![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
Bu pasajdaki ayetlerin inişi ile ilgili şöyle bir nakil söz konusudur:
“Beytin [Kâbe’nin] yanında üç kişi bir araya geldi. İkisi Kureyşli, birisi Sakifli ya da ikisi Sakifli, birisi Kureyşli idi. Bunların kalplerinin anlayış ve kavrayışı kıt, karınlarının yağı çoktu. Onlardan birisi: “Görüşünüz nedir? Allah bizim söy*lediğimizi duyar mı?” dedi. Diğeri de: “Eğer yüksek sesle konuşursan duyar, gizli konuşursan duymaz” dedi. Ötekileri de: “Eğer yüksek sesle konuştuğumuzu du*yuyor ise, gizli konuştuğumuzu da duyar” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Siz kulaklarınız, gözleriniz, derileriniz aleyhinizde şahitlik eder diye giz*lenmiyordunuz" âyetini indirdi.” (Razi; el Mefatihu’l Gayb; Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l Kur’an) Onlar, insanlardan gizlenmek isterler de Allah'tan gizlenmek istemezler. Halbu ki O [Allah], onlar O’nun sözden razı olmadığı şeyleri gece kurarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır. (Nisa/108) 24- Şimdi eğer onlar sabrederlerse [şirki, yalanlamayı sürdürürlerse], artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer özür bildirmeye çalışsalar, onlar, özrü kabul edilecek kimseler değildirler. Bu ayette, şirk ve yalanlamada ısrarcı olanların yerinin ateş olduğu bildirilmektedir. Ne yapsalar artık çaresi yoktur. Ayetteki “Şimdi eğer sabrederlerse” ifadesi müşriklere yöneliktir. “Eğer şirkte, küfürde, yalanlamada ısrarcı olurlarsa” demektir. Sabrı biz hep mümin sıfatı olarak anlamaktayız. Hâlbuki sabır, iyi ya da kötü, her ne olursa olsun, ona sebat etme, direnme demektir. Bu ayetin bir benzeri de Bakara suresindedir: İşte onlar, hidayet karşılığı sapıklığı, bağışlanma karşılığı azap satın alan kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar! (Bakara/175) 25- Ve Biz onlara bir takım karînleri [yakınları, İblislerini] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinn ve insten [herkesten], kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan “Söz” onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. Bu ayette cehenneme gidenlerin bu duruma düşmelerinin ana nedenleri açıklanmıştır. Onlar Allah’ın açık uyarılarına rağmen İblis’in, kötü arkadaşların iğvalarına, telkinlerine uymuşlar, tüm kötü şeyleri iyi görmüşler, Allah’ın mesajlarına kulak vermemişlerdir. Her ne yaptılarsa, hepsini de ölçmeden, tartmadan, tefekkür etmeden yapmışlardır. Ve her kim Rahman’ın zikrinden körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için karindir [yaştaştır, yandaştır]; ve şüphesiz ki onlar [karinler], onları [körleşenleri] Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. (Zuhruf/36, 37) İnsanların bu “karîn”lerden kurtulması şuna bağlıdır: ([İblis) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım; ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna...” dedi. (Sad/82, 83) O [Allah] dedi ki: "Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” -Ve şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.- Şüphesiz ki, Benim kullarım; senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” -Vekil olarak da Rabbin yeter.- (İsra/63- 65) Ayetteki “Cinn ve insten [herkesten], kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan Söz onların üzerine hak oldu” ifadesinde konu edilen “Söz”, Rabbimizin “Elbette cehennemi insten ve cinden; hepsinden dolduracağım” ilkesidir. Bu konudaki detay daha evvel Kaf ve Ya Sin surelerinin tahlilinde verilmişti. (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s.110, 111 ve c.3, s. 264, 265) 26 – Ve inkâr eden kimseler: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin, üstün gelmeniz için onda anlamsız şeyler çıkarın [gürültüye getirin]” dediler. Bu ayette, Kur’an’dan etkilenen kişilerin müslüman olmalarına tahammül edemeyen müşrikler ve Kur’an’a karşı aldıkları tavırdan bahsedilmektedir. Bunlar, mesajının dinleyenler üzerindeki etkisini bildiklerinden dolayı çevrelerindekileri Kur’an’dan uzak tutma planları yapan kimselerdir. Çünkü biliyorlardı ki, Kur’an hem lafız, hem de mana bakımından mükemmel bir sözdür; öyle ki, tüm mesajları dinleyenleri rüşde götürüyor, zihinleri açıyordu. Öyleyse ne yapıp edip dinlenilmemesini sağlamalı, anlaşılmasını engellemeliydiler. Aksi halde hükümranlıklarının bitmesi kesindi. Bu nedenle, nerede Kur’an okunsa hemen seslerini yükseltmeye ve hurafeler, masallar anlatarak, ıslık çalarak, el çırparak, bağırarak çağırarak, yalan yanlış şiirler okuyarak, batıl sözler söyleyerek, gürültü, patırtı yaparak Kur’an’ın anlaşılmasını engellemeye karar verdiler. Dikkat çeken bir diğer husus da, bu azgınların Elçi’ye değil, Kur’an’a tavır almış olmalarıdır. Onlar da biliyorlardı ki, bu din kişiye değil Allah’a aittir. Müşriklerin okunmakta olan Kur’an hakkındaki bu olumsuz tavrına mukabil, müminler onu iyi anlamak için Allah’ın sözlerine derhal kulak vermelidirler: Ve esirgenmeniz için Kur’ân okunduğu zaman hemen ona kulak verin ve susun. (A’raf/204) 27 – Artık Biz, mutlaka, inkâr etmiş kimselere şiddetli bir azap tattıracağız. Ve mutlaka onlara yaptıkları amellerin en kötüsünü karşılık olarak vereceğiz. 28 - İşte bu, Allah'ın düşmanlarının cezasıdır; ateştir. Ayetlerimizi bile bile inkâr eden kimseler olduklarına ceza olarak, onlar için orada ebedîlik yurdu vardır. Bu ayetlerde müşrikler çok açık ifadelerle tehdit edilmektedir. Bu tehdit ve korkutma inkârcılıktan vazgeçmelerini sağlamaya yöneliktir. Ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre, bu kimselerin şiddetle cezalandırılacak olmaları, Allah’ın ayetlerini bile bile, inat olsun diye inkâr etmiş olmalarından dolayıdır. Bu tehdidi bir önceki ayetle irtibatlandırarak şöyle anlayabiliriz: İnsanların doğru yolu bulmasını engellemek için her türlü yola başvurmak, bu yalanlayıcıların şiddetli bir azap ile cezalandırılacak olmalarının temel nedenidir. Üstelik uğrayacakları bu ceza onların en kötü amellerinin ayarında olacaktır. Çünkü onlar Allah’ın düşmanıdırlar, Allah’a düşmanlık etmişlerdir. Cehennemde de ebedi olarak kalacaklardır. Allah düşmanlarının konu edildiği başka ayetler de vardır: Kim ki, Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibril’e, Mikâl’e düşman olursa Bilsinki, Şüphesiz Allah da, inkarcılara düşmanıdır.” (Bakara/98) Ey iman etmiş kimseler! Benim düşmanımı ve sizin düşmanınızı veliler edinmeyin. Onlar, size haktan gelen şeyleri inkâr ettikleri halde, siz onlara sevgi ulaştırıyorsunuz. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Elçi’yi ve sizi çıkarıyorlar. Eğer Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, onlara sevgi mi gizliyorsunuz? Oysa Ben sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri bilirim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun doğrusundan sapmıştır. Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, sizin için düşman olacaklardır, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatacaklardır. Ve onlar ‘keşke inkâr etseniz” istemektedirler. (Mümtehıne/1, 2) Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir. (Fussılet/40) 29 – Ve o küfretmiş olan kişiler: “Rabbimiz! Cinn ve insten [bildiğimiz, bilmediğimiz herkesten] bizi doğru yoldan saptıranları bize göster. Onlar en aşağıdakilerden olsunlar diye biz onları ayaklarımızın altında kılalım” dediler. Bu ayetten anlaşıldığına göre, mahşerde kötü durumda bulunanlar, kendilerini bu duruma düşürenleri yakalayıp linç etmek, ayakları altına almak ve kendilerinden daha fazla azap çekmelerini sağlamak isteyeceklerdir. Ayetteki “ins-cinn” ifadesiyle “bildikleri- bilmedikleri”, “tanıdıkları-tanımadıkları” düşmanlar kastedilmiştir. Benzer ifadeler daha evvel Nas ve En’am surelerinde de geçmişti: “Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan “hannâs”ın kötü fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine sığınırım” de! (Nas/1-6) Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur/ fısıldar]. —Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!- (En’am/112, 113): Konumuz olan ayetin mesajı daha evvel A’raf suresinde detaylı olarak verilmişti. (Allah, onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız- tanımadığınız] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. [Allah,] “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der]. (A’raf/38) Şu inkâr eden Allah yolundan çeviren kimseler; Biz yaptıkları bozgunculuk nedeniyle onlara azap üstüne azap artırdık. (Nahl/88) 30- 32- Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. İnkârcılar ile müminlerin durumlarının art arda verilmesi Kur’an’da sıkça rastladığımız bir olgudur. Kâfirlerin ahiretteki durumları açıklandıktan sonra bu ayet grubunda da müminler teşvik ve teselli edilmekte, ahirette ulaşacakları güzel konumla müjdelenmektedir. Bu nedenle, korkmamalı ve üzülmemelidirler. Melekler hem dünyada hem ahirette onlara destek verecek, kendilerine vaat edilen cennete gireceklerdir. Canlarının çektiği her şey Allah’ın ikramı olarak orada kendilerinin olacaktır. Yapmış oldukları hataları da Allah bağışlamıştır. “... onların üzerine melekler sürekli iner” ayetinde geçen“meleklerin inmesi” ifadesi, Kur’an ayetlerinin sürekli müminlerin hatırına geldiği, Kur’an ayetlerinin hep hatırlarında olduğu anlamındadır. Kur’an ayetleri insanlara müjdeler getirir. Bu durumdaki insanlar, Rabbimizin müjde ayetlerini hatırlarlar ve mutlu olurlar. İstikamet üzere bulunan ve Allah’tan başka Rabb edinmeyenler, Kur’an’daki bu nimetlere nail olurlar. Eskiden ezberlerinde olmaları şart değildir; Rabbimiz o anda onlara hatırlatır, öğretir, onları motive eder. Örneğin: Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile belalandıracağız [imtihan edeceğiz]. Başlarına bir musibet geldiği zaman “Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele! (Bakara/155, 156) Bu ayetler tüm sıkıntılı insanlara moral verir. Melek ve meleklerin inişi konusu daha evvel Kadr suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s.169, 419) ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz. Ve ant olsun, sizler güçsüz iken, Allah, şükredesiniz diye size Bedir'de yardım etti. Öyleyse Allah'a takvalı davranın. Hani sen inananlara, “Rabbinizin, indirilen/ hulûl ettirilen üç bin melekle size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Eğer sabrederseniz ve takvalı davranırsanız, evet [sizi Rabbiniz destekler]. Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş/ eğiten/gönderilmiş beş bin melekle yardım eder. (Al-i Imran/123- 125) Meleklerin yardımı konusunda Tövbe/25-26, Ahzab/9 ve Tövbe/40’a da bakılmalıdır. Yalnızca onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır. (Ya Sin/57) Hiç şüphesiz şu iman eden ve salihatı işleyenler; imanlarından dolayı Rabbleri kendilerini hidayete erdirir. Naim cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar durur. Onların oradaki duaları “Allah’ım, Sen her türlü eksiklikten münezzehsin!”dir. Ve onların oradaki selâmlaşmaları, “selâm!”dır. Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun!”dur. (Yunus/9, 10) Ama Rablerine takvalı davrananlara gelince, onlar için, Allah katından bir konak olarak, altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler [bahçeler] vardır. Ve Allah katındaki, Ebrar için daha iyidir. (Al-i Imran/198) 33, 34- Ve Allah’a çağıran/yakaran, salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır. Bu ayetlerde, “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanlar”ın nail oldukları nimetlere niçin layık görüldükleri açıklanmıştır. Cesaret verildikten ve cennet müjdelendikten sonra, müminlere İslâm üzerinde sebat göstermeleri için teşvik ve tavsiyede de bulunulmuştur: “Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?” Bu sorunun cevabı bize bırakılmıştır. Cevap “Elbette kimse yoktur!” şeklinde olacaktır. Bu ayetin ifade ettiği mesajı iyi anlamak için o günkü Mekke ortamını göz önüne getirmek gerekir. Bu ayetin indiği yıllar Mekke müşriklerinin iyice kudurduğu, müminleri yok edebilmek için ellerinden gelen her şeyi ortaya koyduğu yıllardır. O günlerde ortaya çıkıp Allah’a davet etmek, “ben müslümanım” diye haykırabilmek, fevkalade cesaret ve yürek isteyen bir hareketti. Arenada gözü dönmüş gladyatörlerin veya aç aslanların önüne çıkmak bile o kadar tehlikeli değildi. Ayetten anlaşılacağı üzere, İslam davetçisinin daveti Allah’a yöneliktir. Kişiye, kişinin kendi kuruntularına değil... Yapılan propaganda Allah ve Kur’an için olmalıdır. De ki: “İşte bu, benim yolumdur; basiret üzere [aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak] Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar… Ve Allah münezzehtir. Ve ben müşriklerden değilim.” (Yusuf/108) 34. ayette Rasülüllah’a “Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav!” emri verilmektedir. Buradaki “iyilik” ve “kötülüğü" paragraf konusuna göre özelleştirecek olursak: “İyilik”, Resulullah’ın hak dine daveti, kâfirlerin cehaletlerine karşı sabrı, intikam almayı düşünmemesi ve onlara iltifat etmemesi; “kötülük” ise o müşriklerin “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz de gerçekten yapıyoruz” ve “Bu Kur’an’ı dinlemeyin, üstün gelmeniz için onda anlamsız şeyler çıkarın [gürültüye getirin]” demeleridir. Böylece peygamberimize “Onların tutarsızlıklarını, cehaletlerini, en güzel yol ile savuştur! Onlara öfkeyle, sertlikle, kinle karşılık verme! Onlara zarar ve eziyet dokundurma!” denilerek onlardan utanmaları ve akıllarını başlarına almaları beklenmektedir. Rabbimiz tüm insanlara hatta gözü dönmüş bu vahşilere bile kaba ve haşin davranmayı uygun görmemiştir: Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir. Ve eğer ceza verecek olursanız da sizin cezalandırıldığınızın misli ile ceza verin. Ve eğer sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. (Nahl/125, 126) İşte sen [o zaman], sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever. (Al-i Imran/159) Ve Biz onda [Tevrat’ta] onlara, Zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için keffaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. (Maide/45) Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse artık onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez. (Şura/40) Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i Imran/134) Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler. (Furkan/72) Ey iman etmiş olan kimseler! Şüphesiz eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. O nedenle, onlardan sakının. Ve eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız... Bilin ki şüphesiz Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir. (Teğabün/14) Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemekten geri dursunlar; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah Gafur’dur, Rahîm’dir. (Nur/22) De ki:"her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz.” Ey selim akıl sahipleri! Kurtulmanız için Allah’a takvalı davranın. (Maide/100) 34. ayetin son kısmında “O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır” bilgisi verilmiştir. Bu, kötülüğe iyilikle karşılık vermenin bir sonucu olarak ortaya çıkacak bir durumdur. En kötü, en kaba tavra bile yumuşaklıkla ve afv ile mukabele etmek, en katı düşmanların bile yumuşamasına, onların sıcak birer dost olmasına sebep olmaktadır. Tarihteki birçok olay da bunun böyle olduğuna şahitlik etmektedir. Şöyle ki: İslam tarihi incelendiğinde, bu ayetle amel edilerek nice iftiracının, harp esirinin, cinayete teşebbüs edenin affedildiğini, bunun da iyi sonuçlar doğurduğunu birçok örnekle göstermek mümkündür. İlk dönem müfessirlerinden Mukatil b. Süleyman, bu ayetlerin Ebu Süfyan b. Harb hakkında indiğini nakletmiştir: “Ebu Süfyan Peygamber (sav)'e eziyet eden birisi idi. Önceleri onun düşmanı iken, sonraları kendi*si ile Peygamber (sav) arasında meydana gelen sıhriyet sebebiyle -peygamber onun kızı Umm Habibe ile evlenmişti. Bundan dolayı- onun yakın bir dostu olmuştu. Daha sonra İslâm'a girmiş ve İslâm'da da akrabalık sebebiy*le candan sıcak bir dost oluvermişti.” Ne var ki, bu ayetler hicretten bile önce inmiştir. Ebu Süfyan ise Mekke’nin fethi sırasında müslüman olmuştur. Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rablerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar. Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı ikame etmişler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selam olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra’d/21- 24) Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolu bulasınız diye ayetlerini sizin için böyle ortaya koyar. (Al-i Imran/103) 35 – Buna [olgun davranışa] ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur. Bir önceki ayette Resulullah’a ve onun şahsında müminlere emredilen olgun davranış, bu ayette de “sabreden” ve “büyük pay sahibi olan” müminlerin dışında, sıradan insanların yapamayacağı bir davranış olarak nitelenmektedir. Çünkü insan Rabbimizin emrettiği gibi davranmaya çalışırken pek çok iç ve dış engelle karşılaşacaktır. Bu engellemeleri aşıp da olgun davranabilme başarısına; yani kötülüklere göğüs germeye, sıkıntılara katlanmaya, öfkeyi yutkunmaya ve intikam duygusunu terk etmeye ancak sabredenler, yüksek derecelere dair büyük bir haz ve hisse sahibi olanlar ulaşabilirler. 