hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 63.Zuhruf Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 25. April 2009, 10:27 PM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.094
Tesekkür: 3.632
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Senin için senden önceki elçilere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin Rabbin kesinlikle mağfiret sahibidir ve acı veren bir azabın sahibidir. (Fussilet/43)

Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin. (Enbiya/92)

Yine 23. ayetteki “... oranın şımarık varlıklı kimseleri ...” ifadesinde sözü edilenler “mütref” kimselerdir. Bu şımarık zenginler grubu, mevcut sistemin sayesinde semirip zenginlik ve refah içinde olduklarından, sistemlerinin yıkılmasını asla arzu etmezler. Peygamberlerin dile getirdiği düşünceler kabul gördüğü ve yayıldığı takdirde mevcut sistemin yıkılacağını, paralarından, pullarından, kapılarındaki kullarından olacaklarını iyi bilirler. Bu nedenle de elçilere şiddetle karşı çıkarlar, onların en azılı düşmanı kesilirler.
“Mütref”,“nimet ve rahat yaşamın şımarttığı, azdırdığı kişi” demektir. (Lisanü’l Arab; c. 1, s. 605, “trf” mad.) Peygamberlerin Allah’tan getirdikleri mesajların tebliğine ilk karşı çıkanların daima servet, nüfuz ve yetki sahibi olan zengin kimseler [mütref, mele, ekâbir] olduğu gerçeği Kur’an’da pek çok kez vurgulanmıştır.
“Mütref” konusu daha evvel Sebe’ suresinin tahlilinde ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

25 – Bunun üzerine Biz de onlardan intikam aldık [onları yakaladık, cezalandırmak suretiyle adaleti sağladık]. Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak!

Bu ayette, atalarından gördükleri sapık zihniyeti ısrarla sürdüren bir toplumda yaşayıp da konumlarının sarsılmamasını isteyen mütref kesimlerin karşılaşacağı kötü akıbet bildirilmektedir. Bu kesimin mensupları, iflâs etme, maldan mülkten olma, esir düşme, iktidardan olma gibi sonuçlarla karşılaşacaklardır.
Bunların durumu ilk olarak Hümeze suresinde teşhir edilmişti:

Arkadan çekiştirenlerin, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin hepsinin vay hâline!
O ki malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini ebedîleştirdiğini sanarak onu tekrar tekrar sayandır.
Hayır... Hayır... Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp atılacaktır.
Hutame'nin ne olduğunu sana ne bildirdi?
[O,] Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir.
O, gönüllerin üzerine tırmanıp çıkar [ulaşır].
O, onların üzerine kilitlenmiştir/kapatılmıştır; uzatılmış direkler içinde. (Hümeze Suresi)



Rabbimizin 25. ayetteki “Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak!” emriyle müminlere bu ekâbir takımının akıbetlerinin araştırılması, hayatlarının tüm yönleriyle ortaya çıkarılması görevi verilmektedir.

26, 27 – Ve hani bir zamanlar İbrahim babasına ve kavmine: “Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. -Beni yaratan ayrı.- Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir” dedi.
28 – O [İbrahim], bunu [bu sözü], onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.

Bu ayetlerde, atalar dininden vazgeçmeyen ve şirkte ısrar edenlerin Allah’ın cezalandırmasına, adaleti sağlamasına ilk somut örnek İbrahim peygamber ve kavmi gösterilmiştir. Ancak Saffat suresinde olduğu gibi olaylara çok kısa olarak işaret edilip geçilmiştir.
İbrahim (as), atalar dinine sımsıkı sarılmış bir toplumda doğmuş, genç yaşında hakkı kavrar kavramaz atalar dinini terk etmiştir. Konumu olan ayetlerde İbrahim peygamberden söz edilerek Mekkeli müşriklere şöyle bir mesaj da verilmektedir: “Eğer babalarını taklit etmek istiyorlarsa, işte en büyük babalarının tavrı! Ona tutunsunlar ve içinde bulundukla*rı sapıklıklardan vazgeçsinler.”
İbrahim peygamberin kendi kavmi ile giriştiği tevhid mücadelesi, En’am, Enbiya ve Saffat surelerinde yer almıştır:

Ve hani İbrahim, babası Âzer’e: “Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.
Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.
Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: “Bu, benim Rabb'imdir" dedi. Sonra yıldız batınca: “Ben batanları sevmem” dedi.
Sonra Ay'ı doğarken görünce de “Bu, benim Rabb’imdir” dedi. O da batınca: “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
Sonra Güneş'i doğarken görünce de: “Bu benim Rabb’imdir, bu daha büyük” dedi. Sonra o da batınca: “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.
Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim: “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hala düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği halde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En’am/74- 85)



Ve ant olsun ki biz daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik.
Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: “Bu ısrarla kendisine tapınıp durduğunuz bu heykeller nedir?” demişti.
Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
O [İbrahim]: “Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.”
Sonra da o [İbrahim], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti.
Onlar [Kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zalimlerdendir.” dediler.
Onlar [Bazıları] “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için “İbrahim” deniliyor” dediler.
Onlar, “O halde ona tanık olmaları için onu [İbrahim’i] insanların gözleri önüne getirin” dediler.
Onlar, “Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler
O [İbrahim]: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi.
Bunun üzerine kendilerine [vicdanlarına] döndüler de: “Şüphesiz siz, zalimlerin ta kendisisiniz” dediler.
Sonra onlar yine kafalarına döndüler: “Ant olsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin.” dediler.
O [İbrahim]: “O halde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.
Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu yakın ve tanrılarınıza yardım edin” dediler.
Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık. (Enbiya/51-70)

Hiç kuşkusuz İbrahim de onun [Nuh’un] grubundandı.
Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım; fikir sancısı çekiyorum]’ dedi.
Hani o, babasına ve toplumuna: ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah’ın astlarından birtakım uydurma ilâhları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?’ demişti.
Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], ondan [İbrahim’den ] arkalarını dönerek geri durdular [onunla ilişkiyi kestiler].
Sonra da o, onların ilâhlarına sokulup: ‘Yemez misiniz/ nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?” dedi.
Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu.
Bir süre sonra, onlar [İbrahim’in halkı] koşarak İbrahim’le yüz yüze geldiler.
O [İbrahim]: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır.’ dedi.
Onlar: “Şunun için bir bina yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler.
Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. (Saffat/83-98)

28. ayette geçen “O [İbrahim], bunu [bu sözü], onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı” ifadesini iyi anlamak için İbrahim peygamberin bir önceki ayette nakledilen sözünü hatırlayalım: İbrahim “Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. -Beni yaratan ayrı.- Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir” demişti. 28. ayette devamlı kalacağı bildirilen söz işte budur. İbrahim peygamber bu sözü kendisinden sonra şirk içinde bulunanlar beni örnek alır da Allah'tan başkasına ibadet etmekten tevbe ederler” ümidi ile söylemiştir.

29 – Bilakis, Ben bunları da babalarını da kendilerine hakk/gerçek ve açıklayıcı bir elçi gelinceye kadar kazançlandırdım.
30 – Ve hakk/gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: “Bu, bir büyüdür ve şüphesiz biz onu inkâr edenleriz” dediler.
31 - Yine onlar: “Bu Kur'an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.
32 - Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.

