|
5. September 2013, 05:29 AM | #1 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
Kuranda anlatım sanatı
KURANDA ANLATIM SANATI
Günümüzde Kuran üzerine çalışan müfessirlerin birbiriyle çelişkili olarak ortaya koydukları görüşlerin ve farklı dinî ekolleri kuşatan birçok anlayışın, hiçbir temele dayanmadığı gerçeğidir. Çünkü (bu görüş sahipleri) Kur’ân’ın lafızları kullanmadaki amacını net bir şekilde anlamış değildirler. Bu insanların zihninde yerleşen anlayışa göre, bu lafızlar ile söylenilmek istenilen ancak (sıradan/birincil) anlamlardır. Bir temele dayanmıyorlar, çünkü (bahsi geçen) ekoller, Kur’ân lafızlarından yararlanmadan, anlamları daraltmışlardır; sonuç olarak, görüş ve inançlarını Kur’ân’ın üstünde tutmuşlardır. Onlar, Kur’ân’ı araştırma ve anlamayla ilgili sağlam prensiplere dayanmadıkları için, Kur’ân’ı doğru biçimde anlamamışlardır. Bu prensiplerin ilki; (sahip olduğumuz) kültür, bilgi ve felsefeyi, önümüzdeki metnin önüne geçirmemek; bu metnin ihtiva ettiği değer yargılarını, görüş ve inançları, bizzat bu metnin gösterdiği veya işaret ettiği bilimsel ve sosyolojik fikirleri -bu fikirler inandığımız şeylere uymasa bile- anlamaya çaba sarfetmektir. Bu konuyla ilgili olarak örnek vermek istersek, "Yâsîn. Hikmetli Kur'ân'a andolsun. Kuşkusuz sen gönderilmiş elçilerdensin. Dosdoğru yol üzerinde, yani üstün ve çok esirgeyen Allah'ın indirdiği (Kur'ân yolu) üzeresin. Babaları-ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için... Andolsun onların çoğuna o söz hak oldu; artık onlar inanmazlar. Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır. Önlerinden sed ve arkalarından sed çektik de onları kapattık; artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar birdir, inanmazlar. Sen ancak zikre uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte öylesini bir mağfiret ve güzel bir mükafaatla müjdele" (36/1-11) Kaza, kader ve fiillerin yaratılması (insan hürriyeti) gibi felsefî problemlerle ilişkili görüşlerin çoğunda müfessirlerin bu âyete dayandıklarını görüyoruz. Zira bu ve bunun gibi âyetleri inceleyen bir araştırmacı, bu âyetlerde, geleneklerin baskı altında tuttuğu, zamanın geçmesiyle kalpleri katılaşan ve hatta evrene o merkezden bakacak kadar batıl inançların egemenliği altında kalan kişilerin halini, güçlü bir ifade tarzı ile dile getiren, simgesel-edebî bir betimleme olduğunu görecektir. Bu müfessirler konuyu iyice dağıtıyorlar, insanın Kur’ân’ı doğru anlamasına engel olacak şeylerden bahsediyorlar ve hatta (Kur’ân’ın) edebî zevkini ve lafızların insan psikolojisinde uyandırdığı etkiyi bozan, zihinleri bazı felsefî problemlere çeviren şeyleri zikrediyorlar ki, Kur’ân’ı doğru anlamak için bunlardan uzak durmak gerekir. Yukarıdaki âyetlerin sonuna bakalım: Sen ancak zikre uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte öylesini bir mağfiret ve güzel bir mükafaatla müjdele" (36/1-11), Bu ayet Kur’ân’ın neyi anlatmak istediğini çok açık-seçik biçimde bize açıklıyor ve her mesaj ile meydana çıkabilen, her zaman ve mekanda olabilen bir sosyolojik olgunun varolduğunu bize izah ediyor. Şöyle ki, insanların psikolojileri ve eğilimleri birbirinden farklıdır. Onların eski anlayış ve alışkanlıklardan kurtulup yeni şeyleri kabul etmeleri, onları kuşatan şartlara, onların başlarına gelecek bazı olaylara ve gelecek için toplumlarını uyandırmaya çabalayıp, ilerleme ve uygarlık yolunda topluma yön verecek özgür bireyler yetişmesine bağlıdır. Burada görüyoruz ki, Kur’ân önceki âyetlerde, iki grup insanı karşılaştırıyor. Birinci grup, önderleri (uyarıcıları) olmayan, geleneklerin ezdiği ve (batıl) inançların egemenliği altında kalan sınıf ki, Kur’ân “Babaları-ataları uyarılmadığından ötürü bilgisiz kalmış bir toplumu uyarman için...” (36/6) âyeti ile bunların niteliğini açıklıyor. İkinci grup ise, bu gibi mesajlara eğilimli ve hazır durumda olanlar ki, Kur’ân bunlar hakkında, “Sen ancak, söz dinleyen ve görmeden Rahman'a bilinçli saygı duyan kimseyi uyarabilirsin. Artık o kimseyi, yarlıgama ve onurlu bir ödülle müjdele” (36/11) buyuruyor. Bu âyetleri ve bunların dışındaki pekçok âyeti ele aldığımızda; Kur’ân’ın bu olguyu söz konusu ettiğini, bu olguyu ve insanların eğilimlerini nitelediğini görürüz. Şayet tasvir edişte bir farklılık oldu ise bu tamamen amaçlı bir durumdur. Kuvvetle muhtemeldir ki, burada amaç, Son nebi(s.)’yi rahatlatmak, onun tedirginliğini ve endişesini gidermek veya tamamen statik haldeki kişileri bu durumdan uzaklaştırmaktır. Ayrıca bu iki amacın dışında, araştırmacının bulabileceği başka, bir ihtimal (yorum) daha olabilir. Ancak bizim kanaatimize göre burada hiçbir şekilde müfessirlerin; “Allah kafirlerin gelecekte iman etmeyeceklerine dair kesin hükmünü koymuştur.” biçimindeki görüşleri bu ihtimaller içerisine giremez. *** Zihnimiz Kur’ân’ın kıssa anlatım tekniğine yönelmelidir. Gördüğümüz kadarıyla, büyük din ve tefsir bilginleri Kur’ân kıssalarını “müteşabih” sayıyorlar; dinsizler ve onların izlerini takip eden misyonerler ile oryantalistler buradan, Peygamber ve Kur’ân’a saldırmak için sızacak bir gedik bulmuş oluyorlardır. 1- Bahsi geçen din ve tefsir bilginlerinin Kur’ân’a yönelik yaklaşımları, tek kelime ile, bazılarının takip ettiği tutarsız bir yöntem üzerinde odaklanmaktadır ki, bu yöntemin kaçınılmaz sonucu, Kur’ân kıssalarının, “dinî” veya “edebî” metinler olarak değil “tarihsel” belgeler olarak araştırılmasıdır. İşte bu noktada, usulcülerin, dilci ve edebiyatçıların yöntemine göre, Kur’ân kıssalarını ele almaya başladım. Belki bu biçimde düğümler çözülecek, problemler ortadan kalkacak ve nihayet dinsiz ve misyonerlerin sızdığı bu kapı -inşallah- bir daha açılmamak üzere kapanacaktı. 2- Kur’ân’ı Kerim’deki kıssa bütünlüğü, hiçbir biçimde peygamberlerin kişiliklerine bağlı değildir. Ancak ve herşeyden önce, dinî konular ile kıssaların sosyal ve ahlâkî hedeflerine bağlıdır. Burada eski müfessirlerin Kur’ân kıssalarını niçin “müteşâbih” saydıklarını daha iyi anlamış oluyoruz. 3- Kur’ân, kayda değer olmayan nadir birkaç durum istisna edilirse, sırf tarih bilgisi vermesi açısından tarihî verilere yönelmemiş; bunun aksine, tarih disiplininin dayandığı temellerden, zaman ve mekan unsurlarını kapalı tutma yolunu tercih etmiştir. Bu noktada şu hususu kavramalıyız, bazıları, hiç kastedilmediği halde, tarihin temellerini (Kur’ân’da) araştırmakla kendilerini meşgul edip, Kur’ân kıssalarının gerçek amaçlarını ihmal ettikleri vakit, hadiseyi tam tersine çevirdiler. Eğer onlar kendilerini bu gerçek amaçlarla meşgul etmiş olsalardı; kendilerini büyük bir sıkıntıdan da kurtarmış olacaklar; Kur’ân kıssalarının dinî ve sosyal yönlerini, duygu ve vicdanları harekete geçiren, akıl ve kalpleri etkileyen bir berraklık içinde ortaya koyabilecekler; böylece dinî meseleleri yerli yerine oturtup, Kur’ân’ın gösterdiği yolu izliyor olacaklardı. 4- Alimler, kıssalarda olaylar ve şahıslar üzerinde dururken, bunların olağanüstü edebî bir tasvir ile anlatıldığı gerçeğini gözardı edip, tarihsel materyaller olduğu noktasında yoğunlaşmışlardır. Burada, Kur’ân kıssalarını çözümsüz hale getiren bazı soruları, kendilerine sormaya başladılar. Anlatılan olay meydana geldi mi, gelmedi mi? Olay meydana gelmişse olayın kahramanları kimlerdir? Olay nerede ve ne zaman olmuştur? türünden sorulan sorular; onların, Kur’ân’ın olayları anlatmada hedeflediği amaçları doğru bir şekilde kavramalarına engel olmuştur ki, bu amaçlar, özendirme ve sakındırma (terğib ve terhib), nasihat ve öğüt verme, hidayet ve irşad gibi hususlardır. Şayet insanlar, bu ilkeye göre olaylara ait ifade kalıplarını araştırmış olsalardı; birçok sıkıntıdan kurtulup rahata kavuşmuş olacaklar ve icâz inceliklerine ait birçok konuyu anlayıp, lafızların sihrindeki güçlü aktiviteyi öğrenmiş olacaklardı. 5- Oryantalistler Kur’ân’ın üslûbunu, kıssanın bina edilişini ve terkibini anlamaktan; bina ve terkib sanatını kavramaktan neredeyse tamamen uzak kaldılar. Bunun sonucu olarak da; Kur’ân-ı Kerim’de “şahsiyetin gelişimi” düşüncesini kabul eden hatalı bir görüşe vardılar. Nitekim onların, Kur’ân’daki kıssa öğelerini anlamaktan aciz kaldıklarını ve bu yüzden kendilerinden önce yaşamış olan Mekke müşrikleri ve mülhidlerin; “Muhammed’e (vahyi) bir insan öğretmiştir ve Kur’ân’da tarihî yönden hatalar bulunmaktadır.” biçiminde dile getirdikleri bu görüşü savunduklarını görürsünüz. Şayet bu adamlar Kur’ân’ın içindeki incelikleri anlamış olsalardı, gerçeğe tamamen aykırı ve bilim mantığından uzak olan böyle bir iddiayı savunmazlardı. Bu, bilim adamları için hiç de hoş karşılanacak bir durum değildir. Kur’ân kıssaları, bize sağlıklı bir şekilde ulaşmış bulunan yegane kıssalardır. Biz bunların mevsûkiyetine inanıyor ve güveniyoruz. |
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi: | dost1 (5. September 2013), galipyetkin (5. September 2013) |
5. September 2013, 05:31 AM | #2 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
KISSALAR: Asa ve İpler
Müfessirlerin Musa kıssası içinde geçen: “cân”, “sü’bân” ve “hayye” kelimelerini yorumlama ve birbiriyle bağdaştırma bağlamında, onların sadece kelimelerin yüzeysel anlamlarına ağırlık verdiklerini ve bu lafızların uyandırdığı reaksiyon ve etkileri gözardı ettiklerini görüyoruz. Bizim kanaatimize göre; Taha sûresindeki Musa kıssasının tefsirini yaparken Keşşâf yazarı (Zemahşeri) isabet edememiştir. (Zemahşeri) şöyle söylüyor: “Eğer, nasıl olur da “hayye”, “cân” ve “sü’bân” kelimeleri farklı lafızlarla zikredilmiş dersen şöyle cevap veririm: “Hayye” kelimesi tür adıdır; eril-dişil, küçük-büyük (hepsi) için kullanılabilir. “sü’bân” ve “cân” kelimeleri arasında ise fark vardır. Çünkü ,“sü’bân” yılanların büyüğü, “cân” ise incesidir. Burada iki ihtimal vardır: 1) (Musa’nın asası) yılan haline gelirken, sarı-ince bir yılan biçiminde değişmeye başlamış; sonra irileşmiş-kabarmış, cüssesi büyümüş sonra “sü’bân” haline dönüşmüş. Bu yüzden “cân” kelimesi ile ilk hali, “sü’bân” ile son hali kastedilmiştir. 2) Bu (yılan) “sü’bân” görüntüsünde ve “cân” süratinde idi. Bunun delili: “Onun çevik bir yılan gibi hızla hareket ettiğini görünce” (27/10) âyetidir. Bu yılanın at yelesi gibi yelesi olduğu; iki çenesinin arasında kırk arşın mesafe olduğu söylenmiştir.” Keşşâf” yazarı ve onu izleyenler bu tevil ile çelişkiden kurtulduklarını ve Kur’ân’ın da yöneltilebilecek herhangi bir itirazdan kurtulduğunu zannetmişlerdir. Oysa bu boş bir vehmin, ve cennetten çıkış kıssası hakkında, Tevrat ile Kur’ân arasındaki farklılığın yol açtığı bir çelişkidir. (Nitekim) Kur’ân’a göre Adem’in cennetten çıkarılışına İblis, Tevrat'a göre ise yılan sebep olmuştur. (Müfessirler) İki farklı görüşü bağdaştırmışlar ve “cân”ın yılanların bir türü olduğu sonucuna varmışlardır. İnsanlar biraz düşünselerdi, bu tür bir duruma düşmek zorunda kalmazlardı. Kur’ân bu lafızları kullanırken, sadece bu lafızların yol açtığı reaksiyonları, uyandırdığı duyguları anlatmayı hedeflemiştir. Bu âyetlerde “cân” kelimesi; sadece Musa (a)’dan sözedilirken; Musa’nın, asânın hareket ettiğini gördüğü vakit, korku duyması ve kaçmak istemesini tasvir için kullanılmaktadır. Bu yüzden “cân” kelimesinden sonra, (ayette) “Arkasına bakmadan kaçtı” (27/10, 28/31) denildiğini görüyoruz. Gördüğümüz kadarıyla “cân”, korku verici, ondan insanların uzaklaştıkları ve gücü yettikleri kadar kaçtıkları bir varlıktır. Kur’ân “sü’bân” veya “hayye” kelimelerini, Musa ile sihirbazlar veya Musa ile Firavun arasında cereyan eden olayları tasvir etmek amacıyla; başka bir ifade ile, âsânın hareket ettiğini gördüğü vakit, Musa’nın korkusunu tasvir etmek amacıyla kullanmamaktadır. Necip Fazıl bir şiirinde, "Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!" diye seslenir. Sakarya bir ırmaktır ve ırmaklar da ayağa kalkamaz. Ancak Şair burada, Sakarya ile özdeşleştirdiği Anadolu gençliğine seslenmektedir. Bunu, onun dünya görüşünden, gündeminden ve eserindeki söz akışından anlayabiliyoruz. Acaba değnek kıssasında; bir toplumu esarette tutma görevi bulunan büyücülerin, bıraktıklarında hareketli görünen ipleri ve değnekleri nelerdir? Yine, onlara ilahi yasaları tebliğ etmek için gönderilen elçinin bırakınca hareketlenen değneğinden anlaşılması gereken nedir? Değnek kıssasında, büyücülerin "ipler"i diye tercüme edilen "hibâl" sözcüğü, sebep ve vasıta gibi uzanan şeyleri anlamlandırır. İp de sebep ve vasıta gibi; özgür kimseye uzanarak onu bağlayan, çaresiz kalan kimseye uzanarak onu kurtaran şeydir. Kayıtları şifreli olan Tevrat`ta şöyle denir: "Üzerine iki tür iple dokunmuş elbise giyme!" . Sözün, ilahi yasaların uygulanmasının istendiği bağlamda söylenmiş olmasına bakılırsa, iki tür ip, kaynakları farklı olan yasalardır. Kur`ân da, gökten insanlara indirilen kurtarıcı yasaya ip (habl) demiştir: "Tutunun Allah`ın ipine topunuz bir." İp, avcıların elinde tuzak olur. Nitekim ipe düşmüş aslan kaçamaz. Bazı toplumların kendi başlarına bağımsız hareket edemeyişleri, onlarla diğer toplumlar arasında uzanmış bağlar (ahitler) dir. Bu nedenle mecaz olarak, iki kabile arasındaki ahit, eman ve misaka ip (habl) denmiştir. Kur`ân`da da toplumsal sözleşme ve ahit için "hablün mine`n-Nâs" tabir edilmiştir. Üzerinde durulması gereken bundan daha önemli bir husus ise, kıssada geçen "değnek" ve "değnek bırakmak" anlamındaki sözcük ve deyimlerin sakladığı tarihî ve lisanî çağrışımlardır. Değnek anlamındaki "asâ", güdülenleri bir araya getirme, onları yönlendirme aracıdır. Nitekim kadim sözlüklerde, arkadaşlığı iyi ve siyaseti güzel olan kimse; "değneği yumuşak" diye nitelenmiştir. "Değneğini ehlinden kaldırma!" demek de, ehlini terbiye etmeyi ve bir araya getirmeyi ihmal etme demektir. Bu nedenle yönetilenlere bile mecaz olarak değnek (asâ) denmiştir. Bırakmak anlamı verilen "l-k-y" kökünün de ilk anlamı ulaştırmaktır. Söz iletmeye "ilkâu kelime" denir. Türkçedeki telakkî ve mülâkât kelimeleri de bu köktendir. Kur`ân üslubunda ise daha çok vahyi ulaştırmayı anlamlandırır. Kıssanın anlamını tayin açısından, "Değnek bırakmak" deyimi daha da manidardır. Bir yolcu yürümeye başladığında, değneğini omzuna kaldırdı, varacağı yere ulaşıp oraya yerleşince de değneğini bıraktı denir. Bu durumda değnek, temsili bir üslupta, ipsiz sapsız bir toplumu yönetecek olan yasa, "değnek bırakmak" ise, görev yerine varıp yasayı onlara ulaştırmak demek olur. Toplum mesajla bütünleştiğinde ise, artık o değneğin kendisi olacaktır. Nitekim bu değneğin kıssada anlatılan fonksiyonları da varılan sonucu doğrulamaktadır. Değnek kıssasındaki anlatımın temsili olduğunu söyleyebiliriz. Ancak temsili olan kıssa değil, anlatımdır. Kur`ân-ı Kerim, Hz. Musa`nın peygamberlikte bulunduğu dönemin bir kısmını, farklı bakışlara anlam verebilen ve birbirini tamamlayan bir değnek temsiliyle ve çok güçlü bir dille anlatmıştır. Kıssada değneğin fonksiyonlarını dile getiren üslup da vardığımız bu sonucu desteklemektedir: - Şu sağındaki ne! - Değneğim! Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak çırparım, benim onda başka ihtiyaçlarım da var." Bu anlatımın temsili olduğuna işaret eden en büyük gösterge; "Şu sağındaki ne!" seslenişinin, Allah`a isnat edilmiş olmasıdır. Her şeyi bilen ve kullarına şah damarından daha yakın olan Allah, Musa`nın sağındakini de bildiği hâlde, yine de ne olduğunu sormaktadır. Dikkat edilmesi gereken ikinci husus ise sorudaki "şu" sözcüğüdür. Metindeki karşılığı olan "tilke" kelimesi dişildir. Bu isim, Kur`ân üslubunda ondan fazla yerde ilahi mesajın bölümlerine işaret eder. Yani soran özne, sorulan nesnenin "ne" liğini sorunun içinde zaten tayin etmiştir. Demek ki bu salt bir soru değildir. Amaç başka bir şeye dikkat çekmektir. Amaç, önündeki kalemi göremediği için aranıp duran birisine, "Önündeki ne!" demek gibi bir hatırlatmadır. Bu durum, anlatımın temsili oluşundan da öte, sorunun, o şeyin "niçin" liğini muhataba hatırlatıp ikrar ettirdiğine de işaret eder. Zaten bu nedenle Musa (a.s.) tek kelimelik bir cevapla yetinmemiş ve değneğin fonksiyonlarını sıralamıştır. Yoksa klasik dönem yorumcularının dediği gibi, ilahi huzurda daha fazla bulunmak için sözü uzatmış değildir. Değnek kıssasındaki anlatımın temsili olduğuna işaret eden öğelerden bir diğeri ise, sorunun, "Elindeki ne!" yerine "Sağındaki ne!" şeklinde sorulmuş olmasıdır. Gerçi değnek sağda tutulur. Bu nedenle sağ el yerine, sadece sağ da denebilir. Ancak bu anlamı karşılayan "yemîn" sözcüğünün Kur`ân üslubunda hemen geçilemeyecek derin çağrışımları bulunmaktadır. İnsan, sağdan ve soldan iki "telakki"ye açıktır. Müminler "sağ", inkarcılar "sol" ashabıdır. Çünkü sol şerrin, sağ ise hayrın kapısıdır. Sağ, kuvvetin ve hakkın geliş yönü, ayrıca kitap yazma cihetidir. Hz. Musa`ya gelen vahyin cihetini simgeleyen ağaç da mukaddes vadinin sağ kıyısındadır. Kur`ân, peygamberlerden birisi, Allah`a iftira edecek olsaydı "sağından" yakalanırdı der. Bütün bu anlamlar ise, Hz. Musa`nın sağındaki iman, hayır, hak, kitap ve vahye ait şeyleri çağrıştırmaktadır. Artık üzerinde düşünülmesi gereken şey, bütün bunların koyunlarla ilişkisinin ne olabileceğidir? Hz. Musa, kendisine iletilen vahyi tebliğ etmiş, böylece ilahi yasalar toplumla bütünleşmiştir. Değnek temsili ile devam edilecek olursa: Değnek bırakılmış ve o yılana dönüşmüştür. Yılan, gizli hayatı nedeniyle; sinsilik ve düşmanlık seciyesinin, deri değiştirmesi nedeniyle de yeniden doğuşun simgesi olarak biline gelmiştir. Nitekim Tevrat`ta "Aranıza yılanlar, büyüden etkilenmeyen engerekler göndereceğim sizi sokacaklar" denmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında Kur`ân`ın, Hz. Musa`nın değneğinin yılana dönüşmesini üç farklı sözcükle ifade etmesi, özgürleşmenin üç farklı evresine işaret eder ki bunlardan birincisi "cann"dır. “Cann”, ince, beyaz ve öldürmesinden sakınılan intikamcı bir yılandır. Kur`ân`ın anlatımında Hz. Musa`nın değneği bir “cann” olmamış ama "onun gibi" olmuştur. Kıssada yılanın bu durumunu, dalgalanma anlamındaki "tehtezzü" kelimesi niteler. Bu kök, insan kalabalığında fitne çıkarıcı bir dalgalanmayı da ifade eder. Yani esir toplum, ilahi yasalara kavuşunca; düşmanlık edici, fitne çıkarıcı ve kan dökücü sinsi bir tür gibi görünmüştür. İnsan teki bazında söylenecek olursa, henüz "cann"dır. Hilafeti üstlenmeye ve "âdem" olmaya hazır değildir. Hz. Musa`nın değneği, büyük buluşma için Firavundan randevu alma zamanında "hayye" ye dönüşmüştür. Kelime, aslında canlı demektir ve yılanın her türüne hayye denir. Değneğin bu durumunu, koşmak anlamı verilen "tes`â" kelimesi nitelemektedir. Bu kökün türevleri Kur`ân üslubunda koşma anlamında değil, çalışmak, iş yapmak, uğraşmak, gayret, şevk ve heyecanla bir şeyin ardına düşmek anlamlarındadır. Bunların hepsini birleştiren temel ise; bir işin peşinde koşuşturmaktır. Bu kelimenin, kıssanın doğru anlaşılmasına kazandırdığı boyut ise; ilahi tebliğle uyanan bir toplumun, Firavun`a düşmanlıkta daha da istekli, gayretli ve hırslı bir hâle gelmiş olduğunu ifade etmesindedir. Hz. Musa sonuçtan korkar. Ona korkmaması vahyedilir ve yılanın eski "sireti"ne döndürüleceği bildirilir. Sîret ise bir toplumun bir beldeden başka bir beldeye gitmesidir, gidişat ve sünnet demektir. Yılanın ilk sîretine döndürülmesi, Firavun`un esaretindeki itaatkar hâllerinden çıkarıldıktan sonra, Allah`a itaatkar olma hâline döndürüleceklerine işarettir. Hz. Musa`nın değneği, Firavunla buluşma sahnesinde "Su`bân"a dönüşmüştür. Sü`bân, vadiyi dolduran sel gibi uzunluğu ve yayılmışlığı ifade eden bir kökten; uzun ve iri yılan, ejderha anlamına gelir. Ejderha, çeşitli hayvanların özelliklerini bünyesinde toplar ve onların niteliklerini topluca sembolize eder. Kadim kültürde tabiat ötesi güçlerin cesaretin ve korkusuzluğun sembolüdür. Değnek sihirbazların “yaptıklarını” ve “çarpıtmalarını” yutan bir ejderha olmuştur. Kıssada, değneğin ejderha durumunu niteleyen bir kelime yoktur. Çünkü ejderhanın iriliği, özgürlüğünü ifade etmesi için yeterlidir. Temsil göz önüne alınarak söylenecek olursa; esir toplum, iki elçinin tebliği ile diklenmiş ve kendilerine söylenen büyülü sözleri reddederek özgür hareket edecek duruma gelmiştir. Kur`ân-ı Kerim`de, birden fazla bölümde Hz. Musa`nın elçi olarak Firavun`a gönderildiği anlatılır. Elinde, yere bırakıldığında yılana dönüşen bir değnek vardır. Yılan kıvrak hareketler yapar, koşar ve irileşir. Hz. Musa, bu dönüşümlerden korkar. Bunun üzerine elini cebine sokar. Çıkarınca da kusursuz beyaz görülür. Daha sonra Hz. Musa yine bu değnek sayesinde denizi geçer ve taştan oniki kaynak fışkırtır. Bir değnek yılan gibi canlanmış, denizi yarmış, taştan su çıkartmıştır. Oysa tabiatta aynı şartlarda, her zaman aynı sonuçlar izlene gelmektedir. O zaman, kuru bir ağacın canlanması, denizin insanlara yol verecek şekilde ayrışması, bir taştan su fışkırması nasıl izah edilebilir? Bu sorunun muhtemel üç cevabı vardır. Birincisi, bu olaylar harikulade göründüğü için mucize kabul edilmesi gerektiğidir. Çünkü tabiatta izlene gelen olayların işleyiş seyriyle çelişmiştir. Başka bir deyimle, Allah, fiillerinde bulundurduğu adetlerini geçici olarak iptal etmiştir. Mucize kabulü, akli açıdan çelişkili dursa da iman açısından "mümkün" görülür. Akli bir çelişkidir çünkü bir olayı mucize olarak adlandırmak, evrendeki sebep-sonuç ilişkili düzeni zımnen kabul etmiş olmaktır. Bu da neticede, az deneyle verilmiş bir yargıyı, deneye dayanmayan bir yargıyla iptal etmek anlamına gelir. Mucize kabulü iman açısından ise mümkündür. Çünkü bir ressamın, yaptığı resme her an müdahale edebileceğini kabul etmek gerekir. Eşyayı istediği şeye dönüştürmek, ona ilk özelliklerini dilediği gibi verenin elindedir. Taşı taş olarak yaratanın bir anda onu su yapmaya da kudreti yeter. Ancak meselenin imani bakışla birlikte düşünülmesi gereken Kur`ânî boyutları vardır. Önce bu tür bir kabulün, Kur`ân`ın genel üslubuna ve ön doğrularına uyup uymadığını düşünmek gerekir. Mucize, bir anlamda, tabii süreçlere yapılan bir müdahale ile varlığın cezbeye gelmiş olduğunu kabul etmektir. Bu ise eşyayı "meleki" yapısından çıkarır. Ayrıca, aynı sebeplerin bazen farklı sonuçlar vereceği beklentisi, dilediğince faydalanma yetisi (teshir) verilen insanoğlunun halife olarak atanmasıyla ve denenmek için yaratılmış olduğu hikmetiyle çelişir. Ayrıca Kur`ân, Allah`ın zaten evrendeki işleyişe her daim müdahil olduğunu belirtmiştir. Bu müdahalenin de bir adet üzere bulunduğu izlenmektedir. Kur`ân, bu düzenli işleyişten bir istisna yapmamıştır. Bu şekilde meydana gelen her olaya da ayet demiş, toplumsal olanlarına uygulana gelenlerinin (sünnetullah) değişmeyeceğini de açıkça belirtmiştir. Yaratıcının kudretini daha fazla hissetmek isteyene de, daha fazla akli izah isteyene de; bu ayetlerin açık, açıklayıcı ve kesin kanıtlar olduğunu söylemekle yetinmiş, iman ve inkârı açığa çıkaracak şeyin de bu ayetler olduğunu dile getirmiştir. Bu ayetlerin dikkat çekilen yönleri de, sarsıcı ve şaşırtıcı oluşları, insanı acze düşürücü oluşları yahut izlenen âdete muhalif oluşlarından daha ziyade yinelenen oluşlardaki ibret verici karakterleridir. Daha önemlisi ise Kur`ân`ın, peygamberliğin mucizeyle ispat edilmesini isteyenlere karşı kullandığı şu üsluptur: "Yâhut senin altından bir evin olsun yâhut semaya çıkasın, ona çıktığına da aslâ inanmayız, tâ ki üzerimize okuyacağımız bir kitap indiresin! De ki: Sübhanallah! Ben sadece beşer bir elçiyim." Kur`ân-ı Kerim, elçilerin peygamberliklerini, nesnel ayetlere işaretle ve sözel ayetleri tebliğ ederek ispat ettiklerini söyler. Sarsıcı, hayret verici, meydan okuyucu, acze düşürücü doğal olay anlamında bir mucize sözcüğü kullanmaz. Müminlerin peygamberlere inanmalarının gerekçeleri de mucizeler değil, kendilerindeki sakınma duygusu ve elçilerin ilettikleri vahiydir. Nitekim gerçek peygamber Hz. Muhammed (a.s.) ile peygamberlik taslayanların arasını ayıran şey de bir mucize değil vahiy olmuştur. Hz. Musa`nın değneğinin dönüşümlerinin nasıl izah edilebileceği konusunda muhtemel ikinci cevap ise şudur. Bunlar, gerçekte fiillerin seyrine uygun olarak cereyan ede gelen; kasırga, volkanik patlama, taş yağmuru, deprem, med-cezir ve benzeri nadir görülen tabiat olaylarıdır. Allah, peygamberlerine tam yerinde ve zamanında vahyederek bu olaylarla onları desteklemiştir. Ancak devrinde izleyenler, sebeplerini kavrayamadıkları için onları mucize telakki etmişlerdir. Haberin bize mucize şeklinde gelmesinin sebebi de onların algılama biçiminden kaynaklanmıştır. Yukarıdaki sorunun muhtemel üçüncü cevabı da şudur. Bu anlatımda dile getirilen hususlar, gerçekleşmiş doğal hadiseler değildir. Anlatım temsilidir. Bu nedenle üzerinde düşünülmesi gereken de sebep ve sonuçları açısından doğa değil, bu hadiselerin gündemi ve anlatımın edebi açıdan değerlendirilmesi olmalıdır. Son iki ihtimalin hangisinin daha doğru olabileceğini elbette Musa (a.s.) ın gündeminde ve hadiseleri nakleden metnin üslubunda aramamız gerekecektir. Değnek" kıssasının doğru anlamını, Hz. Musa`nın gündeminde aramamız gerektiğine işaret etmiştik. Bütün dünyada, peygamberler arasından Musa (a.s.) anılınca akla gelen ilk şey; şeriat, yasalar, on emir (dokuz emir) ve önceki elçilere verilenlerin yazılı bulunduğu Tevrat`tır. Kur`ân`ın diğer bölümlerinden izleyebildiğimiz kadarıyla, Hz. Musa`nın değnek gibi sıkıca tutması emredilen şey, bu yasaların yazılmış bulunduğu taş levhalar (elvah) dır: "Haydi bunları kuvvetle tut, kavmine de emret onları en gözeliyle tutsunlar, ileride size o fasıkların yurdunu göstereceğim." Nitekim tebliğ için seçildiğinde, Hz. Musa`nın; "Rabbim! Kardeşimi bana yardımcı olarak ver" diye dua ettiğini görürüz. Bu duanın sebebi, dilindeki tutukluk (ukdet) ve kardeşi Hârun`un da kendisinden daha açık seçik ve etkili konuşuyor (efsah) olmasıdır. Hz. Harun`un yardımı da elbette gerçek bir değneğin fonksiyonlarını kuvvetlendirmek için olmamış, ama taş levhalardaki yasaların anlaşılır bir dille tebliğ edilmesi için olmuştur. Hz. Musa`nın gündemini tayin etmemize yardımcı olacak diğer bir husus, "sihir" olgusudur. Firavun`un sihirbazları vardır. Kendilerine elçi olarak gelen iki kardeşi de "sihirbaz" diye karalamışlardır. Sihirbazların sadece el çabukluğu ile aldatmayacaklarını ise izaha gerek yoktur. Onların en etkin aletleri, nutuk, hutbe ve şiir gibi söyleme biçimleridir. Birisi borçludur. Ama sesi hak sahibinden daha çok çıkar. Toplumu konuşmasıyla büyüler ve sonunda alacaklı çıkar. Halk ağzında şöyle söylene gelir; Sihir, söz söylemede olur, bazı sözler sihirdir. O hâlde; gidiş maksatları fasih konuşma ile yasa tebliği olan iki kardeşin, "sihirbaz" diye karalanmalarının sebebi, değnekli bir harika gösterisi değil de, etkili söz söyleme ve ikna olduğu düşünülmelidir. Nitekim Firavun ve taraftarlarının Hz. Musa`ya "sihirbaz" yanında bir diğer yakıştırmaları da "cinli" olmuştur. Şiiri, cinlerin yazdırdığına inananlara göre cinli ve sihirbaz arasında tam bir ilişki vardır. Kaldı ki Hz. Muhammed`in de ilk dönemlerde sihirbaz, cinli ve şâir sözcükleriyle reddedildiği bilinmektedir. Kaldı ki Firavun`un adamları; sihir diyerek karşı çıktıkları şeyi; "uydurma" ve daha önce "duymadıkları bir şey" olarak nitelemişlerdir. "Uydurma" ve "duyma" ile ilişkilendirilen şey ise her hâlde, gerçek bir değnekle ilgili değildir. Aksine yasaları etkili bir konuşmayla dile getirerek halkı kalbinden ve aklından yakalamayla ilgilidir. Hz. Musa`nın gündemini tayin etmemize yardımcı olacak diğer bir husus, Kur`ân`ın dakik üslubundaki bir ayrıntıdır. Hz. Musa`nın değneği, -yanlış olarak anlatıla geldiği gibi- büyücülerin alet ve edevatını yutmamıştır. Ama onların yaptıklarını –etkilerini- yutmuştur. Kur`ân bunu sarih olarak ifade etmektedir. Bu da, aydınlığın karanlığı yutması gibi, yasaların aydınlığının, sihirbazların karanlığa çağıran davetlerini yutmasını anlamlandırır. Kıssanın akışı içerisinde, "değneğin bırakılması"ndan hemen sonra büyücülerin iman etmeleri de gündemi tayin etmemizde dikkat etmemiz gereken başka bir husustur. İnanan büyücülerin sözlerinin boyutu, kendilerine büyü türünden bir şey gösterildiğine değil, aksine tevhidî bazı mesajların iletildiğine açıkça işaret etmektedir. Değnek kıssasının, yasaların tebliğini dile getirdiği hususunda dikkat edilmesi gereken en önemli işaret ise Kur`ân`ın bu kıssayı adlandırmasında saklıdır. Hikmetli Kitap, Hz. Musâ`nın değneğine, elinin beyazlaşmasına ve bunlara bağlı olarak meydana gelen diğer olaylara, "mucize" değil AYET adı vermiştir. "Ayet"in Kur`ân üslubundaki karşılığı ise; evrendeki her bir nesne, onun işleyişi, bunların sonuçları, toplumsal işleyişte uygulanan toplumsal yasalar, ayrıca bu yasaları dile getiren ilahi sözlerdir. Kur`ân, bu ve benzeri kıssalara, bürhân, beyyine ve sultan da demiştir ki bunlar, gerektiğinde sunulması gereken; açık, kesin ve aydınlık birer "ayet" oldukları içindir. Nitekim Kur`ân kendisine de bürhan, beyyine ve sultan demiştir. Peki, o hâlde Mukaddes kitapta ve Kur`ân-ı Kerim`de anlatılan bu kıssadaki; Hz. Musâ`nın değneği ile sihirbazların ipleri ve değnekleri ne anlama gelmektedir? |
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi: | dost1 (5. September 2013), galipyetkin (5. September 2013) |
5. September 2013, 05:31 AM | #3 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
KISSALAR: Asa ile taştan on iki pınarın fışkırması
A’raf; 160: Ve Biz onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Mûsâ'ya, “Birikimini o taş kalpli kavmine uygula” diye vahyettik. Hemen ondan (o taş kalpli kavimden) on iki toplum, belde halkı oluşuverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Ve bulutu da üzerlerine gölge yaptık. Onlara kudret helvası ve bal/bıldırcın indirdik; size rızk olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar Bize zulüm yapmadılar, kendi kendilerine zulmediyorlardı. Bakara; 60: Ve hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de, Biz, “Birikimini taş kalpli kavmine uygula!” demiştik. Bunun üzerine ondan (o taş kalpli kavimden) taştan on iki toplum- belde halkı ayrışmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah'ın rızkından yiyin-için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.– Buradaki tahlilimiz her iki ayet için de geçerlidir. TAŞ Burada Musa’nın birikimin kullanacağı, vuracağı “taş” ifadesini ele alalım. Bilindiği gibi “taş” sözcüğü, sertliğin, katılığın sembolü olan bir sözcüktür. Rabbimiz İsrail oğullarının kalplerini taşlar gibi, hatta daha da katı olduğunu bildirmiştir. O nedenle burada taş ifadesiyle de, dağlardaki taş, kaya değil, “taş kalpli İsrail oğulları” kastedilmiştir. Bakara 74 Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın haşyetinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz- duyarsız değildir. DARB Lisanü’l Arab ve Tacü’l Arus’ta açıklandığına göre “Darb” sözcüğünün “hakikat” manası, “Bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak” demektir. Bu asıl anlamdan hareketle, bu sözcük, “vurmak, çarpmak, yarmak, sıkıştırmak, yola gitmek, kalp atışı, nabız vuruşu, örnek vermek, yayılmak, yatay hareket vs. gibi yüzlerce anlamda kullanılır. Bu sözcüğün buradaki anlamı gerçek anlamı olan “bir şey üzerinde bir şey oluşturma”dır. Bu ayette bir diğer mesele de “ayn” sözcüğüdür. Bu sözcük ile ilgili kadim lügatlerde şu bilgiler verilir: AYN Yine Lisanü’l Arab ve Tacü’l Arus’ta açıklandığına göre bu sözcüğün, görme, göz, güneş, pınar, yağmur, mal, altın, insan, hayat, TOPLUM, BELDE HALKI …. gibi yüzden çok anlamı vardır. Bu ayetlerdeki “ayn” sözcüğü her nedense hep “pınar” anlamıyla çevrile gelmiştir. Halbuki Musa pasajındaki “ayn” sözcüklerinin “toplum, “belde halkı” anlamı tercih edilmeliydi. Zira Rabbimiz böyle anlaşılması gerektiğini ayetin başındaki “Ve Biz onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık” ifadesiyle işaret buyurmuştur. Bunu Maide suresinde de açıkça görmekteyiz. Maide; 12: Ve ant olsun ki Allah, İsrail oğullarının misakını almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki kaymakam göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salatı ikame eder, zekatı verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah’a güzelce ödünç verirseniz ant olsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur.” Kasas; 23-25: - Ve o [Musa], Medyen suyuna varınca, orada hayvanlarını sulayan insanlardan bir ümmet buldu. Ve o [Musa], onların astlarından, hayvanlarını geri çeken iki kadın buldu. Dedi ki: “Hâliniz nedir?” Dediler ki: “Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız; babamız da şeyh-i kebirdir [çok yaşlı bir ihtiyardır].” - Bunun üzerine o [Musa], ikisi için suladı. Sonra gölgeye çekildi de “Rabbim! Şüphesiz ki ben, hayırdan [iyilikten] bana indirdiğin şeye muhtacım” dedi. - Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona [Musa’ya] geldi. Dedi ki: “Şüphesiz babam, bizim yerimize sulamanın ücretini karşılamak için seni çağırıyor.” O [Musa], ona [kızın babasına] geldi ve kıssaları ona anlattı. O [kızın babası]; “Korkma, o zalim kavimden kurtuldun” dedi. Demek oluyor ki Musa, bu kadar halkın bir arada yaşamasının, sorunlara yol açacağı gerekçesiyle İsrail oğullarını on iki yere, on iki toplum halinde dağıtmıştır. Ve susuzluk problemini böyle çözmüştür. Bilindiği gibi yerleşim alanları hep subaşlarına, nehir kenarlarına kurulur. |
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi: | dost1 (5. September 2013), galipyetkin (5. September 2013) |
5. September 2013, 05:32 AM | #4 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
KISSALAR: Denizde kuru yol açmak
Konuya başlamadan önce tarihi bir bilgi ile başlayanlım. Suyu biriktirme, suya hâkim olma anlamında yapılan barajların tarihi yaklaşık 5.000 yıl öncesine dayanır. İlk su bentleri Mısır’daki Kayır bölgesi civarında tespit edilmiştir. Bu bölgeden geçen Nil Nehri’nin taşma dönemlerinde su, yapay barajlarda biriktirilmiştir. Ünlü Yunan tarihçi Herodot, 12 metre yüksekliğinde ve 108 metre uzunluğunda Nil Nehri kenarında yapılmış bu barajı dünya harikalarından biri olarak değerlendirmiştir. Baraj inşaatının tarihçesinde, Dünyada ilk barajın M.Ö. 4000 yıllarında Nil nehri üzerinde inşa edildiği söylenmektedir. Uzunluğu 110 m ve yüksekliği 12 m olan bu baraj sulama ve içme su ihtiyacı için kullanılmıstır.Gene Nil nehri üzerinde Sadd-el-Kafara barajının M.Ö. 2950-2750 yılları arasında yapıldığı bilinmektedir. Zuhruf ; 51: Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?" Firavun, kendi yönettiği topraklarda azmış ve mülk ve nehirlerin kendinin olduğunu zannetmektedir. Firavun kendi sandığı sularda boğulacak ve tarih sahnesindeki yerini alacaktır. Konuya başlamadan kelime anlamları çokça tartışılan konuya bir göz atalım. BAHR Kara toprağının karşılığı olup, içinde balık ve süs eşyası çıkarılan, üzerinde gemilerin yüzebildiği tüm sular anlamındadır. Bahr genel bir ifade olup, nehirleri,barajları, gölet,deniz ve okyanusların tümünü ifade eder.“Bahr”, “ister tatlı ister tuzlu olsun çok su” demektir. Bu sözcüğün aslı “yarmak” anlamındadır.. Furkan 53 ayette suyu tatlı denizden bahseder. Suyu tatlı Bahr, Göller ve nehir yataklarındaki Barajlardır. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri “bahr” sözcüğüyle yer almaktadır. (Lisan Bhr” mad, Tac. Bhr Mad.) (En’âm 59, En’âm 97, En’âm 63, A’râf 163(deniz kıyısı), Yûnus 22, İbrahim 32, Nahl 14, Furkân 53 (suyu tatlı deniz), Rahmân 19 ) YEMM El ile oluşturulan birikinti su anlamında olup, sahil oluşturan yapı anlamındadır. "yemm” (يَمّ) kökünden türemiş olup, sözlükte “kastetmek” anlamına gelmektedir. Bu kelime, "teyemmüm" (yönelmek, kastetmek) masdarından türetilmiştir. Çünkü su arayanlar, ona yönelirler. (A’raf; 136, Ta Ha; 39, 78, 97, Kasas; 7, 40, Zariyat; 40) Ta Ha; 77-79: Ve ant olsun, Musa’ya “Yetişilmekten korkmayarak ve haşyet duymadan kullarımı geceleyin yürüt(İsr/ أَسْرِ ) de kendileri için ( فَاضْرِبْ لَهُمْ طَرِيقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًا ) kurumuş deniz(BAHR) içindeki yoldan götür!” diye vahyettik. - Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de (YEMM: el ile oluşturulan su) baraj kendilerini kaplayan şey oluverdi. - Ve Firavun kavmini saptırdı ve doğru yolu göstermedi. "Deniz içinden kuru yol" ifadesi olarak yanlış çevrilen Ta-Ha 77. ayetteki ibare "kurumuş bahr içinde yol" anlamındadır. İsrailiyat etkisi ile bu ifade bir çokları tarafından es geçilmektedir. Şuara 63; Bunun üzerine Musa'ya: 'Asanla denize(BAHR) vur(DARBE)' diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik İNFİLAK (انْفَلَقَ) ederek, her parçası kocaman bir kütle gibi oldu. Bu ayetlerde Musa’nın kavmini gece yola çıkartmakta; Firavunun kendinin zannettiği nehirler üzerinde kurulu barajların (infilak) yıkılarak, kuru bahr yatağı su ile kaplanması vahyedildiği, sonrada onları izleyen Firavunun, ordusuyla birlikte o "yemm" suları ile boğulduğu safhalar nakledilmektedir. Şuara 63. ayette göz ardı edilen ve yanlış çevrilen nokta ise, "her parçalanan (fırka) "كُلُّ فِرْقٍ" ile "koca bir kütle" "كَالطَّوْدِ" gibi ibaresidir. Çevirmenler "koca dağ gibi" diye çevirdikleri ibare Kuranda Hûd 42. ayette "dağlar gibi (كَالْجِبَالِ)" "cibal" diye bir örnek vererek, yaptıkları yanlışı Kuran yüzlerine vurmaktadır. Duhan; 23, 24: -“Hadi kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz izlenenlersiniz. Bol suyu; hızlı bırak. Şüphesiz onlar suda boğulmuş bir ordudur. Kasas; 40: Biz de onu ve askerlerini yakalayıp o bol suda, fırlatıp atıverdik. Şimdi, zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Zariyat; 40:– Sonra da Biz, onu ve ordularını yakalayıverdik de onları bol suda, fırlatıp atıverdik. O ise ayıplanan/kınayan biridir. Duhan; 24. ayetin orijinalindeki “rehven” sözcüğü Ezdat’tan olup, “Sükünet ve aşırı hareket” anlamlarının her ikisini de içerir. Bizim te’vilimiz “Aşırı hareket; hızlı akıtma” anlamından yana olmuştur. |
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi: | dost1 (5. September 2013), galipyetkin (5. September 2013) |
5. September 2013, 05:32 AM | #5 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
KISSALAR: Elini koynuna sok!
Hz. Musa’ya verilmiş olan değnek bir ayettir. Bir de elini koynuna sokması ona büyük bir ayet olarak verilmiştir: "Bir de elini koynuna sok, bembeyaz çıksın." Kıssanın farklı surelerdeki anlatımlarına bakılırsa, Hz. Musa’nın elini koynuna sokmasının, yılanın eylemleriyle bir alakası olmadığı görülür. Zaten bunun sebebinin, elin çıkarıldığında beyaz görünmesi için olduğu, yukarıdaki ayette sarahaten belirtilmektedir. Kıssa yorumcuları, öncekilerde olduğu gibi, bu olayda da hep “nasıl” sorularına cevap aramışlar; Hz. Musa’nın teninin esmerken elinin beyazlaştığını söylemişler ve bu işin defalarca tekrar edildiğini de eklemişlerdir. Oysa cevap bekleyen “niçin” merkezli başka sorular vardır: Değnek zaten ejderha olmuş, sihirbazların bütün uydurmalarını yutmuşken acaba elin beyazlaşması hangi amaca matuftur? Firavun taraftarlarının hangi talepleri bu ikinci “ayet”e zemin oluşturmuştur? Olayın “niçin”liğini kavramamıza yardımcı olacak bir soru da şudur. Elin koyuna sokuluşu ve orada bekletiş süresi ne kadardır? Elin çıkarılışı, değneğin üç inkılâbının neresinde ve kaç kez gerçekleşmiştir? Anlam katılmamış, hikmet yüklenmemiş, sarmal anlamlar üretmeyen çıplak bir anlatımla yersiz tekrarlara Kur’ân’ın tenezzül etmeyeceğini fark eden okuyucu; beş altı kez tekrarlanan bir kıssa üzerine serdedilen bu soruların yerinde olduğunu elbette fark edecektir. Tebliğ sırasında Hz. Musa’ya elini koynuna sokması (dhl), bürokratlarla ilgili sahnede elini koyuna sokmaya devam etmesi (slk), ayrıca korkudan (rahbet) yanını kendine eklemesi, Firavundan randevu alma sahnesinde ise elini yana eklemesi emredilir. El, güç ve kuvvettir. Halk katında eli olan, kıymet ve mevki olandır. Birisinin elini koynuna sokması da; kuvvet, kıymet ve mevkiini saklaması olur. “Yanın eklenmesi” de insanlara rıfkla muamele etmek, onlara iyi davranmak anlamına gelir. Daha işin başında Hz. Musa’nın, Firavun`a karşı tebliğini yumuşak söz (kavlen leyyinen) ile iletmesi tembih edildiği hatırlanırsa, elin koyuna sokulmasının da özgürleştirmede sona ulaşılması için, kazanımların gizlenmesi manasına geldiği anlaşılır. Ellerini üst üste koyanlar ittifak etmiş olurlar. "Ellerim senin" diyen kimse, bu sözüyle kendisini teslim etmiş olur. Sonra elini çekerse onun mülkü olmaktan ve ona itaatten çıkar. Kıssanın sonu, tebliğin son sahnesini resmeder. Kur’ân burada Hz. Musa`nın elini çıkarışını anlatırken, bu işi talim için kullanılan "ahrece" fiilini değil, "neze`a" fiilini seçer. Bu kelime, kılıç gibi çekişi, sıyrılışı anlamlandırır. Eli rehin olan kimsenin elini çekmesi, itaatten çıkarması demektir. Hz. Musa bu hareketiyle, kölelik ahdini bozmuştur. Bundan sonra onun eli, kendisine bakanlar için beyazdır. Beyazlık ise Kur`ân üslubunda, aklık, aydınlık ve temizlik simgesidir; inananların yüzleri ahirette beyaz olacaktır. Kelime, hakikatte siyahın, mecazda ise karanlığın karşıtıdır. Küfür karanlık, hidayet ise aydınlıktır. Beyaz el, büyük nimet, beyaz huccet ise açık ve kuvvetli delildir. Karanlık zulmeti nitelediği gibi onun aksi olan aydınlık (Beyza) da rehberliği nitelemektedir. Çünkü insanlar dalâlet ve bidat karanlığında yol bulamazlar, fakat hidayet onlara aydınlık yolu gösterir. “Gecesi bile gündüz gibi olan aydınlık hanifliği (el-hanifiyyetül beyda) getirdim size.” Bütün bunların temsildeki karşılığı ise şudur: Hz. Musa, tebliği süresince yumuşak bir üslup kullanmıştır. İnananların ruhunda meydana gelen inkılâplar sırasında, Firavun’a karşı bir isyana öncülük etmemiştir. Toplum bir ejderha gibi olduğunda ise, elini onun ahdinden çekmiş ve isyanı başlatmıştır. Artık rehber, fıtri özgürlüğü simgeleyen Hz. Musa’nın beyaz elidir. Emir ve komuta ona geçmiştir. Nitekim bundan sonra dini geleneğin "çıkış" dediği hicret başlayacaktır. |
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi: | dost1 (5. September 2013), galipyetkin (5. September 2013) |
5. September 2013, 05:33 AM | #6 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
KISSALAR: Hz. Yusuf’un Gömleği ve Babasının Gözleri
Klasik eserlerde naklediller sarih değildir. Kur’ân’ın, babanın çok ağladığını tasvir ederken sadece “Gözleri aklaştı” demesinden “körleşti” anlamı çıkarılamaz. Bu, olsa olsa çok ağlamaktan, görme kuvvetinin zayıflamasından kinaye olabilir. Nitekim gerçek körlüğü ifade eden “a-m-y” kökü bile, Kur’ân’da sözün akışına göre mecaz olarak basiretsizliği ifade etmektedir. Babanın: “Yusuf’un kokusunu buluyorum” sözünün de rüzgârla taşınabilecek fiziki bir koku algısı ifade ettiği düşünülemez. Çünkü rivayetlerde tasrih edilen sekiz-on günlük mesafe bunu imkânsız kılar. Öte yandan “Koku bulmak” da bağlamına göre, güçlü tahminlerle bilinmesi, olması yaklaşan bir işin emarelerinin alınması için kullanılan bir deyimdir. Baba, oğlunun hayatta olduğunu yahut gömleğinin yola çıktığı bilgisini, ilham veya vahiyle almış olabilir. Nitekim kıssanın anlatıldığı bölümde buna açıkça işaret edilmektedir: “Dememiş miydim ben bilmediklerinizi Allah’tan bilirim…” Babanın gözlerinin görür hale geldiği şeklindeki yoruma ise, Kur’ân’da Hz. Yusuf’un ağzından nakledilen “Ye’ti basiran” sözünden ulaşılır. Oysa bu ifadenin açılımı, “ye’ti ileyye ve huve basîr” şeklindedir. Bu da, “Gömleği babama ulaştırın ki görerek bana gele” demek olur. Yani “gele” fiilinin öznesi babadır. “Görerek” sözcüğü de, gözün görmesini değil, öznenin gelişini nitelemektedir. Hz. Yusuf’un devamla söylediği “Ailenizi de bana getirin” sözü bu anlamı doğrulamaktadır. Nitekim gömlek babanın teveccühüne ulaştırılınca, hemen döndüğü ifade edilmiştir. Ne var ki bazı tefsirlerde, konuyu mucizeleştirme çabasıyla; döndü anlamındaki “irtedde” fiili, yardımcı fiil sayılarak “dönüştü” anlamı verilmiş ve “basîran” kelimesi de ona haber yapılmıştır. Oysa “irtedde” fiili Kur’ân’da hep tam fiil olarak ve hem de “döndü” anlamında kullanılmıştır. Buradaki kullanımda fiilin öznesi, yukarıdaki gibi babadır. Bir kez daha tekrarlanan “basîran” kelimesi ise önceki ayette olduğu gibi yine öznenin dönüş durumunu bildirmektedir. Kısaca, Kur’ân’ın bu ifadelerinin; Yusuf’un babasının gözlerinin kör olmasıyla, oğlunun kokusunu günlerce mesafeden koklamasıyla ve Yusuf’un gömleğinin kör gözleri açmasıyla bir alakası yoktur. Kaldı ki kıssanın bağlamında, böyle bir manaya delalet etmesinin hikmeti de anlaşılabilir değildir. Aksine Kur’ân, Hz. Yakub’un kuyuya atılan oğlunun yokluğunda çok ağladığını ama hiçbir zaman ondan umut kesmediğini, gömleğini alıp hayatta bulunduğunu öğrenince de buluşmak için ailesiyle birlikte bilerek yola çıktığını dile getirmektedir. www.vekuran.blogspot.com |
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi: | dost1 (5. September 2013), galipyetkin (5. September 2013) |
Bookmarks |
Etiketler |
anlatım, kuranda, sanatı |
|
|