hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > TARİH > Ehli Kitap > İsrail oğulları

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 14. January 2009, 12:16 PM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.093
Tesekkür: 3.632
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Allah'ın İsrâîloğullarına lütfü:


40- Ey Isrâîloğulları, size verdiğim ni'metleri hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun! 41- Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğum(Kur'ân)a inanın ve onu ilk inkâr eden, siz olmayın; benim âyetlerimi birkaç paraya satmayın ve benden sakının. 42- Bile bile gerçeği bâtılla bulayıp hakkı gizlemeyin. 43- Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle (Allah'ın huzurunda eğilenlerle) beraber eğilin. 44- Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? 45- Sabırla, namazla Allah'tan yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir. 46- O(saygılı insa)nlar, Rablerine kavuşacaklarını (gözetir) ve gerçekten O'na döneceklerini bilirler. 47- Ey İsrâîloğulları, size ver*diğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. 48- Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezasını çekmez; kimseden şefaat (aracılık, iltimas) da kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. (Bakara: 92/40-48)

Bakara: 92/40-48'nci âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullarına olan ni'met*leri anımsatılıp, Allah'a verdikleri sözde durmaları; yanlarında bulunan Kitabı doğrulayıcıyı olarak indirilen bu Kur'ân'a inanmaları; Kur'ân'ın, kendi Kitâblarında bulunanlara uyduğunu bildikleri halde geçici dünya menfaati için gerçeği yanlışın içine sokarak hakkı gizlememeleri, namazı kılıp zekâtı vermeleri; halka güzel şeyler öğütledikleri halde kendileri yanlış işler yapmamaları; sabır ve namazla yardım isteyip moral bulmağa, ma'nen güçlenmeğe çalışmaları emredilmekte, böyle gönülden Allah'a bağlılığın, güzel davranışların, ancak Allah'a saygılı, Allah'a kavuşacak*larına kesin inanan saygılı kulların yapacağı işler olduğu; samimi olma*yanlara bunların zor geleceği vurgulanmaktadır. Daha sonra yine Allah'ın, İsrâîloğullarına lütfü, onları âlemlere üstün kıldığı anımsatılmakta ve her*kesin kendi yaptığının karşılığını bulacağı, kimsenin, başkasına yardım edemeyeceği, aracılık ve iltimasın kabul edilmeyeceği, tam adaletin tecellî edeceği günden sakınmaları emredilmektedir.

Yüce Allah, peygamberleri aracılığı ile İsrâîloğullarından birçok söz almıştır. Tevrat'ta Allah'ın, peygamberler aracılığı ile İsrâîloğullarından çeşitli zamanlarda ahidler aldığı bildirilmektedir. Tevrat'ta şöyle deniyor: "Ve Mûsâ gelip kavmin ihtiyarlarını çağırdı ve Rabbın kendine emrettiği bütün bu sözleri onların önüne koydu. Ve bütün kavim birlikte cevap verip dediler: Rabbın bütün söylediklerini yapacağız. Ve Mûsâ, kavmin sözlerini Rabba bildirdi." [7]


Âyetlerde Verilmek istenen dersler:


Yahudilere hitabeden, onların davranışlarını sergileyen bu âyetler, müslümanlara da bazı dersler vermektedir. Şöyle ki:

Allah'ın nimetini hatırlayıp şükretmek, verilen sözde durmak, pey*gambere ve Kur'ân'a inanmak, söylediği sözü önce kendisine tatbik etmek, başkalarına öğüt verirken kendisi yasak kılınan şeyleri yapmamak, Allah'ın huzurunda eğilen cemaate katılıp onlarla beraber namaz kılmak, sabır ve namaz ile Allah'tan yardım dilemek lâzımdır.

Âyette Yahudilere hitaben: "Kur'ân'ı ilk inkâr eden siz olmayın" denilmektedir. Oysa Kur'ân'ı ilk inkâr edenler, Yahudiler değil, müşrikler idi. Burada kasdedilen, Medîne devridir. Medîne devrinde Kur'ân'ın kar*şısına ilk çıkanlar, Kitâb ehli olan Yahûdîler olmuştur. Yahudiler, Hz. Peygamber(s.a.v)in gerçek peygamber ve Kur'ân'ın da ilâhî bir Kitâb ol*duğunu bile bile inkâra kalkmışlardır.

"Allah'ın âyetlerini birkaç paraya satmak" ta'bîrine gelince, burada Yahudilerin bile bile hakkı gizlediklerine işaret edilmektedir. Yahûdî bilgin*leri, Tevrat'ta, Son Zamanda gelecek Peygamberin vasıflarını görmüşler, Hz. Muhammed'in, Tevrat'ta geleceği bildirilen Son Zaman Peygamberi olduğunu anlamışlardı. Fakat ona inandıkları takdirde rütbelerinin elden gideceğini, çıkarlarının zedeleneceğini düşündükleri için onu inkâr ettiler. "Bu, Tevrat'ta bildirilen peygamber değildir" dediler. Hattâ rivayetlere göre onlar, Tevrat'ta Hz. Muhammed'in niteliklerini anlatan yerleri gizle*diler. Bazen de onları kasden yanlış yorumlayarak çarpıttılar. Böylece Allah'ın âyetlerini birkaç paraya, çıkar karşılığında satmış oldular. İşte Allah'ın âyetlerini satmak, dünya çıkarı için onları yanlış yorumlamak, çarpıtmak, bozmak demektir.

Her çağda mevkî ve menfaat için dini, bile bile yanlış yorumlayanlar, dinin gerçeklerini gizleyenler vardır. Bir mevkî elde edebilmek veya mevkiini koruyabilmek için âyetleri, iktidardaki idarecilerin hoşuna gidecek biçimde yorumlayan, icabında haram olan bir şeyi helâl gösteren, üç beş kuruşluk menfaat karşılığında dinlerini satan sözde din adamları vardır. İşte Kur'ân böylelerine, "Birkaç para için Allah'ın âyetlerini sat*mayın" diyor. Zira dünya geçicidir. Bu geçici hayat bitip de rûh, âhiret âlemine geçince dinini verip dünyayı alan adamlar, aslında cevher verip, vücudunu yakacak ateş satın aldıklarını, kendi elleriyle kendilerini ateşe attıklarını anlarlar ama o zaman iş işten geçmiş olur.

Bazı bilginler, bu âyete dayanarak Kur'ân öğretme karşılığında para alınamayacağını söylemişlerse de bu, doğru değildir. Herkes uğraştığı iş karşılığında bir ücret alır. Bilginlerin çoğunluğu bu kanaattedir. Buhâ-rî'deki bir hadîste bunun caiz olduğu, şöyle beyan edilmektedir:

Aldığınız en güzel ücret, Allah'ın Kitâbı(nı öğretme) karşılığında aldığınız ücrettir." [8] Öğretim karşılığında alınan ücret, kişinin harcadığı çaba ve vaktin karşılığıdır. Burada karşılıklı menfaat vardır. Öğrenci öğrenmekte, öğretmen de çabası karşılığında ücret almaktadır. Bu, Allah'ın âyetlerini satmak demek değildir. Allah'ın âyetlerini satmak, bile bile menfaat için onları tahrif etmek, mânasını çarpıtmak, yanlış yorumlamak, hasılı hakkı gizlemektir. Kur'ân öğretmede hakkı gizlemek veya değiştirmek diye bir şey söz konusu değildir. Bilâkis Hak öğretilmiş olur. Elbette bu meslek, mübarek bir meslektir. Ama bu, öğretim için böyledir. Dinî görevleri yapma karşılığında yine ücret alınır. Fakat yalnız Kur'ân okuma karşılığında para alınmaz. Alınan para, okunan Kur'ân'ın karşılığı değil, harcanan vaktin karşılığıdır. Harcanan vakit için bir miktar para alınabilir. Yoksa Kur'ân'ın değeri biçilmez. Para ile Kur'ân okumayı meslek edinmek doğru değildir.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde Medi*ne'deki Yahûdî hahamlarından bazıları, kendilerine gizlice gelip Hz. Muhammed hakkında ne dersin diye soranlara, "doğrudur", derler, Allah'ın Resulüne uymayı emrederlermiş. Fakat kendileri, cemaatlerinden gelen hediyelerden, vergilerden mahrum kalmak endişesiyle Peygambere tabi olmazlarmış. Bazıları da halka, sadaka vermelerini emreder, kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da Allah'a itaat ediniz, âsi olmayınız, namaz kılınız, rükû ediniz derler, fakat kendileri bu sözlerini tutmazlarmış. İşte Cenabı Hak, başkalarına iyiliği emredip kendileri tutmayan kimseleri uyarmaktadır. İnsanın sözünün etkili olabilmesi için önce kendisinin o söze uyması gerekir. Asıl öğüt, insanın, sözden çok hareketi ve davranışlarıyla verdiği öğüttür.

Başkalarına iyiliği emredip kendileri yapmayan insanları uyaran çeşitli hadîsler vardır. Çeşitli hadîs mecmualarında yer alan bir hadîste şöyle buyurulmaktadır: "Kıyamet günü adam getirilir, barsaklarına işleyen ateşin şiddetinden, değirmen etrafında dönen merkep gibi kıvranıp döner. Ateş halkının hayali, onun karşısına çıkıp ona: 'Ey falan, sana ne oldu, sen bize iyiliği emredip, bizi kötülükten men'etmez miydin?' derler. 'Evet, der, ben size iyiliği emrederdim ama kendim yapmazdım; sizi kötülükten men'ederdim ama kendim yapardım! [9]

htâben namazı kılmaları, zekâtı vermeleri, rükû edenlerle beraber rükû' etmeleri emredilmektedir. Artmak, büyümek gelişmek anlamlarına gelen zekât, dinde malın bir miktarını ayırıp fakirlere vermektir. Malı manen bereketlendirdiği, artırdığı için bu sadakaya zekât denmiştir.

45'nci âyet, sabır ve namaz ile Allah'tan yardım istemeyi emretmektedir. Gerçekten sabır, çok acı olayları tatlı sonuca bağlar. İnsan ruhunu dayanaklı yapar. İnsan başı sıkıldığı zaman ibâdete sarıhrsa ruhu açılır. Peygamberimiz (s.a.v.) de bir dert, bir ızdırap zamanında namaz kılmayı tavsiye etmiştir. Öyle ya insan sıkıldığı zaman huzur ile bir abdest aldı mı ferahlık duyar. Rabbinin divanına durup işini O'na havale etti mi gönlü ferahlar. Ama bu, inkarcılara, münafıklara zor gelir. Fakat Allah'a inanan, O'ndan korkanlar, her zaman O'na yönelirler, yardımı O'ndan beklerler. Çünkü onlar, sonunda Allah'a döneceklerini bilirler, dünyada her olay ile sınanmakta olduklarını anlarlar. [10]
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
TUĞÇE DENİZ AKIN (13. January 2010)
Alt 14. January 2009, 12:17 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.093
Tesekkür: 3.632
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

İsrâîloğullarmın Kurtuluşu:


138- Isrâîloğullarını denizden geçirdik, kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar:

"Ey Mûsâ, dediler, (bak) bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!" (Mûsâ) dedi: "Siz, gerçekten cahil bir toplumsunuz-" 139- "Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler boşa çıkmıştır." 140- "Allah, sizi âlemlere üstün yapmış iken size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım?" dedi. 141- (Ey İsrâîloğulları,) Hatırlayın o zamanı ki biz sizi Firavun ailesinden kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü yapıyorlardı: "Oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı sağ bıra*kıyorlardı. Bunda, size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı. (A(râf: 39/138-141)

Bu âyetlerde İsrâîloğullarının, Mısır esaretinden kurtarılması anla*tılmaktadır. İsrâîloğulları, Allah'ın lütfuyla denizden salimen geçip Fira-vun'un elinden kurtulduktan sonra, putatapan bir kavmin yanına gelmişler; onların putlarını görünce kendileri de puta heveslenmişler, Musa'dan, o kavmin tanrıları gibi kendilerine de bir tanrı yapmasını istemişler. Bu davranışlarını kınayan Mûsâ, onlara, düşünmeden hareket ettiklerini, puta tapma inancının yıkılmaya mahkûm bulunduğunu söylemiştir: "Allah, sizi âlemlere üstün kıldığı halde ben size O'ndan başka tanrımı arayayım?" demiştir. Yani sizi âlemlere üstün kılan, size bu lütufları yapan Allah'tır, başka bir tanrı değil. Artık O bırakılıp da hiçbir yararı olmayan şeylere tapılır mı?

67- iki topluluk (yaklaşıp) birbirini görünce, Musa'nın adamları: "İşte yakalandık" dediler. 62- (Mûsâ): "Hayır, dedi, Rabbim benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir." 63- Musa'ya: "Değneğinle denize vur!" diye vahyettik. (Vurunca deniz) yarıldı, (on iki yol açıldı). Her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu. 64- Ötekileri de buraya yaklaştırdık (Mûsâ ve adamlarının ardından, düşmanları da bu denizde açılan yollara girdiler). 65- Musa'yı ve beraberinde olanları tamamen kurtardık. 66-Sonra ötekilerini boğduk (Mûsâ ve adamları karaya çıkınca deniz kapandı, Firavun ve adamları boğuldu). 67- Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama çokları inanmazlar. 68- Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur. (Şu'arâ: 47/61-68)

3- inanan bir kavim için Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir parçayı, doğru olarak sana okuyacağız: 4- Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı), halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi (İsrâîloğullarını) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyor*du. (Onların çoğalıp ileride kendi saltanatı için tehlike teşkil edeceklerinden korkuyordu) Çünkü o, bozgunculardan idi. (Kasas: 49/3-4)

Bu âyetlerde Allah'ın, İsrâîloğullarını, kendilerini ağır işler ve güç koşullar altında ezen, sonunda da peşlerine düşüp yakalamak isteyen Fira-vun'un ve adamlarının elinden kurtardığı belirtilmektedir.

90- isrâîloğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü. Nihayet boğulma kendisini yakalayınca (Firavun): "Gerçekten Isrâîloğul-larının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslüman-lardanım!" dedi. 91- "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozguncu*lardan olmuştun?" (denildi). 92- "Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın. Ama insanlardan çoğu bizim âyetlerimizden ga*fildirler." 93- Andolsun biz, İsrâîloğullarını iyi bir yere yerleştirdik ve onlara güzel rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler (de ilim geldikten sonra ihtilâfa başladılar). Şüphesiz Rabbin, Kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir. (Yûnus: 51/90-93)

Bu âyetlerde ordusuyla birlikte Musa'nın ardına düşen Firavun'un, boğulurken, İsrâîloğullarının inandığı tek Allah'a, kendisinin de inandığını söylediği; fakat kendisine: "Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş,

bozgunculardan olmuştun? Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olasın." denildiği belirtilmektedir. Âyetin sonunda, insanların çoğu*nun, Allah'ın âyetlerinden gaflet içinde bulundukları, gördükleri nice hârika olaylardan, derslerden ibret almadıkları vurgulanır.

Yüce Allah, düşmanlarından kurtardığı İsrâîloğullarını gerçekten güzel bir bölgeye yerleştirir, onları güzel nimetlerle besler. Fakat onlar, kendilerine bilgi geldikten sonra ayrılığa düşerler.

Bilgi insanları birleştirir. Bunların, Allah'ın gönderdiği bilgi ile birleşmeleri gerekirken her biri, o bilgiyi başka bir biçimde yorumlayarak ayrılığa düşmüş, dinde çeşitli mezheplere, gruplara bölünmüşlerdir. Yüce Allah, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında Kıyamet gününde onların ara*larında hüküm verecek, kimin doğru, kimin yanlış yolda olduğunu açıkla*yacaktır. Şimdi her grup kendisinin haklı, doğru yolda olduğunu iddia eder. Ama bu, onların kendi kuruntularıdır. Onların arasındaki dâvayı Allah çözecek; gerçeği, yanlışı, hakkı, bâtılı, haklıyı, haksızı ortaya çıkara*caktır.

Her dinin mensupları, peygamberlerinden sonra onun sözlerini şu veya bu şekilde yorumlayarak ayrılığa düşmüşlerdir. Mezhepler böyle doğmuştur. Her mezhep mensubu da kendisinin doğru yolda olduğunu sanmıştır. İşte son âyette gerçeği bâtıl yorumlarla hedefinden saptıranlar hakkındaki hükmün, Kıyamette verileceği, orada haklının ve haksızın ortaya çıkarılacağı bildirilmektedir. Şâirin dediği gibi "Er yarın Hak Dîvâ*nında bellolur!"

Birçok yerde tekrar edilen bu kıssanın, burada yeni olan tarafı, Firavun'un boğulurken, İsrâîloğullarının Tanrısına inandığını söylemesi ve Allah'ın da, hayâtı boyunca isyan edip bozgunculuk yapmış olan Firavun'a, yaşama umudu kalmayınca mı inandığını, ihtar ve inkâr tarzında sorması, artık yaşama umudu kalmadığı bir zamanda inanmasının, kendisini kurtarmayacağını, boğulacağını ve başkalarına ibret için cesedinin sahile bırakılacağını buyurmasıdır.

Mevcut Yahûdî Kitâblarında bulunmayan bu fıkra, mutlaka Hz. Peygamber zamanındaki Yahudiler arasında biliniyordu. Zamanla bu bölü*mü anlatan parça kaybolmuş olabilir. Aksi halde Yahudiler, bizim Kitabı*mızda böyle bir şey yok, diye itiraz ederlerdi. Böyle bir itirazdan söz edilmemiştir.