Bu ayetlerde, eski dönemlerdeki müşriklerin cezalandırılışı anlatıldıktan sonra o güne kadar cezalandırılmayan müşrik Arapların takındığı yanlış tutuma değinilmektedir. Çünkü onlar “hakk/gerçek kendilerine geldiği zaman: ‘Bu, bir büyüdür ve şüphesiz biz onu inkâr edenleriz” dedikleri gibi, “Bu Kur'an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” diyerek kendilerini uyaran son peygambere karşı çıkmışlardır.
Mekkeli müşriklerin durumu şu ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler (ve dediler ki): “İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten, istenen [sizden beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka bir] dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim Zikr’imden bir kuşku içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.– (Sad/6- 8)

Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın. (Fatır/42, 43)

Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince –ki, bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti- onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti kâfirler üzerinedir. (Bakara/89)

Klâsik kaynaklarda (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) yer aldığına göre, burada konu edilen iki kasaba Mekke ile Taif’tir. İki adam ise Mekke’den Ebu Cehil'in amcası el-Velid b. el-Muğire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum ile Taif'ten Ebu Mesud Urve b. Mesud es-Sakafî’dir.
Rabbimiz müşriklerin bu düşünceleri üzerine “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” buyurmuştur. Yani onlara “peygamberliği, elçiliği onlar mı paylaştırıyorlar da onu kendi istedikleri kimseye vermeye kalkıyorlar?” diye cevap verilmiştir.
Yine Rabbimiz 32. ayette “Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz... Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik” buyurmuştur. Bu ifade, hayattaki ast-üst ilişkisinin toplumsal yaşama konulan bir yasa olduğunu göstermektedir. Burada konu edilen derecelerle yükseltme, “keramet; üstünlük, saygınlık” değildir. Ekonomik güç, akıl, zekâ, anlayış, bilgi-bilgisizlik gibi yönlerden olan farklılıklardır. Herkesin ekonomik güç, zekâ, anlayış bakımından eşit olduğu bir ortamda işçi bulmak mümkün olmaz; işçinin olmadığı ortamlarda ise hayat durur.
Dünyalık dereceler imrenilecek, göz dikilecek şeyler değildir:

Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta Ha/131)

Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir. Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. (Hıcr/88, 89)

33 -35- Ve eğer insanlar bir tek ümmet olmayacak olsalardı, Biz, Rahman’ı inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler, onların evleri için kapılar, üzerine yaslanacakları koltuklar ve altından süs eşyaları yapardık. Bunların hepsi basit hayatın kazanımından başka bir şey değildir. Ahiret ise Rabbinin katında takva sahipleri içindir.

Bu ayetlerde insanların birbiri üzerine derecelerle yüksek kılınmasının bir başka gerekçesi açıklanmaktadır.
Rabbimiz, eğer dünya sevgisi kalplere baskın gelip de bu durum in*sanları küfre iterek hepsini tek bir küfür toplumu haline getirmeyecek olsaydı, “evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Ve onların evleri için kapılar, üzerine yaslanacakları koltuklar ve altından süs eşyaları yapar, onları lüks içinde yaşatırdık” buyurmuştur. Bu ifadeyle insanın lüksü, refahı arttıkça şımardığı, azgınlaştığı ortaya konmaktadır. Doğrudan “toplum” denilmeyip de “ümmet [önderli toplum]” denilmesinin nedeni, birilerinin ortaya çıkıp insanları yanlış yöne yönlendireceği; onların da bu önderlerin arkasına takılarak lüks yaşam nedeniyle küfrü tercih edecekleri gerçeğidir.
İnsanın aslında zayıf yaratıldığı; bundan dolayı da zenginleşince azma, sıkıntıda ise bunalma riskiyle karşı karşıya olduğu daha evvel birçok ayette açıklanmıştı:

Allah, sizden hafifletmek istiyor. Şüphesiz insan zayıf yaratılmıştır. (Nisa/28)

Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendi*ni yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6- 8)

Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. -Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!- (Neml/14)

Kur’an, dünyadaki lüks yaşamın, altın ve gümüş gibi değerlerin bu dünyaya ait basit, önemsiz kazanımlar olduğunu; asıl kazancın ahirete yönelik olduğunu, bu nedenle de zenginliğin, lüks yaşamın insanı azdırmaması, yoldan çıkarmaması gerektiğini ihtar etmekte ve toplumu bu yönde yönlendirenlerin arkasına düşülmemesini istenmektedir.

36, 37 – Ve her kim Rahman’ın zikrinden körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için karindir [yaştaştır, yandaştır]; ve şüphesiz ki onlar [karinler], onları [körleşenleri] Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
38 - Nihayet Bize gelince: “Keşke seninle benim aramda iki doğu [doğu ile batı] arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı.” der. -Öyleyse bu ne kötü bir karindir [yaştaştır, yandaştır!]. -
39 – Ve bugün o [pişmanlık duymanız] size hiçbir fayda sağlamayacak. Siz zulmettiğiniz zaman kesinlikle azapta ortaklarsınız.

Bu ayetlerde, çevreden gösterilen binlerce ayete karşı bakarkörlük yapıp Allah’ın öğütlerine kör gibi davranan kişiye bu halini sürdürmesi için şeytanın musallat olacağı, şeytanın o kişiye yaptıklarının doğru ve haklı olduğu yönünde dalkavukluk edeceği, böylece şeytanın o kişiyi tüm yanlış iş ve davranışlarında teşvik edeceği bildirilmektedir. Tabii, bu durum Allah’ın huzuruna gelinceye kadar sürecektir. Huzura gelince iş anlaşılacak, kişi o şeytana “Keşke seninle benim aramda iki doğu [doğu ile batı] arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı!” diyecektir. Fakat artık iş işten geçmiştir. Şirkin karşılığı olan azap kaçınılmazdır.

Pasajn 36. ayetini surenin 5. ayeti ile birlikte değerlendirdiğimizde ortaya şöyle bir anlam da çıkmaktadır: “Biz size Zikr’i ulaştırmaya devam edeceğiz. Her kim ondan yüz çevirmek sureti ile Zikr’i görmezlikten gelirse Biz ona bir şeytanı musallat ederiz. Küfrünün, körlüğünün bir cezası olmak üzere ona bir şeytan veririz. O da sürekli onu yoldan çıkarır, o da kendini hep doğru yolda sanır”.
Ayetin orijinalinde “ المشرقينiki doğu” ifadesi geçmektedir. Ancak bu ifade “doğu ve batı” demektir. Arapçada iki ayrı şey bazen birinin tesniye [ikil] yapılmasıyla da ifade edilebilmektedir. Meselâ Ay ve Güneş “ القمرينKamerayn [iki ay]” diye de söylendiği halde bu ifadeyle Ay ve Güneş kastedilir. Yine “ عمرين Omerayn [iki Ömer]” ifadesiyle de Ebubekir ve Ömer kastedilir. Öğle ile ikindiye “ عصرانasrani [iki ikindi], ana-babaya الوالدينvalideyn [iki ana] ve االأبوينebeveyn [iki baba] denilir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
38. ayetteki “doğu ile batı arasındaki uzaklık” ifadesiyle kastedilen, en uzun mesafedir.

Ve kim kendisine doğru yol apaçık ortaya çıktıktan sonra Elçi’ye karşı çıkar ve müminlerin yolundan başkasını izlerse, Biz onu döndüğü şeye döndürürüz ve onu cehenneme sokarız. O da ne kötü bir gidiş yeridir! (Nisa/115)

Ve Biz onlara bir takım karinleri [yakınları [İblislerini]] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinn ve insten [herkesten], kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan SÖZ onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. (Fussilet/25)

Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi [süsledi]. (En’am/43)

Allah’a yemin olsun ki, Biz kesinlikle senden önce bir takım ümmetlere elçiler gönderdik de şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan, bu gün onların velisidir. Ve onlar için acı bir azap vardır. (Nahl/63)

Derken, çok beklemeden o [Hüdhüd] geldi de “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, onlara [Sebelilere] hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve kavmini, Allah’ın astlarından Güneş’e secde ederler buldum. Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar. -Allah; kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir-” dedi. (Neml/22- 26)

Kim Benim zikrimden [Benim anılmamdan / Benim öğüdümden] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim / yaşam vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” [Allah] Der ki: “Bu böyledir, ayetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun [cezalandırılıyorsun].” (Ta Ha/124- 126)

40 - O halde sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körlere ve apaçık bir sapıklık içinde bulunanlara sen mi kılavuzluk edeceksin?
41 – Artık eğer Biz, seni alıp götürsek bile şüphesiz Biz, onlardan intikam alanlarız [onları cezalandırarak adaleti sağlarız].
42 - Yahut da onlara vaat ettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü Biz, onların aleyhlerine güç yetirenleriz.
43 - Öyleyse sen, sana vahyedilene sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin.
44- Ve şüphesiz o [sana vahyedilen; Kur'an], senin için de, kavmin için de gerçekten bir öğüttür/ şan şereftir siz ondan sorgulanacaksınız.
61, 62 – Ve şüphesiz o [sana vahyedilen; Kur'an] o saat [kıyametin kopuşu] için kesinlikle bir bilgidir: “Sakın onda [kıyâmetin kopuşu hakkında] şüpheye düşmeyin ve bana uyun. Bu, doğru yoldur. Ve sakın şeytan sizi alıkoymasın. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.”
45 – Ve sen, elçilerimizden senden önce gönderdiğimiz kişilere sor, “Biz Rahman’ın astlarından ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?"
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (9. June 2010)
Alt 25. April 2009, 10:29 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.094
Tesekkür: 3.632
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Resulullah’ın teselli edildiği bu ayet grubunda hem ona, hem de ona uyanlara bir takım yeni bilgiler verilmektedir.
61, 62. ayetler hem teknik olarak hem de anlam bakımından resmi mushaftaki yerlerine uygun değildir. Ayetlerin teknik bakımdan ve anlam yönünden uygun olduğu yer burasıdır. Bu nedenle resmi sıralamada 61. ve 62. ayetler bu pasaja taşınıp 44. ayet ile 45. ayet arasına tarafımızdan tertip edilmiştir. Böylece hem bu paragraf hem de ayetlerin bulunduğu eski paragraf anlamlı hale getirilmiştir.
61. ayetin resmi mushafta İsa’dan (as) bahseden bir paragrafın cümleleri arasında yer alması, ayetteki “ إنّهo” zamirinin İsa peygambere gönderilmesine sebep olmuştur. Bundan dolayı da İsa’nın kıyametin bilgisi olduğu yolunda yanlış bir anlayış gelişmiştir. Bu anlayış İsa’nın (as) gökten ineceği ve bu inişinin de kıyametin alameti olacağı şeklindedir. Bu konuya ait yazılmış senaryoları ibret için takdim ediyoruz:

Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah [sav]'ın İsra'ya götürüldüğü gece İbrahim, Musa ve İsa (hepsine selam olsun) ile kar*şılaştı. Kıyametin kopuşunu sözkonusu ettiler. Önce İbrahim'den başlayarak ona kıyamete dair soru sordular. Onda bu hususa dair bir bilgi yoktu. Son*ra Musa'ya sordular, onda da buna dair bir bilgi yoktu. Nihayet söz sırası Mer*yem oğlu İsa'ya gelince, dedi ki: “Meydana gelmesinden önce bana bir ahit verilmiş bulunuyor. Ne zaman gerçekleşeceğine gelince, onu Aziz ve Celil olan Allah'tan başkası bilmez” deyip Deccal'in çıkışını söz konusu etti ve “İnip onu öldüreceğim” dedi. Sonra da (İbn Mesud) hadisin geri kalan bölümünü zik*retti. Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivayet etmiş bulunmaktadır.
Müslim'in, Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "O -yani Mesih Deccal- bu halde iken Allah Meryem oğlu Mesih'i gönderecek, o da Dımaşk'ın do*ğu taraflarında Beyaz Minare’nin yakınında, ellerini iki meleğin kanatları üze*rine koymuş olduğu halde, iki elbiseye bürünmüş olarak inecek. Başını aşağı doğru eğdi mi damlayacak, yukarı doğru kaldırdı mı ondan inci tane*lerini andıran inci suretinde yapılmış gümüş taneleri yuvarlanacak. [Yağmur yağmasından kinayedir.] Onun nefesinin kokusunu alan bir kâfir mutlaka öle*cek. Nefesi de gözü ile gördüğü en ileri noktaya kadar ulaşacak. Nihayet (İsa) onu [Deccal'i] takibe koyulacak ve ona Lud kapısında yetişip öldürecek."
Sa'lebî, Zemahşerî ve başkalarının Ebu Hureyre yoluyla zikrettikle*ri rivayetlere göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Meryem oğlu İsa se*madan Vefık diye adlandırılan Arz-ı Mukaddes’teki bir tepe üzerine, sarımtrak iki elbiseye bürünmüş olarak inecek. Saçları yağlanmış olacak, elinde de kendisi ile Deccal'i öldüreceği bir mızrak bulunacak. İnsanlar ikindi namazın*da imamla namaz kıldıkları bir sırada Beytu'l-Makdis'e gelecek, imam geri çe*kilmek isteyecek, fakat İsa (a.s) onu öne geçirecek ve Muhammed (sav)'ın şeriati üzere arkasında namaz kılacak. Sonra da domuzları öldürecek, haçı kıracak, havra ve kiliseleri yıkacak, ona iman edenler müstesna, hristiyanları öldürecek."
Halid'in rivayetine göre de el-Hasen şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) bu*yurdu ki: "Peygamberler baba bir kardeşler (gibi)dir. Onların anneleri ayrı olmakla birlikte dinleri birdir. İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa'ya en ya*kın benim. Çünkü benim ile onun arasında bir peygamber yoktur. O sema*dan ilk inecek kişi olup haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslâm’a girmele*ri için insanlarla savaşacaktır. el-Maverdî dedi ki: İbn İsa'nın bir topluluk*tan naklettiğine göre onlar şöyle demişler: İsa indi mi Allah'tan aldığı emir*lere göre insanlara emir verip, yasaklar koyan o dönemin bir rasûlü olma*sın diye mükellefiyet kaldırılmış olacaktır.
Ancak bu, şu üç husus sebebiyle reddedilecek bir görüştür. Birincisi hadis-i şeriftir, çünkü dünyanın kalması dünyada mükellefiyetin kalmasını ge*rektirir. Diğer taraftan o marufu emreden, münkerden alıkoyan birisi olarak inecektir. Yüce Allah'ın ona vereceği emirlerin İslâm’ı desteklemek, İslâm’ın gereklerini emretmek ve insanları İslâm’a davet etmek ile münhasır olacağı da reddolunacak bir şey değildir.
Derim ki: Müslim'in Sahih'inde ve İbn Mace'de sabit olduğuna göre, Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Andolsun Meryem oğ*lu İsa adaletli bir hakem olarak inecektir. Haçı kıracaktır, domuzu öldürecek*tir, cizyeyi kabul etmeyecektir. Andolsun genç develer başıboş bırakılacak, onlara çobanlık eden olmayacaktır. Düşmanlık, nefret ve kıskançlık yok olup gidecektir. Malın alınması için çağrıda bulunacak, fakat kimse onu kabul et*meyecek.”
Yine Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "İmamınız kendinizden iken -bir rivayette: sizden olan ile size imam olmuşken- Meryem oğlu [İsa] aranızda ineceği vakit haliniz ne olacak?" İbn Ebi Zi'b dedi ki: "İmamınız sizden olan ile size imam olmuşken ne de*mek biliyor musun? (el-Velid b. Müslim) de “Bana haber verirsen öğrenirim” de*dim. Dedi ki: “Rabbinizin Kitabı ile peygamberiniz (sav)'ın sünneti ile size imamlık ederse" demektir.
İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- dediler ki: İşte bu İsa (a.s)'ın peygamberimiz Muhammed (sav)'ın dininin unutulmuş olan birtakım hükümlerini uygulamaya koymak üzere bir yenileyici [müceddid] olarak ine*ceği hususunda açık bir nasstır. Yoksa yeni bir şeriat ile de inmeyecektir; gerek burada, gerekse "et-Tezkire" adlı eserimizde açıkla*dığımız üzere, mü*kellefiyet de olduğu gibi devam edecektir.
Bir açıklamaya göre "şüphesiz ki o Saatin ilmidir." Yani muhakkak ki İsa'nın ölüleri diriltmesi kıyametin kopacağına ve ölülerin diriltileceğine delildir. Bu açıklamayı İbn İshak yapmıştır.
Derim ki: "Şüphesiz ki o" buyruğunun, “şüphesiz ki Muhammed (sav) sa*atin ilmidir” anlamında olma ihtimali de vardır. Buna Peygamber (sav)'ın: "Ben ve kıyamet şu ikisi gibi gönderildik" deyip şehadet parmağı ile orta parma*ğını yanyana getirmesi delil teşkil etmektedir. Bunu Buharı ve Müslim riva*yet etmiştir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)


Kıyamet İşareti:
Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, (yani Hz. İsa) saatin ilmidir. Yani, sayesinde kıyametin bilindiği alametlerden bir alamettir." Böylece, bir şeye defâlet eden alâmet, sayesinde o şey bilinip anlaşıldığı için, "ilim" adını aldı (yani, “le ilmün” buyuruldu). İbn Abbas da bu ifadeyi “le alemün” şeklinde okumuştur ki, bu, alâmet, belirti demektir. Yine bu ifade, “lel'ilmu” şeklinde de okunmuştur. Ubeyy İbn Kâ'b ise, “le zikrun” şeklinde kıraat etmiştir. Konuyla ilgili hadiste şu yer almaktadır: İsa, elinde mızrağı olduğu halde, Arz-ı Mukaddes'te, kendisine “Efik” adı verilen bir tepeye iner. Mızrağı ile Deccâli öldürür, peşinden, imamın cemaate namaz kıldırdığı bir sırada, sabah namazında Beyt-i Makdîs'e gelir. Bunun üzerine imam geriye çekilir, fakat Hz. İsa onu yine ileri sürer ve o imamın arkasında Hz. Muhammed'in şeriatine göre namaz kılar. Daha sonra, domuzları öldürür, haçı parçalar, havra ve kiliseleri tahrip eder ve kendisine inananlar hariç, hristiyanları da öldürür." (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Konumuz olan pasajda Resulullah’a tek yapması gereken şeyin kendisine vahyedilene uymak olduğu uzun uzadıya açıklanarak peygamberimiz teselli edilmiştir.
O dönemde kâfirler Resulullah’ı ortadan kaldırabilmek için gece gündüz plânlar kurmakla meşguldüler. Onu öldürebildikleri takdirde dertlerinin sona ereceğine inanmaktaydılar. Bu nedenle Rabbimiz, Elçi’ye “Biz, seni alıp götürsek bile şüphesiz Biz, onlardan intikam alanlarız [onları cezalandırarak adaleti sağlarız].Yahut da onlara vaat ettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü Biz, onların aleyhlerine güç yetirenleriz” diye hitap etmiştir. Rabbimizin peygamberimize verdiği bu sözün Bedir günü gerçekleştiği ve peygamberimizin de bu kokuşmuş insanların cezalandırılışlarını o gün, orada gördüğü söylenebilir.

46- Ve Hiç kuşkusuz Biz Musa’yı ayetlerimizle Firavun’a ve onun ileri gelenlerine elçi gönderdik de o: “Gerçekten ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” demişti.
47 – Sonra da Musa mucizelerimizi onlara getirince onlar hemen onlara [mucizelere] gülüverdiler.
48 – Ve Bizim onlara gösterdiğimiz her bir mucize kardeşinden [önceki mucizeden] mutlaka daha büyüktür. Ve onlar dönerler diye Biz onları azapla yakaladık.
49 - Onlar da: “Ey sihirbaz! Sende olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine dua et. Şüphesiz biz kesinlikle doğru yola gireceğiz” dediler.
50 - Fakat ne zaman ki azabı kendilerinden kaldırdık, o zaman onlar sözlerinden dönüverirler.
51- 53 – Ve Firavun, kavminin içinde seslendi: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise açıklayamayan [meramını anlatamayan] kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem onun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar halinde melekler gelmeli değil miydi?” dedi.
54 - Firavun kendi kavmini hafifleştirdi [etkisizleştirdi] de onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz onlar, fâsıklar toplumu idiler.
55, 56 - Nihayet onlar, Bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık [cezalandırarak adaleti sağladık]. Sonra da onları topluca suda boğduk. Sonra da onları sonradan gelecekler için selef ve örnek kıldık.

Bu ayet gurubunda, aklını kullanmayan, çevrelerindeki binlerce ayete gözünü kapayan ve bu nedenle de azabı hak edenlere Firavun ve avenesi örnek gösterilmiştir. Bu kısa anlatımda Firavun ve avenesinin politikaları ana hatlarıyla açıklanmıştır. Sonra da Mekkeli müşrik kodamanlara Firavun’dan farklarının olmadığı bildirilerek, Firavun ve avenesinin başına gelenlerin kendi başlarına da geleceği ihtar edilmiştir.

Ve and olsun ki, Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık. (A’raf/130)

Biz de ayrı ayrı ayrılmış [belirli aralıklarla] âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular kavmi oldular.
Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü, dediler ki: “Ey Mûsâ! Sana olan ahdi nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrâîloğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz.”
Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar. (A’raf/133-135)

Derken topladı da seslendi:
“O [Firavun], ben sizin en yüce Rabbinizim” dedi. (Nâziât/23- 25)

56. ayetteki “Nihayet onlar Bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık [cezalandırarak adaleti sağladık]” ifadesi onların artık Allah düşmanı olduklarının beyanıdır:

Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/ arka arkaya kesilmesi, ya da yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Ahirette de onlar için büyük bir azab vardır. (Maide/33)

Şüphesiz Allah'a ve Elçisi’ne eziyet verenler; Allah onlara dünyada ve ahirette lânet etmiştir. Ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. (Ahzab/57)

53. ayette Firavun’un Musa (as) hakkında sarf ettiği nakledilen “Hem onun üzerine altın bilezikler atılmalı” şeklindeki sözü, bu şekilde süslenmenin o dönemdeki soylu kimselerin âdeti olmasından dolayıdır. Firavun ve çevresindeki yakınları o dönemde bu tür altın bileziklerle süslü idiler. Çünkü altın takılarla süslenmek, o dönemin kültüründe bir soyluluk nişanesi idi.
Kitab-ı Mukaddes’te de bu âdete ait ipuçları bulunmaktadır:

Bu öneri Firavun'a ve görevlilerine iyi göründü.
Firavun görevlilerine, "Bu adam gibi Tanrı Ruhu'na sahip birini bulabilir miyiz?" diye sordu.
Sonra Yusuf'a, "Mademki Tanrı sana bütün bunları açıkladı, senden daha akıllı ve bilgili bir adam yoktur" dedi,
"Sarayımın yönetimini sana vereceğim. Bütün halkım buyruklarına uyacak. Tahttan ötürü yalnız ben senin üzerinde olacağım.
Seni bütün Mısır'a yönetici atıyorum."
Sonra mührünü parmağından çıkarıp Yusuf'un parmağına taktı. Ona ince ketenden giysi giydirdi. Boynuna altın zincir taktı.
Kendi yardımcısının arabasına bindirdi. Yusuf'un önünde, "Yol açın!" diye bağırdılar. Böylece Firavun ona bütün Mısır'ın yönetimini verdi.
Firavun Yusuf'a, "Firavun benim" dedi, "Ama Mısır'da senden izinsiz kimse elini ayağını oynatmayacak." (Tekvin/41; 37-44)

57 - Meryem oğlu İsa bir örnek olarak anlatılınca da, senin kavmin, ondan mesafelenip giderler.
58 – Ve onlar [senin kavmin]: “Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlıdır, yoksa o mu [Muhammed mi/ İsa mı]?” dediler. Bu örneği sırf seninle tartışmak için ortaya attılar. Aslında onlar, aşırı düşmanlık eden bir toplumdur.
59 - O [İsâ], sadece Bizim kendisine nimet verdiğimiz ve kendisini İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.
60 – [Bu ayet surenin 6. ayeti olarak tertip edilmiştir.]
61, 62 – [Bu iki ayet 44,45. ayetlere bağlı olarak değerlendirilmiştir.]
63, 64- İsa apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O halde Allah’a karşı takvalı olun ve bana itaat edin. Şüphesiz ki Allah; O, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu, doğru bir yoldur.”
65 - Fakat gruplar, İsâ hakkında kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Artık acı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay hâline!

İsa (as) ile ilgili pasajı şu düzenle tertip edip anlamalıyız:

57 - Meryem oğlu İsâ bir örnek olarak anlatılınca da, senin kavmin, ondan mesafelenip giderler.
58 – Ve onlar [senin kavmin]: “Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlıdır, yoksa o mu [Muhammed mi/ İsa mı]?” dediler. Bu örneği sırf seninle tartışmak için ortaya attılar. Aslında onlar, aşırı düşmanlık eden bir toplumdur.
59 - O [İsâ], sadece Bizim kendisine nimet verdiğimiz ve kendisini İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.
63, 64- İsa apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O halde Allah’a karşı takvalı olun ve bana itaat edin. Şüphesiz ki Allah; O, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu, doğru bir yoldur.”
65 - Fakat gruplar, İsâ hakkında kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Artık acı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay hâline!

Kur’an’ın İsa (as) hakkında verdiği bilgilere karşı Mekkeli müşriklerin tutumlarının anlatıldığı bu ayet grubunda, İsa’nın İsrailoğulları’na örnek gösterildiği ve onun Allah’ın birçok lütfuna mazhar olmuş bir kul olduğu vurgulanmaktadır.
Bu pasajın nüzul sebebi olarak klâsik kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:

Yüce Allah “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Rah-man'dan başka ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız? (Zuhruf/43, 45)” buy*ruğunu indirince müşrikler İsa (a.s)'ın durumunu ileri sürerek “Muhammed tıp*kı Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı ilah edindikleri gibi, bizim de kendisini ilah edinmemizden başka bir şey istemiyor” dediler. Bunu Katade söylemiştir.
Buna yakın bir rivayet Mücahid'den gelmiştir. O dedi ki: Kureyş “Muham*med, İsa'nın kavmi İsa'ya tapındıkları gibi, bizim de kendisine tapınmamı*zı istiyor” dediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
İbn Abbas dedi ki: Bu buyrukla Yüce Allah, Abdullah b. ez-Ziba'ra'nın Peygamber (sav) ile İsa (as) hakkındaki tartışmasını kastetmektedir. Bu örneği veren kişi Sehmoğullarından Abdullah b. ez-Ziba'ra'dır ve bunu kâfir iken söylemişti. Kureyş kendisine: “Şüphesiz Muhammed ‘Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz (Enbiya/98)’ ayetini okuyor” dediler. Abdullah b. ez-Ziba'ra da “Eğer yanında hazır olsam ona cevap verirdim elbet” dedi. Bu sefer: “Ona ne diyecektin?” diye sordular. O da şöyle dedi: “Ona derdim ki: İşte, Mesih'e Hıristiyanlar ibadet ediyor. Uzeyr'e de Yahudiler ibadet ediyor. Bu ikisi de cehennemin odunundan mıdırlar?” Kureyşliler onun söylediği bu sözü beğendi ve böylelikle bu sözle onun davayı ka*zandığı görüşüne kapıldı. İşte Yüce Allah'ın "Bağrışıp çağrışmaya koyuldu" buyruğunun anlamı budur. Yüce Allah da bunun üzerine: “Şüphesiz kendi*leri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır (Enbiya/101)” buyruğunu indirdi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Müfessirler bu hususta şunları ileri sürmüşlerdir ki, hepsi de ihtimal dâhilindedir:
1- Kâfirler, Hıristiyanların Hz, İsa (a.s)'ya taptıklarını duyunca, "Onlar, İsa'ya tapıyorlar; oysa, bizim ilâhlarımız İsa'dan daha iyidir" dediler. Onlar bu sözü, kendileri meleklere taptıkları için söylediler.
2- Rivayet edildiğine göre, “Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz (Enbiya/98)” ayeti nazil olunca, Abdullah İbnu'z-Ziba'râ, "Bu, bize ve ilâhlarımıza mı, yoksa bütün ümmetlere şamil bir hüküm mü?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Hayır, bütün ümmetlere şamil bir hüküm" buyurdu. Bunun üzerine Abdullah, "Ben seni yendim; Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, sen Meryem oğlu İsa'nın peygamber olduğunu iddia etmedin mi? İsa ve annesini hayırla yâd etmiyor muydun? Sen, Hıristiyanların, İsa ve annesine; Yahudilerin de Uzeyr'e taptıklarını ve meleklere de tapıldığını biliyorsun. Binaenaleyh, eğer bunlar cehennemde olacaklarsa, biz, bizim ve ilâhlarımızın onlarla beraber olmasına çoktan razıyız" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)] sustu, kâfirler güruhu sevindiler, güldüler ve çığlıklar attılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak “Şüphe yok ki, kendileri için bizden en güzel [bir saadet] sebkat etmiş olanlar, işte bunlar oradan [cehennemden] uzaklaştırılmışlardır (Enbiyâ/101)” ayetini indirdi. İşte bu ayet [Zuhruf/57] de o zaman nazil oldu. Buna göre mana, "Abdullah İbnu'z-Ziba'râ, Meryem oğlu İsa'yı bir misal getirip Hıristiyanların İsa'ya ibadet etmeleri sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'le mücadele edince, "Bir de ne görelim, senin kavmin Kureyş, bu meselden dolayı Hz. Peygamber (s.a.s)'in susturulmasını görmeleri sebebiyle sevinçlerinden çığlıklar attılar, büyüktendiler ve gülmeye başladılar. Çünkü örf, taraflardan birisi, davasını savunamayıp acze düştüğünde, ikinci tarafın çığlıklar atması ve bundan sevinç duyması şeklinde cereyan edegelmiştir. Dediler ki: "Bizim tanrılarımız mı iyi, yoksa o mu?" Yani, "Sence bizim ilâhlarımız [melekler] İsa'dan daha iyi değil midir? Binaenaleyh İsa cehennem odunu olduğuna göre, bizim ilâhlarımızın durumu ise, daha hafif ve daha ehven olur" demektir.

3- Hz. Peygamber (s.a.s), Hıristiyanların Hz. İsa’ya taptıklarını ve onu kendilerinin ilâhı kabul ettiklerini anlatınca, Mekke kâfirleri de, "Muhammed, tıpkı Hıristiyanların, Mesih'i kendilerinin ilâhı kabul etmeleri gibi, bizim de, kendisini bizim ilâhımız kabul etmemizi istiyor"dediler ve işte bu durumda "Bizim ilâhlarımız mı yoksa o mu?", yani, "Bizim ilâhlarımız mı yoksa, Muhammed mi daha hayırlıdır?" dediler ve bu sözü, "Muhammed bizi kendisine tapmaya davet ediyor; halbuki atalarımız ise bu putlara tapmanın gerekli olduğunu iddia etmişlerdi. Bu iki şeyden birisinin mutlaka yapılması gerekli olduğuna göre, bu putlara tapmak daha uygun olur. Çünkü atalarımız ve geçmişlerimiz, putlara tapma hususunda mutabakata varmışlardı. Ama Muhammed ise bizim kendisine tapmamız hususunda ithama maruz bir kişidir. Binaenaleyh, putlara tapmakla meşgul olmak daha evlâ olur" dedikleri için bu sözü söylediler. Cenâb-ı Hak ise, "Biz, İsa'ya tapmanın güzel bir yol olduğunu söylemedik. Tam aksine bu, bâtıl ve yanlış bir yoldur. Çünkü İsa sadece bizim kendisine in'âmda bulunduğumuz bir kuldur. Durum böyle olunca da, onların, "Muhammed, bizim, kendisine tapmamızı istiyor" şeklindeki sözleriyle ortaya attıkları bu şüphenin, zail olduğu..." şeklinde beyanatta bulunmuştur. İşte bu üç açıklama, ayetin lâfzının, bunlardan her birine muhtemel olduğu şeyler cümlesindendir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

65. ayette “Fakat gruplar, İsâ hakkında kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler” buyrulmuştur. Kur’an’ın indiği dönemde hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar İsa konusunda ihtilâf halinde idiler.
İsa peygamberin gayrimeşru bir çocuk ve sahte bir peygamber olduğunu iddia eden Yahudiler ile onun Allah’ın oğlu olduğunu ve Allah’ın onda cisimlendiğini iddia eden Hıristiyanlar, birbirleri ile sürekli ihtilâf hâlinde olmuşlardır. Rabbimiz her iki tarafın da yanlış düşünce ve kanaatlerini Kur’an’da bildirdiği bilgilerle ortadan kaldırmış, gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Allah’ı Kur’an’dan tanıyanlar ve aklıselim sahipleri artık bilmektedirler ki, Allah çocuk edinme gibi noksanlıklardan münezzehtir.
Ne var ki, İsa peygamber ile ilgili olarak sadece Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında değil, Hıristiyanların kendi aralarında da ihtilâflar oluşmuştur. Bu ihtilâflar, hizipler ve mezhepler halinde bugüne kadar gelmiştir. İlk dönem Kur’an bilimcilerinden olan Mukatil’in tespitlerine göre o dönemde Hıristiyanların içinde farklı inanışlara sahip üç grup vardı:
* “İsa Allah’ın oğludur” diyen Nasturîler,
* “İsa Allah’ın kendisidir” diyen Mar-Yakubîler ve
* “Allah üçün üçüncüsüdür” diyen Melkanîler.
Kur’an’da Meryem ve İsa peygamber hakkında verilen bilgiler, İsa peygamberin doğumu ile Kur’an’ın inişi arasındaki dönemde ortaya çıkmış Yahudi ve Hıristiyan inançlarını yansıtmaktadır. Ne var ki, Kur’an’ın inişinden bu yana, tıpkı Müslümanların yüzlerce mezhebe, binlerce meşrebe ayrıldığı gibi, Hıristiyan ve Yahudiler de mezheplere, meşreplere ayrılmışlar ve her bir hizip değişik inanç ve yaşam tarzı sergilemiştir. Bizim düşüncemize göre, gerek Müslümanlar, gerekse Ehl-i Kitap arasında ortaya çıkmış olan yanlış inanç ve yaşam tarzlarının insanların hayatlarından çıkarılıp atılması için Kur’an’da verilen mesajlar ve ilâhî ilkeler sadece Müslümanlara değil, Ehl-i Kitap’a da ulaştırılmalıdır. Kur’an erlerinin ortaya koyacağı bu yöndeki çalışmalar, insanlığın doğru istikameti tanıması bakımından önemli sonuçlara yol açacak bir potansiyeli taşımaktadır.

İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilâf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)

Bu konu daha evvel Meryem suresinin tahlilinde de (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, Meryem Suresi) ele alındığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

66 - Onlar kendileri farkına varmadan, ansızın, Saat’in kendilerine gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?
67 - O gün Muttakiler hariç tüm izdaşlar [birbirinin izinden gidenler], birbirlerine düşmandırlar.

Bu ayetlerde, bunca açıklamaların muhatabı olup da hala yola gelmeyen, hevalarını ilâh edinmiş zavallılar kınanmıştır. Ayrıca kıyamete ait şu kısa bilgi verilmiştir:
O gün, ansızın gelecektir. Ona karşı tedbir almaları, onu geri çevirmeleri, ondan kurtulmaları söz konusu olmayacaktır. O gün Allah’ın yolundan gitmeyip de birbirinin izinden gidenler birbirlerine düşman olacaklardır. Dünyada iken birbirleriyle canciğer dost olmalarına karşın o gün birbirlerine düşman kesilecek ve “Senin yüzünden bu hale düştüm” diyerek birbirlerini itham edeceklerdir. Muttakiler ise her zamanki gibi birbirlerinin dostu olacaklardır. Aralarındaki dostluklar ahirette de devam edecektir.
Müşriklerin birbirine olan husumetleri birçok ayette dile getirilmiştir:

İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir merhaba [rahat] yok. Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar [atıldılar].
Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!”
Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!”
Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye göremiyoruz?
Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir. (Sad/59-64)

(Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız- tanımadığınız] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihâyet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. [Allah,] “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der].
Öncekiler de sonrakilere, “Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın” dediler [derler]. (A’raf/38, 39)

Kesinlikle Allah kâfirleri hayırdan uzak tutmuş ve içinde ebedi olarak kalmaları üzere onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir yakın ve yarımcı bulamazlar.
O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: “Ah keşke Allah’a itaat etseydik ve Elçi’ye itaat etseydik!” derler.
O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: “Ah keşke Allah’a itaat etseydik ve Elçi’ye itaat etseydik!” derler.
Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzab/64- 68)

O [İbrahim onlara] dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.” (Ankebût/25)

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah’a teslim eden ve hanifçe, İbrahim'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrahim'i “Halil [izdaş]” kabul etti. (Nisa/125)

Ey iman edenler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, kurbanlık hediyelere, gerdanlıklarına ve Rablerinden lutuf ve rıza bekleyerek Beytü’l-Haram’ı [Ka’be’yi] niyetlenenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman da avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı çok çetin olandır. (Maide/2)

68- 70 – “Ey ayetlerimize iman etmiş ve Müslümanlar olmuş olan kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz. Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak girin cennete!
71- 73- -Onların [muttakilerin] çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.- Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle, kendisine varis edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz.

Bu ayet gurubunda Rabbimiz, iman eden, takvalı davranan kullarına vereceği nimetleri sayıp dökmüştür.
Yedi ayetten oluşan bu paragraf, belağat gereği, orijinalinde ayrı ayrı ayetler halindedir. Biz anlamı ve cümle öğelerini de dikkate alarak ayetleri iki grup halinde meallendirdik.
Bu ayet gurubunda bildirilen cennet nimetleri Kur’an’ın birçok yerinde sayılıp dökülmüştür; özellikle de İnsan ve Vakıa surelerinde toplu olarak yer almıştır:

Şüphesiz, ebrar/ iyiler/ yardımseverler, kâfur katılmış bir tastan içerler. Fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki, ondan, verdikleri sözleri yerine getiren ve kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah yüzü [Allah rızası] için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız” diyerek, Allah sevgisi için, yiyeceği, yoksula, öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları içerler. Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, sabretmelerine karşılık onlara Cennet’i ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve onların koparılması son derece kolaylaştırılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir. Ve orada, onlara karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, Orada, Selsebil denilen bir pınardan.... Ve aralarında büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir krallık [mülk ve yönetim] göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rabb’leri onlara tertemiz bir içecek içirecek. (İnsan/5-22)

[Onlar] Yaptıklarına karşılık olarak; mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı onların üzerinde yaslanırlar. Üzerlerinde [çevrelerinde], kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler -ki ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir- beğendiklerinden meyveler, canlarının çektiğinden kuş eti ile; süreklileştirilmiş [hep aynı bırakılmış] çocuklar, saklı inciler gibi iri gözlüler dolaşırlar. Orada lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokan işitmezler. Sadece söz olarak: “selâm!”, “selâm!”
Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! [Onlar], dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen [tükenmeyen] ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.
Şüphesiz Biz onları [kiraz, muz, gölgeler, fışkıran su…] öyle bir inşa ile inşa ettik [yarattık]. Ki onları, sağın ashabı için albenili ve hepsi bir ayarda bakireler [dokunulmamışlar] kıldık [yaptık]. (Vakıa/15- 38)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 25. April 2009, 10:29 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.094
Tesekkür: 3.632
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Sonra Biz Kitap’ı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları nefislerine zulmeden, bazıları orta yolu tutan bazıları da Allah’ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu büyük lütfun; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. (Fatır/33)

Pasajın ilk bölümündeki “Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak girin cennete!” ifadesi ile kastedilenler dünyadaki eşler değildir. Zira dünyadaki eşlerin her biri ayrı ayrı mükellef kişiliklerdir. Suçun ve cezanın şahsîliği söz konusudur. Dünyada muttaki olan bir kişinin eşinin de muttaki olması, her ikisinin de aynı lütfu hak etmiş olması mümkün fakat mutlak değildir. Burada konu edilen eşler, Rabbimizin ahirette insana vereceği özel olarak yaratılmış eşlerdir.

74- 76- Şüphesiz ki günahkârlar, cehennem azabında süreklidirler. Kendilerinden hafifletilmeyecektir. Onlar, orada da ümitsizlerdir. Ve Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar, zalim kimselerin ta kendileri idiler.
77- Ve onlar seslenirler: “Ey Malik! Rabbin bizim aleyhimize gerçekleştirsin [işimizi bitirsin].” O [Malik]: “Şüphesiz siz böyle kalacaksınız” dedi.
78 – Ant olsun ki Biz size hakkı getirdik. Velâkin sizin çoğunuz hakkı çirkin görüyorsunuz.

Bu ayet gurubunda ise mücrimlerin ahiretteki durumları anlatılmaktadır. Onlar cehennem azabında ebe*di kalıcıdırlar. Azapları hafifletilmez; azap içinde ümitsizce yaşarlar. Çaresizlikten cehennem görevlisine başvurarak Allah’a yalvarıp kendilerini bu durumdan kurtarması için aracı olmasını isterler. Cehennem görevlisi ise onlara “Şüphesiz siz böyle kalacaksınız” diye karşılık verir.

Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular. (En'am/44)

Ayette geçen “Malik”, pasajdaki söz akışından anlaşıldığına göre, cehennemin görevlisidir. Cehennemde bir takım meleklerin, zebanîlerin görev yaptığını Kur’an’dan öğrenmekteyiz.

Ve Ateş içindeki kimseler, cehennem bekçilerine: “Rabbinize dua edin de bir gün olsun bizden azaptan hafifletsin.” dediler.
Onlar [Bekçiler]: “Size elçileriniz açık kanıtları getirmediler miydi?” diye sorarlar. Onlar: "Evet [getirmişlerdi]" derler. Onlar [Bekçiler]: “Öyle ise kendiniz dua edin” derler. Kâfirlerin duası sadece şaşkınlıktadır [boşa çıkmıştır]. (Mü’min/49)

Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun. Onun üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrim/6)

Biz zebanîleri çağıracağız. (Alak/17)

Ve şu inkâr eden kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, onun [cehennem ateşinin] birazı da hafifletilmez. İşte Biz her aşırı inkârcıyı böyle cezalandırırız. (Fatır/36)

En bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.
O ki, en büyük ateşe yaslanacaktır.
Sonra o en büyük ateşin içinde ne ölecek ne de hayat bulacaktır. (A’la/11- 13)

79 - Yoksa onlar işi sağlama mı almışlar [garantiye mi bağlamışlar]? İşte Biz, şüphesiz, sağlamcılarız.
80 - Yoksa onlar, şüphesiz Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Evet! [İşitiriz], yanlarında bulunan elçilerimiz de yazıyorlar.

Bu ayetlerde, müşriklere inkarî sorular yöneltilerek yaptıklarının ve aldıkları tedbirlerin yararsızlığı anlatılmaktadır. Onlara yöneltilen bu sorular, “onlar işi hiç de sağlama almadılar, çok çürük iş yaptılar. Biz onları hep işitiyor, ne yaptıklarını biliyoruz. Üstelik yanlarında daima yazan elçilerimiz de var. Bu elçiler sürekli olarak onların yaptıklarını yazmaktadırlar” demektir.

Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tespitçi tespit edip dururken, o [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/17,18)

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.

Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler. (En’am/59- 61)



Konumuz olan ayetlerde, Kureyş'in ileri gelenlerinin Resulullah’a karşı gizlice plân yaptıklarına da işaret edilmiştir:

Bu âyet-i kerime, müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygam*ber için planlar düzmeleri hakkında inmiştir. Bu danışma neticesinde Ebu Cehil'in kendilerine teklif ettiği görüşü kabul etmişlerdi. Buna göre Pey*gamber (sav)'i öldürmeye katılmak üzere her kabileden bir kişi ortaya çıka*caktı. Böylelikle onun kanının [kısasının] istenme imkânı kalmayacaktı. İş*te bu âyet-i kerime bu hususta nazil oldu. Yüce Allah onların hepsini Bedir'de ölümle cezalandırdı. (Mukatil)

Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. (Neml/50)

Hani bir zaman, şu küfretmiş olan kimseler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır. (Enfal/30)

Yoksa bir sinsi plân mı yapmak istiyorlar? Fakat o küfredenlerin kendileri sinsi plâna düşenlerdir.” (Tur/42)



Onlar, insanlardan gizlenmek isterler de Allah'tan gizlenmek istemezler. Hâlbuki O [Allah], onlar O’nun sözden razı olmadığı şeyleri gece kurarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır. (Nisa/108)

Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri Allah'ın bildiğini görmedin mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O,mutlaka dördüncüleridir. Beşte de O, mutlaka altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Mücadele/7)

Hayır… Hayır… Aslında siz, şüphesiz üzerinizde yaptığınız şeyleri bilen saygın yazıcılar olmasına rağmen Din’i yalanlıyordunuz. (İnfitar/9- 12)

81 - De ki: “Eğer Rahman için bir çocuk olsaydı, o takdirde ibadet edenlerin ilki ben olurdum."
82- Göklerin ve yerin Rabbi; arşın Rabbi onların niteledikleri şeylerden münezzehtir.
83- Sen hemen bırak onları, kendilerine söz verilen günlerine kavuşuncaya kadar boşa uğraşsınlar ve oynayadursunlar.
84- Ve O, gökteki ilâh olandır ve yeryüzünde ilâh olandır. Ve O, Hakîm’dir, Alîm’dir.
85 – Ve göklerin, yeryüzünün ve her ikisi arasındakilerin mülkü sadece kendisine ait olan o Zat [Allah] ne cömerttir! Saat’in bilgisi de yalnızca O’nun yanındadır. Ve siz sadece O’na döndürüleceksiniz.

Surenin buraya kadar olan ayetlerinin özeti mahiyetindeki bu ayet grubunda tevhide ağırlık verilmiş, Hıristiyanların İsa ile ilgili yanlış inançları reddedilmiştir. Kur’an’ın reddettiği “Teslis” inancı Hristiyanlar tarafından şu şekilde açıklanmaktadır:
“Üçlübirlik’te tek bir Tanrı’ya ve birlik içindeki Üçlüğe tapınırız; bu kişileri ne birbirine karıştırır, ne de özünü böleriz. Çünkü Baba tek bir Kişi’dir, Oğul başka, Kutsal Ruh ise başka bir Kişidir. Ancak Baba’nın, Oğul'un ve Kutsal Ruh'un Tanrısal özyapısı birdir; görkemde eşit, yücelikte sonsuzdur. Baba nasıl ise, Oğul ve Kutsal Ruh da öyledir. Baba yaratılmamıştır, Oğul yaratılmamıştır, Kutsal Ruh yaratılmamıştır. Baba anlaşılmaz, Oğul anlaşılmaz, Kutsal Ruh anlaşılmazdır. Baba ebedi, Oğul ebedi, Kutsal Ruh ebedidir. Buna rağmen hepsi üç farklı ebedi değil, fakat tek bir ebedidir. Ne üç farklı ‘yaratılmamış’ ne de üç farklı ‘anlaşılmaz’ vardır, fakat tek bir ‘yaratılmamış’ ve tek bir ‘anlaşılmaz’ vardır. Aynı şekilde Baba her şeye kadir, Oğul her şeye kadir ve Kutsal Ruh her şeye kadirdir; Buna rağmen hepsi üç farklı ‘her şeye kadir’ değil, tek bir ‘her şeye kadir’dir. Baba nasıl Tanrı ise, Oğul da Tanrı’dır ve Kutsal Ruh da Tanrı’dır; Buna rağmen bunlar üç farklı Tanrı değil, tek bir Tanrı’dır. Baba nasıl Rab ise, Oğul da Rab'dir, Kutsal Ruh da Rab'dir; Buna rağmen bunlar üç farklı Rab değil, tek bir Rab'dir.”
Rabbimiz Hıristiyanların bu inancını reddeder ve Kendisini şöyle tanıtır:

“Ve O, gökteki ilâh olandır ve yeryüzünde ilâh olandır. Ve O, Hakîm’dir, Alîm’dir. Ve göklerin, yeryüzünün ve her ikisi arasındakilerin mülkü sadece kendisine ait olan o Zat [Allah] ne cömerttir! Saat’in bilgisi de yalnızca O’nun yanındadır. Ve siz sadece O’na döndürüleceksiniz.”

81. ayette peygamberimizden “Eğer Rahman için bir çocuk olsaydı, o takdirde ibadet edenlerin ilki ben olurdum” demesi istenmiştir. İfadeyi biraz açarak anlamı şöyle takdir edebiliriz:
“Şayet bunu farz kılmış olsaydı, elbette bu farz kılması üzerine O’na ibadet ederdim. Çünkü ben, O'nun kullarından bir kulum. Bana emrettiği her şeye itaat ederim. Bende O'nun ibadetine karşı bir büyüklenme ve O'nun ibadetinden yüz çevirme yoktur. Çünkü ben, Allah’a itaat eden bir kulum. Benim hiç kimseyi Allah’ın çocuğu olarak kabul etmemem bir inadın sonucu değildir. Ben bu düşünceyi gerçek olmadığı için kabul etmiyorum. Şayet Allah'ın bir çocuğu olsaydı, onu ilk ben tasdik ederdim. Ancak Allah hakkında böyle bir şey söz konusu bile edilemez.”

Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle yaratacağından, dileyeceğini seçecekti. O, bundan münezzehtir. O, bir tek, kahredici Allah'tır. (Zümer/4)

86- Ve onların, O’nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler şefaate malik olamazlar. Ancak, hakka şahit olan zat, müstesnadır. Onlar da biliyorlar.

Her şeyin kontrolünün Allah’a ait olduğu birçok yönüyle açıklandıktan sonra bu ayette de müşriklerin şefaatçilere bel bağlama inançlarına değinilmiştir.
Bu ayetin bir benzeri de Meryem suresinde geçmişti:

Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.
Onlar, Rahman’ın katında bir ahit almış olan kimse hariç, şefaate sahip olamayacaklardır. (Meryem/86, 87)

“Şefaate malik olmak”, iki yönlü olarak ya onların başkaları için yapacakları şefaati, ya da başkalarının onlar için yapacakları şefaati ifade ediyor gibi görünse de, ayetteki istisna cümlesinden buradaki şefaatin başkalarının onlar için yapacakları şefaat olduğu anlamı çıkmaktadır. Dolayısıyla “şefaate sahip olmayacaklar” ifadesi, “kimse onlara yardım etmeyecek” demektir. Zaten cehennemdekilerin -kendileri yardıma muhtaçken- bir başkasına yardımda bulunmaları anlamsızdır. Ancak Rabbimiz ayette “hakka şahit olan zat müstesnadır” diye bir istisna yaparak ahirette kimlerin yardım göreceğini açıklamıştır.

O gün, Rahman’ın kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şefaat fayda vermez. (Ta Ha/109)

“ شفع Şef'ı” kökünden türemiş olan “ شفاعة şefaat” sözcüğünün sözlük anlamı “Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek”tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.
Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.
Kısaca şefaat “aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir.
Arapça'da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] “الشّافع eş-şafi” veya “ الشّفيع eş-şefi” denir.
“Şefaat” kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar görmekteyiz:
* Allah'tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah'a aittir. Bu konuda ilk öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah'a ait olduğudur.

De ki: “Tüm şefaat Allah'a aittir. …” (Zümer/44)

… Sizin için O'nun astlarından bir veli ve şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almaz mısınız? (Secde/4)

* Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için dilediğine şefaat/yardım izni verebilir: Allah'ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat/yardım etmesi söz konusu değildir. Allah'ın izni ile şefaat/yardım edecekler de ancak Allah'ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.

… O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. (Yunus/3)

Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah'ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat [yardım] edemezler, ancak şefaat [yardım] edilirler.

* Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle şefaat edene de izin verebilir:

Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir. (Nisa/85)

İyi ve güzele aracılık ve yardım etme anlamındaki “şefaat-ı hasene”, iman edip Allah'ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek anlamına gelen “şefaat-ı seyyie” ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur'an, gerek “şeffat-ı hasane”de ve gerekse “şeffat-ı seyyie”de bulunanların dünyada ve ahirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.

* O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:

Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların yardım olunmadığı günden sakının. (Bakara/48)

Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmayacağı günden sakının. (Bakara/123)

Görüldüğü gibi, ahirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah'ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler:

O'nun astlarından yakardıkları şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar biliyorlar da. (Zühruf/86)

Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur'an'a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlayacağı anlayışı, “… Sen ateştekini kurtarabilir misin?” diyen Zümer/19’a terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:

Elçi de: “Rabbim, halkım Kur'an'ı terk etti” der. (Furkan/30)

Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm suresinin tahlilinde verilmiştir. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s: 421- 424)

87- Yine ant olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, kesinlikle: “Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar!
88- Ve onun “Ey Rabbim! Bunlar şüphesiz imana gelmez bir kavimdir” demesi kanıttır ki...
89- Artık sen onlardan vazgeç ve “Selam!” de. Artık onlar yakında bileceklerdir.

Bu ayetlerde Mekkelilerin tutarsızlığı ve Resulullah’ın onlar hakkındaki ümitsizliği bildirildikten sonra Resulullah’a Mekkelilere nasıl davranması gerektiği yönünde direktifler verilmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi, müşrikler Allah’ı tanımakta fakat yine de bildiklerini okumaktadırlar:

Yine ant olsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokman/25)

Ve Allah, selam yurduna çağırıyor ve O, dilediği/dileyen kimseye kılavuz olur. (Yunus/25)

O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi. (Meryem/47, 48)

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler. (Furkan/63)

89. ayette Resulullah’a müşriklerin üstüne gitmemesi ve onlara sadece “selam!” deyip geçmesi emredilmektedir. Elçi’den uyması istenen bu tebliğ yöntemi Rabbimizin sünneti olup daha evvel bir kaç yerde görmüştük.

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki, onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler. (Furkan/63)

O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi. (Meryem/47, 48)

Onların oradaki duaları “Allah’ım, Sen her türlü eksiklikten münezzehsin!”dir. Ve onların oradaki selâmlaşmaları, “selâm!”dır. Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun!”dur. (Yunus/10)

Ve ayetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tövbe eder ve düzeltirse; Şüphesiz ki O [Allah], Gafur’dur, Rahîm’dir” de. (En’am/54)

88. ayetteki “Ey Rabbim! Bunlar şüphesiz imana gelmez bir kavimdir” ifadesi ile Resulullah’ın toplumu hakkında ümit kesip onları Allah’a havale etmesi açıklanmıştır. Nitekim başka bir ayette de Resulullah’ın bir başka şikâyeti yer almaktadır:

Elçi de: “Ey Rabbim, hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’an’ı mehcur [terk edilmiş bir şey] edindiler” dedi. (Furkân/30)

Resulullah’ın kendi kavmi hakkında düşündüklerini Nuh peygamber de kendi kavmi hakkında düşünmüştür:

O [Nuh] dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı. Ve şüphesiz ben onları, Senin onları bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe de kibirlendiler. Sonra şüphesiz ben onları yüksek sesle çağırdım. Sonra şüphesiz onlar için ilan ettim. Onlar için gizli gizli de gizledim [söyledim]. Sonra dedim ki: “Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın. size Mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın. … (Nuh/5-12)

Ve Nûh dedi ki: “Yeryüzünde dolaşan kafirlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar." (Nuh/26, 27)

Allah doğrusunu en iyi bilendir.









العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh

[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
63zuhruf, suresi

Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:14 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam