينٌ أَي بعيد. وتبطَّن الرجلُ جاريتَه إذا باشَرها ولمَسَها، وقيل: تبطَّنها إذا أَوْلَج ذكرَه فيها؛ قال امرؤُ القيس: كأَنِّي لم أَرْكَبْ جَواداً لِلَذَّةٍ، ولم أَتَبطَّنْ كاعِباً ذاتَ خَلْخالِ وقال شمر: تبطَّنها إذا باشَرَ بطنُه بطنَها في قوله: إذا أَخُو لذَّةِ الدنيا تبطَّنها ويقال: اسْتَبْطَن الفحلُ الشَّوْلَ إذا ضربَها فلُقحَت كلُّها كأَنه أَوْدع نطفتَه بطونها؛ ومنه قول الكميت: فلما رأَى الجَوْزاءَ أَولُ صابِحٍ، وصَرَّتَها في الفجر كالكاعِب الفُضُلْ، وخَبَّ السَّفا، واسْتبطن الفحلُ، والتقتْ بأَمْعَزِها بُقْعُ الجَنادِبِ تَرْتَكِلْ صرَّتُها: جماعة كواكبها، والجَنادِب ترتَكِل من شدة الرَّمْضاء. وقال عمرو بن بَحْر: ليس من حَيَوانٍ يتبطَّنُ طَروقتَه غيرُ الإنسان والتمساح، قال: والبهائم تأْتي إناثها من ورائها، والطيرُ تُلْزِق الدُّبُرَ بالدبر، قال أَبو منصور: وقول ذي الرمة تبطَّنَها أَي علا بطْنَها ليُجامِعَها. واسْتبطنْتُ الشيءَ وتبَطَّنْتُ الكلأَ: جَوَّلتُ فيه. وابْتَطنْتُ الناقةَ عشرةَ أَبطن أَي نَتجْتُها عشرَ مرات. ورجل بَطِين الكُرْز إذا كان يَخبَأُ زادَه في السفر ويأْكل زادَ صاحبه؛ وقال رؤبة يذم رجلاً: أَو كُرَّزٌ يمشي بَطينَ الكُرْزِ والبُطَيْن: نجم من نجوم السماء من منازل القمر بين الشرَطَيْن والثُّرَيَّا، جاء مصغَّراً عن العرب، وهو ثلاثةُ كواكبَ صغار مستوية التثليث كأَنها أَثافي، وهو بطن الحمَل، وصُغِّر لأَن الحمَل نجومٌ كثيرة على صورة الحَمَل، والشرَطان قَرْناه، والبُطَيْن بَطنُه، والثريا أَليتُه، والعرب تزعُم أَن البُطَين لا نَوْء له إلا الريحُ. والبَطينُ: فرس معروف من خيل العرب، وكذلك البِطان، وهو ابن البَطين (* قوله «وهو ابن البطين» عبارة القاموس: وهو أبو البطين). والبَطين: رجل من الخَوارج. والبُطَين الحِمْضيّ: من شُعَرائهم. Alıntı:
* Alıntı:
Alıntı:
24,25Ve Allah, sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin vadisinde; Hudeybiye'de, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi için, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. Onlar, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini kabul etmeyen ve sizi Mescid-i Haram'dan ve ayarlanmış hedylerin/ hac yapanlara gönderilen yiyeceklerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı, eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı kesinlikle onlardan Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. 26Hani kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, cahiliye kalıntısı gurur ve soy asabiyetini, tutuculuğu kendi kalplerinde alevlendirip kışkırttıkları zaman, hemen Allah, Elçisi'nin ve mü’minlerin üzerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusunu/ morali indirmiş ve o mü’minlerin “takvâ/Allah'ın koruması altına girme” sözüne ilzam etmişti/sadık kalmalarını sağlamıştı. Zaten onlar, buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi en iyi bilendir. Alıntı:
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur. Doğrusunu en iyi ilen Allah'tır. Sevgi,saygı ve muhabbetle. Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay |
||||||
16. May 2015, 01:59 AM | #4 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
Alıntı:
Bunu ben de belirttim iletimde çünkü haritalari incelemistim: http://www.namazdua.net/wp-content/u...4/05/mikat.jpg O, Allah'in gerçegidir. Onda sorun yok. Bakin bunlar da batn-i mekke: Mekke'nin göbegi (A Bulaç, Diyanet Isleri, E Yüksel, Ibni Kesir, S Ates, Y N Öztürk, Mevdudi...) Mekke'nin karni (H B Çantay) Mekke'nin ortasi (Ö Öngüt, I I A Mihr) Mekke'nin içi (A Ugur, Diyanet Vakfi) Fetihle ilgili olan yer "Mekke'nin içi"dir. Sorun bu. Çünkü Mekke'nin içi de Mekke'nin "batn"idir ve inananlar müsriklerle Mekke'nin içindeki "batn"inda bir aradalar, Mekke'nin 16 km uzagindaki "batn"inda degil. Mümin savasçilarla müsrik savasçilar Mekke'nin orta yeri anlamindaki "batn"inda karsi karsiyalar ki Allah müsriklerin ellerini muminlerden, muminlerin ellerini müsriklerden orda çekiyor (Fetih 24). Gerekçe Fetih 25'te: Eğer (Mekke'de) kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları bilmeyerek çiğnemeniz sebebiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı (Allah savaşı önlemezdi). Ates etmemenin, ateskes andlasmasi yapmanin nedeni bu. Andlasmanin yapildigi yer ise Kuran'da açik açik belirtiliyor: Mescidil Harâm. Hudeybiye Kuran'dan, AKILDAN uzak bi kurgulama. Masal masal matitas... Konu Hasan Akçay tarafından (16. May 2015 Saat 07:02 AM ) değiştirilmiştir. |
|
16. May 2015, 01:33 PM | #5 | |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Selamu aleyküm,
Alıntı:
"Mekke'nin göbegi (A Bulaç, Diyanet Isleri, E Yüksel, Ibni Kesir, S Ates, Y N Öztürk, Mevdudi...) Mekke'nin karni (H B Çantay) Mekke'nin ortasi (Ö Öngüt, I I A Mihr) Mekke'nin içi (A Ugur, Diyanet Vakfi) " bunların söyledikleri değil, ""be-tı-nun" kök harflerinin Arap dilindeki anlamı ilgilendirir. Bunlar, salat sözcüğüne de namaz, dua vb şeyler diyorlar. Bir şehrin içerisindeki bir semte, mahalleye,sokağa göre o semtin, mahallenin, sokağın "batni" denilebilir ve denildiğinde de herkes bunun neresi olduğunu anlar ancak, batnı, şehir ismi belirtilerek söylendiğinde, hiçbir kimse bu söylemden batnı belirtilen şehrin içini, göbeğini,karnını,ortasını anlamaz. Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Sevgi,saygı ve muhabbetle. Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay |
|
28. April 2015, 09:45 AM | #6 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
Özelime bırakılan 3 yazı:
1. Bir sitede, 'Kuran açısından Hicri ve Miladi Takvimler ' bölümünde bir yazınızı okudum. Şöyle bir ifade kullanmışsınız: 'Üreme mevsiminde av hayvani öldürmenin haramligi da Allah'in hükmüdür.' İslamiyette bir delil var mıdır bu haramla ilgili. Yani üreme döneminde avlanmak yasaklanmış mıdır? 2. Sizinle tanışmak yazışmak istiyorum. Ramazan döneminde sizi tanıdım. Özellikle bu konu (Şehru Ramazan) çok ilgimi çekiyor. Takvim olayı vs. 3. Sizden istirhamım şayet bir çeviriniz varsa edinmek isterim.. Hem de çok.. Taslak çalışma da olsa mutlaka okumak isterim.. Yardımcı olursanız tahmin edemeyeceğiniz kadar memnun olacağım.. * Bu müzakere zincirinde kendi görüşlerimi açıklamaya çalışacağım. Bu 3 kardeşimizin istekleri o arada inşallah yerine gelecek. Konu Hasan Akçay tarafından (28. April 2015 Saat 09:48 AM ) değiştirilmiştir. |
3. May 2015, 11:20 AM | #7 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
Alıntı:
Haram aylar vakten sabit olup daima ama daima yaz mevsiminin içinde yer alırlar yani av hayvanlarının üreme vaktinde. Siz hiç av hayvanlarının yavrularını karların içinde dünyaya getirdiğini duydunuz, gördünüz mü ki Allah kamerî yılcıların yaptığı gibi haram ayların yılın içinde mevsimden mevsime gezmesini ve karların her yeri kapladığı kış mevsimine denk gelmesini sağlasın? Şimdi Mâide 2'ye bakalım: İnananlar! Allah'ın ilkelerini ve "haram ay"ı İHLAL etmeyin... Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ TUHILLÛ şeâirallâhi ve lâş şehral harâm. Yani? Yasaktan çıktığınız vakit avlanın. iza haleltum fastâdû Ve Mâide 95: İnananlar! Siz yasaklı olup dururken av hayvanı öldürmeyin Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ taktulûs sayde ve entum hurum Ne zaman yasaklıyız; av hayvanlarının ürediği mevsimde mi, her yeri karların kapladığı kışın mı? Konu Hasan Akçay tarafından (3. May 2015 Saat 05:42 PM ) değiştirilmiştir. |
|
29. April 2015, 12:06 AM | #8 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
Hudeybiye'de
? Soru işareti "Nerden çıktı bu?" demek. Yani Allah'ın sözü olan Arapça metinde Hudeybiye var mı? Ve huvellezî keffe eydiyehum ankum ve eydiyekum anhum bibatni mekke... ...وهو الذي كف ايديهم عنكم وايديكم عنهم ببطن مكة Yok. Allah Hudeybiye diye bi söz etmiyor. Bir insanın söylemediğini söyledi demek "o insana iftira"dır da Allah'ın söylemediğini söyledi demek ALLAH'A iFTiRA değil midir? * "Bir çeviriniz varsa... edinmek isterim" diyen kardeşim, ihtiyacınızı anlıyorum ama bi çevirim yok. Olsaydı "huvellezî keffe eydiyehum ankum ve eydiyekum anhum bibatni mekke"nin çevirisi şöyle olurdu: Mekke'nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken O'dur. Konu Hasan Akçay tarafından (29. April 2015 Saat 03:31 AM ) değiştirilmiştir. |
14. May 2015, 01:37 PM | #9 | ||
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Selamun aleyküm,
Alıntı:
* Alıntı:
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur. Doğrusunu en iyi ilen Allah'tır. Sevgi,saygı ve muhabbetle. Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay |
||
30. April 2015, 01:56 PM | #10 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
Alıntı:
Peki bu nerden çıktı? Elde 13 Mart 628 diye bir bilgi var, onu kamerîye* çevirmişler. Miladî.: 13 Mart 628 Kamerî: 01 Zilkâde 6 Elbet tamamen uydurma tamamen gerçek dışıdır. Çünkü çevirme işleminden anlaşıldığı üzere bu Zilkâde kamerî yıla ait bir aydır, dolayısıyla vakten sürekli oynayıp bir şu mevsime denk gelir bir bu mevsime. Oysa Kuran’da ŞEHR diye geçen aylar vakten sabittir. Örneğin Ramazân AŞIRI SICAK demek olup (Elmalılı) haram ayların ilkidir, yazın başında yer alır. OTURUŞ anlamındaki Zilkâde de haram aylardan biridir ve daima yazın içindedir; o ayda savaşılmayıp oturulduğu için bu adı almıştır. Açıklaması kısaca şöyle: Bir ramazan hilali ile bir sonraki ramazan hilalinin arası 9:36’da ayların süresi diye geçiyor (ıddet eş-şuhûr). Allah katında ayların süresi oniki aydır, ıddet eş-şuhûri ındellah isné aşere şehr. Ama 12 ay (12 x 29.5 =) 354 gün olduğu için 365 günlük şemsî yılın 11 günü artar. Artan bu 11 günler birikerek 29.5 güne ulaştığında artık ay ortaya çıkar ve vakti sabitler. Örneğin 08 Haz 628’de başlayan** süredeki hilallerin tarihleri şöyle (ha:Haz, te:Tem, ağ:Ağu, ey:Eyl…): ------1------2----3----4-----5----6----7------8-------9----10----11---12--artık ay )08ha 628)07te)06ağ)04ey)04ek)02ka)02ar)01oc 629)31oc)02ma)31ma)30ni)29ma )26ha 629…. Görüldüğü gibi artık ay var. O yüzden bırakın hilallerin zincirleme 11 gün erken gelip vakten oynamasını 26 Haz 629 hilali 19 gün GEÇ gelir Artık ay böylece her ayın kendi mevsiminde kalmasını sağlayıp onları vakten sabitler. ____________________________________ *Bkz. http://www.islamicfinder.org/dateCon...&date_result=1 **Bkz http://www.timeanddate.com/calendar/?year=628&country=4 |
|
Bookmarks |
Etiketler |
fetih, suresi |
|
|