36 – Ve eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Şüphesiz ki O, en iyi duyanın ve en çok bilenin ta kendisidir. Bu ayette, yukarıda nakledilen zor görev sırasında, yani afv ve hoşgörüyle davranmak, öfke, kin ve intikam hisleriyle hareket etmemek gibi olgun ve erdemli davranışlara yönelindiğinde hangi engellerle karşılaşılacağı açıklanmaktadır. İnsan böyle davranmaya yöneldiği anda bizzat kendi egosu, çevresi ve iblis denen iç düşmanı tarafından engellenmeye çalışılacak, olgun ve erdemli davranmaması için zorlanacak, tersine hareket etmesi için içten ve dıştan sürekli tahrik edilecektir. Bu psikolojik süreç iyi incelendiğinde, kişiyi düşmanı veya rakibi karşısında olgun ve erdemli davranmaktan alıkoymaya çalışan şeytanî mekanizmanın şu şekilde çalıştığı görülür: İnsan, düşmanı veya rakibi karşısında öfke, kin ve intikam hisleriyle hareket etmemeye çalışıp da erdemli davranmaya yöneldiği an, İblis de onu böyle davranmaktan vazgeçirmek için onun bir takım içsel dürtülerini harekete geçirmekte ve “Bak hele! Sana nasıl da kafa tutuyor? İnsan kendi gururunu çiğnetir mi? Sen aslansın, kimse seni acz içinde bırakamaz! Hak edeni asarsın da, kesersin de... Ona hak ettiği cezayı vermezsen şımarır, azar. Öyle ez ki, bir daha kötülük yapmaya mecali kalmasın!” gibi tahrik edici düşüncelerle insanı erdemli yöneliminden caydırmaya çalışmaktadır. Rabbimiz bizi bu şeytanî mekanizma hakkında düşünmeye sevk ederek bize “Sakın şeytana uymayın!” mesajı vermektedir. Buna bağlı olarak da bu şeytanî iğvaya karşı alınması lazım gelen tedbirleri öğretmektedir: Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav, Biz onların yakıştırmakta oldukları şeylerin çok iyi biliriz. Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım. (Mü’minun/96- 98) ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK: Şeytandan Allah’a sığınmak, dille “Euzu billahi mineşşeytanirracim [Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım / Allah’ım, şeytandan sana sığınırım, beni ondan koru!]” demek değildir. Şeytandan Allah’a sığınmak: * Şeytan tipler ve güçler tarafından dayatılan düşünce ve amelleri hemen Allah’ın gönderdiği Kur’an terazisinde tartmaktır. * Şeytanın aklımıza, fikrimize zerk ettiği zehirleri Allah’ın Kur’an’da bize ikram ettiği panzehirle tedavi etmektir. * Doğruyu Allah’tan öğrenip şeytanın bizi saptırmasına engel olmaktır. * Fırtınaya tutulan geminin hemen limana sığınması gibi, derhal Kur’an’a sarılıp problemleri Kur’an ile çözmektir. Bilinmelidir ki, anlamadan Kur’an okumakla bu problemler çözülemez. Günümüzde bu konuya örnek olabilecek çok sayıda şeytanî vesvese türü mevcuttur. Bu vesveseler birçok yönden insanların hayatına sokulmaya çalışılmaktadır. Bunlardan bir tanesini somut bir örnek olarak sunmanın yararlı olacağı kanısındayız: Dindar olmakla beraber bilgisiz ve sıradan insanlara yüzyıllardır şöyle telkinlerde bulunulmaktadır: “Şu kandil gecesinde şu kadar rekât namaz kılar, şu kadar sayıda tespih çekersen, bütün günahların af olunur ve cennete gidersin!” Bu telkin ve öneriler ilk bakışta insanların hoşuna gitmekte, daha doğrusu işlerine gelmektedir. Çünkü insanın dünyaya gelişinden itibaren onun “karin”i olarak faaliyet gösteren şeytan [İblis], bu teklif üzerine hemen harekete geçip bir ham düşünce üretmekte, önerilen bu kolay davranışları yaparak cenneti ucuza elde etme fikrini insana “süslü” göstermektedir. Böylece insan, kendisine yapılan bu tür telkin ve öneriler ile hem Allah’ın bildirdiği dışında bir yolla cennet vadeden şeytanların, hem de bu yolu kendisine süslü gösteren beynindeki İblis’in vesveseleri ile karşı karşıya kalmaktadır. İşte, Rabbimizin kendisine sığınılmasını istediği şeytan vesvesesi bu ve buna benzer kuruntulardan oluşmaktadır. Ancak ayetteki ifadelerden anlaşıldığına göre, bu sığınma lâfla olmamaktadır. Zira ayette “Allah’a sığınırım de!” veya “Allah’a sığınmak istiyorum de!” değil, “Allah’a sığın!” denmektedir. O hâlde yapılacak iş, yukarıda da söylediğimiz gibi, insanın kendisini sadece Allah’ın sözlerine teslim etmesidir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örnek için insan “Cennetin bedeli nedir Ya Rabbi!” diye Allah’a sığınmak isterse, Allah’ın cevabını Kur’an’da bulacak ve bu bedelin “muttaki olmak, ebrardan olmak, malını ve canını Allah’a satmak” olduğunu öğrenerek kendini hem o teklifi yapan yalancı şeytanların, hem de beynindeki İblis’in vesvesesinden kurtarabilecektir. Sonuç olarak insan mutlaka aklını çalıştırmaya yönelmeli ve bu tarz yalanlarla sürekli vesvese veren şeytanlardan korunmak için Allah’a, O’nun kitabına sığınmalıdır. Böyle yapmalıdır ki, Âdem ve eşi gibi hataya düşmesin. 37 – Ve gece, gündüz, Güneş ve Ay, O’nun ayetlerindendir. Güneş’e ve Ay’a secde etmeyin. Ve eğer sadece Allah’a kulluk yapıyorsanız, onları yaratmış olan Allah’a secde edin. 38 – Buna rağmen onlar eğer büyüklük taslarlarsa bilsinler ki, Rabbinin yanındaki kişiler gece gündüz [her zaman] O'nun için tesbih ederler ve onlar hiç usanmazlar. Bu ayetlerde de yine aklını kullanabilen kimselere Allah’ın evrendeki ayetleri hatırlatılmakta ve bu ayetlerden hareketle Allah’ı tanımaları istenmektedir. Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan sıradan bir güç değildir: Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın semadan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesi ve onda, her dabbeden [deprenen canlılardan] yaymasında, rüzgârları evirip çevirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllarını çalıştıran bir kavim için elbette ayetler vardır. (Bakara/164) 37. ayetin sonunda ise Yüce Allah “Ve eğer sadece Allah’a kulluk yapıyorsanız, onları yaratmış olan Allah’a secde edin” diyerek bu ayetlere [Güneş ve Ay’a] secde etmeyi yasaklamaktadır: Yani, “Onları belirli bir nizam ve intizam içinde takdir eden ve emrine boyun eğdiren Allah'a ibadet edin.” 38. ayetteki “Rabbinin yanındaki kişiler gece gündüz [her zaman] O'nun için tesbih ederler ve onlar hiç usanmazlar” ifadesinde geçen “Rabbinin katında olanlar” cümlesiyle “bilginler”in kastedildiğini söyleyebiliriz. Bilgili insanlar ne şirk koşarlar, ne de Allah’a kulluktan geri dururlar. ARAPLARIN GÜNEŞ’E VE AY’A İBADET ETMELERİ ÜZERİNE Konumuz olan ayetlerden, putları veya insanları ilah edinenlerden başka Ay ve Güneş’i ilah edinip onlara tapan müşriklerin de olduğu anlaşılmaktadır. Bu, Araplar için ilk kez dile getirilen bir şirk şeklidir. Demek ki, Kur’an indiği dönemde Mekke ve civarında Ay’a ve Güneş’e secde eden kimseler de bulunmaktaydı. Dinler tarihinde, bu iki gök cismine tapınmanın genellikle Yemen, Mısır ve Irak gibi yörelerde yer aldığı konu edilir. Bu tarihsel bilgiler bize Ay ve Güneş’e tapan o yöre halkından Mekke’ye gelip yerleşenler olduğu izlenimini vermektedir. Nitekim o yıllarda Mekke’de “Abdüşşems [Güneşin kulu]” adında kimseler bulunmaktaydı. Hatta Ümeyye Oğullarının dedelerinden birinin adı da “Abdüşşems [Güneşin kulu]” idi. 39 – Şüphesiz senin yeryüzünü boynu bükük görüp de Bizim onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman onun titreşmesi ve kabarması da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki ona hayat veren kesinlikle ölüleri de diriltir. Şüphesiz O, her şeye gücü yetendir. Bu ayette Rabbimiz dikkatleri insanların gözleri önünde cereyan edip duran bir başka ayete çekerek ölülerin dirileceği gerçeğine inanılmasını istemektedir. Ayette geçen “ خاشعةhaşiaten [boynu büküklük]” ifadesi, kişinin zelilliğini, Allah karşısındaki küçüklüğünü kabul etmesi demektir. Dolayısıyla bu ifade, yeryüzünün yağmurdan ve bitkilerden uzak kaldığı zamanki durumunu anlatmak için kullanılmış sanatsal bir ifadedir. Edebiyatta bu sanata teşbih denir. 40 – Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir. Rabbimiz ölüleri tekrar dirilteceğine dair yeryüzündeki ayetlerine dikkat çektikten sonra, bu ayette de aklını başına toplayıp gösterdiği kanıtlardan ibret almayan ve içinde bulundukları inkârcılık sapıklığını devam ettirenlerden habersiz kalmayacağını, onlara mutlaka hesap soracağını bildirmektedir. Bu ifadeler apaçık bir tehdit niteliğindedir. Ayette geçen “doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler” ifadesi: Anlam bu paragrafa göre özelleştirildiğinde; “Kur’an’ın okunması esnasında ıslık çalarak gürültü koparanlar, boş söz söy*leyip, el çırpıp ıslık çalanlar” olarak; Anlam genelleştirildiğinde ise “Allah’ın ayetleri hakkında yalan söyleyenler, inatlaşanlar ve ayrı*lık içerisinde olanlar” olarak anlaşılabilir |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
Ayetteki “İstediğinizi yapın! Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir” ifadesi, tehdit içeren bir emirdir. “Sizler, bu ikisi*nin eşit olmayacağını bildikten ve amellerin karşılığının mutlaka verileceği*ni öğrendikten sonra, istediğinizi yapabilirsiniz” demektir.
41, 42 – Şüphesiz zikir kendilerine geldiğinde onu inkâr eden kimseler, … Ve şüphesiz o [zikir], Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmedir. Önünden ve ardından [hiçbir tarafından] kendisine batılın gelmediği azîz [yenilmez] bir kitaptır. Bu ayetlerde de Allah’ın ayetlerine karşı duranların bir başka türlüsü gözler önüne serilmektedir. Kur’an, Hakîm ve Hamîd olan Allah tarafından indirilmiştir. O, batılın hiçbir taraftan kendisine yaklaşamayacağı yenilmez bir kitaptır. Bu nedenle de zafer mutlaka onun olacaktır. Müşriklerin bunu iyi anlamaları gerekmektedir. 41. ayeti oluşturan cümlenin yüklemi hazfedilmiştir [gizlenmiştir, düşürülmüştür]. Cümleye “onlar helak olacaklardır” veya “azaba uğratılacaklardır” şeklinde bir yüklem takdir edilebileceği gibi, aşağıdaki ayet ışığında “onun için zor, sıkıcı bir geçim / yaşam vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz, onu cezalandırırız” şeklinde bir yüklem de takdir edilebilir: Kim Benim zikrimden [Benim anılmamdan / Benim öğüdümden] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim / yaşam vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” [Allah] Der ki: “Bu böyledir, ayetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun [cezalandırılıyorsun].” (Ta Ha/126) Ayette Kur’an, “Önünden ve ardından [hiçbir tarafından] kendisine batılın gelmediği azîz [yenilmez] bir kitaptır” diye tanıtılmıştır. Bu şu anlama gelir: “Kur’an’ın hak olduğunu bildirdiği hiçbir şey batıl olmaz; batıl olduğunu söylediği hiçbir şey de hak olmaz. Onda eksiltme, ilave etme yapılamaz; içindekiler nakzedilmez, çürütülemez.” Yani Kur’an insanlara inanç, ahlak, ekonomi, siyaset, hukuk, medeniyet veya diğer alanlarda herhangi bir hususu beyan etmiş ise, o mutlak surette doğrudur. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, aksi ispat edilemez. Üzerinden çağlar geçse de eskimez, geçerliliğini kaybetmez. 43 – Senin için senden önceki elçilere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin Rabbin kesinlikle mağfiret sahibidir ve acı veren bir azabın sahibidir. Kur’an’ın arkasında Allah’ın olduğu, Kur’an’ın yenilmez, ortadan kaldırılamaz, ilkeleri çürütülmez yüce bir kitap olduğu açıklandıktan sonra, bu ayette hem Resulullah teselli edilmiş, hem de müşriklere durumlarını düzeltmeleri için açık kapı bırakılmıştır. Sonra da bu fırsatı değerlendirmeyenlerin acı bir azapla azaplandırılacakları ihtar edilmiştir. Resulullah’a yapılan teselli, kavminin eziyetlerine karşı sabretmesi ve Kur’an’a düşmanlık edenleri sıkıntı etmemesi yönündedir. Ayeti şu üç şekilde anlamak da mümkündür: 1 - “Kavmindeki inkârcıların sana söylediği sözler, tıpkı geçmişteki inkârcı kavimlerin kendi elçilerine söylediği üzücü sözler ve onlara indirilen kitaplar hakkında yaptıkları tenkitler gibidir. Senin Rabbin, hakkı savunanlar için mağfiret sahibi; batıldan yana olanlar için de acıklı bir azap sahibidir. Bu nedenle, sen bu işi Allah'a havale et ve emrolunduğun davet ve tebliğ işiyle meşgul ol!” Şu ayetler de benzer mesajlar içermektedir: Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En’am/34) Firavun'un kavminden ileri gelenler, “Muhakkak bu çok bilgili bir sihirbazdır. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” dediler. [Firavun,] “O hâlde siz ne emredersiniz?” dedi. [Onlar da,] “Onu ve kardeşini alıkoy [beklet], şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün çok bilgili sihirbazları sana getirsinler” dediler. (A’raf/109) Firavun ise ordusuyla birlikte yüz çevirmiş ve “Bu bir sihirbazdır, ya da bir delidir” demişti. (Zariyat/39) Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zalimlerin “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz. (İsra/47) Ve onlar; “Ey kendisine Zikir indirilen kişi! Şüphesiz sen cinlenmiş / deli birisin. Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin” dediler. (Hıcr/6, 7) 2 - “Allah sana tıpkı diğer elçilerine söylediği şeyleri söylemektedir. Çünkü O, sana da, diğer bütün elçilere de kavimlerinin beyinsizliklerine karşı sabretmelerini emretmiştir. Bu nedenle, itaat edenlerin ümit içinde bulunmaları, O'na isyan edenlerin de O'ndan korkup çekinmeleri gerekir.” 3 - “Sana indirilen ilkeler, verilen görevler, senden önceki elçilere de verilmiş olan ilkelerin ve görevlerin aynısıdır. Tevhid ile il*gili hususlarda yeni şeriat ile eski şeriatlar arasında hiçbir fark yoktur. Senin kendilerini davet ettiğin şey, senden önceki elçilerin davet ettiği şey ile ay*nıdır. Bu bakımdan onların sana karşı inkârda bulunmalarının bir anlamı yok*tur.” Muhakkak Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyetmiştik. Davud’a da Zebur’u verdik. (Nisa/163) Kuşkusuz bu ilk sahifelerde vardı; İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde... (A’la/18, 19) Ya da haberlenmedi mi Musa'nın sayfalarındakiler ile? Ve de, o çok vefalı İbrahim'in sayfalarındakiler ile? (Necm/36, 37) O [Allah], dinden Nuh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de ona kılavuzlar. (Şura/13) 44- Ve eğer Biz onu [zikri] yabancı dilde bir “Kur’an [okuma]” yapsaydık, elbette onlar: “Ayetleri detaylandırılmalı değil miydi?’ Yabancı dil mi, Arapça mı!” diyeceklerdi. De ki: “ O, iman eden kimseler için bir kılavuz ve bir şifadır.” İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve o [zikir; Kur’ân], onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir. Bu ayette Kur’an’ın Arapça gönderiliş nedeni beyan edilerek onun insanlara kılavuz ve şifa olduğu bildirilmiştir. Klasik kaynaklarda (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) yer aldığına göre, bu ayet, Kur’an’a karşı koyabilmek için inkârcıların Kur’an’ın yabancı bir dilde inmesini istemeleri üzerine inmiştir. Zaten ayetteki açık ifadeden de ayetin böyle bir olay üzerine indiği anlaşılmaktadır. Akılları sıra, Mekkeli müşrikler Resulullah’a şöyle demek istemişlerdir: “Arapça senin ana dilin olduğuna göre, Arapça bir takım sözler sarf ediyor olman, bizim onu Allah'ın indirdiği bir vahiy olarak kabul edebileceğimiz kadar önemli bir marifet değildir. Fakat sen yabancı bir dilde fasih ve beliğ bir söz getirmiş olsaydın, işte o zaman bunun Allah'ın bir mucizesi olduğuna inanırdık. Yani sen, durup dururken, Farsça, Yunanca veya Rumca olarak fasih bir kelam konuşmaya başlasaydın, o takdirde ‘Bu bir mucizedir’ derdik.” Müşriklerin bu yaklaşımlarına karşı ayet de onların şöyle bahaneler ileri süreceği mesajını vermiştir: “Bakın, Araplara bir peygamber gönderilmiş ve bu peygamber yabancı bir dilden konuşmaktadır. Oysa konuştuğu dili ne kendisi ne de kavmi anlamaktadır. Yabancı bir söz, onu anlamayacak Arap bir muhataba nasıl indirilebilir?” Bu konu birçok ayette farklı açılardan söz konusu edilmiştir: Ve Biz onu [apaçık kitabı] yabancılardan [Arapça bilmeyenlerden] birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi. (Şuara/198, 199) Ve şu kâfirlerin hali, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın haline benzer; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıl da etmezler. (Bakara/171) Ve Biz onlara açıkça ortaya koysun diye her peygamberi yalnız kendi kavminin/halkının diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, çok güçlüdür, hikmet sahibidir. (İbrahim/4) KUR’AN’IN ŞİFA OLUŞU Ve Biz Kur’an’dan, inananlar için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Ve [bu], sadece zalimlerin yıkımını artırıyor. (İsra/82) Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet gelmiştir. (Yunus/57) İşte böylece Biz sana da kendi emrimizden/ kendi işimizden olan ruhu vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar kendisi için olan O Allah’ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın bütün işler yalnız Allah'a döner. (Şura/52) 44. ayetteki “Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir” ifadesi Arap örfündeki bir deyimden gelmektedir. Bu ifa*de, verilen temsilden [örnekten] anlamayan kimseye söylenir. Dilcilerin naklettiklerine göre, konuyu iyice anlayıp kavrayan bir kimseye “Sen yakın*dan anlarsın” denilir; anlamayan kimseye de “Sen kendisine uzaktan sesleni*len bir kimseye benziyorsun” derler. Yani bu deyimle o kişi, uzakça bir yerden seslenildiği için bu seslenişi duymayan ve anlamayan birine benzetilir. 45 – Ve Ant olsun ki Biz Musa'ya Kitab’ı vermiştik de onda ihtilaf edildi. Eğer Rabbin tarafından geçmiş Söz olmasaydı kesinlikle aralarında gerçekleştirilmişti. Ve şüphesiz onlar, bundan [Kur’an’dan] kesinlikle şüpheci bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Bu ayette Kur’an’a yapılan itirazların daha evvel de yapılmış olduğuna dair örnek verilmiştir. Bu örnek Musa ve onun getirdiği Tevrat’tır. Musa’nın getirdiği vahiyler karşısında insanlar ayrılığa düştüler. Bazıları ona iman etti, bazıları da yalanladı. Vahiylere kimi sihir, kimi de yalan dedi. Bu ihtilafın detayını Kur’an’da görüyoruz: Şimdi sen, “Ona bir hazine indirilse ya da beraberinde bir melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye Vekil’dir. (Hud/12) İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilaf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213) İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah’ın konuştuğu ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu İsa’ya açık kanıtlar verdik ve onu Ruhulkudüs ile destekledik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı inkâr etti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin, Allah dilediğini yapar. (Bakara/253) Kur’an ise bu ihtilafları gidermek için inmiştir: Ve Biz, sana Kitab’ı [Kur'ânı] sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyler onlar için açığa koyasın diye ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet olarak indirdik. (Nahl/64) Ayetin son bölümündeki “Ve şüphesiz onlar, bundan [Kur’an’dan] kesinlikle şüpheci bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler” cümlesinde, müşriklerin Kur’an’ı iyi incelemedikleri, Kur’an hakkında yeterli bilgi sahibi olmadıkları açıklanmaktadır. Demek oluyor ki, müşrikler Kur’an hakkında yeterli bilgi sahibi olsalar bu inatlarını sürdürmeyeceklerdir. Ayetteki “Eğer Rabbin tarafından geçmiş Söz olmasaydı” ifadesi, Allah’ın suçluların cezasını ahirete erteleme ilkesidir. O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde Çağırıcı'nın, nüküre [bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler. (Kamer/6-8) Artık azm sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlar için aceleci olma. Sanki onlar kendilerine vaat edilen şeyi gördükleri gün dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kalmış gibidirler. [Bu], bir tebliğdir. Artık fasıklar topluluğundan başkası helak edilir mi? (Ahkâf/35) 46 - Her kim salihi işlerse artık kendi için yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, artık kendi aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara çok zalim biri değildir. Bu ayette, kendilerine gösterilen tüm olumlu yaklaşımlara rağmen müşriklerin bilgisizlikleri, vurdumduymazlıkları, Kur’an’a ve Elçi’ye gösterdikleri olumsuz tavırlar açıklandıktan sonra burada bir genelleme yapılmıştır: “Her kim salihi işlerse artık kendi için yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, artık kendi aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara çok zalim biri değildir.” Ayetin mesajı şöyledir: “Allah kulların itaatine muhtaç de*ğildir. Kim itaat ederse onun için mükâfat vardır, kim de kötülük işlerse onun aleyhine ceza vardır.” Ayetteki “Ve senin Rabbin kullara çok zalim biri değildir” ifadesi, azıyla çoğuyla zul*mün Allah hakkında söz konusu olmadığı anlamındadır. Çünkü buradaki nefy [olumsuzluk] ifadesi mübalağa kipi ile gelmiştir. Yani en ufak bir zulüm dahi Allah hak*kında söz konusu olmadığına göre, başkası da söz konusu değildir. O, hiç kimseyi bir günahı olmaksızın muaheze edip cezalandırmaz. Kişilerin yapmış olduğu iyi şeyleri de zayi etmez Bir kimseye ancak aleyhine hüccet konulduktan ve elçi gönderdikten sonra azap eder. Allah’ın mahşerde kullarına herkesin önünde hesap sormasının nedeni de kimseye zerrece zulüm etmediğinin görülmesi içindir. Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir şeyce [şekil ve yolla] zulmetmez. Velâkin insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar. (Yunus/44) 47 – O saatin bilgisi sadece O’na [Allah’a] bırakılır. Onun bilgisi dışında hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve bırakmaz [doğurmaz, düşük yapmaz]. Ve O [Allah], onlara: “Benim ortaklarım nerede?" diye seslendiği gün, onlar: “Bizden hiçbir şahit olmadığını Sana arz ederiz” derler. 48 - Önceden tapmakta oldukları şeyler de, kendilerinden uzaklaşıp kayboldu. Onlar kendileri için kaçacak bir yer olmadığını da iyice anladılar. Bu ayetlerde kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah’ın bildiği; O’nun bilgisi dışında hiçbir şeyin olmadığı, olamayacağı; Allah’ın en küçük ayrıntıyı bile bildiği beyan edilmektedir. Dolayısıyla hiç kimse hayatını O'na aldırış etmeden geçirme gafletine düşmemelidir. Nitekim bu gaflete düşerek Allah’a şirk koşanlar, pasajın sonundaki birkaç sahnede konu edilerek kıyamet gününde düşecekleri perişanlıkları dile getirilmiştir: Ve şu, inkâr eden kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur’an’a inanmayız, ondan öncekine de...” dediler. Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Za’fa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü'minler olurduk” diyecekler. Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler. O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar. (Sebe'/31- 33) Sana o saten soruyorlar; Onun demir atması ne zaman? Onun anılmasından sende ne var ki? Onun sonucu sadece senin Rabbine aittir. (Nâziât/42- 44) |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Musa! Ben, senin Rabbin olan Ben’im. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva’dasın / iki kere temizlenmiş bir vadidesin. Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye kulak ver. Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et. Şüphesiz ki o saat [kıyamet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim.” (Ta Ha/15)
Sana, Saat'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A’raf/187) Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59) Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı. Dişi ancak O’nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur / düşürür]. Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksilen mutlaka bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah’a çok kolaydır. (Fâtır/11) Ve günahkârlar ateşi görmüşler de artık kendilerinin ona düşeceklerine kani olmuşlardır. Ondan kaçıp sığınacak bir yer de bulamadılar. (Kehf/53) Bütün bu ayetler, müşriklerin kınanarak ve korkutularak şirkten vazgeçmelerinin sağlanmasına yöneliktir. 49 - İnsan hayır istemekten usanmaz, kendisine bir kötülük dokununca da hemen, üzgündür, ümitsizdir. 50- Ve eğer kendisine dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç kuşkusuz “Bu benim hakkımdır. Ve Saat’ın geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem, O’nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır” der. Bu nedenle inkâr eden kimselere, yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara, kesinlikle kaba bir cezadan tattıracağız. 51 – Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş dua sahibidir. Bu ayetlerde insanın genel karakteri, yani mala, makama, otoriteye düşkünlüğü, nankörlüğü, ehlikeyif oluşu, sıkıntıya düşünce umutsuzlaşması, sıkıntıdan kurtulunca şımarması gibi psikolojik özellikleri ortaya konmuştur. Bu konuyla ilgili daha evvel de pek çok ayetle karşılaşmıştık. İnsanın psikolojik yapısını daha iyi kavrayabilmek için bu ayetlerden birkaçını hatırlatmayı yararlı görüyoruz: Ve Biz onların [Bize kavuşmayı ummayanların] amelden her yaptıklarının önüne geçtik de onu saçılmış toz zerreleri hâline getiriverdik. (Furkan/23) Firavun ise ordusuyla birlikte yüz çevirmiş ve “Bu bir sihirbazdır, ya da bir delidir” demişti. (Zâriyât/39) Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yûnus/12) Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe düşer. (İsra/83) Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. (Hud/10) Şüphesiz insan dayanıksız ve huysuz yaratılmıştır; Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu da engelleyicidir [küçük bir yardımı bile engeller]. (Mearic/19- 21) Ben Saat’in kopacağını da zannetmiyorum. Velev ki Rabbime geri götürürdüm, kesinlikle orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum." (Kehf/36) 52 - De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’ân], Allah katından olup da sonra siz onu inkâr etmişseniz, kendisi uzak bir ayrılığın içinde bulunan kimseden daha sapık kim olabilir?” 53- Onun hakk olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış dünyada], hem enfüslerinde [kendi içlerinde] ayetlerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? Önceki ayetlerde insanın bencilliği, aç gözlülüğü, ikiyüzlülüğü gibi temel karakter özelliklerine değinilmiş ve insanın değişken bir tabiatta yaratıldığı, şayet kendisinde kuvvet görürse alabildiğine kibirlenip büyüklük tasladığı; zayıflık, kuvvetsizlik ve gevşeklik gördüğünde de zillet ve miskinliğini iyice ortaya koyduğu açıklanmıştı. Bu ayetlerde ise Kur’an ile ilgili bunca açıklamaya rağmen Kur’an’ı hâlâ tanımamakta ısrar edenlere bir uyarı daha yapılmıştır. Bu uyarıya göre, Kur’an’ın hak olduğu, afak ve enfüsten mucizeler ile ortaya konacak, ispat edilecektir: Ve inananlar için, yeryüzünde ve kendi içinizde nice ayetler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz? (Zariyât/21) Konumuz olan ayetin işaret ettiği mucizeler klasik kaynaklarda çok yüzeysel olarak açıklanmıştır. Hemen hemen hepsi de enfüsteki ayeti Mekke’nin fethi, afaktaki ayeti de İslam’ın Mekke dışına yayılması olarak açıklamışlardır. Halbuki ayet açıkça insan bedeninden, çevredeki varlıklardan ve sistemlerden Kur’an’ın hak kitap olduğu gerçeğinin anlaşılacağı mesajını vermektedir. Bu gün açıkça görüyoruz ki, Kur’an bize insan bedeninde ve evrende binlerce mucize olduğunu göstermiştir. Bu mucizelerden bazısı, yeri geldikçe bu çalışmada da dile getirilmiştir. Bu mucizelerin on beş asır önce Kur’an’da yer almış olması, onun bir beşer derlemesi olmayıp Allah’ın indirmesi olduğunun kanıtıdır. 2008 yılı itibariyle, Kur’an’da ortaya konan enfüsi ve âfâki mucizelerden bir kısmı şunlardır: ENFÜSİ MUCİZELER: Her insanda koruyucu hücrelerin varlığı, eşler halinde yaratılma, meninin bir karışım olduğu, cinsiyetin belirlenmesi, rahim duvarında asılı olma, bir çiğnemlik et parçası olma, kemiklerin oluşumu ve etle kaplanması, üç karanlıkta yaratılma... AFAKÎ MUCİZELER: Evrenin sürekli genişlemesi, yokluktan yaratılma, evrenin gaz aşaması, evrendeki mükemmel yörüngeler, Güneş’in akıp gitmesi, Güneş ve Ay’ın farkı, ayın yörüngesi, gökyüzünün tabakaları, yeryüzünün tabakaları, gökyüzünün korunmuşluğu, göğün geri çevirdikleri, gökyüzünün direksiz yükselişi, dünyanın geoit [Devekuşu yumurtasına benzeyen, tam küre olmayan, kutuplardan basık, küremsi] şekli, dünyanın ve uzayın çapları, döndükçe kutupların basıklaşması, dünyanın dönüşü, aşılayıcı rüzgârlar, yağmurdaki ölçü, suyun çevrimi, kazık şeklindeki dağlar, petrolün oluşumu, solunum ve fotosentez, gökyüzüne yükselmenin zorluğu, bitkilerdeki erkeklik ve dişilik... Saydığımız bu biyolojik, fiziksel ve kevnî olgular, Kur’an’ın indiği dönemde bilinmeyen şeylerdir. Bu nedenledir ki, bilimin yeni keşfettiği sistemlerin Kur’an’da yer alması, Kur’an’ın Allah’tan gelme hak kitap olduğuna çok açık ve büyük bir kanıttır. Fakat Allah, sana indirdiğine -ki onu kendi ilmiyle indirmiştir- şahitlik eder. Melekler de şahitlik ederler. Şahit olarak da Allah yeter. (Nisa/166) Ve Hamd, Allah’a mahsustur. O, ayetlerini size gösterecek de siz onları tanıyacaksınız. —Ve Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.- (Neml/93) ‘Kendilerine okunan Kitap’ı Bizim kesinlikle sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.’ (Ankebut/51) 54 – Gözünüzü açın! Şüphesiz onlar Rablerine kavuşmaktan bir şüphe içindedirler. Gözünüzü açın! Şüphesiz O [Allah], her şeyi kuşatandır. Surenin bu son ayetinde, müşriklerin öldükten sonra diriltilecekleri ve Allah’a hesap verecekleri konusunda kuşku içerisinde bulunduklarına işaret edilmiş, Allah’ın ilim ve kudretiyle her şeyi kontrolü altında tuttuğu ve müşriklerin her hareketinin kaydedildiği ihtar edilmiştir. Yani hiçbiri Allah’tan kaçamayacaktır. Allah doğrusunu en iyi bilendir. العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh
[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]… |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
61fussilet, suresi |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|