50- Andolsun biz, İsrâîloğutlarını o küçültücü azâbdan kurtardık. 31- Firavun 'dan. Çünkü o,(insanları ezip) yücelen, haddi aşanlardan biri idi. 32- Andolsun biz, onları bir bilgiye göre âlemlere tercih ettik (o devirde İsrâîloğutlarını, çevrelerine egemen yaptık). 33- Onlara, içinde açık bir imtihan bulunan âyetler verdik (bu mucizeler, kendileri için büyük bir nimet olduğu gibi, aynı zamanda açık bir imtihan idi). (Duhân: 64/30-33)

Allah, ezici azâbdan, aşırı zorba Firavun'un işkencesinden kurtarıp çevrelerine egemen kıldığı İsrâîloğullarını, verdiği birçok mu'cizelerle sınamıştır. Son âyette Allah'ın, bir bilgi üzerine İsrâîloğullarını seçip âlemlere üstün kıldığı anlatılmaktadır. Buradaki bilgi üzerine deyiminde iki olasılık vardır. Birincisi: Biz onları bilerek, katımızdaki bilgiye göre seçtik, âlemlere üstün kıldık, demektir. İkinci olasılığa göre de: Biz onları, bilgileri sayesinde âlemlere üstün kıldık, demektir. Bu da bilgili insanların, âlemlere üstün kılındığını ifade eder. "Bilgili olan güçlü olur". Egemenlik, bilgi ile elde edilir. Bilginin karşısında kaba kuvvet yenik düşer. Çünkü ilmin icadettiği teknik, beden gücünden çok üstündür. Bunu, günümüzdeki durumla değerlendirirsek, bir makineli tüfeğin, bir taretin veya bunların üstünde küçük bir nükleer silâhın, koca bir ordunun işini gördüğünü ve bir atom bombası olanın, bundan yoksun olan milyonları yenebileceğini anlar ve âyetteki bu ihtimâli mânânın önemini daha iyi kavrarız.

Allah onları vaktiyle birçok ulusa üstün kılmış, çeşitli ni'metlerle beslemiş iken yine Allah'ın emirlerini çiğnemişler; buzağıya tapmışlar; Cumartesi yasağı dışına çıkmış, çok günâh işlemişlerdir. Bunun için Allah onlara, her dönemde azâbedecek insanlar göndermeyi kararlaştırmıştır. Bu da Allah'ın yasasıdır. Adalet sınırını aşan, başkalarına çeşitli vasıtalarla zulmeden insanları kimse sevmez. Başka uluslardan insanlar çıkıp onları yaptıklarına pişman eder.

Sinsi davranışları yüzünden Yahudiler her devirde bir yerden bir yere sürülmüşlerdir. Yirminci Asırda uğradıkları belâ, Nazi katliâmıdır. Kendi iddialarına göre bu katliâmda altı milyon Yahûdî, feci biçimde öldürülmüştür. Asırlarca Alman ekonomisini sömürmeleri, sonunda Alman kamuoyunda Yahûdî ye karşı biriken kini patlatmış ve bilinen olay meydana gelmiştir. Elbette böyle bir katliâm, canavarlıktır ama bu, bir yandan da bu âyette işaret edilen İlâhî bir cezanın tecellîsi değil midir?

Bugün Yahudiler Filistin'de bir üstünlük sağlamışlardır ama o toprağın öz evlâtlarının omuzlan üzerine kurulan Yahûdî saltanatının ne kadar süreceğini Allah bilir. Dünyâ uluslarının, Yahudileri sevmediği bir gerçektir. Bunun başlıca nedeni, asırlık deneyimiyle dünya ekonomisini, büyük ülkelerde bankaları, basını ellerinde tutmaları, milletlerin idare sistemini kendi istedikleri gibi yönlendirmeleri ve milletlerin ekonomisini Yahûdî lehine sömürmeleridir. Çağlardan beri dünya ekonomisine egemen oldukları gibi bugün de genellikle her yerde ekonominin anahtarları Yahû-dîlerin ellerindedir. Bu kadar katliâma rağmen Almanya'da yine büyük mağazalar, bankalar Yahûdî şirketlerinindir. Fransa'nın, İngiltere'nin, Amerika'nın bankalarına onlar hakimdir. Kurdukları banka sistemleriyle herhangi bir paranın değerini düşürüp ötekini yükselterek bir anda milyon*ları yoksulluğa mahkûm ederken mutlu azınlığın ceplerini doldur-makta-dırlar. İşte dünyâ tamahları, insanların rızıklarıyla oynamaları, Allah'ın hışmına sebebolmakta ve bir gün azâbolup canlarına yapışmak-tadır. Allah'ın adaleti şaşmaz.

Dünyâ tamahı Yahudilerin karakterini bozmuş, bu yüzden dinleriyle de oynamışlar, işlerine gelmeyen parçaları Kitâblarından çıkarmış veya kitabın âyetlerini istedikleri biçimde yorumlayarak dinin ruhundan uzak*laşmışlardır.

49- Sizi Firavun ailesinden de kurtarmıştık. Hani (onlar), size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı ve bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. 50- Sizin için denizi yarmıştık, sizi kurtarmış ve Firavun ailesini boğmuştuk; siz de bunu görüyordunuz. (Bakara: 92/49-50)

92/49-50: Firavun, Mısır krallarının unvanıdır. Nasıl ki Habeş kral*larına Necâşî, Yemen krallarına Tubba', İran krallarına Kisrâ, Bizans krallarına Kayser veya Hirakl denir idiyse Mısır krallarına da Firavun denirdi.

Mısır kralı, ru'yasında Kudüs'ten çıRan 6ır ateşin, îvfısıriıfarın evien-ne girdiğini görmüş. Bu rü'yânın, İsrâîloğulları arasından çıkacak bir erkek eliyle saltanatının yıkılacağına delâlet ettiğini anlamış, bundan dolayı İsrâîloğullarından doğacak erkek çocukların öldürülmesini emretmişti. Muhammed Abduh, bu rivayetin sağlam bir senedi bulunmadığı gibi tarihî gerçeklere de uymadığını söylüyor. Ona göre makul olan, Kitâb-ı Mukad-des'te anlatılandır:

"Ve Mısır üzerine Yûsuf'u bilmeyen yeni bir kral çıktı. Ve kavmine dedi: İşte İsrâîloğullarının kavmi bizden çok kuvvetlidir, gelin onlara karşı akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki cenk vukubulunca onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarlar. Ve onlara yükleriyle eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular. Ve Firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlara ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar. Ve İsrâîloğulları yüzünden korkuya düştüler. Ve Mısırlılar İsrâîloğullarını şiddetle işlettiler; ve şiddetle işlettikleri bütün işlerinde, tarlada her çeşit işte, harçta ve kerpiçte, ağır işle hayatlarını acı ettiler. Ve Mısır kralı, birinin adı Şifra ve öbürünün adı Pua olan İbranî ebelere söyledi ve dedi: İbranî kadınları için ebelik hizmetini yaptığınız ve onları doğurma iskemlesi üzerinde gördüğünüz zaman, eğer bir erkek çocuksa, onu öldüreceksiniz, fakat eğer kız ise o yaşayacaktır. Fakat ebeler Allah'tan korkarlardı ve Mısır kralının kendilerine emrettiğine göre yapmadılar ve erkek çocukları sağ bıraktılar. Ve Mısır kralı ebeleri çağırıp onlara, 'Niçin bu şeyi yaptınız ve erkek çocukları sağ bıraktınız?' dedi. Ve ebeler, Firavun'a: 'İbranî kadınları, Mısırlı kadınlar gibi değildir; çünkü onlar canlıdırlar ve ebe onların yanına gelmeden önce doğuruyorlar' dediler. Ve Allah ebelere iyilik etti ve kavm çoğaldı ve ziyadesiyle kuvvetlendiler. Ve vaki oldu ki ebeler Allah'tan korktuklarından, onları ev bark sahibi etti. Ve Firavun, bütün kavmine emredip dedi: Her doğan erkek çocuğu ırmağa atacaksınız ve her kızı sağ bırakacaksınız! [11]

Kitâb-ı Mukaddes'ten aktardığımız bu parçada anlatıldığı üzere Mısır kralı, İsrâîloğullarının çoğalıp düşmanlarıyla işbirliği edeceklerinden çekindiği için onların çoğalmasını önleyecek tedbirler almıştır.

Mısır'a ilk gelen İsrâîloğlu, Hz. Yûsuf idi. Bir köle olarak Mısır'a satılan, sonunda özgürlüğüne kavuşup başbakanlık makamına yükselen Yûsuf, ailesini de Ken'ân ilinden Mısır'a getirtip yerleştirmişti. İsrâîloğul*ları orada çoğaldılar. Sadece bir aile olarak Mısır'a giren İsrâîloğulları, Kitâb-ı Mukaddes'in ifadesine göre dörtyüz yıl ikametten sonra "çocuk*lardan başka, altıyüz bin kadar yaya erkekler olarak Ramses'ten Sukkot'a göç ettiler." [12] Ancak yetmiş kişi olarak Mısır'a gelmiş olan İsrâîloğullarının, dörtyüz yıl içinde çocuklar ve kadınlar hariç olmak üzere altıyüzbin erkek sayısına ulaşmış olmaları çok abartılı görünmektedir.

Bu yabancıların çoğalıp da Mısırlıların düşmanlarıyla birleşeceğinden kuşkulanan Mısır kralı (Firavun), onların çoğalmalarını önlemek için onları güç işler altında çalıştırdı. Buna rağmen yine İsrâîloğullarının çoğaldığını gören Firavun, İbranî ebelere, onların doğacak erkek çocuklarını öldürme*lerini emretti.

Sonuçta Firavun'un tedbiri, Allah'ın takdirine engel olamadı. İsrâîl-oğullarından binlerce çocuk öldürülmesine rağmen, yine onlar arasında doğup öldürülmekten kurtulan bir çocuk, annesi tarafından sandık içine konulup ırmağa atıldı. Sandık içinde ırmak boyunca gelen çocuğu, o sırada kıyıda bulunan Firavun'un ailesi alıp evlâd edindi. İşte bu çocuk Mûsâ idi. Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhîm soyundan gelir. Nesebi şöyle anılır: İbrâhîm, - ishâk, - Ya'kûb, - Lavi, - Kâhis, - Yasrih, - 'İmrân, -Mûsâ. Muhakkak ki Mûsâ ile İbrâhîm arasında daha birçok baba vardır ama bunlar en ünlüleri olabilir.

Firavun'un elinde büyüyen Mûsâ, sonunda peygamber olarak görev*lendirildi; İsrâîloğullarını Mısır'dan alıp Filistin'e götürmek istedi. Firavun ve adamları İsrâîloğullarını yakalamak için onları takibettiler. Fakat Allah'ın emriyle Mûsâ, mu'cizeli asâsıyla denize vurunca deniz ikiye ayrıldı. İsrâîloğullarının ardından denize girmiş olan Firavun ve askerleri, birinciler karaya ulaştıktan sonra denizin kapanmasıyla boğul-dular.

Bazılarına göre denizin İsrâîloğullarına açılıp Firavun'a kapanması, bir gelgit olayı da olabilir. Çünkü Kızıldeniz'deki Zakazik'de böyle gelgit olayları olağandır. Deniz açıldığı zaman insan deniz alanında yürüyebilir. İşte İsrâîloğulları böyle bir çekilme anında denizin kuzeyinden gelmişler, deniz alanına girip karşıya geçmişler, onların geçtiği yerden Firavun da denize girmiş, fakat o sırada tekrar uzanan sular, onu ve askerlerini boğ*muştur. Bu çekilme olayı, Allah'ın İsrâîloğullarına bir lütfudur.

Almanya'nın Hamburg kenti yakınlarında görmüştüm: Sabahleyin saat on sularında deniz takriben 4-5 km. kadar çekilmişti. Halk denizin çekildiği kumlar üzerinde geziniyordu. Öğleden sonra suların yavaş yavaş gelmeğe baş-ladığını gördük. Arkadaşlarım, acele etmemizi, suların birden bastırabi-leceğini söylediler. Gerçekten denizin çekilmesine aldanıp ileriye giden, iyi yüzme bilmeyen bazı kimselerin boğuldukları da olurmuş. Ancak:

Mûsâ 'ya, 'Değneğinle denize vur', diye vahyettik. (Mûsâ değneğiyle vurunca deniz) yarıldı, her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu." [13] âyetinde denizin, yarılıp yol açıldığı ve yolun iki tarafında denizin birer dağ gibi yükseldiği belirtiliyor. Bundan ilk akla gelen, denizin enlemesine yarılıp vâdî içinden geçen yol gibi, iki tarafta dağ gibi yükselen suyun ortasından yolun açılmış olduğudur. Fakat Kızıldenizin şimdi Süveyş Kanalı'nın başlangıcı olan boynuz kısmında deniz çekilince iki kıyı, birer dağ gibi

yükselir. Âyette " söylemiyle denizin bu dar yerindeki iki kıyı da kasdedilmiş olabilir.

Şayet olay böyle bir gelgit olayı ise bu, doğal bir şey iken bunun, İsrâîloğullarına Allah'ın bir ni'meti olarak anılmasının hikmeti nedir, sorusu akla gelebilir. Olayın bir mu'cize olmasını da inkâr etmeyiz. Ama eğer olay, denizin çekilme olayı ise Allah'ın, Musa'yı ve kavmini, tam denizin çekildiği ve geçmelerine elverişli olduğu bir zamanda geçirmesi; düş*manları da onların ardından girince denizin uzanma zamanı geldiği için uzanıp onları boğması elbette Allah'ın, İsrâîloğullarına büyük bir lütfudur. Allah'ın yardımı olmadan kullar bir şey yapamaz. İsrâîloğulları kıyıya vardıkları zaman şayet deniz çekilmemiş olsaydı, denize giremeyecekler ve kendi-lerine yetişmek üzere olan düşman tarafından yakalanacaklardı. Tam onlar geçtikten sonra denizin kapanması da yine Allah'ın onlara lütfü idi. Zira eğer onların geçme zamanına kadar deniz kapanmasaydı, yine İsrâîloğulları yakalanıp öldürülecekler veya fevkalâde ağır cezalara çarptırılacaklardı. Demek ki basit gibi görünen bu olayın böyle zaman-lanması, elbette Allah'ın büyük bir lütfudur. Başarıya ulaştıran O'dur.

İsrâîloğulları, Allah'ın yardımıyla denizden salimen geçip Firavun'un elinden kurtulduktan sonra putatapan bir toplumun yanına geldiler. Onların putlarını görünce buna heveslendiler, Musa'dan, onların tanrıları gibi kendilerine de bir tanrı yapmasını istediler. Mûsâ, onları kınadı. Düşünme*den hareket eden insanlar olduklarını, puta tapma inancının yıkılmaya mahkûm bulunduğunu söyledi. Allah, sizi âlemlere üstün kıldığı halde ben size O'ndan başka tanrı mı arayayım?" [14] dedi. Yani sizi âlemlere üstün kılan, size bu lütufları yapan Allah'tır, başka bir tanrı değil. Artık Allah varken, hiçbir yararı olmayan şeylere tapılır mı?

Bakara: 92/49'ncu âyette anlatılan İsrâîloğullarının çocuklarını öldürme işinin, Firavun'un adamlarına nisbet edilmesinden şu hükmü çıkarmışlardır: Firavun'un adam*ları, Firavun'un buyruğuyla İsrâîloğullarının çocuklarını öldürüyorlardı. Bu âyet, bir zâlimin emriyle birini öldüren me'murun, yaptığı işten sorumlu olduğunu kanıtlar. Kurtubî bu konudaki üç görüşü şöyle toplamıştır:

Şâfi'î'ye göre sultan, birine haksız yere bir adamı öldürmeyi emreder, me'mur da öldüreceği adamı mazlum olarak öldüreceğini bildiği halde öldürürse kaved (kısas) gerekir; bu durum, birini ortaklaşa öldüren iki katilin durumu gibidir. Şayet imam (sultan), me'muru öldürmeğe zorlar, me'mur zor karşısında öldürürse imamın öldürülmesi gerekir. Me'murun durumu ise ihtilaflıdır. Bir görüşe göre onun da öldürülmesi gerekir, diğer bir görüşe göre öldürülmez, ondan yarım diyet alınır. Fakat dediğini yapacak güçte olmayan birinin emriyle bir mazlumu öldüren kimse öldürülür, âmiri öldürülmez, sadece dövülür, hapsedilir. [15]

Bakara: 92/50'nci âyetin tefsirinde şu hadîs rivayet edilir: "Peygamber (s.a.v.) Medine 'ye geldiği zaman Yahudi*lerin Âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü. Onlara: Oruç tuttuğunuz bugün nedir? dedi.

Bu, Allah'ın, Musa'yı ve kavmini kurtardığı, Firavun'u ve kavmini de boğduğu büyük bir gündür. Mûsâ, o gün şükür için oruç tutmuştu. Biz de o gün oruç tutarız, dediler. Allah'ın Elçisi:

Benim Musa'ya yakınlığım sizden fazladır, deyip kendisi de o gün oruç tuttu ve o gün oruç tutmayı emretti."1

Bu rivayetten, Peygamber'in, Yahudilerin 'Âşûrâ günü oruç tuttuk*larını öğrenince kendisinin de oruç tuttuğu anlaşılırsa da yine Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği başka bir hadîste de 'Âşûrâ orucunun, câhiliyye dönemi Araplarında var olduğu anlaşılmaktadır: "Câhiliyye döneminde Kureyş, 'Âşûrâ günü oruç tutardı. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) de câhiliyye döneminde o gün oruç tutardı. Medine 'ye gelince yine o gün oruç tuttu ve o gün oruç tutmayı de emretti. Ramazan orucu farz kılınınca artık 'Âşûrâ günü oruç tutmayı bıraktı. Dileyen tuttu, dileyen tutmadı." [16]

Bilindiği üzre Aşûrâ günü, Muharremin onuncu günüdür. Ancak bu da kesin değildir. Şafiî'ye göre dokuzuncu, Saîd ibn el-Müseyyib, Hasan-ı Basrî, Mâlik ve seleften bir cemâate göre onuncu günüdür. İki tarafın da dayandığı rivayetler vardır. Herhalde bu ihtilâfı ortadan kaldırmak için İbn Abbâs'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Hem dokuzuncu, hem de onuncu günleri oruç tutun, Yahudilere benzemeyin. [17]

Tabii bu görüş, İbn Abbâs'ın kendi görüşüdür. Ona göre Peygamber (s.a.v.) yaşasaydı dokuzuncu günü oruç tutacaktı. Çünkü kendisi "Gelecek seneye kalırsam dokuzuncu günü oruç tutacağım"[18] demiştir. Bizim için önemli olan, Hz. Peygamber'in, sadece Muharremin onuncu günü oruç tutmuş olduğudur. Esasen bu oruç onun yeni getirdiği bir şey değil, Kureyş Araplarının eski bir geleneğidir. Hz. Âişe'nin biraz önceki rivayetinden, Câhiliyye Araplarında oruç ibâdetinin de bulunduğu anlaşılır. Aşûrâ orucu onlara Yahudilerden geçmiş olabilir. Ancak onlardaki oruç, sadece Aşûrâ orucundan ibaret değildi. Onlarda Ramazanda da oruç tutulurdu. Ancak Kur'ân-ı Kerîm, eski tevhîd dinlerinden kalmış olan Ramazan orucunu farz kılmış, diğer oruçlar hakkında bir hüküm getirmemiştir. Bunlardan Hz. Peygamber'in nafile olarak tuttuğu oruçlar sünnet olarak kalmıştır. [19]
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
TUĞÇE DENİZ AKIN (13. January 2010)
Alt 14. January 2009, 12:18 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.093
Tesekkür: 3.632
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

İsrâîloğullarının Egemen Olduğu Bölge:


136- Biz de onlardan öc aldık, onları denizde boğduk! Çünkü onlar, âyetlerimizi yalanlamışlardı ve onları umursamaz olmuşlardı. 137- Hor görülüp ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle donattığımız yerin, doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrâîloğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri yüzünden tam yerine geldi. Firavun'un ve kavminin yapageldiği şeyleri ve yükseltmekte oldukları sarayları (ve bahçeleri) de yıktık. (A'râf: 39/136-137)

25- Onlar geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler. 26- Ekinler, güzel makamlar! 27- Ve zevkü sefa sürdükleri nice nimetler! 28- İşte böyle oldu ve biz onları başka bir topluma miras verdik. 29-Onlara gök ve yer ağlamadı (kötü insanlar oldukları için hiç acıyan olmadı onlara). Ve kendilerine fırsat da verilmedi (Musa'nın ardından denize girdiler, boğulup gittiler). (Duhân: 64/25-29)

Bu âyetlerde Allah'ın, uslanmayan Firavun toplumundan öcünü aldığı, âyetlerini yalanlayan Firavun ve adamlarını suda boğup, ezilen İsrâîloğullarını da o toprağın doğusuna, batısına egemen kıldığı anlatılmak*tadır. İsrâîloğulları, sabırlarının ödülünü görmüşler, Firavun ve adamları da kibir ve gururlarının cezasını çekmişlerdir. Allah, onların evlerini, bahçelerini yıkıp harâbetmiştir. Onların mülkü başkalarının eline geçmiştir.

A'râf: 39/137'nci âyette o ülkenin doğularının ve batılarının İsrâ-îloğullarına verildiği bildirilmektedir. Bun*dan, İsrâîloğullarınrın, bütün Mısır toprağına egemen oldukları anlaşılabilir. Bu görüşte olan Reşîd Rızâ da, kıssanın kahramanı Firavun'un, Menfıtah olduğunu söyledikten sonra, İsrâîloğullarının egemen olduğu toprak hak*kında şöyle diyor:

"Bazı eski tarihlerde Hz. Musa'nın, Firavun'un hezimetinden sonra kavmiyle birlikte bir süre Mısır'a egemen olup orayı yönettiği yazılmıştır. Ünlü Yahûdî tarihçi Yosifus'un, Manisu'dan nakline göre Mısır Firavun'u, Mûsâ karşısında bozulunca Habeşistan 'a kaçmıştır. Mûsâ, onüç yıl Mısır'ı yönetmiş, daha sonra Firavun, oğlu ile birlikte büyük bir ordu ile gelip İsrâîloğullarını yenerek Mısır'dan Şam diyarına sürmüştür.

"Post'un, Kitâb-ı Mukaddes Kamus'unda (1/410), M. Ö. beşinci yüzyılda, Yunanlı tarihçi Herodot'un şöyle dediği yazılıdır: "Sisuters'in oğlu, on yıl kör oldu. Sebebi de şu idi: Şiddetli bir hava bozukluğu sonucu, Nil Nehrinin olağanüstü yükselmesi üzerine Firavun, mızrağını, dalgaları kabarmış suya attı.

Sisuters'in oğlu, İkinci Menfitah 'tır. Çıkış kahramanı Firavun budur. Herodot'un bu sözünü, Mûsâ zamanındaki Firavun'un boğulduğuna işaret sayarlar. Buna göre Firavun'un Nil'de boğulması gerekir.

Birinci rivayete göre Mûsâ, Firavun'un ardından onüç yıl Mısır'a egemen olmuştur. Bu iki rivayet, en eski ve en doğru rivayetlerdendir. Belki de konu hakkında yegâne rivayettir.

Herhalde Mısırlılar, bozgun üzerine Habeş kralından yardım istemiş*ler, ordu gönderilince Allah'ın emriyle Hz. Mûsâ, Mısır'dan ayrılmıştır. Mısırlılar da kralın boğulma olayını gizlemiş, onun Habeşistan'dan gelen ordu ile geri döndüğünü, Musa'yı bozguna uğratıp Mısır'dan sürdüğünü söylemişlerdir. Buna göre Çıkış, Tevrat'ta anlatıldığı biçimde Mısırlıların boğulmasının ardından değil, ondan birkaç yıl sonra olmuştur.

Şimdi Firavun'un Nil'de boğulması ve Musa'nın, Mısır'ı onüç yıl yönetmesi hakkındaki bu iki rivayet, Kur'ân'ın anlatımına uygun düşer. Çünkü Kur'ân, Tâhâ Sûresinin 38-39'ncu âyetlerinde: '(Musa'nın anne*sine) 'Onu sandığa koy, Yemm'e at, su onu sahile bıraksın... [20]diye vahyet-miştik' buyurulduktan sonra Mûsâ öyküsü anlatılıyor, sonunda da: "Fira*vun, askerleriyle onların ardına düştü, Yemm'den onları örten örttü'1 deniliyor. Bu iki âyetten, Musa'nın atıldığı su ile Firavun'un boğulduğu suyun aynı olduğu anlaşılıyor. Çünkü ikisi de Yemm adıyla anılmıştır.

"Kasas Sûresinin 49/7'nci âyetinde: 'Musa'nın annesine: 'Çocuğunu emzir, onun başına bir şey gelmesinden korkuyorsan, bir sandık içinde onu Yemm'e bırak...' denildikten sonra Mûsâ kıssasının bir kesiti anlatılıyor. Sonunda da: 'Biz o(Firavu)n'u ve askerlerini yakaladık, Yemm'e attık!

Bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu!' buyuruluyor. [21]Bu iki âyet de yine Musa'nın atıldığı su ile, Firavun'un boğulduğu suyun Yemm olduğunu bildirmektedir.

"Musa'nın atıldığı Yemm, Nil idi. O halde Firavun'un boğulduğu su da Fe/n/n(Nîl)'dir. Demek ki âyetler, şimdiye kadar bilinenlerin tersine, tarihî gerçeklere uygun düşmektedir." [22]

Mâide Sûresinde: "Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin, arkanıza dönmeyin, yoksa kaybedersiniz!" (110/21) buyuruluyor. A'râf: 39/137'nci âyetteki "Çevresini bereketli kıldığımız toprak" cümlesi, bu toprağın çok verimli bir toprak olduğunu anlatmaktadır. Bu sıfat, Arz-ı Mukaddes denilen Filistin bölgesine verilir. Bundan, İsrâîloğullarına va'de-dilen toprağın, bütün Mısır toprağı değil, Filistin olduğu anlaşılır. Hz. Musa'nın, bir süre için Mısır'ı yönetmiş olması da bu görüşe aykırı değildir. Hz. Mûsâ, Nîl'in doğusuna geçtikten sonra, bir süre Filistin'in batısındaki Mısır diyarını yönetmiş, sonra Filistin'i yerli Araplardan almak üzere doğuda Sînâ'ya geçmiş olabilir.

İşte yüce Allah, Firavun'un elinde bulunan, çevresi çok bereketli, çok münbit bu bölgeyi, Mûsâ komutasındaki İsrâîloğullarına vermiştir. Bundan dolayı Mûsâ kavmine: "Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin, arkanıza dönmeyin, yoksa kaybedersiniz! [23]demiştir.

Duhân: 64/32'nci âyette olduğu gibi bazı âyetlerde, İsrâîloğullarının, diğer insanlara tercîh edildiği, öteki uluslara üstün (egemen) kılındığı belirtilmektedir. Bu, Allah'ın, Musa'ya tâbi olan mü'min İsrâîloğullarına bir ikramıdır. Allah yoluna engel olan, insanların kanını emen, Kitâb-ı Mukaddes'in yolundan ayrılmış insanların, ilelebed Filistin'e egemen olacakları anlamına gelmez.

İsrâîloğullarının âlemlere üstün kılınması, süreklilik ifade etmez, Mûsâ dönemindeki bir olayı anlatır. Bu üstünlük, sadece Hz. Musa'ya tâbi oldukları o ilk zamanlara mahsustur. Sonsuzca üstünlük kasdedilme-miştir. Çünkü böyle bir şey hem sosyolojik kurallara, hem Allah'ın adaletine aykırıdır. Nitekim İsrâîloğulları, Musa'nın yolunu bırakıp şirke sapınca, buzağıya tapınca çeşitli azâblara çarptırılmışlar, meshe uğratılmışlar, daha sonraki dönemlerde uzun yıllar Bâbil 'de tutsak kalmışlardır. Her dönemde üstün olanlar ancak Allah'ın buyruklarına uyup en güzel biçimde hareket edenlerdir.

Allah, buyruklarını dinleyen mü'minleri yeryüzünde egemen kılar. Buyruklarını tutmayan, yasalarını çiğneyenlerin mülklerini ellerinden alıp başkalarına verir. Musa'ya tabi olan İsrâîloğullarına, Mûsâ Kitabıyla Arz-ı Mukaddes (Kutsal Toprak) verilmiştir. Ama O'nun yolundan ayrılanlara da azabının erişeceği bildirilmiştir. İnananlar bir bütündür. Mûsâ kavmin*den inananlar, îsâ kavminden inananlar veya Muhammed kavminden ina*nanlar aynı nurun etrafından kümelenmiş kardeşlerdir. Her dönemde bunlar, Allah'ın yardımıyla destekleneceklerdir. Ama Allah'ın gerçek yolundan çıkanlar azaba çarpılacaklardır. Kur'ân 'in anlatmak istediği, hangi peygam*berin ümmetinden olursa olsun, bütün inananların zafere ulaşacağı, çevre*lerine üstün geleceğidir.

Demek ki Kur'ân'in amacı herhangi bir milleti ötekilerden üstün veya onlara egemen kılmak değil, Allah'ın emirlerine uyanların zafere ulaşacaklarını vurgulamaktır. Kur'ân, Allah'ın yolundan ayrılan, O'nun buyruklarını çiğneyen İsrâîloğullarının da Kıyamete değin ezileceklerini, başlarına, kendilerini ezen insanların geleceğini söyler: "Nerede olsalar, onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur (ezilmeğe mahkûmdurlar). Meğer ki Allah'ın ahdine ve insanların ahdine sığınmış olsunlar. Allah'ın gazabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu (yoksulluk içinde ezil*diler). Böyle oldu, çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı ve çünkü isyan etmişlerdi, haddi aşı*yorlardı., [24]"Rabbin, 'Elbette tâ Kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler gönderecektir!' diye ilân etmişti. Şüphesiz Rabbin çabuk ceza verendir ve O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." [25]

İsrâîloğullarının hayatı hakkında burada ve diğer sûrelerde anlatı*lanlar, Kitâb-ı Mukaddes'in Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye Kitâblarında daha uzun olarak geçer. Kur'ân'in anlattıkları, özetle Kitâb-ı Mukaddes'in anlattıklarına uyar. Ancak Kitâb-ı Mukaddes'te bir tarih üslubuyla çok uzun anlatılan bu olaylar, Kur'ân'da ana çizgileriyle ve öğüt üslubuyla anlatılmaktadır. [26]
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
TUĞÇE DENİZ AKIN (13. January 2010)
Alt 14. January 2009, 12:19 PM   #4
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.093
Tesekkür: 3.632
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

İsrâîloğullarının Altın Buzağıya Tapması:


kavmi, kendisin(in, Rabbi ile mülakata gitmesin)den sonra kendilerinin zinet ta*kımlarından yapılmış, böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tanrı diye) benimsediler. Görmediler mi ki o, ne kendilerine söz söylüyor, ne de onlara yol gösteriyor? Onu benimsediler ve zâlimler(den) oldular. 149-Ne zaman ki (pişmanlıklarından ötürü) başları elleri arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını gör(üp anla)dılar, dediler ki: "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, elbette ziyana uğra*yanlardan oluruz!" 150- Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün bir halde dönünce: "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız? Rabbinizin emrini (bek-lemeyip) acele mi ettiniz?" dedi, levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): "Anamın oğlu, dedi, bu insanlar beni hırpaladılar, az daha beni öldürüyorlardı. (Ne olur) Düş*manları üstüme güldürme, beni bu zalim kavimle beraber tutma!" 151-(Mûsâ): "Rabbim, dedi, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin içine sok, merhametlilerin en merhametlisi sensin!" 152- Buzağıyı (tanrı diye) benimseyenlere, muhakkak Rablerinden bir öfke ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir! İşte biz iftiracıları böyle cezalandırırız. 153- Ama kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlar(a karşı), muhak*kak ki Rabbin, o(tevbe ve ima)ndan sonra, elbette bağışlayan, esirgeyendir. (A'râf: 39/148-153)

Hz. Mûsâ, kavmini kurtarıp Filistin'e getirdikten sonra, Allah'ın buyruğu ile Tûr-i Sînâ'ya çekilmiş, orada kırk gün kalıp gece gündüz ibâdetle meşgul olmuştu. Bu ibâdet ile ruhsal olgunluğunu tamamlamış, Allah'ın bizzat hitabını işitmiş, kendisine Tevrat levhaları verilmişti. Fakat Musa'nın Tur'da bulunduğu sırada toplumu, kuyumcu Sâmirî'nin yaptığı altun buzağıya taptı. Kavminden bazıları, Musa'nın yerine vekil bıraktığı Harun'un sözünü dinleyip tevhîdden ayrılmamıştı ama diğerleri altun buzağıya tapınışlardı.

Mûsâ döndüğü zaman kavminin durumuna esef etmiş, "Ardımdan ne kötü davrandınız!" demiş, öfkesinden elindeki Tevrat levhalarını yere atmış, kavminin sapmasına engel olmadığı için kardeşi Harun'un başından tutup çekmiş. Fakat kardeşinin, kabahatli olmadığını, düşmanları üstüne güldürmemesini, kendisini zâlimlerle bir tutmamasını söyleyip özür dile*mesi üzerine onu bırakıp hem kendisi, hem de kardeşi için Allah'tan af ve mağfiret dilemiştir.

152-153'ncü âyetler, kıssadan ders vermekte, altun buzağıya tapanların, Allah'ın gazabına uğrayacakla*rını, perişan olacaklarını, iftiracıların cezalandırılacağını, günâhlarının ar*dından tevbe edip inananların da affedileceğini bildirmektedir.

Tâhâ Sûresinde İsrâîloğullarını kimin kandırıp altun buzağıya tap*mağa yönelttiği anlatılmaktadır:

"Seni kavminden çabucak ayrıl(ıp gel)meğe sevk eden nedir? (Niçin onları hemen bırakıp geldin) ey Mûsâ?" (dedik). 84- Dedi: "Onlar benim arkamdan geliyorlar, Ya Rabbi razı olasın diye sana çabuk geldim." 85- (Allah): "Biz senden sonra kavmini sınadık. Sâmirî onları saptırdı." dedi. 86- Bunun üzerine Mûsâ, çok kızgın ve üzüntülü bir halde kavmine döndü: "Ey kavmim, dedi, Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmamış mıydı? (Ayrılış) Süre(m) mi size uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini mi istediniz ki, bana verdiğiniz sözden caydınız (beni izleyip gelmediniz)" 87- Dediler ki: "Kendi malımızı harcamak sureti ile senin sözünden çıkmadık. Fakat o milletin (yani Mısırlıların) süs(eşyas)ından bize yükletil(ip taşıtıl)mıştı. Onları (ateşe) attık. Aynı şekilde Sâmirî de attı." 88- Onlara, böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Dediler ki: "Bu sizin de tanrınız, Musa'nın da tanrısıdır, fakat o unuttu." 89- Onlar görmüyorlar mı ki o (buzağı) ken*dilerine bir söz söyleyemez; ne bir zarar, ne de yarar veremez? 90-Önceden Hârûn, kendilerine: "Ey kavmim, andolsun siz bununla sınandınız. Rabbiniz, o çok esirgeyen(Allah)dır. (Gelin) siz bana uyun, emrime itaat edin!" demişti. 91- (Hayır,) Dediler: "Mûsâ bize dönünceye kadar buna tapmaktan vazgeçmeyeceğiz!" 92- (Mûsâ) "Ey Hârûn, onların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu (da önlemedin)?" dedi. 93- "Neden bana uymadın (niçin benim yolumu takibetmedin, benim yaptığım gibi onların sapmalarına mani olmadın)? Emrime karşı mı geldin?" dedi (ve kardeşinin sakalından tutup çekmeğe başladı). 94- (Hârûn, kardeşini yu*muşatabilmek için): "Ey anamın oğlu, dedi, sakalımı, başımı tutma. Ben senin İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın diye*ceğinden korktum (da onun için idare yoluna gittim)." 95- (Bu defa Mûsâ, Sâmirî'ye döndü): "Ey Sâmirî, ya senin kastın nedir (nedir bu yaptığın senin)?" dedi. 96- (Sâmirî): "Ben dedi, onların görmediklerini gördüm. Elçinin eserinden bir avuç alıp attım; nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi." 97- (Mûsâ): "(Defol!) Git, dedi. Artık hayat boyunca sen: 'Bana dokunmayın!' diyeceksin; sana va'dedilen bir ceza var ki ondan asla şaşırılmayacaksın (mutlaka o cezanı tam zamanında bulacaksın). Şimdi durup taptığın tanrına bak. Biz onu yakacağız, sonra onu ufalayıp denize savuracağız. 98- Tanrınız ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır." (Tâhâ: 45/83-98)

Hz. Mûsâ, Firavun'un helakinden sonra otuz gece Rabbine ibâdet etmeyi adamış, yerine kardeşi Harun'u bırakarak Tûr'a gelmiş, orada ibâdete çekilmiş, otuz geceyi de kırka tamamlamıştır. Allah, huzurunda ibâdetle meşgul bulunan Musa'ya, niçin hemen kavmini bırakıp çabucak geldiğini sormuş; o da kavminin, ardından gelmekte olduğunu; Rabbi memnun etmek için çabucak O'nun huzuruna koştuğunu söylemiştir. Allah da Musa'ya, kendisinden sonra kavmini sınadığını, Sâmirî'nin onları yoldan çıkardığını bildirmiştir. Durumu öğrenen Mûsâ, esefle kavmine gelip: "Ey Kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmamış mıydı? (Ayrılış) Süre(m) mi size uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini mi istediniz ki, bana verdiğiniz sözden caydınız (beni izleyip gelmediniz) ? " demiş.

İsrâîloğulları, özür dileme tarzında bu buzağıyı kendi mallarından değil, Mısırlılardan emanet alıp getirdikleri zînet eşyasından yaptıklarını söylemişlerdir. Mısır'dan kaçacakları sırada Mısırlılardan zînet eşyası, yardım almışlar, bunları beraberlerinde getirmişlerdi. Bu husus, Çıkış Ki*tabının ll'nci babında şöyle ifade ediliyor: Allah, Musa'ya: "Şimdi kavmin kulaklarına söyle ve her adam kendi komşusundan, ve her kadın kendi komşusundan, gümüş şeyler ve altın şeyler istesin. Ve Rab Mısırlıların gözlerinde kavme lütuf verdi. Mûsâ da Mısır diyarında, Firavun'un kulla*rının gözünde ve kavmin gözünde çok büyük adamdı. [27]

Başkasının malını almanın günâhından kurtulmak için Sâmirî'nin teşvikiyle bunları ateşe atmışlar, Sâmirî de kendi elindekini atmış ve bu altun ve gümüş eşyayı eritip, havanın girmesiyle ses çıkaran bir buzağı heykeli yapmıştır. İbn Abbâs'ın rivayetine göre Sâmirî, buzağıyı o şekilde yapmış ki heykelin ardından giren rüzgâr, ağzından ses çıkarıyormuş. İsrâîloğullarına: "İşte sizin de, Mûsâ 'nm da tanrısı budur, fakat o unuttu" demiş. 88'nci âyetin sonundaki fi'linin zamîri Musa'ya da, Sâmirî'ye de gidebilir. Birinci takdirde unutan Mûsâ, ikinci takdirde Sâmirî'dir. Yani Sâmirî, "İşte sizin de, Musa'nın da tanrısı budur, dedi de (Allah'ın birliğini veya Musa'ya verdiği sözü) unuttu" demektir.

Tâhâ: 45/89'ncu âyette kendilerine bir söz söylemeyen, yanıt vermeyen, bir zarar ve yarar vermekten âciz olan şeyin tanrı olamayacağını anlamayanlar kınanıyor. 90-91 'nci âyetlerde Harun'un, onları uyardığı, sapıklığı bırakıp kendi buyruğuna uymalarını söylediği halde onların, Mûsâ dönünceye dek buzağıya tapmağa devam edeceklerini söyledikleri anlatılmaktadır.

:92-94'ncü âyetlerde kavmine dönmüş olan Mûsâ'nın, önce kardeşi Hârûn 'u azarladığı, Hârûn 'un ise Musa'yı yumuşatmak için: "Ey anamın oğlu, dedi, sakalımı, başımı tutma. Ben senin İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın diyeceğinden korktuğum için bunların üstüne gitmedim." dediği anlatılır.

: 95-98: Hz. Mûsâ, Sâmirî'ye neden böyle yaptığını sormuş. Sâmirî de başkalarının bilmediği, yahut görmediği bir şeyi bildiğini veya gördüğünü, Elçinin eserinden bir avuç alıp attığını, nefsinin kendisini bu yöne yönelttiğini söylemiştir. Hz. Mûsâ da ona, artık aralarından çıkıp gitmesini, hiç kimsenin kendisiyle ilişki kurmayacağını, tek başına yaşayıp süresi dolunca öleceğini, dünyâdaki bu toplum dışına atılmadan ayrı olarak âhirette de azaba uğrayacağını, yapmış olduğu tanrısını da yakıp külünü denize savuracağını söylemiş ve İsrâîloğullarına, Tanrılarının kendisinden başka tanrı olmayan Allah ol*duğunu vurgulamıştır.

Öykünün son dizisini oluşturan bu âyetler özetle Çıkış Kitabının 16, 17 ve 32'nci bablannda anlatılanlara uyar. Ancak 32'nci babda altun buzağıya taptıranın, Hârûn olduğu anlatılır. Orada kavmin talebi üzerine altun buzağı heykelini yapan, Musa'nın kardeşi Harun'dur. Kur'ân-ı Kerîm, bu zâtın Sâmirî olduğunu söylüyor. Muhakkak ki Kur'ân'ın indiği çağda buzağı heykelini yapanın Sâmirî olduğunu söyleyen Kitâb-ı Mukaddes nüshaları vardı. Yahut Kur'ân, Mûsâ ile birlikte Allah'ın birliği inancını yerleştiren bir peygamberi, buzağı heykeli yapıp kavmi ona taptırması iftirasından tenzîh etmektedir. Çünkü bu bir çelişkidir, hattâ hiyânettir. Peygamberler hiyânetten münezzehtirler. Muhakkak ki bu tür söylemler, insanlar tarafından Tevrat'a yapılmış katmalardır. Tevrat'ta peygamberler hakkında kullanılan çelişkili, yakışıksız ifadeler Kur'ân-ı Kerîm'de ayık*lanmıştır.

Sâmirî adı, Arapçaya girmiş yabancı bir isimdir. İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir habere göre Sâmirî, öküze tapan bir kavimden idi, İsrâîloğullarına kendisini müslüman göstermişti. Başka bir rivayete göre de Kirman'lı, ya da Samerrâ'lı idi. [28]Bunun yanında onun, Yahûdî olduğu rivayeti de vardır.

Hz. Peygamber zamanında Şam yöresinde Mûsâ dînine bağlı, Sâmirîler diye tanınan kimseler vardı. Sâmirî, çok eskiden Sâmir, yahut Şamir diye bilinen bir bölgedir. Bugünkü Nablus yakınlarında bulunan bu bölgenin eski adı Sekim'dir. Ya'kûb ve oğullan, Mısır'a gitmezden önce Sekim bölgesinde otururlardı.

Sâmirî'nin bu bölge ile bir ilgisi olup olmadığını bilmiyoruz. Mı*sır'daki Ya'kûb oğullarından bir kısmı, anayurtları olan bu bölgeye nisbetle Sâmirî adıyla çağrılmış olabilirler. [29]

Müfessirlerin anlattıklarına göre Sâmirî, denizin yarılması sırasında veya Musa'yı Tûr'a götürmek için geldiği sırada Cebrâîl'i at üzerinde görmüş, onun atının bastığı yerden bir avuç toprak alıp saklamış, taptığı buzağı heykelinin hamuruna bu toprağı atınca, ses çıkaran bir heykel olmuş. İşte Sâmirî'nin: "Elçinin eserinden bir avuç aldım" sözündeki elçi, Hz. Cebrail'dir.

Ebû Müslim'e göre ise âyetteki elçi ile Cebrail'in kasdedildiğine dair bir işaret ve delîl yoktur. Elçi sözüyle Musa'yı kasdetmiş olan Sâmirî, Musa'ya şunu demek istemiştir: "Sizin görüşlerinizin ve sözlerinizin bir kısmının doğru olmadığını anladım. Onun için Elçinin, yani Musa'nın eserinden, yani sünnet ve şerîatinden bir kısmını kaldırıp attım. Nefsim bana böyle yapmayı önerdi."

Çoğunluğun görüşüne aykırı olmakla beraber Râzî bu yorumu gerçeğe daha yakın görmektedir. [30]Tabii eğer olay, orijinal olarak Kur'ân'da anla*tılmış olsaydı, bu yoruma hak verilebilirdi. Ama olayın aslı Tevrat'tadır. Şimdi bu konuda Tevrat'ın anlattıklarını gözden geçirelim:

"Ve dağdan inmek için Musa'nın geciktiğini kavim görünce, kavim, Harun'un yanına toplandı ve ona dediler: Kalk, bizim için ilâh yap, önü*müzden gitsinler; çünkü Musa'ya, bizi Mısır'dan çıkaran bu adama, ne oldu bilmiyoruz. Ve Hârûn onlara dedi: Karılarınızın, oğullarınızın ve kızlarınızın kulaklarındaki küpeleri kırıp çıkarın ve onları bana getirin. Ve bütün kavim kendi kulaklarındaki altun küpeleri kırıp çıkardılar ve onları Harun'a getirdiler. Ve onu ellerinden aldı ve oymacı aletiyle ona biçim verdi ve onu dökme bir buzağı yaptı. Ve dediler: Ey İsrâîl, seni Mısır diyarından çıkaran ilâhların bunlardır...

"Ve Rab Musa'ya dedi: Git, aşağı in; çünkü Mısır diyarından çıkar*dığın kavmin bozuldu; onlara emrettiğim yoldan çabuk saptılar; kendileri için dökme bir buzağı yaptılar ve ona secde kıldılar...

"...Ve vaki oldu ki ordugâha yaklaşınca buzağıyı ve oyunlarını gördü; ve Musa'nın öfkesi alevlendi ve elinden levhaları attı ve dağın eteğinde onları kırdı. Ve yaptıkları buzağıyı aldı ve ateşte yaktı ve toz oluncaya kadar ezdi ve suyun yüzüne saçıp İsrâîloğullarına içirdi.

"Ve Mûsâ Harun'a dedi: Bu kavim sana ne yaptı ki onun üzerine büyük suç getirdin? Ve Hârûn dedi: Efendimin öfkesi alevlenmesin; kavmi sen bilirsin, o kötülüğe amadedir. Çünkü bana dediler: Bizim için önü*müzden gidecek ilâh yap; çünkü Musa'ya, Mısır diyarından bizi çıkaran bu adama ne oldu, bilmiyoruz. Ve onlara dedim: Kimlerde altın varsa kırıp çıkarsınlar; ve bana verdiler ve onu ateşe attım ve şu buzağı çıktı..." [31]

Görülüyor ki olayın aslı Tevrat'tadır. Şimdi eğer bu parça aynen Tevrat'ta var idiyse ve Kur'ân da ibret için orada olanı, peygamberlerin şanına yakışmayan ifadelerden ayıklayarak anlatmışsa, Ebû Müslim'in yorumu pek uygun olmayabilir. Yalnız şu da var ki mevcut Tevrat'ta buzağıyı yapanın, bunu elçinin izinden (veya eserinden) alıp atarak yaptığı ifadesi yoktur. Muhakkak ki Peygamber dönemindeki nüshada veya Tevrat tefsirlerinde bu kayıt vardı. Böyle olduğuna göre Ebû Müslim'in yorumu, yabana atılacak bir yorum değildir. Çünkü Cebrâîl 'in atının izinden toprak alıp heykele katmakla böğüren bir buzağı yapılacağı yorumu da tutarlı görünmüyor. Çünkü melek olan Cebrail'in atı da ruhanîdir, onun rûhânî atının izi olmaz, ve o izden toprak da alınmaz. Ayrıca o rûhânî izden putçuluk değil, hayır işler hasıl olur. Gerçeği Allah bilir.

Bu olaya Bakara Sûresinde de işaret edilir:

51- Mûsâ ile kırk gece için sö'zleşmiştik, sonra siz onun ardından buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz, (kendinize böylece) zulmedi*yordunuz. 52- Bundan sonra da yine belki şükredersiniz diye sizi affetmiştik. 53- Yola gelesiniz diye Musa'ya Kitâb ve Furkân (gerçekle batılı birbirinden ayıran ölçü) vermiştik. 54- Mûsâ kavmine demişti ki: "Ey kavmim, sizler, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz; gelin Yaratıcınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün. Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. (Bu suretle O), sizin tevbenizi kabul buyurmuş olur. Çünkü O, öyle bağışlayıcı, öyle merhametlidir. (Bakara: 92/51-54)

Musa'nın Tûr'da kırk gecelik ibâdeti esnasında kavminin buzağıya tapmış olmasına işaret eden bu âyetlerde farklı olan husus, kavminin yaptığına son derece öfkelenen Musa'nın, onlara: "Haydi Yaratıcınıza tevbe edin, kendinizi öldürün!" demiş olmasıdır. Bu "Kendinizi öldürün" ifadesine üç anlam verilmiştir:

1) İsrâîloğullarının tevbesi, birbirini öldürmek şeklinde idi. Eline kılıcı alan herkes, baba oğul demeden rastladığını öldürürdü. Fakat böyle bir durumda geriye katillerden başkası kalmaz, toplum mahvolup giderdi.

2) İbn Abbâs'a dayanan ikinci yoruma göre Hz. Mûsâ, buzağıya tapanları Allah'ın emriyle oturtmuş, tapmayanlar da ellerine hançerleri almışlar; zifiri karanlık olunca birbirlerini öldürmeğe başlamışlar. Karanlık açılıncaya kadar yetmiş bin kişi öldürülmüş. Öldüren de, öldürülen de affedilmiş. [32]

Tevrat'ta buzağıya tapanlar hakkında şöyle deniliyor: "İsrail'in Al*lah'ı Rab şöyle dedi: Herkes kılıcını beline kuşansın ve ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün. Ve Levi Oğulları, Musa'nın söylediği gibi yaptılar ve o kavimden üç bin adam kadar düştü." [33]

Âyette, Tevrat'ta anlatılan bu olaya işaret edildiğini sanıyoruz. As*lında bu olay, peygamberlerinin sözünü dinlemeyen Yahûdîler arasında birliğin bozulduğuna, çıkan iç savaşta kavmin birbirlerini vurduğuna, kardeşin kardeşi öldürdüğüne işarettir. Bu iç savaşta birçok insan öldükten sonra nihayet Peygamber'in müdâhelesi sonunda barış sağlanmış, toplum tekrar birlik ve dirliğe dönmüştür.

3) Üçüncü mânâ ise tasavvuf! mânâdır. Mutasavvıf müfessirlere göre "Kendinizi öldürünüz" ifadesi, daha derin bir anlam taşımaktadır. Buradaki öldürmekten maksat, görünür bedeni öldürmek değil, nefsin şehvetlerini, kötü duygularını, bencilliğini öldürmektir. Bedeni değil, nefsi, yani insanın egosunu, bencilliğini öldürmektir. Nefis öldürülünce, onun kötü duyguları yok edilince rûh düzelir, insan ruhu vesveselerden kurtulup yücelir. İşte âyetin kasdı, insanı kötülüklere sevk eden bayağı duyguları, nefsin alt güçlerini yok etmektir.

Kuşeyrî, Letâifu'l-İşârât adlı işârî tefsirinde şöyle diyor:

"İsrâîloğullarının tevbesi açıkça nefislerini öldürmek şeklinde idi. Bu ümmetin tevbesi ise gizlice (ma'nen) nefsi öldürmek şeklindedir. Allah'a yönelmenin ilk basamağı, nefisten çıkmaktır.

"Bazı insanlar, İsrâîloğullarının tevbesinin daha zor olduğunu sanmışlardır. Oysa gerçek, onların sandıkları gibi değildir. Çünkü onların tevbesi, nefsi bir kez katletmekle biterdi. Ama bu ümmetin seçkinleri, her ân nefsi öldürmekle meşguldürler. Bundan dolayı:

'"Asıl ölüm, bir kez ölüp, rahata kavuşan kimsenin ölümü değildir. Gerçek ölüm, sağların ölümüdür.' demişlerdir.

"Gerçekte nefsi öldürmek: nefsin dürtülerinden, gücünden, herhangi bir nefis belirtisini görmekten uzak durmak; nefsin arzu ve isteklerini yüzüne çarpmak, onun yönetiminden çıkmak; bütün işleri tamamen Allah'a teslîm etmek; nefsin seçiminden ve irâdesinden soyunmak, bütün nefis izlerini silmektir. Böyle olduktan sonra şeklin (beden görüntüsünün) kal*masında bir zarar yoktur, artık o, gerçekte var sayılmaz. [34]

92- Andolsun Mûsâ, size açık deliller getirmişti, sonra onun ardından tuttunuz, buzağıya taptınız; siz öyle zâlimlersiniz işte! 93- Bir zaman üzerinize Tûr(dağın)ı kaldırıp sizden kesin söz almıştık: "Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin!" (demiştik). "Dinledik ve isyan ettik." dediler. İnkârlarıyla kalblerine buzağı sevgisi içirildi. De ki: "Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor!" (Bakara: 92/92-93)

Bu âyette de Allah'ın, İsrâîloğullarından mîsak aldığı, Dağı başlarının üstüne kaldırıp "Size verdiklerimi kuvvetle tutun (uygulayın), sözlerimi dinleyin (buyruklarıma itaat edin)" dediği, fakat onların "İşittik, isyan ettik" dedikleri, küfürleri yüzünden kalblerine buzağı sevgisi içirilmiş (içlerine putperestlik sinmiş) bulunan İsrâîloğullarının, itaate söz verdikleri halde sanki "İşittik isyan ettik" demişçesine ters davrandıkları belirtilmekte ve şayet inanıyorlarsa -ki böyle iman olmaz- bu imanlarının, kendilerine ne kötü şeyler emrettiği sorulmaktadır. Yani sor onlara: Bu ne biçim imandır ki sizi kötü yollara yöneltiyor. İmanın iyiye yöneltmesi gerekir, davranışlarıyla sanki Dağın kaldırılması olayına sebebolduklarına işaret edilmektedir.

Bu âyetlerde davranışları kınanan İsrâîloğulları, Hz. Musa'ya inan*mayan değil, fakat inanmış görünen halktır. Bunlar görünürde Kitaba inandıklarını söyler, "İşittiğimiz Kitabın buyrukları başımızın üstüne" derler ama, gerçekte onun buyruklarına uymazlar. Onu gereğince uygula*mazlar. Sözleriyle itaat ettiklerini söyleyenler, davranışlarıyla sanki "İşittik, duyduk itaat ettik, baş üstüne" değil de "İşittik, sözlerini dinlemiyoruz, bunlara uymayacağız" demiş gibi olurlar.

Bu âyetteki kalblerine buzağı (sevgisi )içirildi"

cümlesi, Kur'ân'ın eşşisz isti'ârelerinden biridir, bir şeyin başka bir şeye karışması, ya da içirmek anlamına gelir. Ayette, buzağı sevgisinin, suyun bedene karışması gibi tapanlarının gönüllerine akıp can*larının her zerresine karıştığı ifade edilmektedir. [35]
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
TUĞÇE DENİZ AKIN (13. January 2010)
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
oğulları, İsrail

Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 06:22 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam