![]() |
|
![]() |
#1 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Feb 2009
Mesajlar: 399
Tesekkür: 59
244 Mesajina 485 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 18 ![]() ![]() |
![]()
KUR'AN VE SÜNNET
KURAN VE SÜNNET ANLAYIŞI Kur’an ve sünnet anlayışı tarih boyunca insanların kafalarını kurcalamış,ve yanlış algılama nedeniyle de tevhit dininin bozulmasına yol açmıştır. Ve bu sebeple de bir olan o din yüzlerce binlerce tarikat mezhep,meşreplere ayrılmıştır. Allah Bir tane olduğuna göre Emir komuta da o bir tane Allah a aittir. Şimdi bunları ayrı ayrı izah ederek Allah’ın Tanımladığı dini yerine oturtturmaya çalışalım KUR’AN Allah’ın İnsan oğlunun Var oluşu ile İnsanlar içerisinden duyarlı olanlardan peygamber olarak seçtiği ardı ardına dizilen elçilerle İnsanların nerde ne yapması gerektiğini en güzel bir biçimde tasarlanmış hayat projesinin adıdır.Allah bir taraftan kainatı yaratmış. Kainata bir yasa koymuş , bir taraftan da. Peygamber aracılığı ile göndermiş olduğu vahiylerle bu Kainatın, esrarını genelleme ile bildirerek, halife olan adem oğluna, yorumlamasını istemiştir. İnsan oğlunun var oluşunun yeni yürümeye başladığı, dönemlerinde helal ve haramları peygamberlik aracılığı ile bildirirken. Kendi dinini tamamlayarak peygamberlik hayatını da noktalayıp. Hayatlarında kılavuz olacak olan her örnekten ,bir örnek verdiği,, hiçbir eksiğin bırakılmadığı insanların elleriyle koruttuğu bir kitapla yeni bir döneme girilmiştir. Artık bir daha Allah'tan peygamber gelmeyecek. 33/40- “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; ancak O, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir. Allah bu Kainat kitabını yazarken hem kendi içerisindeki çelişkisizliği,hem de göndermiş olduğu vahiylerin çelişkisizliğini halife olarak yaratılan insanın yakalayıp.fıtratına uygun olarak inanıp yaşamasını istemiştir. Allah katında makbul olan dinin o olduğunu ve düşünen ve aklı olup da kullananların mutlaka o dini bulabileceklerini vurgulamıştı. 30/30- Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. Bütün insanları Allah böyle bir dine yönlendirmek istemiştir. Örnek olarak da Hazreti İbrahim i göstererek Çevresi hep putlara taparlarken o yerlerin ve göklerin yaratılışının sırlarını keşfederek çevresinde bulunan insanların düştüğü yanılgıyı kavrayıp ben sizin taptığınız putlara tapmam diyerek kimliğini ortaya koymuştur. 6/74- Hani İbrahim, babası Azer'e (şöyle) demişti: "Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum." 6/75- Böylece İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. 6/76- Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: "Bu benim Rabbimdir." Fakat (yıldız) kayboluverince: "Ben kaybolup-gidenleri sevmem" demişti. 6/77- Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: "Bu benim Rabbim" demiş, fakat o da kayboluverince: "Andolsun" demişti, "Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum." 6/78- Sonra Güneş’i (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: "İşte bu benim Rabbim, bu en büyük" demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım." /679- "Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim." İşte Hz. İbrahim peygamberdeki bu haslet insanların hepsinde vardır.düşünerek yapmış olduğu her iş olumsuzluklar tekrar gözden geçirilerek. Israrla üzerinde durulduğunda olumsuzlukların bir bir çözüldüğü görülecektir. Soruyorum düşünüp de tevhid dinini yakalayamayan insanların hangisi tatmin oluyor. Çelişkiler içerisinde olan din akleden ve düşünenleri rahatsız eder durur ve doğruyu buluncaya kadar.aramaya devam eder. 2/144- Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip-durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. Düşünen ve akleden nereye gideceğini bilmeyen ve Allah’ın yol göstericiliğine inanan birisi seyirci kalmaz. hemen onunla diyaloga geçer. İşte Allah ın dua eden birisinin duasına icap etmesinin anlamı budur. Dua Kişilerin istedikleri yöndeki arzularının fiiliyatıyla buluşmasının adıdır. Bahçesini sulamak isteyen bir adamın Allah’a duası Allah'tan yağmur istemesi değil.Allah ın yeryüzünde verdiği sularla sulamak için yönelmesidir. Doğru bir dinin duası da Allah’ım beni doğru yola götür dediği zaman o tarafa yönelmesidir. İşte Hz. İbrahim peygamberin İnandığı ve yaşadığı hayatın adı mesci-di haram yani haramlardan uzaklaştırılmış örnek bir yaşam biçiminin sembolize edildiği yerdir. Allah son peygambere böyle bir dinin örnekliğini vererek oraya yönlendireceğini bildiriyor. İşte Peygamberlerdeki temel özellik vahiylerin kontrolünde yol Almalarıdır.Hiç bir peygamber kendi keyfine göre hareket edemez. O Allah’ın tabiri caiz ise kumandasıdır Şimdi Peygamberin emirleri ve yaşadığı hayatı anlamındaki sünnet anlayışını kuran ile ölçerek değerlendirmeye çalışalım. SÜNNET KAVRAMI Allah’ın Göndermiş olduğu vahiylerin O çağda bulunan şartlarda olan teknoloji ile yaşanmasının bir peygamber örnekliğinde pratik hayata götürülmesidir.Hiç Bir peygamber vahyin dışına çıkamaz, ve vahyin dışında bir şey söyleyemez. Onların Yaşadıkları Hayat Kur’an’ın o toplum ve şartlarda Allah ın emirlerinin örnek verilerek yaşamasıdır. Yani Sünnet Eğer peygamberin söyledikleri ve yaptıkları anlamında kullanıyorlarsa Söylediği Kur’an ve yaşadığı ise Kur’an ın emirlerinin o çağa ait bölümüdür 69/44Eğer o, Bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. 69/45- Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik. 69/46- Sonra onun can damarını elbette keserdik Bilindiği gibi kültür ve medeniyet. Teknoloji gün değil, ay değil,yıl değil, asır değil , Saat ve dakikada bile değişmektedir. Bir öncekine göre daha güzeli daha iyisi oluşmaktadır. İnsan yaşamında kültürler.devamlı gelişmekte. Çağlar ilerledikçe. Eşyanın sırları çözülmekte, çözüldükçe de yaşam değişmekte ve kolaylaşmaktadır. Ama Tevhit esasları hiçbir peygamber de farklı değildir Allah’ın birine helal ettiğini diğerlerine de helal birine haram ettiğini diğerlerine de haram etmiştir. 16/118- Yahudi olanlara da, bundan önce sana aktardıklarımızı haram kıldık. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. İnanç be ibadet esaslarında değişme olmadan devam edip gelmiştir. Ama ilk insanlar. yaratıldığı zaman kültür sıfır idi ilk insan topluluğu hayatlarını sürdürebilmek için,Allah’ın Yarattığı tabiata yönelerek deneme yanılma yoluyla kedi ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Yemek istediklerinde kendileri için hazırlanmış elverişli bir ortamda meyvelerden sebzelerden hayvanlardan bulup yiyerek hayatlarını idame ettirirken. Bir taraftan da üzerlerini yaprak ve otlarla örtmeye çalışıyorlardı. 7/22- Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?" İlk insanlar yaşadıkları Hayat içerisinde bir kültür edinerek kendilerinden sonra gelecek olanlara yaşadıkları kültürü, miras olarak devretmişlerdir. Onlarda o kültürler üzerine bir kültür ekleyerek kendilerinden sonra kilere daha güzel bir hayat bırakmışladır. bu olay bu güne kadar devam edip gelmiş ve devam edecektir..ta… eşyanın esrarı çözülüp insanoğlunun ömrünün bitişine kadar Bunu somutlaştırarak anlatacak olursak, İlk insanlar doğdukları zaman çırılçıplak idi, ilk olarak doğada bulabildiklerini iklim şartlarına göre, Ağaç yaprakları ve otlarla örtünüyorlardı. Gün Gelmiş Hayvan derileriyle örtünmeyi keşfederek onlarla örtünmüşler. Gün Gelmiş Hayvan kıllarını eğirerek kendilerine elbiseler yaparak örtmeye başlamışlar. Gün gelmiş onların yerlerini dokuma tezgahları ve fabrikalar keşfederek daha modern elbiseler imal edip giyinmişlerdir. Bu Örtünüş biçimini Allah ın gönderdiği peygamberlerle. Ve kitaplarla da tarif edilerek, örtünmesi gereken yerler..tarif edilmiştir. Aynen onun gibi, Orijinal olan kitapla korunmuş olan vahiy çerçeve olarak peygamberlerin kitapla hayatlarını bütünleştirdikleri gibi, Günün koşullarında, Allah'tan gelen hangi bir emirin, hangi malzemelerle, ve aletlerle, nasıl yapılacağının örneğini pratik hayatta örnek olarak bizzat göstermiştir. Devlet başkanlarının da üfürüldükçe genişleyen balonun çevresini taşmadan, global kültürde,yerini alması sünnetlerdendir. Bunu Bir ayetle biraz daha genişletmeye çalışalım. 8/60- Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size 'eksiksiz olarak ödenir' ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.” Dikkat edilirse, Kur’an da bahsedilen( kuvvet ve besili atlar,) ifadesi sözü edilmektedir. Buradaki hitap devlet başkanı ve ona tabi olanlaradır. Günün Şartlarına göre değişken bir emirdir. Yani Kültür ve medeniyet ilerledikçe, bir önceki kültürün yerini bir sonraki daha da güzelleşerek, yerini alacaktır Peygamberimiz döneminde, O Günün şartlarında, savaş aracı olarak, en önde geleni besili atlar imiş.ki, düşman güçleri onlarla püskürtülüyormuş. Ama şimdi savaş aracı olarak sünnet diye at beslemeye kalkışılırsa, Hem gülünç olur. Hem de bu yanlışlığın bedelini öldürülmek ve köleleştirilmekle öderiz. Rahmetli babam sağ iken Köyde,Evin yük taşıma ihtiyaçlarını, At ile temin ediyorduk, O Dönemlerde Traktörler cipler arabalar daha yeni yeni kullanılmaya başlamış idi Bazı traktör alanlar da ücretle yüklerimizi taşıyorlardı. Ona Verdiğimiz ücret ile at beslediğimiz ücreti hesapladığımız zaman, Traktöre kira olarak verilen ücret yem samana verilen ücrete göre çok komik kalıyordu. Ben Dedim ki Baba Bu Atı Satalım bize masraflı geliyor. Biz Her işimizi arabalarla yapıyoruz at bomboş yem yiyecekten başka yük getirmiyor. En Sonunda Babam bunu iki sene bekledikten sonra anlayabildi. Ve atı sattık. Aynen onun gibi ayette değişiklik kavramı Çağlar üstü bir kavram ifade etmektedir. Balonun içerisine hava üfürüldükçe, büyüyen balonun içerisinde yer almaya devam etmektedir. Asıl Sünnet olan Yirmi birinci asrın şu anda muhtaç olduğu teknoloji ne ise önemli olanı onu hazırlamaktır. İşte Kur’an’ın anlaşılmasını engelleyen zihniyet bu zihniyettir. Şeytan İslam toplumunun sağ tarafından yaklaşarak Hadis kılığına bürünerek, sünnet diye peygamber misyonuna yakışmayan, ve söz ve davranış biçimleriyle uyuşmayan, zihniyeti getirmişler. Peygamberin sünneti diye lanse etmişlerdir. Yine güncel bir örnekle söylediklerimizi daha da pekiştirmeye çalışalım. Hiç Laboratuar kelimesinin duyulmadığı bir zamanda,, Suyun Temiz olup olmadığının bilinmesi O Günün şartlarına göre anlaşılmaya çalışılıyordu. Saman çöpünün götürüp götürememesi suyun temiz olup olmamasının bir ölçüsü idi, Veya kuyudaki bir suya düşen ölü bir hayvanın çeşidine ve büyüklüğüne göre kuyudan ne kadar teneke ve kova su çekileceği tartışılıp duruluyordu.. Şimdi Allah İnsanlar aracılığı ile teknolojiyi geliştirdi suyun temiz olup olmadığı birkaç damla suyu laboratuara götürüp tahlil neticesinde belli olmaktadır. İşte Günümüzde peygamber olsa, Suyun temiz olup olmadığını saman çöpünün, götürüp götürmediği ile değil laboratuarla inceletir öyle karar verirdi. 3/159- Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. Devlet başkanının yapacağı da odur. Eğer peygamber olayının bitişiyle beraber. İnsanlık yolunu kaybedecekse, elinde bir kılavuz yoksa haksızlık olur ve imtihan adaletsiz bir ortamda yapılmış olurdu Halbuki öyle değil, Kuranın yol göstericiliği altında, Müspet bilimlerin gelişmesiyle,İnsanlara faydalı ve zararlı olanlar tespit edilerek,Haram ve helaller ortaya konmalıdır. Onların vermiş oldukları kararlar devlet başkanlarının uyacağı kararlardır. Daha öncede bu konuda vermiş olduğum bilgilerde olduğu gibi Peygamber tıp alanında uzman değilse tıp ile bilgileri tıp uzmanlarından alıyordu, bu Tabi ki vahiy bilgisinin dışında olursa. 10/94- Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce kitabı okuyanlara sor. Andolsun, Rabbinden sana gerçek gelmiştir, şu halde kuşkuya kapılanlardan olma 21/7- Biz senden önce de kendilerine vahiy ettiğimiz erkekler dışında elçi göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, o halde zikir ehline sorun. Zikir ehli bir şeyin uzmanı bilgi sahibi kişilerdir Peygambere gönderilen vahiyler Eşyanın yapısında zikir ehlinin bulduğu bulgularla çatışmaz. Kuran Herhangi bir konuda bir şey söylemişse o konu ile ilgili bilime eğer ulaşabilmişse Çelişkiye düşmez. Bakınız İlim ve teknolojinin ulaşamadığı dönemlerde Gök Yüzü ile ilgili bilgiler. Bu gün çözülüp ortaya çıkınca Kur’an ın söylediklerinin doğruluğunu görenlerin imanları daha da artmaktadır.. 36/37- Gece de kendileri için bir ayettir. Gündüzü ondan sıyırıp yüzeriz, hemen artık karanlıkta kalıvermişlerdir. 36/38- Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. 36/39- Ay'a gelince, Biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). 36/40- Ne Güneş'in Ay'a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler Dikkat edilirse Kur’an’ın yirmi üç yıllık dönemi içerisinde, Zaman ve şartlara göre değişme ve gelişme olmuştur. Müslümanların kesin bir zafer kazanıncaya kadar, esir alınmasını yasaklayan ayet olduğu gibi Müslümanlar kesin zafer kazandıktan sonra esir alınmasını emretmiştir. 8/67- Hiçbir peygambere, yeryüzünde kesin bir zafer kazanıncaya kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir Görüldüğü gibi peygambere yön veren vahiydir, Nerde nasıl davranacağını Allah bildiriyor. Bakınız şartlar değişince aynı esir alma konusunda bunun tamamen tersini söylüyor 8/70- Ey peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah, sizin kalplerinizde bir hayır olduğunu bilirse (görürse) size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. İşte sünnet de Kur’an’da, Farzda Kur’an da dır. Allah ile peygamberi ayır maya kalkmak, peygamber kavramını kavrayamamak demektir. Allah Kur’an da Müslümanların zayıf olduğu zamanlarda esir almayın güçlü olduğunuz zaman esir alın diyor. bir peygamber kalkıp da esiri zayıf olduğunda alıp güçlü olduğunda almayabilir mi? Eğer bir peygamber öyle davranmış olsa Allah onu peygamberlikten azleder, Ben Çocuklara şöyle bir soru soruyordum. Allah bir emir verse, Peygamber de bir emir verse ikisi çelişkiye düşse hangisi doğru olur dediğim zaman Kafası çalışanlar veya peygamber kavramını bilenler Allah ile peygamberin verdiği emirler çelişmez diyor. Doğru olanı da odur. Peygamberler Allah'tan gelen emirleri Bir örnek olarak yaşar ve söyler. Diğer onu takip eden Müslümanlar bulunmuş olduğu dönemde onun yaptığı gibi yaparlar. Kurandaki Bütün emirler peygambere ait olan dönemde yapılması gereken emirleri bizzat kendisi yapar diğerlerini de kendinden sonra gelecek olan elçilere bırakırlar. Her Müslüman olan şunu iyi bilmelidir ki Peygamberlik hayatı devam etmiş olsaydı, ki devam etmeyecek, Eksiksiz ve her örnekten bir örnek verilen Kuran dururken, Bir olay karşısında ne yapardı.? Sorusuna cevap bulabiliyorsak, problemi çözmüşüz demektir. Kur’an’ı Çelişkisiz bir anlayışla kavrayıp, Önüne çıkan problemleri onun örnekliğinde çözülmesi gerekmektedir. Veya bunu Kendilerinde bir ilim haline getiremeyenler, Aklını Kullanarak O Konu İle ilgili uzman olanlara danışarak Akıl Ve takvadan gelen sese uyduğu zaman doğru olan bir davranış şeklini yakalar kanaatindeyim. Şu Bir gerçek ki herkes her konuda uzman olamaz. Her bilgi sahibin üstünde bir bilgi sahibi vardır. 12/76- Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır Hiç Olmazsa her Müslüman kendi yaşamında helal ve haramları bilip öğrenmesi gerekmektedir.uğraş verdiği hayat ile ilgili. Ticaret ile uğraşan birinin o konu ile ilgili bilgileri,öğrenerek,ticaret hayatında haram ve helal ölçüleri içerisinde mesleğini icra etmesi gerekmektedir. Ziraatte,siyasette, tıpta,çobanlıkta,v.s. her meslek dalında. Yaptıkları her davranışı helal ve haram ölçülerine dikkat ederek yaşaması gerekmektedir. Kuranı kerim, dikkat edildiği zaman,Günün şartlarına göre değişen problemlerin çözümünü kesin bir emirle bildirip mecbur tutmamıştır. Bunlardan bir örnek verecek olursak, zekat Müslümanların İslam devletine ödedikleri verginin adıdır. Vergi günün şartlarına göre devletin halktan kırkta bir,on da bir. Gün gelir yarısı veya hepsi insanlardan talep edilebilir. Bu şartlara göre değişken bir olaydır. Bunu O günün İslam otoritesi. Günün şartlarına göre belirler.. Kırkta bir zekat verilecek diye kuranda bir ayet yoktur. Bu kuranda yok diye. Klasik din alimleri bunu peygamberimizin sünnetinden öğreniyoruz diye kuranın dışına çıkıp yol aramaya malzeme olarak kullanmışlardı. Bakınız evrensel olan Kur’an ceza ve diyet bedelinden bahsederken, örfe göre tabirini kullanmıştır. Mesela, oruç tutmaya takati yetmeyenlerin, Her gün bir acı doyuracak kadar diyet ödemesi kişinin durumuna göre ve günün şartlarına göre değişken bir olaydır. 4/92- Bir mü'mine, -hata sonucu olması dışında- bir başka mü'mini öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü’mini 'hata sonucu' öldürürse, mü'min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması ve ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi gerekir. Onların (bunu) sadaka olarak bağışlamaları başka. Eğer o, mü'min olduğu halde size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda mü'min bir köleyi özgürlüğe kavuşturması gerekir. Şayet kendileriyle aranızda andlaşma olan bir topluluktan ise, bu durumda ailesine bir diyet ödemek ve bir mü'min köleyi özgürlüğe kavuşturmak gerekir. (Diyet ve köle özgürlüğü için gereken imkanı) Bulamayan ise, kesintisiz olarak iki ay oruç tutmalıdır. Bu, Allah'tan bir tevbedir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir Ayette görüldüğü gibi altmış yoksulu doyurmaya gücü yetmeyenlerin altmış gün oruç tutmasından söz edilmektedir. Diğer bir ayette de. 2/184- (Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun). Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye (vardır). Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. Bakınız ülkemizde,bile paraya çevrilebilen hapis cezalarının, Aradan on beş yirmi sene geçmesine rağmen, kanunun çıkışı anında gayet güzel ve mantıklı olan, fakat aradan kısa bir süre geçmesine rağmen, demode olup evrenselliğini kaybederek gülünç duruma düşmektedir. Bir örnek verecek olursak, Kanun çıktığı zaman, ağır para cezası olarak verilen, yirmi bin lira, o günün şartlarında o verilen para cezası bir apartman alırken, aradan on beş yirmi sene geçtiğinde para alım gücünü kaybederek sakız bile alacak değeri kalmıyor. Şimdi Hakim ceza verirken sakız parası dahi etmeyen yirmi bin lirayı, ağır para cezası diye tanımlarsa ne kadar gülünç olur. İşte çağ dışı diye ilan ettikleri kuran böle bir gafa düşmemiştir. Çağa göre değişebilecek ayetlerin yorumunu. Çağların kendisine bırakmıştır. Kur’an’ın diğer zamanın şartlarına göre değişken olan ayetlerden biri de, örf ile ilgilidir. Bu yorumu da o konuda ilim sahipleri yapar, 2/233- Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği bilinen (örf)e uygun olarak, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Kimseye güç yetireceğinin dışında (yük ve sorumluluk) teklif edilmez. Anne, çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın; mirasçı üzerinde(ki sorumluluk ve görev) de bunun gibidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse, ikisi için de bir güçlük yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun olarak ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir Bakınız bu ayette de bir örften söz etmektedir. Örf olayı da toplumdan topluma değiştiği gibi zaman ve şartlara göre de değişmektedir. Daha önceki toplumlarda, anne babaya ait çocuğu emzirmek istemez, veya kadın boşandığı zaman iki yıla kadar emzirirse, günün şartlarına göre bir süt anneye ödenecek bedel kadar. Kendine ait olan çocuğun babası ödemesi gerekmektedir. Günümüz şartlarında süt annesi diye bir olay yoktur bunun yerine anne sütü kadar besin değeri olmasa da, hazır mamalar üretilmektedir.., eğer boşanmış olan kadın, çocuğa belirli zaman bakmak zorunda kalırsa, çocuğun bakım masrafları artı, çocuk için günün şartlarına göre gereksinimler boşadığı kadına ödenmesi gerekmektedir. Sonuç Olarak diyebiliriz ki peygamberimiz dönemindeki şartlarla , günümüz dönemindeki ve daha sonra değişerek gelecek olan şartlar bir değildir. Kur’an bunun formülünü verip, kültür ve medeniyet değiştikçe.ilerledikçe, balonun içerisine üfürülen Hava çeperlerine doğru genişlemektedir. 2/228- Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç 'ay hali ve temizlenme süresi' beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helal olmaz. Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada (başkalarından) daha çok hak sahibidirler. Onların lehine de, aleyhlerindeki maruf hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece var. Allah Azizdir. Hakimdir. Buradaki illet, “ başkalarına ait çocuğun saklamaları onlara helal olmaz.” Çocuğun kime ait olduğu bilinmesi ile ilgilidir, O dönemlerde laboratuar diye bir olay yoktu, kadında çocuk olup olmadığı, kadındaki fiziksel bir değişme ile bilinebiliyordu, Şimdi ise bir idrar tahlili ile çocuğun olup olmaması hemen belli oluyor. 2106- Biz, daha hayırlısını veya bir benzerini getirinceye (kadar) hiçbir ayeti neshetmez (hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veya unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten herşeye güç yetirendir. İşte Allah burada çocuğun olup olmamasını ilim ve teknoloji geliştiği zaman üç ay yerine bir tahlil ile bildirerek. Daha güzeli ile üç ay beklemeden çocuğun olup olmaması belli olabiliyor. Ayet devam ediyor.” Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada (başkalarından) daha çok hak sahibidir ler” işte kuranın bahsettiği bu süre içinde barışıp barışmayacaklarını Allah'tan başka kimse bilmez. Bu değişken olmayan yönüdür. Çünkü bu dönem kadın ve erkek için düşünme ve ders alma dönemidir. Evli olan dönemle evli olunmayan bir dönemin mukayesesinin yapıldığı bir dönemdir. Kurandaki bu ayet,hem sünnetteki bir uygulamayı,hem de evrensel olan ikinci bölümdeki,” Kocaları başka kocalardan barışmak isterlerse daha çok almaya hak sahibi oluşu güncelliğini korumuş ve ilelebet koruyacaktı / İlim ve teknoloji ilerledikçe,insan yaşamı da o oranda kolaylaşmıştır, yenı yeni keşifler icatlar, bir öncekinin hükmünü yürürlükten kaldırarak.daha iyisi ve moderni hayata geçmektedir.Elektrik icat edilince, gaz lambasının hükmünün kalktığı, petrolün icat edilmesiyle, kömürle çalışan trenlerin, yerini mazotla çalışan trenlerin alması gibi. Çatal ve kaşık yokken peygamberimizin sünneti deyip avuçla yemek yemek, Arabalar uçaklar icat edildiği halde onlara binmeyip sünnet diye ata deveye binilirse.yanlış bir sünnet anlayışının örnekleridir. Asıl Sünnet olan, Daha güzeli varken daha az güzelini terk etmektir. Söylediklerimizi ve anlattıklarımızı toparlayacak, olursak, İnsan yaşamı ile ilgili Kur’an her örnekten bir örnek verip, ve hiçbir eksik bırakmadan, yol gösterici bir rehberdir. O Kur’an’ı bulunmuş olduğu çağda İnsan toplumlarındaki ilelebet değişmeyen yasallar aynı kalmak koşulu ile, şartlara göre değişebilen ayetlerin elçiler aracılığı ile çağlarda hayatla yorumlanmasıdır. İşte sünnet bazılarının söylediği gibi Peygamberimizin kuranın dışında söyledikleri ve yaptıkları değil, Sünnet peygamberimizin kuranın emirlerini hayata günün şartlarına göre yaşamasının adıdır. 6/91- Onlar: "Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kağıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu göz ardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp-dursunlar. Bakınız Ayette İnsan kültürleri ilerledikçe Açıklanabilecekler anlamında olan,”Bir kısmını açıkladığınız ve çoğunu göz ardı ettiğiniz kitabı kim indirdi” ifadesi, gelecek olan çağlarda açıklanabilecek olan ayetlerdir. Şimdi peygamber ortada yok, peki ileriki zamana bırakılan ayetleri. O zaman kim açıklayacak. Evrensel olan kuran elbette yirmi üç yıl gibi kısa bir zamana sıkıştırılamaz. O kitap insan oğlu var oldukça evrenselliğini koruyacak ve korumaya devam edecektir. 3/159- Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. Allah ve resulüne iman eden her devlet başkanının üzerine düşen yükümlülük, Kur’an a uygun olarak. Yapmak istediği bir icraatı o konunun uzmanlarını toplayarak,istişare yaptıktan sonra uygun olan kararı verir ve uygular. Şimdi peygamberlik devam etseydi onun yapacağı da o idi. O Zaman fıkıh kitaplarında aktarılıp durulan. Edilleyi şeriye dörttür Kitap ,Sünnet. İcmai ümmet, ve kıyası fukaha. Diye söylemeleri eksik bırakılmayan her örnekten verilen kuran anlayışına ters düşmez mi Peygamber Allah’ın bir kulu ve elçisidir, Kuran bir kanun peygamberin yaptıkları ve yaşadıkları da bu kanunun pratik hayata uygulanmasının adıdır.. peygamber kanun koyamaz hüküm koyan kanun koyucu Allah tır. Eğer O Kuranın dışında bir davranışta bulunsaydı, başına şunlar gelir. 69/44- Eğer o, Bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. 69/45- Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik. 69/46- Sonra onun can damarını elbette keserdik Öyleyse Kur’an artı sünnet eşittir İslam değil. İslam Allah’ın gönderdiği kur’an’ın öğütlediği hayatın adıdır. O zaman Müslüman'ım diyenlerin Allah’ı Bir tanedir. İnsanlar arasından Allah’ın peygamber olarak seçtiği Muahammet SAV. İman edenlere güzel bir örnektir. Onun Yaşadığı Hayat Kuran’ın ta kendisidir. Bize hadis diye aktarılan sözlerin büyük bir çoğunluğu. Yahudi ve Hıristiyanların uydurduğu hikayelerdir. Hicri yüz yüzeli sene sonra kaleme alınmaya başlamı.ştır. insanların ağızdan ağza aktardıkları unutma, yanılma ve kasıtlı olabilme sebepleriyle doğru olarak bu güne kadar gelebilme şansı çok azdır. Bu Sebeple hadis ilmi diye bir ilim olmaz İlim Belge gerektirir İnananlar için.farz sünnet diye bir olay yoktur Bu Allah’a ortak koşmak olur. Emirin tek kaynağı Allah tır.Onun Resulü de o emre uymakla , diğer iman edenlerde o emire uymakla yükümlüdürler.. İşte Kuran ve sünnet hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Eleştirilerinizi bekler sevgiler sunarım. kuranianlamametodu.blogspot.com [email protected] |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Jan 2010
Mesajlar: 207
Tesekkür: 30
72 Mesajina 144 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 26 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]()
Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyette Millet meclisi vardır ve yasaları yapanlar da milletin seçtiği vekillerdir. Millet Kur’an’ı bilir ve yaşamına geçirmek isterse ona uygun yasalar yapar.
Mustafa Kemal’in döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisinde çıkan yasalardan Kur’an’a aykırı olan yasalar nelerdir? Dünyada bugüne kadar kurulmuş olan halkı Müslüman olan devletlerde -adı din devleti veya değil-Kur’an’ aykırı olan yasalar nelerdir? Kur’an’a uygun çıkan yasalar Mustafa Kemal’in liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyetinde mi değil mi? Lütfen araştırınız.[DOST1 ALINTI] POZİTİVİSTLER 1.ABDULLAH CEVDET.CELAL NURİ, Batılılaşma (Garplılaşma) Günümüz Türkçe'sinde Batılılaşma (Garplılaşma) tabiri, genel olarak Batı ülkeleri dışında kalan toplumlarda, özel olarak da Osmanlı İmparatorluğu ile Cumhuriyet Türkiyesi'nde Batının gelişmişlik seviyesine ulaşabilmek için gerçekleştirilen siyasî, sosyal ve kültürel hareketleri ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Ancak Osmanlılar'ın Batı ya yönelişinin başlangıcından beri öncelikle askeri ve eğitim müesseselerini içine alan değişme, başkalaşma ve gelişmelere, bir taraftan sosyal olayların karakteri, diğer taraftan Osmanlı Devleti'nin tarihî özelliği ve coğrafî konumu dikkate alınarak birçok isim verilmiştir. XVIII. yüzyılın başlarında teceddüd veya ıslahat daha sonra tanzimat olarak adlandırılan hareketler, İstanbul'un çeşitli kesimlerindeki farklı yaşayış biçimlerini de ifade etmek üzere asrîlik, asrîleşme gibi benzer kavramlarla da anlatılmaya çalışılmıştır. Osmanlıların son yıllan ve Cumhuriyetin başlarında gözlenen gelişmeler Batılılaşma hareketini ifade edecek bir tarzda muasırlaşma, muasır medeniyet seviyesine ulaşma gibi tabirlerle de anlatılmış, dildeki sadeleştirme gayretiyle zamanla bunun yerine çağdaşlaşma deyimi benimsenmiştir. Bazı araştırmacılar Batılılaşma kavramı yerine çağdaşlaşma veya modernleşme kavramlarını kullanmayı uygun görüyorlarsa da çağdaşlaşma Doğu Bat farkı olmaksızın bütün toplumlar için geçerli bir harekettir ve farklı toplumların birbirlerinden bazı sosyal ve kültürel müesseseleri alması şeklindeki bir hareketi anlatmaktadır. Ayrıca modernleşme ve çağdaşlaşma kavramları Batılılaşma kavramında olduğu gibi kültürel ve sosyal değer ifadelerinden daha çok teknik, teknolojik, prodoktif, rantabl, rasyonel gibi ilk bakışta herhangi bir manevî değer ifade etmeyen, nisbeten nötr ve daha çok maddî gelişmelere yönelik bir anlam taşımaktadır. Bu anlamda çağdaşlaşma veya modernleşme kavramları, yenileşme ve değişme hareketlerinin vazgeçilmez olanıdır; bütün milletler için söz konusu olup tarihin bütün devirlerinde görülen bir olgudur. Bu bakımdan Türk tarihinde özellikle Tanzimat'tan günümüze kadar yapılagelen değişiklik ve yenilikler için çağdaşlaşmadan çok Batılılaşma deyimi uygun düşmektedir. Batılılaşma hareketinin Osmanlı İmparatorluğu içerisinde en yoğun bir şekilde tartışıldığı II. Meşrutiyet döneminde kendilerine Garpçılar adını veren bir grup ortaya çıkmıştır ki bunlar konu üzerinde yoğun bir tartışmayı başlattıkları gibi daha sonra kurulan yeni Cumhurifin resmî ideolojisinin de önemli unjrlarını ortaya çıkarmışlardır. Günü müzdeki Türk toplumu üzerinde de etkileri süren bu hareketin son iki safha Osmanlı Batılılaşması ile doğrudan ilişkili ve onun bir sonucu olmakla beraber aya çıkardığı değişiklik bakımından daha da önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik, idarî ve askerî sıkıntılarla karşılaşması devletin yöneticilerini ıslahat tedbirleri almaya sevketmiştir. Ancak genellikle yapıldığının aksine bu ıslahat tedbirleini bir çeşit Batılılaşma başlangıcı olarak görmek yanlış olur. Genç Osman, IV.Murad ve Köprülüler devrindeki ilk ıslahat girişimleri, Batı'nın taklidi gibi bir düşüncenin tamamıyla dışında ve imparatorluğun meselelerine bütünüyle geniş dinamiği çerçevesinde çözümler bul düşüncesini taşımıştır. Bunun ötesinde Osmanlı üst tabakaları ve yöneticileri Batı kültürüne karşı küçümseyici akış açılarını sürdürmüşlerdir. Nitekim dönemde kaleme alınan. ıslahatı konu alan ve aralarında Koçi Bey Risalesi gibi oldukça ün kazananları da bulunan eserlerde Batı'nın taklidi alanında herhangi bir ifadeye rastlanmaz ve problemlere, her şeyin düzen içinde olduğu eski dönemlerdeki kuralların uygulanması ile çözüm bulunması sürekli bir biçimde önerilir. Bundan sonraki safha ise imparatorluğun Batı ile ilgilenmeye başlaması biçiminde ortaya çıkmıştır. Özellikle Lâle Devri süresince Batı kültür ve müesseselerine yoğun bir ilgi vardır. Damad İbrahim Paşa tarafından Paris'e elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi'ye verilen talimatta. "Fransa'nın vesâiti umrân ve maârifine dahi lâyıkıyla kesbi ıttıla ederek kabili tatbîk olanların takriri" ifadesi göze çarpmaktadır. Nitekim Mehmed Çelebi, çok değişik bulduğu bu yapının görünürdeki özelliklerini ortaya koymaya çalıştığı gibi beraberinde Paris'e giden oğlu Said Mehmed Efendi de İstanbul'da matbaa kurmak için ilk girişimleri başlatmıştır. 17301731 Patrona Halil İsyanı ile sona eren Lâle Devri'nin ardından da Batı ile temaslar sürdürülmüştür. I. Mahmud, III. Mustafa ve I. Abdülhamid dönemlerinde bilhassa Batı'nın askerî usullerinin uygulanması çabalarına ağırlık verilmiş. Batı ile olan temaslar sıklaşmış ve daimî elçiliklerin kurulması yaygınlaşmıştır. Bu girişimin "Avrupa kaidesi" çerçevesinde hareket etme fikriyle ortaya konulması ilginçtir. Nitekim Osmanlı metinlerinde söz konusu gelişme, "Avrupa'nın terakkiyâtı cedîdesi ve Devleti Aliyye'nin vakt ü hâli iktizâsınca düveli Avrupa ile peyda olan revâbıtı adîde düveli Avrupa kaidesince sefaret usulünün vaz" ve tesisi" biçiminde anlatılıyor. Nihayet III. Selim döneminde Batı ile temaslar arttırıldığı gibi özellikle askerî alanda Batılılaşma çabalarına büyük bir hız verilmiştir. Bu hususta özel görevle Paris'e gönderilen İshak Bey aracılığıyla bizzat Fransa kralından Fransızlar'in söz konusu alandaki fikri sorulmuş ve bir dizi mektup teati edilmiştir. Ancak bütün bu çabaların, temelde askerî bakımdan büyük bir çöküntü içinde olan bir devletin yöneticilerinin bu çöküntüye çare bulmanın ötesinde büyük bir yapı değişikliğini tasarlamadığı da bir gerçektir. Batı ile geliştirilen ilişkiler sonucunda buradaki değişik içtimaî yapı ve kültürle karşılaşan Osmanlı seçkinlerinin geçirdiği zihniyet değişikliğinin yakın tarihte yaşanılan büyük toplumsal değişimin hazırlayıcısı olduğunda şüphe yoktur. Bu ilişki sonrasında Batı ile temasa geçen başka sosyal yapılarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da Batı'yı tanıdığı için kendisini diğer toplum unsurlarının önünde gören ve kendisine öteki kesimleri eğitme, değiştirme ve yönlendirme vazifesini atfeden bir seçkinler grubu ortaya çıkmıştır. Bu kimseler ilk merhalede çok değişik bir yapı karşısında bulunduklarını farketmişler ve hemen bunun sonrasında bu değişik yapının üstünlüğünü kabul etmişlerdir. Bu durum Ebûbekir Râtib Efendi'nin sefaretnâmesinde bir aşağılık kompleksi olarak ortaya konulurken başka bir yazıda galip Avusturyalı bir subay ile konuşturulan mağlûp hayalî Osmanlı zabitinde Batı'nın üstünlüğünü kabul ve öğrenme arzusu şeklinde, Viyana'ya tahsil için gönderilen Osmanlı matematikçisinin kitabının önsözünde ise Osmanlılar'ın bilimi Batı dillerinde öğrenmelerinin gerekliliği biçiminde ortaya çıkıyordu (bk. bibi.) Batı ile temasa geçenlerin hepsinin üzerinde birleştikleri nokta, Batı'yı taklit etmek dışında bir çarenin kalmamış olduğu idi. Bundan sonra kaleme alınan çeşitli yazma eserlerde ve en ünlüsü herhalde Mustafa Sami Efendi'nin Avrupa Risalesi olan matbu kitaplarda Avrupa ve kültürü mutlak bir üstünlük olarak ele alınırken mevcut iç yapı gerilik sebebi olarak takdim edilmiştir. Bu şekilde başlatılan üçüncü merhale iç yapının yerine Batı tarzı bir yapının geçirilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu hiç şüphe yok ki Osmanlı tarihindeki en hassas zihniyet değişikliklerinden biridir. Bu yaklaşım bir dizi çok önemli sonuç ortaya çıkarmıştır. İlk olarak arzu edilen yeni yapıya yönelim toplumda yeni dengelerin ortaya çıkmasını sağlamış, belirtilen özelliklere sahip bir seçkinler grubu toplumda klasik usullerle seçkin olma yollarını tedricî bir biçimde kapatmaya başlamıştır. İkinci olarak kendilerini münevver sayan bu yeni seçkinlerle onların aydınlanmaya muhtaç gördükleri kitle arasındaki farklılık inanılmaz derecede artmıştır. Üçüncü olarak Batılılaşma'ya karşı çıkan kitle ile seçkinler arasında birinci grubun dindarlıkdinsizlik, ikinci grubun ise ilericilikgericilik olarak gördükleri bir çatışma başlamıştır ki bu çatışma Osmanlı ve daha sonra Cumhuriyet dönemi Türk toplumunun uzun süre temel zihniyet problemi olma özelliğini taşımıştır. Burada Batılılaşma yanlısı seçkinlerin Batı'nın üstünlüğüne sebep olarak "ilim ve fünûn'u görmeleri OsmanlıTürk düşüncesinde biyolojik materyalizmin ağırlık kazanması sonucunu doğurmuştur. Dördüncü olarak Levvis'in The Müslim Discovery of Europe adlı eserinde de (New York 1982) işaret ettiği gibi hıristiyan grupların Batılılaşma sonrasında müslümanlara göre toplumdaki rolleri daha hızlı ve olumlu bir değişikliğe uğramıştır ki bunda azınlıklar lehine dışarıdan yapılan maksatlı müdahalelerin önemli derecede tesiri olmuştur. Nihayet beşinci ve çok önemli bir sonuç, Osmanlı seçkinlerinin siyasî yapıyı da Batı esaslarına göre yeniden düzenlemeleri ve milletlerarası ilişkilerde Batı ile bütünleşme arzusunu benimsemeleridir. Batı ile temasların başlamasından sonra Batı kültürünün üstünlüğü konusundaki yaklaşım inanılmaz bir hızla Osmanlı aydınlarının büyük bir bölümü tarafından benimsenmiştir. "Terakkiyâtı cedîde" dönemin sihirli deyimi haline gelmiş, zihniyet alanındaki bu değişimle birlikte sanattan edebiyata, giyimden mimariye kadar Batılılaşma yanlısı bir değişme meydana gelmiştir. Ahmed Midhat Efendi Osmanlı toplumunda en çok kullanılan kelimenin "alafranga" olduğunu belirtirken buna işaret etmek istemişti. Burada dikkat edilmesi gereken nokta Batı yanlısı bu değişime olumlu değer atfedilmesidir. Nitekim bir süre sonra bir Osmanlı mizah dergisinde biri alaturka, diğeri alafranga kıyafetli iki hanım arasındaki konuşma karikatür biçiminde verilirken birinci hanım diğerinin kıyafetini ahlâkî açıdan eleştirmekte, buna karşılık o da, "Bu asr-ı terakkide asıl sen utan kıyafetinden" şeklinde bir cevap vermektedir (Hayâl, nr. 157, 5 Haziran 1291). Burada kıyafetteki değişmenin terakkiye uyma biçimindeki bir değer kategorisi içinde sunulması son derece önemlidir. Nitekim bu yeni yaklaşım, aydınların ve idarî kadroların Batılılaşma'nın değil, onun ne ölçüde ve hangi alanlarda gerçekleştirileceğinin tartışılmasına başlamaları sonucunu doğurmuştur. Batılılaşma'yı reddeden ve onun sosyal yapı içerisinde çok önemli sorunlar yaratacağını ileri süren seçkinlerin genel seçkin kitlesi içerisindeki oranları çok düşük bir seviyeye inmiştir. Bu sahada verebileceğimiz dikkate değer bir örnek, Osmanlı seçkinlerinin okudukları kitaplar alanında Batılılaşma'nın yarattığı etkidir. Osmanlı İmparatorlu-ğu'ndaki ansiklopedist akımın en önemli temsilcisi olan Münif Mehmed Paşa ve arkadaşlarının çıkardığı Mecmûa-i Fü-nün, Şevval 1280 (Mart 1864) tarihinde kurulması düşünülen bir kütüphane için bağış talebinde bulunduğu zaman beş üst düzey yönetici kitaplarını hediye etmişlerdir. Toplam 126 cilt eser içinde Bacon, Shakespeare, Montesquieu. Hel-vetius külliyatından Adam Smith ve La Fontaine'in kitaplarına kadar Batılı ya-zarlarca kaleme alınmış örnekler bulunmasına karşılık İbn Haldun'un Mukad-dime'sl ile Kavâid-i Osmâniyye dışında hiçbir yerli ve Doğu eserine rastlanmamaktadır {Mecmûa-i Fünûn, nr. 22, Şevval 1280). Siyaset alanında dinî gelenekçilikle siyasî liberalizmi beraber yürütmeye çalışmakla itham edilen bir kesim daha vardı ki Avrupa âdet ve düşüncelerinin taklitçileri tarafından, getirilmek istenen yeni seçkinciliğe ulaşamayan kişiler olarak değerlendirilen bu kesim Yeni Osmanlılar diye adlandırılmaktaydı. İslâmî siyasî değerlerle Batı tipi yönetim biçimlerini telife çalışan bu zümrenin görüşlerini yansıtan en önemli eserlerden biri olan Akvemü'l-mesâlik fî marifeti ahvâli'l-memâlik adlı kitabın yazarı Tunuslu Hayreddin Paşa gibi yönetici düşünürlerin fikirleri dahi Batılılaşmayı daha genel anlamda düşünen kimselerce sert eleştirilere mâruz kalmış ve bu tenkitler rağbet görmüştür. Şemseddin Sami Bey'in Güneş mecmuasındaki makaleleri bu tenkitlerin en önemlileri olarak gösterilebilir. Kültürel alanda da klasik ifadelendirme ve sanat biçimlerinin yerini belirgin bir şekilde Batılı olanlar almaya başlamıştır. Ancak kültürel alanda en önemli sonuçların eğitim sisteminde Batı tipi eğitim müesseseleri kurulması ile ortaya çıktığı söylenebilir. Nitekim bu kurumlar, Batı kültürünü eskiden olduğu gibi sınırlı seyahatlerle tanıyan az sayıdaki seçkinlerin yerine bu kültür değerleriyle yetişen bir seçkinler grubu yetiştirmiştir. Bu grup Batı ile evvelce tanışanlardan çok daha kuvvetli bir biçimde kültür düzeyinde Batı'yı kendi toplumlarına mal etme arzusu taşımışlardır. Toplumu bu şekilde algılama ve onu değiştirme isteği bu seçkinler grubunu toplumsal gelişme ve değişmeyi bir çeşit ilericilik - gericilik mücadelesi olarak kabule yöneltmiş ve Batılılaşma taraftarları bu noktadan itibaren kuralları din tarafından belirlenen bir yapıda yeni bir sosyal dengeyi kurabilmek için İslâmiyet'in toplumda oynadığı rolü ikinci plana düşürmeye çalışmışlardır. Bu istek özellikle XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı aydınları nezdinde çok yoğun bir biyolojik materyalizm cereyanının yayılması sonucunu doğurmuştur. Şüphesiz bu sebeple bilhassa II. Abdülhamid döneminde bir yandan Batı tipi müesseseler kurulurken öte yandan bu merkezlerde yaygınlaşan biyolojik materyalizm cereyanına karşı tedbir alınmak istenmişse de bu kurumlar, yaşadıkları düzenle değer çatışmasına giren ve içinden çıktıkları sosyal gerçekliğin tamamıyla dışında bir diğer gerçekliği hayal eden fertler yetiştirme işlevi görmüşlerdir. Bu noktadan itibaren de Batılılaşma ve yaşanılanın dışında bir sosyal düzen kurma fikri eğitimle seçkinlik kazanan kitlenin temel arzusu olmuştur. Jön Türkler'in Batı tipi bir yönetim biçimi yani anayasa ve temsil kurumları istemeleri onların muhalefetinin yalnızca bir cephesini teşkil etmektedir. Bu kimselerin aynı zamanda Büchner'in eserlerini Madde ve Kuvvet adıyla Türkçe'ye tercüme ettiklerini unutmamak gerekir (aş. bk.). Sabahaddin Bey, "Medeniyyet-i Garbiyye ile münasebete giriştiğimizden beri memleketimizde bir intibah-ı fikrî gözüküyor, bu münasebetten evvel cemiyetimiz bir hayât-ı fikrî ihtiva etmiyordu" derken (Terakki nr. 1, Nisan 1321) Batı'nın emperyalist ve yayılmacı politikalarına en sert bir biçimde karşı çıkan ve bu alandaki en önemli eserlerden La Faillite morale de la politique Occidentale en Orient'nm (Ziyad Ebuzziya tarafından Batının Doğu Politikasının Ahlaken İflâsı adıyla tercüme edilerek basılmıştır; İstanbul 1982)ya-zarı olan Ahmed Rızâ Bey. Brezilya'da olduğu gibi pozitivizmin şekillendirdiği bir toplum arzuluyor ve ülke şapka ile rahatlıkla dolaşılır bir hale gelmedikçe geri dönmemeyi düşünüyordu. Burada önemli olan nokta bu kimselerin, ılımlı Batılılaşma yanlıları gibi problemin esasını teşkil eden Batı bilim ve teknolojisinin imparatorluğa naklini ya da Avrupa güçleriyle olumlu ilişkiler ve Avrupa dengesinin parçası olarak milletlerarası ilişkilerde rol almayı arzulamanın ötesinde, Osmanlı dünyası için tamamen yabancı olan ve sosyal onay ve uzlaşma sağlanması imkânsız bulunan yeni bir değerler sistemi kurmak istemeleridir. II. Meşrutiyet dönemi, Osmanlı toplumunda Batılılaşma konusundaki fikirlerin sistematik hale getirilerek kapsamlı ve etkili olduğu bir devre olma özelliğini taşımaktadır. Siyasî olarak kısa aralar dışında önce iktidarı denetleyen, sonra ele geçiren ve nihayet ülkeyi bir tek parti rejimi altında yöneten Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti (Partisi) temelde Batılılaşma hareketini olumlu karşılayıp özellikle hukuk düzeninde Batılılaşma yolundaki cereyanı hızlandırmışsa da çok radikal bir tavır içine girmemiştir. Meselâ Mecelle Komisyonu böyle radikal bir sonuç gerçekleştirmemiş. Hukuk-1 Aile Kararnamesi ise telifçi bir karakter arzetmiştir (aş bk.). Ziya Gökalp'in "yeni hayat" ve muasırlaşma fikri. Batılılaşma düşüncelerinden etkilenmekle beraber telifçi pek çok özellik taşımaktadır. Bu dönemde Batılılaşma alanındaki fikirler. Garpçılık adı verilen bir düşünce hareketi tarafından ortaya konulmuştur. Meşrutiyetin ilânının hemen sonrasında Mehtab dergisinde (kapatıldığı dönemde Şebtâb adıyla da çıkmıştır) bu alanda ilk tartışmalar başlatılmıştır. 1911'de Doktor Abdullah Cevdet tarafından İstanbul'da yayımlanmaya başlanan İctihad mecmuası bu düşünce hareketinin merkezi haline gelmiştir. Başta Abdullah Cevdet. Kılıçzâde Hakkı ve Celâl Nuri beyler olmak üzere materyalizm, pozitivizm. Darvinizm. Freudizm gibi Batı'daki sivri akımlara kendilerini kaptıran pek çok yazar. Osmanlı toplumunun gerek yapısal problemlerin gerekse bu problemlere bağlı siyasî meselelerin çözümü için topyekün Batılılaşma dışında bir çaresinin bulunmadığını iddia etmişlerdir. Bu kimselere göre temel mesele "Asyaf kafalar"ın Batılılaştırılmasıdır. Garpçılar, bu temel değişim gerçekleştirilmeden yapılacak ıslahat veya değişikliğin bir sonuç getirmeyeceğini savunmuşlardır. İcühad başyazarı. "Biz Avrupa'ya gitmezsek Avrupa bize gelecek" şeklindeki anlatımı ile bu noktaya işaret etmek istemiştir. Garpçılar'a göre Batı ile onun dışındaki sosyal yapılar arasındaki ilşkiler güçlü ile zayıf, zengin ile fakir arasındaki ilişkilere benzemekteydi. Batılılaşma'nın hangi düzeyde gerçekleştirilmesi gerektiği tartışmasında Garpçılar klasik tezlerin ötesinde bir fikri ortaya atarak fert düzeyindeki bir değişikliği arzu ediyorlardı. Nitekim bu dönemde fert düzeyinde Avrupa âdâbı muaşeretini yayma konusundaki girişimler Garpçılar'ın temel çabalarından birisi haline geldi. İctihad'daki yayınların yanı sıra bilhassa Yirminci Asırda Zekâ mecmuasının resimler yardımıyla Avrupa âdâbı muaşeretini benimsetme yolundaki gayretlerini özellikle belirtmek gerekir. Garpçılar, Batılılaşma hareketi önünde engel olarak gördükleri din kurumuna ve geleneksel değerlere karşı da büyük bir mücadele başlatmışlardır. Bu alanda, Hollandalı Reinhardt Dozy'nin Essai sur l'histoire de l'Islamisme adlı kitabının Abdullah Cevdet tarafından Târîhi İslâmiyet (İstanbul 1908) adıyla Türkçe'ye çevirilmesi olayında görüldüğü gibi bir yandan doğrudan dine yönelik eleştiriler ortaya konulurken diğer yandan dinin belirlediği sosyal yapıda ortaya çıktığı iddia edilen problemler tartışılmış ve Batılılaşma ile bunlara çözüm bulunacağı ileri sürülmüştür. Geleneksel değerler alanına gelince Garpçılar bunların, ister dinden kaynaklansın isterse kaynaklanmasın, sosyal gelişmenin önünde büyük bir engel teşkil ettiğini savunuyorlardı. Garpçılar'ın kitaplarında ve başta İctihad olmak üzere çeşitli dergilerde yazdıkları makalelerde Batı'daki din karşıtı cereyanlardan basmakalıp alınan fikirlere dayanılarak sürekli bir biçimde geleneksel değerlerden tamamen arınmış, din kurumunu bir bâtıl itikadlar bütünü olarak gören ve bunların yerine Batılı değerleri ikame eden bir tipin profili çizilmiştir. Israrla işlenen bu tipler bazan bir hoca ile tartışan materyalist tıbbiye talebesi, bazan da halkı eğitmek gayreti içinde Avrupa'da tahsilde bulunan bir genç olmaktadır. Bu tiplerin en çarpıcı ve etkili biçimde ortaya konulduğu yazı dizileri, Kılıçzâde Hakkı Bey'in "Dinsizler" ve "Yûnus Hoca Hikâyeleri" başlığı ile kaleme aldıklarıdır. Meselâ birinci dizide tamamen Batı değerlerini benimseyen bir ailenin hayat tarzı ve geleneksel yapı içerisinde yaşayan diğer insanlara göre elde ettiği avantajlar ele alınmaktadır. Burada çizilen ideal tip de, belirtildiği gibi, içinden çıktığı sosyal gerçekliğin dışında ve üstün olduğuna inanılan bir diğer gerçekliğin değerlerini benimsemekte ve bununla da kendi toplumunu normal gelişiminin çok ötesinde bir hızla ve olumlu bir biçimde değiştireceğine inanmaktadır. Nihayet Garpçılar yeni bir ahlâka sahip kılmak istedikleri ferde girişimci bir karakter vermek istemektedirler. Bunun yanı sıra dergilerinde klasik Yunan düşünürlerinden başlayarak pek çok materyalist düşünürün fikirlerini tanıtmışlardır. Aynı zamanda dinden bağımsız bir ahlâk anlayışının benimsetilmesi için Sanfani gibi yazarların eserleri Türkçe'ye çevrilmiştir (Tıbbiyeli ve Nişanlısı, İstanbul 1912). Bu inançla Garpçılar Batılılaşma konusunda bir de o döneme kadar görülmemiş sistematik bir plan hazırlamışlardır. 1912 yılında yazılan ve gerek yerli gerekse yabancı pek çok yazar tarafından Abdullah Cevdet'e atfedilen bu taslak gerçekte Kılıçzâde Hakkı Bey tarafından kaleme alınmıştır. Planın ilk maddesi, hanedan mensuplarının ve özellikle şehzadelerin eğitimiyle ilgili olup burada Avrupa ülkelerinde olduğu gibi genç şehzadelerin orduda görev almaları istenmektedir. İkinci maddede modern Batılı değerlerin geleneksel değerlerin yerini nasıl alması gerektiği konusunda ilginç bir teklif yapılmakta ve binaların üzerine asılan "Yâ Hafız" levhalarının altına bir de sigorta şirketinin levhasının asılması önerilmektedir. Üçüncü maddede önemli bir istek olarak Bizanslılar'ın başlığı olarak tanımlanan fesin terkedilmesi, yerine yeni bir millî başlığın alınması ve askerî kalpakların dahi değiştirilerek eski Türkler'in kullandıkları başlıklara benzer, fakat çağın "nezaket"ine uygun bir başlık kabulü önerilmektedir. Dördüncü maddede kadınlara çeşitli hakların verilmesi ve dinî makamların bu konuya karışmamaları istenmektedir. Aynı konuyu ele alan beşinci maddeden sonra altıncı madde ile tekke ve zaviyelerin ilga edilmesi, bir sonraki madde ile de medreselerin kapatılarak yerlerine Batı yöntemlerine göre eğitim veren kurumların tesisi talep edilmektedir. Geleneksel alışkanlıkların terkedilmesi gereğine işaret eden sekizinci madde sonrasında dokuz ve on birinci maddeler yeni bir ahlâk telakkisi oluşturma etrafındaki teklifleri ele almakta, onuncu madde ise cemiyetlerin yönetime dair işlerle ilgilenmemelerini önermektedir. On ikinci madde, meşihatta yapılacak bir reform ile bu makamın modernleşme taraftarlarının destekçisi durumuna getirilmesini teklif etmektedir. On üçüncü madde orduda yapılması düşünülen ıslahat hakkındadır. On dördüncü maddede bütün mezheplerin tek bir mezhep çatısı altında birleştirilmesi teklif edilmektedir. On beşinci madde dilde yapılması düşünülen reformu tartışmakta, on altıncı maddede özel girişimin toplumda itici güç olması gerektiği belirtilmekte, on yedinci maddede geleneksel değerlerin bırakılması yolundaki istekler tekrarlanmakta, on sekizinci maddede ise kanunlarda çağın gereklerine uygun reformların yapılması istenmektedir. Cezaî takibata uğramamak için yer yer gülünç örneklerle işlenen bu yazı dizisinin önemli bir yanı da daha sonra Cumhuriyet rejiminin gerçekleştirmeye çalıştığı bir düzenin tasarımı olmasıdır. Batıcılar bu tezleri yüzünden toplumun çeşitli kesimlerinden önemli tepkiler almışlar ve bilhassa meşihat makamından yapılan müracaatlar sonucunda bu alanda kaleme alınan yazılar sebebiyle Garpçı yazarlar yargılanmış ve dergileri kapatılmıştır. Özellikle İslamcı dergiler Batılılaşma yolundaki tezlere karşı yoğun bir muhalefeti dile getirmişlerdir. Nitekim bu muhalefet Garpçılar üzerinde de etkisini göstermiş ve Batılılaşma'nın sınırı, ölçüsü, yöntemi, gayesi vb. konulardaki tartışmalar onları ikiye bölmüştür. Balkan savaşlarının Osmanlı kamuoyunda meydana getirdiği radikalleştirici tesir Batıcılar'm tezlerinde de benzer bir etkiyi doğurmuş, bu da aralarında büyük bir ayrılığa yol açmıştır. Bu şartlar altında Celâl Nuri Bey İctihad mecmuasında "Şîmei Husûmet" başlıklı bir makale yazmış ve Batı'nın Osmanlı toplumuyla hiçbir zaman dost olmadığını ve bundan dolayı Batılılaşma'nın Batıya rağmen sürdürülmesi gerektiğini iddia etmiştir. Aynı mecmuanın bir sonraki sayısında bu yazıya cevap veren Abdullah Cevdet ise bu görüşün tamamen yanlış olduğunu, Osmanlılar'ın Batı'nın bir talebesinden başka birşey olmadıklarını belirtmiş ve bir tek medeniyet bulunduğunu, bunun da Avrupa medeniyeti olduğunu, dolayısıyla bunun gülü ve dikeni ile alınmasının elzem olduğunu ileri sürmüştür. Bu tartışma sonrasında söz konusu fikirler etrafında ikiye ayrılan Batıcılar'dan "tam Batıcılar" eskiden olduğu gibi İctihad mecmuasında tezlerini dile getirirken "kısmî Batıcılar" Celâl Nuri Bey'in liderliğinde Serbest Fikir (kapatıldıkça Uhuuüeti Fikriyye ve Hürriyeti Fikriyye adlarıyla çıkarılmıştır) dergisindeki yazılarında tam Batıcılığın Osmanlı Devleti'nin Batı'nın bir uydusu durumuna gelmesinden başka bir anlam taşımadığını belirtmişler ve bu alanda bir sınır çizilmesinin gerekliliğine işaret etmişlerdir. Celâl Nuri Bey bu dergideki yazılarında geleneksel değerlerden olumlu olanların seçilerek bunlardan faydalanma yollarının bulunmasını istemiştir. II. Meşrutiyet dönemindeki Batılılaşma faaliyetleri incelendiğinde Garpçılar'ın, siyasî olmaktan oldukça uzak ve temelde fertte yeni bir ahlâk anlayışı gerçekleştirilecek sosyal değişim projesi ortaya koymuş oldukları görülmüştür. Nitekim daha sonra Garpçılar'ın bir bölümü Kurtuluş Savaşı'na destek olurken diğer bölümünün İstanbul hükümetleri tarafından önemli makamlara getirilmeleri, onların temel meselelerinin siyasî mücadele olmadığını göstermektedir. Ayrıca İttihat ve Terakki de özellikle yasal alanda Batılılaşma yanlısı çabalar içinde olmakla birlikte Garpçılar'ın temel yayın organı olan İctihad'm yayın faaliyetini durdurmuştu. I. Dünya Savaşı sırasında en önemli yayın organlarının kapatılmış olması bu akımın faaliyetine büyük darbe vurmuştur. Bunun yanı sıra savaş şartlarının ve örfî idare makamlarının bu şartlar içinde sakıncalı kabul ettiği neşriyata izin vermemesi de bu kimselerin eylemlerini asgariye indiren bir diğer sebep olmuştur. Bu yüzden savaş yıllarında Garpçıların Celâl Nuri Bey'in Edebiyyâtı Umûmiyye Mecmuası'nöaki makaleleri ve Abdullah Cevdet Bey'in İkdam gazetesindeki kısa süreli başyazarlığı dışında bir yayın faaliyeti olmamıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan yeni siyasî yapının temel dayanaklarından birisini de Batıcılık alanındaki fikirler meydana getirmiştir. Bu durum, II. Meşrutiyet döneminin ünlü Garpçilar'ının yeni rejimdeki mevkileriyle de gözlemlenebilir. Kılıçzâde Hakkı Bey ve Celâl Nuri Bey yeni dönemde mebus olmuşlardır. Abdullah Cevdet de bizzat M. Kemal Atatürk tarafından kabul edilip Elazığ mebusluğu gündeme gelmişse de kişiliği hakkındaki olumsuz tesbitler bunu imkânsız hale getirmiştir (bk. ABDULLAH CEVDET). Yeni rejim kendisini Osmanlı İmparatorluğu'nun bağlı bulunduğu değerler sistemiyle bütünleşme zorunda saymadığı, ayrıca demokratik kamuoyu kaygısı da taşımadığı için Batılılaşma konusunda çok daha radikal adımlar atmıştır. Tanzimat'tan beri süren ikili yapılar tesisi fikri ve eskinin yanında yeniyi yaşatma davranışı tamamen terkedilmiş ve her alanda tam bir Batılılaşma çabası başlatılmıştır. Cumhuriyet rejimi ulaşılması gereken hedef olarak da "muasır medeniyet" şeklinde tavsif ettiği Batı medeniyetini göstermiştir. Garpçılar'ın II. Meşrutiyet döneminden itibaren ileri sürdükleri görüşlerden pek çoğu Cumhuriyet döneminde uygulama alanına konmuştur. Fert düzeyinde Batı değerlerini kabul ettirme yolunda önemli ve sert tedbirlerle desteklenen girişimler yapılmış, "Şapka İktisâsı Hakkındaki Kanun"da en belirgin biçimde görüldüğü gibi bu alanda daha önce yapılmamış uygulamalar ortaya konulmuştur. Başta Abdullah Cevdet'in yayımladığı Mükemmel ve Resimli Âdâbı Muaşeret Rehberi (İstanbul 1927) olmak üzere Avrupa âdâbı muaşeret kitaplarından uyarlanan pek çok rehber de bu dönemde yayımlanmıştır. Eğitim alanında tamamen Batı usulleriyle çalışan müesseseler kurulmuştur (aş. bk). Zikredilmesi gereken bir diğer büyük değişiklik, 1928 yılında Arap harfleri yerine Latin harflerinin kullanımının kabulüdür. Hukuk alanında da en önemli değişiklik, hiç şüphesiz 1926 yılında İsviçre medenî ve borçlar kanunlarının kabulü olmuştur (aş bk.) Garpçılar'ın toplumda İslâmiyet'in oynadığı rolleri ikinci plana geçirmek alanındaki fikirleri de yeni rejimin uygulamalarından birisini teşkil etmiştir. Bu dönemde en ünlüleri Le Bon Şans (Descartes) olan pek çok eser maarif bütçesinden yapılan destekle Türkçe'ye çevirilmiştir. Cumhuriyet rejimine geçiş ile bilhassa tek parti ve şeflik yönetiminin sonuna kadar, Batılılaşma resmî ideolojinin önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Batılılaşma hareketine yönelik nisbeten bağımsız ve tenkitçi bakış açıları, Cumhuriyet'in Takriri Sükûn Kanunu'na kadar olan dönemindeki yazılar istisna edilirse, 1950 sonrasında ortaya konulmaya başlanmıştır. Bu alanda zikredilmesi gereken en önemli tenkitler. Mümtaz Turhan'ın Garbhlaşmanm Neresindeyiz adlı eseriyle Ali Fuat Başgil'in medenî kanun ile ilgili makaleleridir. Batılılaşma hareketinin Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti'ndeki etkileri ve sonuçlan düşünüldüğünde bu çabanın yaşanılan sosyal değişimin çok önemli bir belirleyicisi olduğunda şüphe bulunmamaktadır. BİBLİYOGRAFYA: Ebûbekir Râtib Efendi. Seyahatname, İÜ Ktp., TY, nr. 6096; Bir Osmanlı Zabiti İle Bir Ecnebi Zabitinin Mükâlemesi, İÜ Ktp., TY, nr. 6623; Hamdi, Beyânı Fâidei Cedîde, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet Yazmaları, nr. K 51 /I; Koçi Bey. Risale (Danışman); Mustafa Sami Efendi, Avrupa Risalesi, İstanbul 1256; Ahmed Midhat. Aurupa Âdabı Muaşereti Yahut Alafranga, İstanbul 1312; Ahmed Rızâ, Batının Doğu Politikasının Ahlaken İflâsı (trc. Ziyad Ebuzziya), İstanbul 1982; Peyami Safa. Türk İnkılâbına Bakışlar, İstanbul 1933; Karal, Osmanlı Tarihi, V; Tanpınar, Türk Edebiyatı Tarihi; Tank Zafer Tunaya. Türkiyenin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul 1970; Niyazi Berkes. Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1979; Mümtaz Turhan. Garblılaşmanın Neresindeyiz, İstanbul 1980; M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul,. Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ue Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (18891902), İstanbul; Sabri Ülgener. İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul 1981; Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İstanbul 1983; Mecmûai, Funûn, nr. 22, İstanbul 1280; Celal Nuri. "Şîmei Husûmet", İctihad, nr. 88, İstanbul 1329, s. 19491951; Hayâl, İstanbul, nr. 157, 5 Hazi ran 1921. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU DEVAMI GELECEK İNŞAALLAH.............. |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
değeri, kaynak, sünnetin |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|