9. August 2010, 12:01 AM | #1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Saff Suresi
109 (61). Saff Suresi
MEDENÎ, 14 ÂYET GİRİŞ Adını 4. âyetteki صفّ[saff] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 109. sırada indiği kabul edilir. İçeriğinden, Uhud savaşı'na yakın bir dönemde; Hudeybiye barışı ile Hayber'in fethinden hemen önce nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Allah'ı tanıtarak başlayan sûre, mü’minlere, imanlarının gerektirdiği şekilde hareket etmeleri, mal ve canlarını Allah yolunda harcamaları yönünde emirler içerir. Ayrıca sûrede, Allah'ın, peygamberlerini hidâyet ve hakk din ile gönderdiği ve Allah'ın dininin bütün dinlere üstün geleceği bildirilip, Allah'ın, nûrunu tamamlayacağı ve onu söndürmek isteyen kâfirlerin çabalarını boşa çıkacağı beyân edilir. RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1. Göklerde ve yeryüzündeki şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. O [Allah], azîz'dir, hakîm'dir. 2-3. Ey iman etmiş kimseler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü [büyük bir suç/günah olarak belirlendi]. 4. Şüphesiz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf saf hâlinde savaşan kimseleri sever. 5. Ve hani Mûsâ, toplumuna, “Ey kavmim! Şüphesiz benim, sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?” demişti. Ne zaman ki onlar eğrilip saptılar, Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı. Ve Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez. 6. Ve hani Meryem oğlu Îsâ, “Ey İsrâîloğulları! Şüphesiz ben, Tevrât'tan iki elimin arasındakileri doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı Ahmed/övgüye daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim” demişti. Sonra o, onlara apaçık delillerle gelince, “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler. 7. Ve İslâm'a davet olunduğu hâlde Allah üzerine yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez. 8. Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek için irade kullanıyorlar. Hâlbuki kâfirler hoş görmese de Allah nûrunu tamamlayandır. 9. O [Allah], müşrikler hoş görmese de Elçisi'ni, hakk dini bütün dinlerin üzerine çıkarması için hidâyet ve hakk dinle gönderendir. 10-13. Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih… Ve inananlara müjde ver. 14. Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; nitekim Meryem oğlu Îsâ havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar üstün geldiler. TAHLİL: 1. Göklerde ve yeryüzündeki şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. O [Allah], azîz'dir, hakîm'dir. 2-3. Ey iman etmiş kimseler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü [büyük bir suç/günah olarak belirlendi]. 4. Şüphesiz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf saf hâlinde savaşan kimseleri sever. Bu âyetlerde önce Allah Kendisini, Göklerde ve yeryüzündeki şeyler, Allah'ı tesbih ettiler. O [Allah], azîz'dir, hakîm'dir şeklinde tanıtmakta, ardından da mü’minlere verdikleri sözde sebat etmelerini, yapmayacakları şeyler için söz vermemelerini emretmekte; sonra da Kendi yolunda kenetlenmiş, yıkılmaz bir duvar gibi saflar hâlinde savaşan kimseleri sevdiğini bildirerek, Allah yolunda saflar hâlinde gayret ve sebat göstermeye teşvik etmektedir. Bu âyet grubunun iniş sebebi olarak kaynaklarda birçok olay anlatılır ve bunların ekserisi de, “yalan söylemek” üzerine kuruludur. Bu âyetlerde konu edilen ise, sıradan bir yalan söylemek değildir. Âyetteki ifade, Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap bakımından büyüdü [büyük bir suç/günah olarak belirlendi] şeklinde gelecek zaman kalıbıyladır. Kişinin, geçmişe dair yapmadığı şeyleri söylemesi yalandır, geleceğe dair verdiği sözde durmaması ise ihanettir. Âyette belirtilen durum, yalan söylemenin ötesinde, yalan taahhütte bulunmak ve yaptığı taahhüdü, verdiği sözü tutmamaktır, yani ahde vefasızlıktır. O nedenle, sebeb-i nüzûle dair nakledilenlerden ahde vefasızlıkla alâkalı olanları aktarıyoruz: İbn Zeyd dedi ki: Buyruk münâfıklar hakkında inmiştir. Onlar Peygamber (s.a) ve ashâbına şöyle diyorlardı: “Sizler savaşmak üzere çıkar ve savaşacak olursanız, biz de sizinle birlikte çıkar ve sizinle birlikte savaşırız.” Fakat Müslümanlar savaşmak üzere Medîne'nin dışına çıktıklarında onları bırakıp geri döndüler ve geri kaldılar.[1] Bu döneklerle ilgili daha evvel bilgi verilmişti: Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar’ bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz olayazıyorlar? (Nisâ/77-78) İman eden kimseler, “Keşke bir sûre indirilse” derler. Ama yasalarla donatılmış bir sûre indirildiği ve içerisinde savaş anıldığı zaman, kalplerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla baygınlık geçiren bir kimsenin bakışı gibi sana baktığını görürsün. Artık itaat ve ma‘rûf söz onlara daha yakındır. Sonra iş kesinleşince artık Allah'a sadakat gösterselerdi, kesinlikle kendileri için daha hayırlı olurdu. (Muhammed/20-21) Karşılaşan iki birlikte sizin için kesinlikle bir âyet vardır; birliğin biri, Allah yolunda savaşıyordu; diğeri de inkârcıydı. Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Ve Allah, dilediğini yardımıyla güçlendirir. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için kesinlikle bir ibret vardır. (Âl-i İmrân/13) De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takvâ sahibi olan, ‘Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş'in azabından koru!’ diyen, sabreden, doğru olan, sürekli saygıda duran, infakta bulunan ve seherlerde istiğfar eden kişiler için Rabb'lerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır.” Ve Allah kulları en iyi görendir. (Âl-i İmrân/15-17) Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahid vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur. (Ahzâb/15) Ve onlar [münâfıklar], sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki: “Yemin etmeyin. İtaat, ma‘rûftur! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.” (Nûr/53) Ahde vefalı –ki ahde vefa imanın, olmazsa olmazıdır– davranılması konusu birçok âyette zikredilmişti: Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi [sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah'ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir. (Nahl/91) Ve onlar [kurtulan mü’minler], emanetlerine ve ahitlerine riâyet eden kimselerdir. (Mü’minûn/8) Allah, verdiği sözü gerçekleştiren ve adağını yerine getiren kimseleri övmüştür: Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr [iyi olan kimseler], Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, sâdık olanlardır. Ve işte onlar, takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177) Ve Kitap'ta İsmâîl'i an/hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sâdık idi, bir elçiydi, bir peygamberdi. Ve o ehline [ailesine, çevresine] salâtı ve zekâtı emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti. (Meryem/54-55) Allah, ahde vefasızlık edenleri de yermiştir: Siz insanlara birr'i buyuracaksınız da kendinizi umursamayacak mısınız? Oysa ki Kitab'ı okuyup duruyorsunuz. Hâlâ akletmeyecek misiniz? (Bakara/44) “Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın Rabbine sığınırım” de! (Felâk/1-5) O [Şu‘ayb], “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Şâyet ben Rabbimden bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şâyet O bana Kendi katından güzel bir rızık ihsan etmişse!? Ve Ben size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi istiyorum. Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim ve ancak O'na yönelirim. Ve ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nûh kavminin veya Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Ve Lût kavmi sizden pek uzak değildir. Ve Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir” dedi. (Hûd/88-90) Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar’ bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz olayazıyorlar? (Nisâ/77-78) 5. Ve hani Mûsâ, toplumuna, “Ey kavmim! Şüphesiz benim, sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz hâlde niçin bana eziyet ediyorsunuz?” demişti. Ne zaman ki onlar eğrilip saptılar Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı. Ve Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez. 6. Ve hani Meryem oğlu Îsâ, “Ey İsrâîloğulları! Şüphesiz ben, Tevrât'tan iki elimin arasındakileri doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı Ahmed/övgüye daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim” demişti. Sonra o, onlara apaçık delillerle gelince, “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler. Bu âyetlerde, 2. âyetteki, Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? şeklindeki azarın açılımı yapılmakta, târihten buna dair iki örnek verilmektedir. Aynı zamanda bu âyette, mü’minlerin Rasûlullah'a eziyet etmeleri de yasaklanmaktadır. Birinci örnek: Mûsâ ile kavminin örneğidir. Mûsâ'nın kavmi olan İsrâîloğulları Mûsâ'ya yaptıkları taahhütleri yerine getirmeyip o'na eziyet etmişlerdir. İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya eziyeti, Ahzâb sûresi'nde de konu edilip mü’minlerin İsrâîloğulları gibi olmamaları; Rasûlullah'a eziyet etmemeleri istenmişti. Ahzâb sûresi'ndeki açıklamaları burada da naklediyoruz: Ey iman etmiş kişiler! Sizler Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. İşte, Allah o'nu [Mûsâ'yı], onların [eziyet edenlerin] söylediklerinden temize çıkardı. Ve o, Allah katında mevki sahibi [değerli] biri idi. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki O [Allah], işlerinizi lehinize düzeltsin, günahlarınızı da bağışlasın. Her kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat ederse, artık o, gerçekten çok büyük bir kurtuluş ile kurtulmuş olur. (Ahzâb/69-71) Bu âyet grubunda mü’minlere, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmamaları; Rasûlullah'ı üzmemeleri, Allah'a takvâlı davranmaları ve belgesiz söz söylememeleri yönünde direktifler verilmekte ve onlara özel vaatlerde bulunulmaktadır: • Siz, Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. • Allah Mûsâ'yı, eziyet edenlerin söylediklerinden temize çıkardı; o, Allah katında değerli biri idi. • Allah'a takvâlı davranın ve sağlam belgeli söz söyleyin, ki Allah, işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. • Allah'a ve Elçisi'ne itaat eden kimse, gerçekten kurtuluşa erer. Bu âyet grubunda, çevresindekiler tarafından Mûsâ'ya eziyet edildiği, ama o'nun Allah tarafından temize çıkarıldığı bildirilmektedir. Mûsâ'ya yapılan eziyetin ne olduğu burada açıklanmamıştır. Rivâyetlere göre şudur: İbn Abbâs ve bir topluluk şöyle demiştir: Bu, Ebû Hureyre'nin (r.a) rivâyet ettiği şu hadisin muhtevasında sözü edilen husustur. Buna göre Peygamber (s.a) şöyle demiştir: “İsrâîloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsâ (a.s) ise, çokça örtünürdü ve bedenini saklardı. Bir kesim o'nun hakkında, “Onun hayaları şişkindir ve o'nun baras hastalığı vardır, yahut da o'nda bir hastalık bulunmaktadır” demişlerdi. Bir gün Mûsa Şam [Sûriye] topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti, elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesi ile birlikte uçup gitti. Mûsâ çıplak olarak taşın arkasından gidiyor ve, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları'ndan bir topluluğun yanına kadar (bu hâlde) geldi. Ona baktıklarında bir de ne görsünler, Mûsâ aralarında yaratılışı en güzel, sûreti en mutedil birisidir. Söylediklerinin hiç biri o'nda yok. İşte şanı yüce Allah'ın, Allah o'nu dediklerinden temize çıkardı buyruğunda anlatılan budur.” Bu hadisi Buhârî ve bu manada da Müslim rivâyet etmişlerdir. Müslim'in lafzı şöyledir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “İsrâîloğulları çıplak olarak yıkanırlardı. Biri diğerinin avretine bakardı. Mûsâ (a.s) ise, tek başına yıkanırdı. Bunun üzerine onlar, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın bizimle birlikte yıkanmasını engelleyen ancak o'nun hayalarının şişkin olmasıdır” dediler. Bir gün yıkanmaya gittiğinde elbiselerini bir taşın üzerine koymuştu. Taş elbisesiyle birlikte uçup gitti. Mûsâ (a.s) hızlıca taşın arkasından koştu ve bu arada, “Ey taş, elbisemi ver; ey taş, elbisemi ver” diyordu. Nihâyet İsrâîloğulları Mûsâ'nın (a.s) avretini gördüler ve, “Allah'a andolsun ki Mûsâ'nın herhangi bir rahatsızlığı yoktur” dediler. Nihâyet taş durdu ve böylece Mûsâ'ya bakmış oldular. Mûsâ da elbisesini aldı ve taşı dövmeye başladı.” Ebû Hureyre dedi ki: “Allah'a yemin ederim ki, taşta altı ya da yedi darbe izi var. Bunlar Mûsâ'nın taşa indirdiği darbelerin izleridir.” İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle demiştir: İsrâîloğulları Mûsâ hakkında, “O Hârûn'u öldürdü” demek sûretiyle eziyet etmişlerdi. Şöyle ki, Mûsâ ile Hârûn Tih'in ekin ekilen bir yerinden dağa doğru çıkıp gittiler. Hârûn da orada öldü. Mûsâ geldiğinde İsrâîloğulları Mûsâ'ya, “Onu sen öldürdün, çünkü o bize göre senden daha yumuşaktı ve bizi daha çok severdi” dediler. Böylelikle Mûsâ'ya eziyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah meleklere emretti. Melekler de Hârûn'u alıp İsrâîloğulları arasında gezdirdiler. Böylece Mûsâ'nın doğruluğunu kendilerine gösteren pek büyük bir mucize görmüş oldular. Çünkü Hârûn'da öldürüldüğüne dair hiç bir iz yoktu.[2] Bazıları, “Bu, onların, o'na bedeninde bir kusur olduğu iftirasında bulunmaları sebebiyle yapmış oldukları eziyettir” derken, bazıları şöyle demişlerdir: “Kârûn, bir fâhişe ile plan yaptı. Buna göre kadın, İsrâîloğulları'nın yanında Mûsâ'nın kendisiyle zina ettiğini söyleyecekti. Kârûn, kavmini topladığında, Allah orada bulunan bu kadının kalbine doğru söyleme fikrini verdi ve böylece kadın, kendisine telkin edilmiş olan o şeyi söylemedi.”[3] Kitab-ı Mukaddes'te de şu olayları görüyoruz: Firavun'un yanından ayrılınca, kendilerini bekleyen Mûsâ'yla Hârûn'a çıkıştılar. “Rabb yaptığınızı görsün, cezanızı versin!” dediler, “Bizi Firavun'la görevlilerinin gözünde rezil ettiniz. Bizi öldürmeleri için ellerine bir kılıç verdiniz.”[4] Mûsâ'ya, “Mısır'da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?” dediler, “Bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır'dayken sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu.”[5] Çölde hepsi Mûsâ'yla Hârûn'a yakınmaya başladı. “Keşke Rabb bizi Mısır'dayken öldürseydi” dediler, “hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ama siz bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz.”[6] Ama halk susamıştı. “Niçin bizi Mısır'dan çıkardın?” diye Mûsâ'ya söylendiler, “Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?” Mûsâ, “Bu halka ne yapayım?” diye Rabbe feryat etti, “Neredeyse beni taşlayacaklar.”[7] Halk çektiği sıkıntılardan ötürü yakınmaya başladı. Rabb bunu duyunca öfkelendi, aralarına ateşini göndererek ordugâhın kenarlarını yakıp yok etti. Halk Mûsâ'ya yalvardı. Mûsâ Rabbe yakarınca ateş söndü. Bu nedenle oraya Tavera adı verildi. Çünkü Rabbin gönderdiği ateş onların arasında yanmıştı. Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrâîlliler de yine ağlayarak, “Keşke yiyecek biraz et olsaydı!” dediler, “Mısır'da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarmısakları anımsıyoruz. Şimdiyse yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu man'dan başka hiç bir şey gördüğümüz yok.” Man, kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi. Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi. Gece ordugaha çiy düşerken, man da birlikte düşerdi. Mûsâ herkesin, her ailenin çadırının önünde ağladığını duydu. Rabb buna çok öfkelendi. Mûsâ da üzüldü. Rabbe, “Kuluna neden kötü davrandın?” dedi, “Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki, bu halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum? Öyleyse neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi, atalarına and içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? Bütün bu halka verecek eti nereden bulayım? Bana, ‘Bize yiyecek et ver’ diye sızlanıp duruyorlar. Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam. Bana böyle davranacaksan –eğer gözünde lütuf bulduysam– lütfen beni hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.”[8] O gece bütün topluluk yüksek sesle bağrışıp ağladı. Bütün İsrâîl halkı Mûsâ'yla Hârûn'a söylendi. Onlara, “Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik!” dediler, “Rabb neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” Sonra birbirlerine, “Kendimize bir önder seçip Mısır'a dönelim” dediler. Bunun üzerine Mûsâ'yla Hârûn İsrâîl topluluğunun önünde yüzüstü yere kapandılar. Ülkeyi araştıranlardan Nûn oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrâîl topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer Rabb bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rabb bizimledir. Onlardan korkmayın!” Topluluk onları taşa tutmayı düşünürken, ansızın Rabbin görkemi Buluşma Çadırı'nda bütün İsrâîl halkına göründü.[9] Levi oğlu Kehat oğlu Yishar oğlu Korah, Ruben soyundan Eliavoğulları'ndan Datan, Aviram ve Pelet oğlu on toplulukça seçilen, tanınmış 250 İsrâîlli önderle birlikte Mûsâ'ya başkaldırdı. Hep birlikte Mûsâ'yla Hârûn'un yanına varıp, “Çok ileri gittiniz!” dediler, “Bütün topluluk, topluluğun her bireyi kutsaldır ve Rabb onların arasındadır. Öyleyse neden kendinizi Rabbin topluluğundan üstün görüyorsunuz?” Bunu duyan Mûsâ yüzüstü yere kapandı. Sonra Korah'la yandaşlarına şöyle dedi: “Sabah Rabb kimin Kendisine ait olduğunu, kimin kutsal olduğunu açıklayacak ve o kişiyi huzuruna çağıracak. Rabbin seçeceği kişiyi huzuruna çağıracak. Ey Korah ve yandaşları! Kendinize buhurdanlar alın. Yarın Rabbin huzurunda buhurdanlarınızın içine ateş, ateşin üstüne de buhur koyun. Rabbin seçeceği kişi, kutsal olan kişidir. Ey Levililer! Çok ileri gittiniz.” Mûsâ Korah'la konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ey Levililer! Beni dinleyin! İsrâîl'in Tanrısı sizi Kendi huzuruna çıkarmak için ayırdı. Rabbin Konutu'nun hizmetini yapmanız, topluluğun önünde durmanız, onlara hizmet etmeniz için sizi İsrâîl topluluğunun arasından seçti. Sizi ve bütün Levili kardeşlerinizi huzuruna çıkardı. Bu yetmiyormuş gibi kâhinliği de mi istiyorsunuz? Ey Korah! Senin ve yandaşlarının böyle toplanması Rabbe karşı gelmektir. Hârûn kim ki, ona dil uzatıyorsunuz?” Sonra Mûsâ Eliavoğulları Datan'la Aviram'ı çağırttı. Ama onlar, “Gelmeyeceğiz” dediler, “bizi çölde öldürtmek için süt ve bal akan ülkeden çıkardın. Bu yetmiyormuş gibi başımıza geçmek istiyorsun. Bizi süt ve bal akan ülkeye götürmediğin gibi, miras olarak bize tarlalar, bağlar da vermedin. Bu adamları kör mü sanıyorsun? Hayır, gelmeyeceğiz.” Çok öfkelenen Mûsâ Rabbe, “Onların sunularını önemseme. Onlardan bir eşek bile almadım, üstelik hiç birine de hakksızlık etmedim” dedi. Sonra Korah'a, “Yarın sen ve bütün yandaşların –sen de, onlar da– Rabbin önünde bulunmak için gelin” dedi, “Hârûn da gelsin. Herkes kendi buhurdanını alıp içine buhur koysun. 250 kişi birer buhurdan alıp Rabbin önüne getirsin. Hârûn'la sen de buhurdanlarınızı getirin.” Böylece herkes buhurdanını alıp içine ateş, ateşin üstüne de buhur koydu. Sonra Mûsâ ve Hârûn'la birlikte Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde durdular. Korah bütün topluluğu Mûsâ'yla Hârûn'un karşısında Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde toplayınca, Rabbin görkemi bütün topluluğa göründü. Rabb, Mûsâ'yla Hârûn'a, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları bir anda yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapanarak, “Ey Tanrı! Bütün insan rûhlarının Tanrısı!” dediler, “Bir kişi günah işledi diye bütün topluluğa mı öfkeleneceksin?” Rabb Mûsâ'ya, “Topluluğa söyle, Korah'ın, Datan'ın, Aviram'ın çadırlarından uzaklaşsınlar” dedi. Mûsâ Datan'la Aviram'a gitti. İsrâîl'in ileri gelenleri o'nu izledi. Topluluğu uyararak, “Bu kötü adamların çadırlarından uzak durun!” dedi, “Onların hiç bir şeyine dokunmayın. Yoksa onların günahları yüzünden canınızdan olursunuz.” Bunun üzerine topluluk Korah, Datan ve Aviram'ın çadırlarından uzaklaştı. Datan'la Aviram çıkıp karılarıyla, küçük-büyük çocuklarıyla birlikte çadırlarının önünde durdular. Mûsâ şöyle dedi: “Bütün bunları yapmam için Rabbin beni gönderdiğini, kendiliğimden bir şey yapmadığımı şuradan anlayacaksınız: Eğer bu adamlar herkes gibi doğal bir ölümle ölür, herkesin başına gelen bir olayla karşılaşırlarsa, bilin ki beni Rabb göndermemiştir. Ama Rabb yepyeni bir olay yaratırsa, yer yarılıp onları ve onlara ait olan her şeyi yutarsa, ölüler diyarına diri diri inerlerse, bu adamların Rabbe saygısızlık ettiklerini anlayacaksınız.” Mûsâ konuşmasını bitirir bitirmez Korah, Datan ve Aviram'ın altındaki yer yarıldı. Yer yarıldı, onları, ailelerini, Korah'ın adamlarıyla mallarını yuttu. Sahip oldukları her şeyle birlikte diri diri ölüler diyarına indiler. Yer onların üzerine kapandı. Topluluğun arasından yok oldular. Çığlıklarını duyan çevredeki İsrâîlliler, “Yer bizi de yutmasın!” diyerek kaçıştılar. Rabbin gönderdiği ateş buhur sunan 250 adamı yakıp yok etti. Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: “Kâhin Hârûn oğlu Elazar'a buhurdanları ateşin içinden çıkarmasını, ateş korlarını az öteye dağıtmasını söyle. Çünkü buhurdanlar kutsaldır. İşledikleri günahtan ötürü öldürülen bu adamların buhurdanlarını levha hâline getirip sunağı bunlarla kapla. Buhurdanlar Rabbe sunuldukları için kutsaldır. Bunlar İsrâîlliler için bir uyarı olsun.” Böylece Kâhin Elazar, yanarak ölen adamların getirdiği tunç buhurdanları Rabbin Mûsâ aracılığıyla kendisine söylediği gibi alıp döverek sunağı kaplamak için levha hâline getirdi. Bu, İsrâîlliler'e Hârûn'un soyundan gelenlerden başka hiç kimsenin Rabbin önüne çıkıp buhur yakmaması gerektiğini anımsatacaktı. Yoksa o kişi Korah'la yandaşları gibi yok olacaktı. Ertesi gün bütün İsrâîl topluluğu Mûsâ'yla Hârûn'a söylenmeye başladı. “Rabbin halkını siz öldürdünüz” diyorlardı. Topluluk Mûsâ'yla Hârûn'a karşı toplanıp Buluşma Çadırı'na doğru yönelince, çadırı ansızın bulut kapladı ve Rabbin görkemi göründü. Mûsâ'yla Hârûn Buluşma Çadırı'nın önüne geldiler. Rabb Mûsâ'ya, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları birden yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapandılar. Sonra Mûsâ Hârûn'a, “Buhurdanını alıp içine sunaktan ateş koy, üstüne de buhur koy” dedi, “günahlarını bağışlatmak için hemen topluluğa git. Çünkü Rabb öfkesini yağdırdı. Öldürücü hastalık başladı.” Hârûn Mûsâ'nın dediğini yaparak buhurdanını alıp topluluğun ortasına koştu. Halkın arasında öldürücü hastalık başlamıştı. Hârûn buhur sunarak topluluğun günahını bağışlattı. O ölülerle dirilerin arasında durunca, öldürücü hastalık da dindi. Korah olayında ölenler dışında, öldürücü hastalıktan ölenlerin sayısı 14.700 kişiydi. Öldürücü hastalık dindiğinden, Hârûn Mûsâ'nın yanına, Buluşma Çadırı'nın giriş bölümüne döndü.[10] Kur’ân'da ise İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya eza ettiklerine dair onlarca âyet mevcuttur. Bunların çoğu geçmiş sûrelerde zikredilmişti. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz: Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de, bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. (Bakara/55) Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de, bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61) Kitap Ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153) Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. (Mâide/24) Mûsâ'nın kavmi, o'ndan [Mûsâ'dan] sonra kendilerinin kadınlarının süs takılarından bir buzağı; böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan bir ceset edinmişlerdi. Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi? Onu edindiler ve zâlimlerden oldular. (A‘râf/148)[11] Ve hani Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani O [Allah], içinizden peygamberler kıldı. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes [temizlenmiş] toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz” dedi. Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler. Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, gâlip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a tevekkül edin.” Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. (Mâide/21-24) Ve İsrâîloğulları'nı denizden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir kavme rastladılar. Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı kıl [belirle]!” (Mûsâ da onlara) dedi ki: “Siz gerçekten câhillik eden bir kavimsiniz. Onların [şu gördüklerinizin] içinde bulundukları şey [din], yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır.” (A‘râf/138-139) Ve hani Mûsâ kavmine, “Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, “Sen bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. O [Mûsâ], “Ben câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım” dedi. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o [sığır] her ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “O [Rabbim] diyor ki: ‘Şüphesiz o [sığır], pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası dinçtir.’ Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız” dedi. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “Şüphesiz o [sığır], rengi bakanlara sürur veren, sapsarı bir inektir” dedi. Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o, nedir bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle doğru yolu bulmuşlarız” dediler. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “O [sığır], zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” Onlar, “İşte tam şimdi gerçeği getirdin” dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı. Ve hani siz bir nefsi öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah, saklamış olduğunuzu çıkarandır. Sonra Biz, “Onun [öldürülen kişinin] ezası [ondan gelecek sıkıntı] sebebiyle o'nu [Mûsâ'yı] yola çıkarın” dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve akıllı davranasınız diye size âyetlerini gösterir. (Bakara/67-73) İkinci örnek: Hristiyanlar örneğidir. Onlar da Îsâ'ya, Allah'ın buyruklarına uyacaklarına, Îsâ'nın getirdiklerini kabul edeceklerine söz vermişler, ama taahhütlerini bozmuşlardır. 6. âyetteki, Benden sonra gelecek, adı Ahmed/övgüye daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim ifadesiyle, Îsâ peygamberin kendisinden sonra gelecek elçiyi bildirdiği, ama Îsâ'nın yolunu izleyenlerin bunu kabul etmedikleri ifade edilmektedir. Muhammed'den evvelki bütün peygamberler, Allah'ın göndereceği son Peygamber'i haber vermişlerdi: Ve hani Allah peygamberlerin, “Andolsun ki size kitaptan ve hikmetten [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden] verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz!” misakını almıştı. O [Allah], “Bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” dedi. Onlar, “İkrar ettik” dediler. O [Allah], “Öyleyse şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” dedi. (Âl-i İmrân/81) Rasûlullah'ın geleceğinin Tevrât ve İncîl'de zikredildiğine dair A‘râf sûresi'nde yaptığımız açıklamayı naklediyoruz: Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A‘râf/157) Arâf/157-158. âyetlerden anlaşıldığına göre, Peygamberimizin yaşadığı dönemdeki İsrâîloğulları'nın elinde bulunan Tevrât'ta, son Peygamber'i niteleyen ve haber veren cümleler bulunmaktadır. Zaten Kur’ân'ın bu âyetlerine o günleri yaşayan Ehl-i Kitap tarafından bir tepki gösterilmemiştir. Kur’ân'da da, kendilerine kitap verilenlerin Peygamberimize inandıkları bildirilmiştir: Onlar ki, Rabb'lerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini yakînen bilirler. (Bakara/46) Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, o'nu [Peygamber'i], kendi oğulları gibi bilirler. Kendi nefislerini kayba uğratanlar; işte onlar iman etmezler. (En‘âm/20) Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, tilâvetinin hakkını vererek okurlar. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir. (Bakara/121) Ümmî Peygamber ile ilgili Kur’ân'da bir başka âyet daha vardır: Ve Meryem oğlu Îsâ, “Ey İsrâîloğulları! Hiç şüphesiz ben, benden önce gelen Tevrât'ı doğrulayan ve benden sonra gelecek adı çok övülen bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim” demişti. Sonra o, onlara apaçık delillerle gelince, “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler. (Saff/6) Tevrât'ta, o günkü peygamber olan Mûsâ peygamberden sonra bir peygamber geleceği, Tesniye, 18:15-19; İşaya, 41:25 ve 42:1-5'de yer almaktadır. Ancak geleceği söylenen bu peygamber, târihî gerçekler itibariyle Îsâ peygamberdir. Zaten bizi de İncîl'deki ifadeler ilgilendirmektedir: |
9. August 2010, 12:01 AM | #2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
YUHANNA İNCÎLİ
Ben daha aranızdayken size bunları söyledim. Ama Baba'nın benim adımla göndereceği Yardımcı, Kutsal Rûh, size her şeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak. Size esenlik bırakıyorum, size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın verdiği gibi vermiyorum. Yüreğiniz sıkılmasın ve korkmasın. Size, ‘Gidiyorum, ama yanınıza döneceğim’ dediğimi işittiniz. Beni sevseydiniz, Baba'ya gideceğim için sevinirdiniz. Çünkü Baba benden üstündür. Bunları size şimdiden, her şey olup bitmeden önce söyledim. Öyle ki, bunlar olunca inanasınız. Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur.[12] Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Yardımcı size gelmez. Ama gidersem, O'nu size gönderirim. O gelince günah, doğruluk ve gelecek yargı konusunda dünyayı suçlu olduğuna ikna edecektir: Günah konusunda, çünkü bana iman etmezler; doğruluk konusunda, çünkü Baba'ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz; yargı konusunda, çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki o, yani Gerçeğin Rûhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek. Baba'nın nesi varsa benimdir. ‘Benim olandan alıp size bildirecek’ dememin nedeni budur.[13] MATTA İNCÎLİ “Bir benzetme daha dinleyin: Toprak sahibi bir adam, bağ dikti, çevresini çitle çevirdi, üzüm sıkma çukuru kazdı, bir de bekçi kulesi yaptı. Sonra bağı bağcılara kiralayıp yolculuğa çıktı. Bağ bozumu yaklaşınca, üründen kendisine düşeni almaları için kölelerini bağcılara yolladı. Bağcılar adamın kölelerini yakaladı, birini dövdü, birini öldürdü, ötekini de taşladı. Bağ sahibi bu kez ilkinden daha çok sayıda köle yolladı. Bağcılar bunlara da aynı şeyi yaptılar. Sonunda bağ sahibi, ‘Oğlumu sayarlar’ diyerek bağcılara onu yolladı. Ama bağcılar adamın oğlunu görünce birbirlerine, ‘Mirasçı bu; gelin, onu öldürüp mirasına konalım’ dediler. Böylece onu yakaladılar, bağdan atıp öldürdüler. Bu durumda bağın sahibi geldiği zaman bağcılara ne yapacak?” Îsâ'ya şu karşılığı verdiler: “Bu korkunç adamları korkunç bir şekilde yok edecek; bağı da, ürününü kendisine zamanında verecek olan başka bağcılara kiralayacak.” Îsâ onlara şunu sordu: “Kutsal Yazılar'da şu sözleri hiç okumadınız mı? ‘Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı oldu. Rabbin işidir bu, gözümüzde harika bir iş!’ “Bu nedenle size şunu söyleyeyim, Tanrı'nın Egemenliği sizden alınacak ve bunun ürünlerini yetiştiren bir ulusa verilecek. Bu taşın üzerine düşen, paramparça olacak; taş da kimin üzerine düşerse, onu ezip toz edecek.” Baş kâhinler ve Ferisiler, Îsâ'nın anlattığı benzetmeleri duyunca, bunları kendileri için söylediğini anladılar. Onu tutuklamak istedilerse de, halkın tepkisinden korktular. Çünkü halk, o'nu peygamber sayıyordu.[14] KİTAB-I MUKADDES Tanrınız Rabb size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. Horev'de toplandığınız gün Tanrınız Rabbden şunu dilemiştiniz: “Bir daha ne Tanrımız Rabbin sesini duyalım, ne de o büyük ateşi görelim, yoksa ölürüz.” Rabb bana, “Söyledikleri doğrudur” dedi, “Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adıma konuşan peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım.”[15] 5. âyetteki, Ne zaman ki onlar eğrilip saptılar, Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı. Ve Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez ifadesinde, “müşâkele” sanatı icra edilerek, vefasız İsrâîloğulları'nın cezalandırılışı konu edilmiştir. Bu konu birçok âyette yer almıştı. Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız. (En‘âm/110) Ve kim kendisine doğru yol apaçık ortaya çıktıktan sonra Elçi'ye karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başkasını izlerse, Biz onu döndüğü şeye döndürürüz ve onu cehenneme sokarız. O da ne kötü bir gidiş yeridir! (Nisâ/115) Hem özel isim, hem de “övgüye daha layık” anlamında sıfat olarak kullanılan Ahmed sözcüğünün hangi kullanımı kabul edilirse edilsin “Rasûlullah” kastedilmiştir. Bu nedenle, mealde her ikisini de gösterdik. Âyetteki, Adı Ahmed/övgüye daha layık bir elçi ifadesiyle ilgili Mevdûdî'nin değerli bir yazısını sûrenin sonuna koyduk. 7. Ve İslâm'a davet olunduğu hâlde Allah üzerine yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez. 8. Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek için irade kullanıyorlar. Hâlbuki kâfirler hoş görmese de Allah nûrunu tamamlayandır. 9. O [Allah], müşrikler hoş görmese de Elçisi'ni, hakk dini bütün dinlerin üzerine çıkarması için hidâyet ve hakk dinle gönderendir. Bu âyetlerde yalancılara bir uyarı ve bir tehdittir: İslâm'a davet olunduğu hâlde Allah üzerine yalan uyduranlardan, daha zâlim kimse yoktur. Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmeyi irade ediyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah nûrunu tamamlayacak, müşrikler hoşlanmasa da Elçisi'ni, hakk dini bütün dinlerin üzerine çıkarması için hidâyet ve hakk dinle göndermiştir. Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez: İşte böylece Biz sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan rûhu vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan O Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. (Şûrâ/52-53) Âyette, Müşrikler hoş görmese de Elçisi'ni, hakk dini bütün dinlerin üzerine çıkarması için hidâyet ve hakk dinle gönderendir buyurularak, bu işin kâfir ve müşriklerin keyfine göre değil, Allah'ın iradesine göre gerçekleşeceği, O'nun iradesinin de, hak dini hayata hâkim kılmak olduğu beyân edilmektedir: O [Allah] hakk dini bütün dinlere üstün kılmak için, Elçisi'ni hidâyet ve onunla [hakk din ile] gönderendir. Şâhit olarak da Allah yeter. (Fetih/28) Onlar, Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, sadece, kâfirler hoş görmeseler de Kendi nûrunu tamamlamaya dayatıyor. O [Allah], ortak koşanlar hoşlanmasa da, kendisini, din'in; onun [dinin] hepsinin üzerine ortaya koyması için Elçisi'ni hidâyetle ve hakk din ile gönderendir. (Tevbe/32-33) Bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkında şu nakledilmiştir: Peygamber'e (s.a) kırk gün süreyle vahiy gelmedi. Bunun üzerine Ka‘b b. el-Eşref şöyle dedi: “Ey Yahûdi topluluğu! Müjdeler olsun size. Allah, Muhammed'e indirdiklerinin nûrunu söndürmüş bulunuyor. Zaten o'nun işini tamamlayacak değildi.” Rasûlullah (s.a) üzülünce, yüce Allah da bu âyeti indirdi ve bundan sonra da vahiyde bir kesinti olmadı.[16] 10-13. Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih… Ve inanlara müjde ver. 14. Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; Nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar, üstün geldiler. Bu âyetlerde, sûrenin giriş âyetlerinde konu edilen cihada dönülerek onun önemi ve insana kazandıracağı ödüller bildirilmekte ve bu hususta Îsâ'nın havarileri örnek gösterilmektedir: (Onların elçiyi korumak için can vermeye hazır olduğu ve içlerinden birinin Îsâ'ya benzetilerek o'nun yerine öldürüldüğü daha evvel açıklanmıştı.) Sonra Îsâ, onlardan inkârcılıklarını sezince, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler: “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. –Rabbimiz! Biz Senin indirdiğine iman ettik, Elçi'ye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz”– dediler. (Âl-i İmrân/52-53) HAVARİLER KİMLERDİR? Kaynaklarda[17] bu sözcükle ilgili şu izahlar yapılmıştır: • Onlara bu isim, elbiselerinin beyazlığı dolayısıyla verilmiştir. • Onlar avcı kimselerdi. • Onlar elbise beyazlatıcıları idiler. Elbiseleri beyazlattıklarından dolayı onlara bu isim verilmiştir. • Onlar, elbise temizleyicisi, ağartıcısı ve boyacısı idiler. • Onlar peygamberlerin has adamları olduklarından dolayı bu adı aldılar. Âyetlerden anlaşıldığına göre bunlar, Îsâ peygamberin en yakın arkadaşları ve yardımcılarıdır. Bu âyetlerin bir benzeri de Tevbe sûresi'nde geçmektedir: Şüphesiz Allah, tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, o rükû eden, secde eden, ma‘rûfu emreden, kötülükten vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, O'nun [Allah'ın] Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir vaadidir. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver! (Tevbe/111-112) 14. âyetteki, Allah'ın yardımcıları olun ifadesi, “Allah'ın dininin yardımcıları olun” anlamındadır. Bunlar, Yûnus sûresi'nde Allah'ın velîleri/yakınları olarak nitelenmişlerdi: Açın gözünüzü! Allah'ın velîlerine –ki onlar inanan ve takvâlı davranan kimselerdir– kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. Onlara dünya hayatında ve âhiret hayatında müjde vardır. Allah'ın sözleri için değişiklik diye bir şey yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Yûnus/62-64) Malumdur ki, bizzat Allah'a yardım etmek imkânsız ve Allah da yardım ve yardımcıdan müstağnidir. Allah'ın muttaki mü’minleri velî [yakın ve yardımcı] edinmesi, O'nun aczinden kaynaklanmaz. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmıştır: Ve de ki: Hamd [övgü], hiçbir çocuk edinmeyen, mülkte kendisi için herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan Allah'a özgüdür. Ve O'nu [Allah'ı] büyükledikçe büyükle [ululadıkça ulula]! (İsrâ/111) O hâlde, muttaki mü’minlerin, hiçbir yardıma ve yardımcıya ihtiyacı olmayan Allah'a –sözcüğün hakikat anlamıyla– nasıl yardımcı olabildiğini anlamak için şu hususlar üzerinde dikkatle durulması gerekir: • Allah insanları ne için yaratmış, onlara neden kitaplar ve peygamberler göndermiş ve onlardan neler istemiştir? • Allah'ın insanlardan istedikleri, kimler aracılığıyla gerçekleştirilmektedir, Sünnetullah nasıl cereyan etmektedir? • Allah'ın düşmanları kimlerdir, bunlar neler isterler, nasıl davranırlar? Bu soruların cevapları, hem belli hem de kolaydır: Allah, dünya yaşamında adaletin sağlanmasını, küfrün, şirkin, nifakın yok edilmesini, dinin tümüyle Allah'a özgü kılınmasını istemekte ve bunlar da kulların ortaya koyduğu mücâdele [cihad] nisbetinde gerçekleşmektedir. İstediği düzeni Allah'ın kurmayıp kullarına bırakması ise, kullarını sınamayı dilemesinden ötürüdür: Öyleyse, inkârcılarla karşı karşıya geldiğinizde, boyunları vurun. Sonra, onları iyice sindirince, bağı sıkıca bağlayın; sonra, savaş sona erince, ya karşılıksız ya da kurtarmalıkla salıverin. –İşte eğer dileseydi, onların hakkından bizzat gelirdi; ama bu, sizi birbirinizle sınamak içindir.– Allah yolunda öldürülenlere gelince, onların işlerini saptırmayacaktır. (Muhammed/4) Demek oluyor ki, Allah'ın istediklerinin gerçekleşmesi için çaba harcayanlar (yani, hayatta iken Peygamberimize yardım edenler ve Allah'ın dinini ayakta tutmaya çalışanlar), kelimenin tam anlamıyla Allah'a yardım etmiş olmaktadırlar. Başka bir ifade ile, اولياء اللّه [evliyâullâh/Allah'a yakın olanlar] ve انصار اللّه [ensârullâh/Allah'a yardım edenler], Allah'ın koyduğu emir ve yasakları benimseyerek O'nun dinine sarılıp o dinin yayılması için canla-başla çaba harcayanlardır. Kur’ân bu kimseleri, “muttaki mü’minler” olarak nitelemektedir: Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O'da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar. (Muhammed/7) Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah'ın, Kendisine [dinine] ve elçilerine görmeden yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar bulunan demiri de indirdik. Şüphesiz Allah, kavî'dir [çok kuvvetlidir], azîz'dir [mutlak üstündür]. (Hadîd/25) Kendilerine savaş açılan kimselere kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yerle-bir edilirdi. Allah, Kendisine yardım edenlere; eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse salâtı ikâme eden, zekâtı veren, ma‘rûfu emreden ve münkerden alıkoyan kimselere kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, kavî'dir [çok güçlüdür], azîz'dir [mutlak gâliptir]. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir. (Hacc/39-41) 10. âyetin nüzûl sebebi olarak şu bilgi verilmiştir: Mukâtil dedi ki: Âyet Osman b. Maz‘un hakkında inmiştir. Şöyle ki: O Rasûlullah'a (s.a) dedi ki: “Bana izin versen de Havle'yi boşasam, râhipliğe yönelip kendimi bulsam, et yemeyi kendime haram kılsam, geceleyin hiçbir zaman uyumasam, gündüzün hiçbir zaman oruç açmasam.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki nikâh benim sünnetimdendir. İslâm'da ruhbanlık yoktur. Ümmetimin ruhbanlığı Allah yolunda cihaddır. Ümmetimin burulması, oruç tutmaktır. Allah'ın size helâl kıldığı hoş şeyleri haram kılmayın. Benim sünnetimden olmak üzere ben uyurum, namaz kılarım, oruç açarım, oruç tutarım. Kim benim sünnetimden yüz çevirecek olursa, benden değildir.” Bu sefer Osman şöyle dedi: “Ey Allah'ın Peygamberi! Allah'a yemin ederim ki Allah'ın en sevdiği ticaretin hangisi olduğunu bilmeyi çok isterdim. Böylelikle ben de o ticareti yapardım.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[18] Allah doğrusunu en iyi bilendir. ADI AHMED/ÖVGÜYE DAHA LAYIK BİR ELÇİ Üçüncüsü, Bu âyet ile daha sonraki âyet birleştirilince şöyle bir anlam ortaya çıkar. “Ben Allah'ın Rasûlü Ahmed'in gelişine dair Tevrât'ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere dünyaya geldim. Ben de o'nun geleceğini bildiririm.” Son yorum Hz. Îsâ'nın (a.s) Hz. Muhammed'in (s.a) gelişiyle Hz. Mûsâ'nın kendi ümmetine verdiği müjdeye temas etmesiyle ilgilidir. Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Mûsâ'nın şöyle dediği nakledilir: “Allah'ın Rabb, senin için aranızdan kardeşlerinden benim gibi bir peygamber çıkaracak, onu dinleyeceksin, nasıl ki Horeb'de toplantı günlerinde, ‘Bir daha Allah'ın Rabbin sesini işitmeyeyim ve artık bu büyük ateşi görmeyeyim ve ölmeyeyim’ diye Allah'ın Rabbden istedin. Ve Rabb bana dedi”: “Söylediklerini iyi dediler. Onlar için kardeşleri arasında senin gibi bir Peygamber çıkaracağım ve ona emredeceğim, her şeyi onlara söyleyecek. Ve vaki olacak ki, Benim ismimle söyleyeceği sözlerimi dinlemeyecek olan adamdan ben hesap soracağım.” (Tesniye, 18, 15, 19) Tevrât'ın bu açık ihbarı, Hz. Muhammed'den (s.a) başka hiç kimseye uymaz. Bu ihbarda Hz. Mûsâ (a.s) Allah'ın şu müjdesini veriyor: “Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir nebi çıkaracağım.” Bir milletin kardeşlerinden, bizzat o milletlerin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk yönünden yakın ilişkisi bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur. Şâyet gelecek nebi'nin Benî İsrâîl'den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman yalnızca, “Aranızdan bir nebi vereceğim” demek kafi gelecekti. Bu nedenle İsrâîloğulları'nın kardeşlerinden burada, İsmâîloğulları'nın kastedilmiş olması daha akla yatkındır. İsmâîloğulları, Hz. İbrâhîm'in torunları olduğundan, İsrâîloğulları'nın yeğenleridir de aynı zamanda. Üstelik, Hz. Mûsâ'dan (a.s) sonra İsrâîloğulları'ndan sadece bir tek ve büyük bir nebi gelseydi, o zaman bu haber doğru kabul edilebilirdi. Ama Kitab-ı Mukaddes'te de belirtildiği gibi, İsrâîloğulları'ndan Hz. Mûsâ'dan sonra pek çok nebi çıkmıştır. Burada verilen müjdede, bir noktaya dikkat edilmelidir. Gelecek nebi'nin tıpkı Hz. Mûsâ (a.s) gibi olacağı ifade ediliyor. Elbette ki bu benzerlik dış görünüş, yani yüz şekli, kişilik ve kılık-kıyafet bakımından bir benzerlik değildi. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insana tıpatıp benzemez. Bu benzerlik her iki nebinin nübüvvet payesi ve özelliği ile ilgili sayılmaz. Çünkü, bu benzerlik Hz. Mûsâ'nın ardından gelen tüm peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra, Hz. Mûsâ ile Hz. Muhammed'in (s.a) ortak yanlarını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriat getirmekten başka bir şey olmadığını görürüz. Bu özellik ve benzerlik gerçekten Hz. Mûsâ ve Hz. Peygamber (s.a) arasında vardı. Hz. Mûsâ'yı müteakip İsrâîloğulları arasında çıkan peygamberler, hep Mûsevî şeriatın savunucusuydular. Değişik ve müstakil bir şeriat getiren sadece Hz. Muhammed'dir. Bu açıklama ve yorum, Tevrât'taki şu ifadelerle daha da kuvvetleniyor: “Toplantı günü, Horeb'de Rabbine yaptığın müracaata uygun olarak size bir nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki: ‘Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim.’ Ben senin gibi bir nebi gönderecek ve onun ağzına kelamımı koyacağım?” Burada bahsedilen Horeb, Hz. Mûsâ'nın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Mûsâ'nın Allah'ın nûruyla ilk kez karşılaşması ve O'nun sesini duyması, kendisini müthiş derecede sarsmış ve bir an öleceğinden korkmuştu. Burada bahsedilen, İsrâîloğulları'nın müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Horeb dağında olduğu gibi korkunç şartlar altında verilmemesiyle ilgilidir. Bu vakıa Kur’ân'da (bkz. Bakara/55-56-63, A‘râf/155-171) da kayıtlıdır. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes'te de benzeri rivâyetler vardır (bkz. Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 19:17-18). Buna cevap olarak Hz. Mûsâ (a.s) İsrâîloğulları'na, Allah'ın onların ricalarını kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki: “Onlara göndereceğim peygamberin ağzına kendi kelamımı koyacağım.” Demek ki, bundan böyle şeriat verilirken Horeb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacak. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber, yanında Allah'ın Kitabı ile gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra Tevrât'taki haberin Hz. Muhammed'den (s.a) başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Mûsâ'dan sonra dünyaya kalıcı bir şeriat, yani din ve ahlâk nizamı getiren Hz. Muhammed'dir. Bu şeriatın verilmesi sonrasında, Horeb dağında İsrâîloğulları'nın toplandığı sırada meydana gelen korkunç olaya benzer bir olay da vukû bulmamıştır. Bu, Kur’ân-ı Kerîm'in en önemli âyetlerindendir. İslâm düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmeye çalışmış ve bu hususta küstahlıkların en kötüsünü yapmışlardır. Çünkü bu âyette Rasûlullah'ın (s.a), ismi açıkça verilmek sûretiyle ve Hz. Îsâ'nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu konunun etraflıca ele alınması gerekiyor: a) Görüldüğü gibi, söz konusu âyette Hz. Peygamber'in (s.a) adı “Ahmed” olarak belirtilmiştir. Ahmed'in iki anlamı vardır. Birincisi, Allah'ın en çok methini yapan kişi. İkincisi, en çok methedilen kişi veya kullar arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber'in (s.a) çeşitli isimlerinden birinin “Ahmed” olduğu anlaşılıyor. Müslim ile Ebû Dâvûd'da, Ebû Mûsâ Eş‘arî'nin bir rivâyeti şöyle nakledilmiştir: “Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im ve ben Haşir'im...” Benzeri rivâyetler Cübeyr b. Mut‘im'den İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Dârimî, Tirmizî ve Nesâî tarafından da nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a) bu mübarek ismi sahabiler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hassan b. Sâbit'in bir şiiri şöyledir: Allah ve Arş'ın etrafında toplanan melekler Ve bütün temiz varlıklar bereketli Ahmed'i methettiler. Târih kitaplarında da Hz. Peygamber'in (s.a) isminin hem Muhammed, hem Ahmed olduğu sâbittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber Efendimizden önceki Arab edebiyatında “Ahmed” isminin hiç kullanılmayışıdır. Hz. Peygamber'den (s.a) sonra Ahmed ve “Gulam Ahmed” [Ahmed'in uşağı] isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki bunun haddi hesabı yoktur. Zaten, bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, Peygamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar popüler, tutulmuş, beğenilmiş ismin az oluşudur. Peygamberimizin mübarek ismi Ahmed olmasaydı, Müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ismini ne diye Gulam Ahmed koyacaklardı? Ahmed olmadan, Gulam Ahmed olmak mümkün müdür? b) Yuhanna İncîli'nde, Hz. Mesih'in gelişi sırasında Benî İsrâîl'in üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar sırasıyla Mesih, İliyah (Hz. İlyas'ın ikinci gelişi) ve “o Nebi” idiler. İncîl'in âyetleri şöyledir: Ve Yohanna, [St. Jhon, Johannes, Hz. Yahyâ] tanıktır ki, Yahûdiler Kudüs'ten kendisine, “Sen kimsin?” diye sormak üzere keşiş ve râhipler gönderince, o ne müsbet cevap verdi, ne menfi. Aksine kendisinin Mesih olmadığını söyledi. Onlar sordu: “Öyleyse sen kimsin? Sen İliyah mısın?” O dedi ki: “Ben değilim.” (Sonra dediler ki “Sen o nebi misin?” O dedi ki: “Hayır.” Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki: “Ben sahrada çağıran birinin sesiyim, ki siz Tanrı'nın yolunu düzeltebilesiniz.” Onlar ona sordular: “Madem ki sen ne Mesih, ne İliyah ve ne de o peygambersin, o zaman sen ne diye insanları takdis edersin?” (1:19-25). Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrâîloğulları Hz. Mesih'le Hz. İlyas'ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahyâ (a.s) değildi. Bu üçüncü nebi veya peygamberin geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrâîloğulları arasında sadece “o nebi” kelimelerini söylemek, kendisine yapılan bir işaret sayılıyordu. Yani, “Hakkında Tevrât'ta müjde verilen nebi” olarak tarif etmeye de gerek yoktu. Ayrıca, sözü edilen peygamberin dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiydi. Çünkü bu nebinin gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahyâ'ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki: “Ey İsrâîloğulları, siz hangi peygamberden bahsediyorsunuz? Öyle bir peygamber gelmeyecektir.” c) Şimdi gelin, Yuhanna İncîli'nde [St. Jhon İncîli] bölüm 14'ten 16'ya kadar sürekli olarak yer alan gelecek peygamber hakkında müjde ve haberlere bir göz atalım: Ve ben Babam'a yalvarırsam o size ikinci yardımcıyı gönderecektir. Bu yardımcı ebediyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde edemeyeceği Hakk Rûhu. Bunu dünya ne görür, ne bilir, (ama) siz onu bilirsiniz, çünkü o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur. (14:16-17) Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, Pederim, Rûhu'l Kudüs adına size göndereceği yardımcı size her şeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi hatırlatacaktır. (14:25-26) Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım. Zira, dünyanın önderi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur. (14:30) Ama, size Pederim tarafından size göndereceğim Yardımcı, yani “Hakikat'in Rûhu” size gelince benim için şâhitlik yapacaktır. (15:26) Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için faydalıdır. Zira ben gitmesem o Yardımcı size gelemeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim. (16:17) Ben size bazı diğer şeyler de söylemek istiyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, kendi tarafından hiçbir şey söylemeyecektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini verecektir. O size celâlimi [öfkemi] gösterecektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri verecektir. Peder'in olduğu her şey benimdir. Onun için dedim ki: “Benden alacak ve size verecektir.” (16:12-15) d) Yukarıda geçen ibarelerin anlamını tayin etmeden önce şunu bilmekte fayda vardır ki, Hz. Îsâ ve o dönemin Filistinlilerinin konuştuğu halk dili, Arami dilinin bir lehçesi olan Süryanice idi. Hz. Îsâ'nın doğuşundan 200-250 sene evvel, Seluk [Seleucide] döneminde bu bölgede İbranice'nin kullanılmasına son verilmiş ve yerini Süryanice almıştı. Gerçi Seluki ve daha sonra Roma İmparatorluğu'nun etkisiyle bölgeye Helence de girmişti. Fakat bu dilin kullanım alanı; hükümetin gözüne girmek ve yüksek mevkilere yükselmek isteyen ve Yunan etkisi altında kalan insanlar arasında var olan sınırlı alandı. Filistin halkı genellikle Süryanice'nin değişik bir lehçesini kullanırdı. Bu lehçe, Şam'da konuşulan Süryanice'den farklıydı. Filistin halkı Helence'ye o kadar yabancıydı ki, miladî 70'de Romalı General Titus Kudüslülere hitap etmek isterken konuşmasını Süryanice'ye tercüme ettirme mecburiyetini hissetmişti. Bu sebeple, Hz. Îsâ'nın arkadaş ve öğrencilerine söylediklerinin mutlaka Süryanice olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncîl'in dördü de, Hz. Îsâ'dan sonra Hristiyanlığı kabul etmiş olan Helence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. Îsâ'nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişilerin şifahî rivâyetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivâyetler daha sonra Süryanice'den Helence'ye çevrilmişti. İncîllerin hiç biri miladî 70'ten önce kaleme alınmamıştı. Yuhanna İncîli ise, Hz. Îsâ'dan yaklaşık 100 yıl sonra, muhtemelen Türkiye'nin Ege bölgesinin Ephesus [Efes] kentinde bitirilmişti. Buna ilaveten, bu İncîllerin hiçbir Helence nüshası muhafaza edilememiştir. Hâlbuki, İncîllerin ilki Helence yazılmıştı. Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alınan ve şuradan buradan müsveddeler hâlinde toplanan Helence İncîllerin ilk nüshaları 4. asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. Îsâ'dan sonra aradan geçen 300 senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını tam kestirmek hemen hemen imkânsızdır. İncîl'de değişiklikler yapılmasına ilişkin şüphemizi kuvvetlendiren unsur, Hristiyanların Mukaddes Kitap'ta her türlü tahrifi caiz saymalarıdır. Enyclopadea of Britanica'nın “Bible” maddesinde şu satırlara rastlanıyor: “İncîllerde bu tür belirgin değişiklikler kasten yapılmıştır. Meselâ, bazan bütün bir ibare başka kitap ve kaynaklardan İncîllere eklenmiştir. Bu tür tahrifat, İncîl'in metnine, uygun gören yazarların, buldukları her yerden topladıkları yazı ve iktibaslardan ileri geliyor. Bu yazar ve derlemeciler İncîl'i daha derli toplu ve faydalı yapmak maksadıyla kendilerinden de bazı malzeme eklemek konusunda kendilerini yetkili sayıyorlardı... Birçok ilave ve çıkarmalar da ikinci asırda yapılmıştı ve bunların kaynağı bilinmiyordu...” Böyle bir durumda, İncîl'de geçen Hz. Îsâ'nın sözlerinin aynen nakledildiği veya bunlarda bir değişiklik yapılmadığını söylemek gerçekten çok zordur. Üçüncü ve en önemli husus da, Filistin'in Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra yaklaşık 300 yıl kadar Hristiyan tebaanın dilinin Süryanice olmasıdır. Târihi kayıtlara göre Filistinli Hristiyanlar, ancak 9. yüzyılda Süryanice yerine Arapça konuşmaya başladılar. Bu Süryanice konuşan Hristiyanlardan ilk 300 yılda Müslüman âlimlere geçen Hristiyan rivâyetlerinin daha sağlam ve geçerli olduğu söylenebilir. Zira, diğer Hristiyan kavim ve âlimlere, Hristiyanlığın temel inanç, felsefe ve gelenekleri Süryanice'den Helence'ye, daha sonra da Latince'ye tercüme edilmek sûretiyle ulaşmıştı. Hâlbuki, Hz. Îsâ'nın ağzından çıkan sözler Filistin'de uzun süre konuşulan Süryanice olduğu için bunların ilk etapta iyi korunduğu daha yakın bir ihtimaldir. e) Bu inkâr edilmez târihi hakikatlerin ışığında Yuhanna İncîli'nin yukarıda geçen ibaresini değerlendirecek olursak, Hz. Îsâ'nın kendisinden sonra gelecek bir peygamber hakkında milletine bir müjde vermekte olduğuna tanık oluruz. Îsâ (a.s) bu şahsiyeti “Dünyanın Lideri”, “Ebediyyen Yaşayacak”, “Doğruluğun bütün yollarını gösterecek” ve bizzat kendisini [Hz. Îsâ'yı] “Teyit edecek” bir kişi olarak tarif etmektedir. Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere Rûhu'l-Kudüs [Kutsal Rûh] ve “Hakikat'in Rûhu” gibi kelimeler ilave edilmek sûretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen, bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiğimizde müjdelenen şahsiyetin bir rûh değil, bir insan ve belirli bir kişi olduğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki, öğretileri evrensel olup herkesi kapsayacak ve kıyâmete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir hususiyeti de “yardımcılık”tır. Tercümede biz “yardımcı” kelimesini kullandık. Hristiyanlar Yuhanna İncîli'nin Helence asıl nüshasında geçen kelimenin paracletus olduğunda ısrar etmektedirler. Ama bunun manasını tesbit ederken kendileri de ihtilafa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca paraclate'nin anlamı şunlardır: “Bir yere çağırmak, yardıma çağırmak, ikaz ve tembih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek vs.” Helence'de bu kelimenin karşılığı şunlardır: “Teselli etmek, teskin etmek ve cesaret vermek.” İncîl'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa, orada buna yukarıdaki anlamlardan hiç biri uygun düşmez. Origen, bu kelimeye bazı yerde “teskin eden” ve bazı yerde “takbih eden” olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, söz konusu kelimenin geçtiği ibarelerden hiç birinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer mütercimler “Öğretmen” ve “Hoca” olarak çevirmişlerdir. Ama Yunanca'nın genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Tutalian ve Augustein ise “Avukat” ve “Vekil” kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları “yardımcı”, “teskin eden ve teselli eden” sözcüklerini kullanmışlardır (bkz. Encyclopadea of Biblical Literature, “Paracletus” maddesi). f) İşin ilginç yanı, Yunanca'da sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, periclytos'un bulunmasıdır. Bu kelimenin manası, “methedilmiş”tir. Görüldüğü gibi bu kelime, Arapça Muhammed'in hemen hemen aynısıdır. Hem telaffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır. Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve adet edinmiş olan Hristiyan din adamları, Yuhanna'nın naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle paracletus yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı, Yuhanna İncîli'nin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Maalesef, bu nüsha bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tesbit etmek imkânsız kılınmıştır. g) Ancak vereceğimiz karar sadece bu hususa bağlı değildir ve çok şükür ki değil. Zira, Yuhanna'nın Yunanca İncîli'nde müstakbel peygamber için hangi kelimenin kullanılmış olması meseleyi tamamıyla hâlletmiyor. Bir kere, bu İncîl de Süryanice'den Yunanca'ya çevrilmiştir. Demek oluyor ki bu hususta asıl önemli olan Hz. Îsâ'nın kullandığı Süryanice kelimelerdir. Çok şükür, bu kelime, İbn Hişâm'ın Siyeri Nebevî'sinde vardır. Sîret-i İbn Hişâm'da sadece aradığımız kelime bulunmakla kalmıyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimelerin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hişâm, Muhammed b. İshâk'a atfen Yohannes [Yuhanna] İncîli'nin 15:23-27 ve 16:1'in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen tercümede Yunanca paracletus kelimesi yerine munhamanna kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn İshâk ya da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: “Munhamanna kelimesi Süryanice'de “Muhammed” [methedilmiş] ve Yunanca da “pericletus” anlamına gelmektedir” (İbn Hişâm, c. 1, s. 248). Olaya târih açısından bakacak olursak, Filistinli Hristiyanların ana dilinin 9. asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, 7. yüzyılın ilk yarısında Müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshâk 768'de ve İbn Hişâm 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli Hristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç de zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce Hristiyan, Müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice'nin hangi sözcüğünün Yunanca'nın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gâyet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshâk'ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, munhamanna geçmişse ve İbn İshâk veya İbn Hişâm bunun Arapça “Muhammed” kelimesi ya da Yunanca “pericletus” sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. Îsâ'nın Hz. Peygamber'in (s.a) mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yuhanna İncîli'nde geçen kelimenin aslında periclytos olduğu, ancak Hristiyan din adamları tarafından sonradan paracletus olarak değiştirildiği de hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılıyor. h) Bundan daha eski târihi delil, Habeşistan Kralı Necaşî'ye bir avuç Müslümanın gidip kendisine İslâmiyet hakkında bilgi vermeleriyle ilgilidir. Abdullah b. Mes‘ûd'un (r.a) rivâyetine göre, Habeşistan'a hicret etmiş olan Müslümanlar Kral Necaşî'nin huzuruna çağrılınca heyet başkanı Ca‘fer b. Ebî Tâlib (r.a) İslâm Peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan Necaşî dedi ki: “Merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben o'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyorum. İncîl'de zikri geçen elbette o'dur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu Îsâ bize vermişti” (Müsned-i Ahmed). Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz. Ca‘fer ile Ümm Seleme (r.a) tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki, 7. yüzyılda Habeşistan kralı Necaşî, Hz. Îsâ'nın bir nebinin geleceğini müjdelediğini biliyordu. Bu hikaye ile ayrıca, İncîl'de Muhammed Mustafa'nın (s.a) gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşî'nin, gelen peygamberin Hz. Muhammed (s.a) olduğu neticesine varmakta hiç gecikmediği de anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivâyet ve hikayeden, Hz. Îsâ'nın müjdesiyle ilgili Kral Necaşi'nin bilgi kaynağının Yuhanna İncîli mi, yoksa başka İncîl ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor. ı) Gerçek şudur ki, sadece Hz. Muhammed (s.a) ile ilgili Hz. Îsâ'nın müjdeleri ve haberleri değil, aynı zamanda bizzat Hz. Îsâ'nın hayatı ve eserleri hakkında bilgi edinmenin muteber ve güvenilir kaynakları, Katolik Kilisesi'nin meşru ve geçerli saydığı sadece dört İncîl değildir. Bu hususta belki de nisbeten daha muteber kaynak, Kilisenin “muhtevası şüpheli” olduğu gerekçesiyle nazar-ı dikkate almadığı Barnabas İncîli'dir. Çok ilginçtir, Hristiyanlar bu kutsal kitabı saklamaya azami gayret göstermişlerdir. Bu kitap asırlarca herkesin göz önünden uzak kaldı. 16. asırda Latince tercümesinin nâdir bir nüshası Papa Sixtus'un kütüphanesinde bulunuyordu ve kimsenin buna el sürmesine izin verilmiyordu. Ancak 18. yüzyılın başında bu nüsha John Toland adında bir kişinin eline geçti. Bundan sonra çeşitli ellerden geçerek 1738 yılında Viyana İmparatorluk Kütüphanesi'ne ulaştı. 1907'de bu İncîl'in İngilizce çevirisi Oxford-Clarenden Matbaası tarafından neşredildi. Ne var ki, bu eser piyasa çıkar çıkmaz, Hristiyan dünyasında bir telaş başladı ve pek çok din adamıyla Kilise çevreleri, bu kitabın fazla yayılmasının, Hristiyan dininin yok olmasına neden olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Neticede, basılan nüsha esrarengiz, ama plânlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bir daha da İngilizce tercümesinin yayınlanması mümkün olmadı. Aynı şekilde, Latince tercümesinden İspanyolca'ya çevrilen nüshanın 18. yüzyılda piyasada ve kütüphanelerde bulunduğu belirtiliyor. Bu bilgiyi George Sell, Kur’ân-ı Kerîm'in İngilizce mealinde bize nakletmiştir. Ama İspanyolca çevirisinin de ortadan kaldırıldığı görülmüştür. Bugün maalesef bunun hiçbir nüshası hiçbir yerde bulunmuyor. Ben, Oxford'da yayınlanan İngilizce tercümesinin fotokopisini okuma fırsatını buldum. Barnabas İncîli'nin tümünü dikkatle okudum. Bence, bu İncîl Hristiyanlar için büyük bir nimettir ve sadece taassup ve inatçılıkları yüzünden böyle kıymetli bir eserden mahrum kalmışlardır. Hristiyan literatüründe Barnabas İncîli'nin adı nerede geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bunun sahte ve uydurma bir İncîl olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Gözü dönmüş ilim ve irfandan nasip alamamış bazı Hristiyan din adamları bunun bir Müslümanın hayal gücünün eseri olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu, aslında büyük bir yalandır ve bunun sebebi sırf İncîl'in metninde pek çok yerlerde Hz Peygamber'in dünyaya geleceği konusunda açık seçik kayıtların bulunmasıdır. Bir defa, bu İncîl'i okuyan herkes, bunun bir Müslüman tarafından kaleme alınmadığına katiyetle inanmış olur. İkincisi, böyle bir kitap bir Müslüman tarafından yazılmış olsaydı, bu Müslümanlar tarafından iyice tanınır ve Müslüman ilim adamlarının eserlerinde bundan sık sık ve geniş şekilde bahsedilirdi. Fakat, George Sell'in Kur’ân-ı Kerîm'in İngilizce mealinden önce Müslümanlar Barnabas İncîli'nin adını bile duymamışlardı. Taberî, Ya‘kûbî, Mes‘ûdî, Birûnî, İbn Hazm, İbn Teymiyye, vs. gibi Hristiyan kaynaklarına vâkıf olan fakih, yazar ve târihçiler Hristiyanlık ve Hristiyanlığın kutsal kitaplarından bahsederken Barnabas İncîli'ne en ufak bir işarette bile bulunmamışlardır. İslâm dünyası'nda sayısız kütüphanelerde bulunan kitapların en geniş ve güvenilir bibliyografyaları İbn Nedim ile Hacı Halife (bkz. el-Fihrist ve “Keşfu'z-Zünûn) tarafından hazırlanmıştır. Ama bunlarda da Barnabas İncîli'ne rastlamak mümkün değildir. Hristiyanların ileri sürdüğü iddianın asılsız oluşunun üçüncü ve en büyük delili, Muhammed Mustafa'nın (s.a) dünyaya gelişinden 75 yıl önce bile, Papa Gelasius I döneminde “yanlış ve dinî düşüncelere aykırı kitaplar” adı altında hazırlanan listede Barnabas İncîli'nin [Evangelium Barnabe] adının geçmiş olmasıdır. Söyler misiniz, o çağda bu sözde sahte İncîli yazacak bir Müslüman var mıydı? j) Barnabas İncîli'nde Rasûl-i Ekrem'in (s.a) dünyaya peygamber olarak gelmesine dair haber ve müjdelerden söz açmadan, isterseniz önce Hristiyanlarca meçhul kalmış, Müslümanlar tarafından da hiç bilinmeyen bu kitabı size tanıtalım. Böylece bunun mahiyeti, muhtevası ve dolayısıyla ehemmiyetini anlamış olacağız. Ayrıca, Hristiyanların bundan neden bucak-bucak kaçtıklarını kavramış olacağız. Kitab-ı Mukaddes'te meşru ve muteber olarak yer alan dört İncîl'den hiç birinin Hz. Îsâ'nın sahabileri veya havarileri tarafından kaleme alınmadığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncîl'leri yazanlardan hiç biri, yazdıklarının Hz. Îsâ'nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini iddia etmemiştir. Böyle atıflar şöyle dursun, yazıların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu itibarla, rivâyet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu, veya olayları kendinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor. Buna karşılık, Barnabas'ın yazarı diyor ki, “Ben Hz. Mesih'in ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sona kadar Mesih ile beraberim ve gözlerimle gördüğüm olaylar ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum.” Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: “Hz. Mesih bu dünyadan ebediyete intikal ederken kendi hakkında çıkan yalan-yanlış dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri açıkça ortaya koymayı emretmişti.” Barnabas kimdi? Kitab-ı Mukaddes'in “Ameller Bölümü”nde bu şahsın ismine sık sık rastlanıyor. Buna göre, Barnabas, Kıbrıslı bir Yahûdi ailesine mensuptu. Hristiyanlığın yayılması ve Hz. Îsâ'nın taraftarlarına yapılan yardımlar konusunda Barnabas'ın büyük hizmetler verdiği kaydedilmiştir. Fakat kendisinin ne zaman Hristiyanlığı kabul ettiği belirtilmemiştir. Ayrıca, üç İncîl'de geçen ilk 12 havarinin isimleri arasında Barnabas ismine rastlanmıyor. Bu bakımdan, bahsettiğimiz İncîl'in yazarının bu Barnabas mı olduğu kesinlik kazanmıyor. Matta ile Markos'un verdiği havariler listesini Barnabas'ın listesiyle karşılaştıracak olursak ikisi arasında sadece iki ismin değişik olduğuna şâhit oluruz. Biri Tome [Thomas], ki bunun yerine Barnabas kendi ismini veriyor ve diğeri Şemun Kenanî ki bunun yerine Ya‘kûb oğlu Yahudah'ın [Juda'nın] adını yazıyor. Lucas'ın İncîl'in'de bu ikinci isim de vardır. Bu bakımdan, sonradan Hristiyan din adamları ve ileri gelenlerinin, Barnabas'dan ve onun İncîli'nden yakalarını kurtarmak için ismini silip yerine Thomas'ın adını yazdıkları akıl ve mantığa daha uygundur. Zira, çıkarları uğruna bu tür tahrifler yapmak Hristiyan aziz ve din adamları için olağan bir şeydi. Tarafsız ve sağduyulu bir kişi, Barnabas İncîli'ni okuduktan sonra bunu Ahd-i Cedid'in Dört İncîl'iyle karşılaştıracak olursa, bunun diğer Dört İncîl'den kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncîl'de Hz. Îsâ'nın hayatı ve başından geçenler daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadığı olaylar gibi. Dört İncîl'de kopuk ve birbirine bağlı olmayan hâdise ve hikayelerin anlatımı Barnabas İncîli'nde daha düzgün ve anlamlı hâle getirilmiştir, özellikle târihî olaylar biraz daha dikkatli bir sıra ile kaydedilmiştir. Bunun yanısıra, Hz. Îsâ'nın dinî telkinleri burada Dört İncîl'e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. Tevhid ile ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allah Teâlâ'nın sıfatları, ibâdetin rûhu ve güzel ahlâk gibi mevzular gâyet ayrıntılı, mantıklı ve kuvvetli şekilde anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. Îsâ'nın kullandığı dil ve konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik misallerin en küçük örneğini bile Dört İncîl'de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsâ'nın (a.s) kendi taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler kullanıldığı da anlaşılıyor. Hz. Îsâ'nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık vâkıf olan biri bile, bu İncîl'i okuduktan sonra bunun sahte veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir. Gerçeği söylemek gerekirse, Hz. Îsâ'nın kişiliği ve öğretileri diğer Dört İncîl'e nisbetle Barnabas İncîli'nde, daha net, daha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca bu İncîl'de diğer İncîllerin belirgin bir eksikliği olan çeşitli söz ve fiillerdeki tezat da yoktur. Barnabas İncîli'nde yer alan Hz. Îsâ'nın hayatı ve talimatı, bir nebinin hayatı ve talimatına tıpatıp uyuyor. Kendisi bir nebi olarak karşımıza çıkıyor, bütün peygamberleri ve kitaplarını tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın hakkı tanımanın bir yolu olmadığını belirtiyor ve peygamberlere boş verenin aslında Allah'a boş verdiğini anlatıyor. Tevhid, peygamberlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde bulunuyor. Barnabas İncîli'nde sık sık bahsedilen namazların aslında Müslümanların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüt namazları olduğu anlaşılıyor. Ayrıca her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. Îsâ, peygamberlerin listesine Dâvûd ile Süleymân'ı (a.s) da dahil ediyor. Hâlbuki hem Yahûdiler hem Hristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler listesinden çıkarmışlardır. Hz. İsmâîl'in (a.s) “zebîh” [Allah'a adanmış kurban] olduğunu kabul ediyor ve bu hususta bir Yahûdi âlimi de bu gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrâîloğulları'nın kendi menfaatleri için Hz. İshâk'ın (a.s) zebîh veya kurban olduğuna herkesi inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barnabas'taki kayıtlara göre, Hz. Îsâ'nın (a.s) âhiret, kıyâmet, cennet ve cehennem ile ilgili vaaz ve telkinleri Kur’ân-ı Kerîm'de anlatılanların hemen hemen aynısıdırlar. Hristiyanların, Barnabas İncîli'ne neden bu kadar şiddetle muhalefet ettiklerini araştıracak olursak, bunun sebebinin sadece Hz. Muhammed'in (s.a) gelişine dair açık-seçik işaretleri ihtiva etmesinin olmadığını görürüz. Zira Hristiyanlar bu İncîli zaten Hz. Muhammed'in (s.a) doğuşundan önce reddetmişlerdi. Aşağıdaki satırlarda Hristiyanların şiddetli öfke ve muhalefetinin gerçek nedenlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağız: Bilindiği üzere, Hz. Îsâ'nın ilk taraftarları, kendisini sadece bir peygamber olarak tanırlardı, o'nun bütün talimatlarına harfiyen uymazlardı. Bu ilk yandaşları Mûsevî şeriatına bağlı olup akide, ilâhî emir ve ibâdetler bakımından kendilerini Benî İsrâîl'den ayrı saymazlardı. İlk Hristiyanlar ile Benî İsrâîl arasındaki tek fark, birincilerin Hz. Îsâ'yı Mesih olarak tanımaları ve o'na iman etmeleri idi. Oysa, Benî İsrâîl, Hz. Îsâ'yı peygamber olarak tanımıyordu. |
9. August 2010, 12:01 AM | #3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Daha sonra, Azîz Paul, Hristiyan cemaatine girince Romalı, Yunan ve İsrâîlli veya Yahûdi olmayan diğer ulusları da Hristiyanlığın çatısı altında toplamaya çalıştı. Bu sebeple, yeni bir mezhep ve hatta dinin temelini attı. Bu yeni din akide, inanç ve kurallar açısından Hz. Îsâ'nın yaymaya çalıştığı dinden çok farklıydı. Aslında bu Azîz hiçbir zaman Hz. Îsâ'yı görmemiş, o'ndan vaat almamıştı. Hatta Hz. Îsâ sağ iken kendisinin en büyük muhaliflerinden biriydi. Ve Îsâ peygamber'den sonra birkaç yıl bu tavrına devam etti. Daha sonra Hristiyan olarak yeni bir dini oluştururken de kendi yaptığı tasarruflara delil olarak Hz. Îsâ'nın hiçbir söz veya fiilini halka göstermedi, aksine bunların kaynağının şahsî ilham olduğunu ileri sürdü. Yeni dini ortaya koyarken başlıca amacı, bu dinin Yahûdi olmayan bütün kavim ve milletlerin tereddütsüz kabul edeceği mahiyette olmasıydı. Nitekim, bir Hristiyanın, Yahûdiliğin bütün şeriatından bağımsız olduğunu ilan etti. Yiyecek-içecek konusunda her türlü helâl ve haram farkını ortadan kaldırdı. Yahûdi olmayanların zoruna giden sünnet ananesine de son verdi. Sadece bunlar değil, Hz. Îsâ'nın ulviyeti, Allah'ın oğlu olduğu ve çarmıha gerilerek Âdemoğulları'nın günahını üstüne aldığı ve böylece bedellerini ödediği gibi çeşitli saçma-sapan tezler de ortaya atıverdi. Tabii bu tür fikir ve tavırlar müşrik ve kâfirlere çok cazip geliyordu ve Azîz Paul, bu gibi uydurmalarla hissiyatlarını okşamaya ve yeni dine teşvik etmeye çalıştı. Hz. Îsâ'nın ilk yandaşları bu tür bid’at ve bâtıl itikatlara karşı çıktılar. Ama ne çare ki, Azîz Paul'ün şeytânca bir düşünceyle Hristiyanlığa açtığı bu kapıdan Yahûdi olmayan Hristiyanların büyük bir seli içeriye girdi ve bu baskın karşısında çok az sayıda özüne bağlı dindar kişi hariç çoğu dayanamadılar. Yine de M.S. 3. yüzyılın sonuna kadar Hz. Îsâ'nın ulûhiyetini reddeden çok kişi vardır. Ne var ki, M.S. 4. yılın başında Nicaea'da toplanan Papalık Konseyi (325), Azîz Paul'un düşünce ve görüşlerini Hristiyanlığın esasları kabul etti. Daha sonra Roma İmparatorluğu da Hristiyanlığı resmî din olarak benimsedi. Bu olay, İmparator Theodoseus zamanında çıkarılan bir kanunla perçinleşti. Bundan sonra, Azîz Paul'un akide ve inançlarına karşı olan bütün kitap ve belgeler gâyet doğal olarak gayr-i meşru ve gayr-i kabil-i rücû ilan edildiler. M.S. 367'de ilk defa, Athanesius'un bir mektubuna uygun olarak muteber ve meşru kitap ve vesikaların listesi hazırlandı. Bu listeyi 382'de Papa Damasius başkanlığında toplanan konsey onayladı. 5. yüzyılın sonunda ise Papa Gelasius, bu listeyi tasdik etmesinin yanısıra muteber ve meşru olmayan kitap ve vesikaların listesini de hazırlattı. İşin ilginç tarafı adı geçen kitapların meşru, güvenilir veya güvenilmez olarak tasnif edilmesi için kabul edilen ölçü sadece Azîz Paul'un uydurduğu inanç ve kurallardı ve hiçbir Hristiyan âlim veya Kilise adamı çıkıp bunların Hz. Îsâ'nın talimatına uymadığını iddia etmeye cesaret edemiyordu.
Hatta muteber ve meşru kitaplar mecmuasına dahil edilen İncîller'de de Hz. Îsâ'nın kendi söz ve hareketlerine dair herhangi bir kayıt bulunmuyor. Gâyet tabii ki Barnabas İncîli, itibar edilmeyen ve meşru olmayan kitapların listesinin başına geçirilmiştir. Bunun başlıca nedeni, muhtevasının o zaman revaçta olan resmî dinin inanç ve kurallarına tamamıyla zıt olmasıydı. Kitabın yazarı, başta kitabı kaleme alışının sebebini anlatıyor: “Bu kitabın gayesi, şeytânın hilelerine uyarak Hz. Îsâ'yı Allah'ın oğlu ilan edenleri ıslah etmektir. Bu insanlar [şeytâna uyanlar] erkeklerin sünnet edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür hataya düşenler arasında (Azîz Paul) da vardır.” Barnabas'ın beyân ettiği gibi Hz. Îsâ sağ iken, mucizelerini gören müşrik Romalı askerlerin, o'nun Allah'ın oğlu ve hatta Allah olduğunu söylemeye başladığını ve bu yanlış inanca daha sonra İsrâîloğulları'nın da bulaştığını belirtir. Barnabas bundan sonraki gelişmeleri şöyle nakleder: “Hz. Îsâ bu gidişata çok üzülmüştür. Defalarca, o'nun etrafını saranları uyardı ve yanlış inançlarını şiddetle yerdi. Öğrencilerini çeşitli bölgelere gönderdi. Bu öğrenciler, Hz. Îsâ'nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı mucizeler gösterdiler. Îsâ'nın öğrencilerinin de mucize göstermelerinin maksadı, kendisinden mucizeler sadır olan bir kişinin Tanrı veya Tanrı'nın oğlu olması gerekmediğini açıkça göstermekti.” Barnabas, bundan sonra Hz. Îsâ'nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşmalarını nakleder. Bu konuşmalardan, Hz. Îsâ'nın halk arasında yaygınlaşan bâtıl itikatlara ne kadar karşı olduğu anlaşılıyor. Barnabas Hz. Îsâ'nın, ümmetinin doğru yoldan sapmasından son derece endişeli olduğunu ifade ediyor. Ayrıca, Azîz Paul'ün Hz. Îsâ'nın çarmıhta can verdiği yolundaki genel akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi gözleriyle gördüğü olayı şöyle anlatıyor: “Şakirt” Yahuda [Judah, Jadas] Yahûdilerin Baş Hahamlarından rüşvet alarak Hz. Îsâ'yı yakalamak üzere askerlerle gelince, Allah'ın emriyle, dört melek Hz. Îsâ'yı semaya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda'nın yüzü ve sesi tamamıyla Hz. Îsâ'nınki gibi yapıldı. Böylece, çarmıha Hz. Îsâ değil Yahuda gerildi.” Barnabas İncîli'ndeki bu ifade, görüldüğü gibi Paul'ün kurduğu Hristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi, Kur’ân-ı Kerîm'in ifadesini de tamamıyla doğrular niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır. Kur’ân-ı Kerîm'in inişinden tam 115 sene evvel Barnabas İncîli'ndeki bu ifadeler, kitabın Hristiyan Kilise adamları tarafından aforoz edilmesine sebep oldu. Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız hususlar, Barnabas İncîli'nin diğer Dört İncîl'den çok daha güvenilir olduğunu göstermeye yeter sanırız. Bu İncîl'de Hz. Mesih'in (a.s) söz, fiil ve sîreti gerçeğe uygun şekilde anlatılmıştır. Maalesef Hristiyanlar, kendi akide, inanç kuralları ile Hz. Îsâ'nın talimatını bu İncîl ile bilme ve düzeltme fırsatını kaçırdılar. Bu açıklamalardan sonra, zannediyoruz, Barnabas İncîli'nde, Peygamber Efendimizin (s.a) gelişine dair, Hz. Îsâ'nın ağzıyla dile getirilen işaret ve haberleri buraya aktarabiliriz. Söz konusu haberlerde Hz. Îsâ, Hz. Muhammed (s.a) için bazan “Rasûlullah”, bazan da “Mesih” kelimesini kullanmıştır. Bazan “Takdir Edilmeye Layık” ibaresini kullanmış, bazan da öyle sözcükler kullanmış ki, bunlar “Lâ ilâhe illâllâh Muhammedün Rasûlullah” anlamına gelmektedir. Hz. Îsâ'nın, Hz. Peygamber (s.a) hakkında verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyulacaktır. Bunların hepsini iktibas etmemiz imkânsızdır. Biz burada sadece belli-başlı haberleri naklediyoruz. “Allah'ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144.000 idi, muğlak ve karmaşık şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün peygamberler ile mukaddes varlıkların nûru gelecektir ki, peygamberlerin söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü Allah'ın Rasûlü'dür” (Bölüm: 17). Ferisiler ile Lâviler dedi ki: “Madem ki sen ne Mesih, ne İlyas, ne de başka bir Nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde bulunuyorsun ve kendini Mesih'ten de daha büyük olarak gösteriyorsun.” Îsâ Mesih dedi ki: “Tanrı'nın benim vasıtamla gösterdiği mucizelerin maksadı, benim yaptıklarımın hepsinin Tanrı'nın isteğine bağlı olduğunu size göstermektir. Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)ten büyük saymıyorum. Ben, sizin Mesih dediğinizin çorabının boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O, dinin hiç son bulmaması için hakikatleri yanında getirecektir” (Bölüm: 42). “Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet için Allah'ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple bu peygamberlerin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı.” Ama Allah'ın Rasûlü gelince, Tanrı o'na adeta eline mührünü verecektir. Ta ki, o'nun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rahmete kavuşacaklardır. O, tanrıtanımazlara hâkim olacak ve putperestliği öylesine yeryüzünden silecektir ki şeytân kaçacak delik arayacaktır.” (Bu satırlardan sonra, Hz. Îsâ'nın şakirtleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuşmada Îsâ Mesih (a.s) müstakbel Peygamber'in Benî İsmâîl'den olacağını izah ediyor.) (Bölüm: 43). Bu sebeple size diyorum ki: “Rasûlullah, Tanrı'nın yarattığı hemen hemen bütün mahluk ve eşyayı memnun edecek bir saadettir. Zira, o anlayış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla doludur. O, cömertlik, rahmet, adalet, takvâ, dürüstlük, efendilik ve sabrın rûhuyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç misli verilmiştir; yani, Allah'ın yarattığı diğer mahluklara nisbetle. Onun dünyaya gelişi ne mübarek bir an olacaktır. İnanın, ben o'nu görmüş ve o'na saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin o'nu gördüğü ve o'na saygılarını sundukları gibi. Allah o'nun rûhunu görerek o'na nübüvvet bahşetti. Ve o'nu görünce heyecandan rûhum titredi ve ben o'na dedim ki: “Ey Muhammed [methedilmiş kişi, zat]! Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin pabuçlarının bağlarını bağlamaya layık yapsın. Zira ben bu mevkie yükselirsem, kendimi büyük bir peygamber ve Allah'ın mukaddes varlığı sayacağım.” (Bölüm: 44) “(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın ve siz korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, yaratıcımız Allah'tır ve O sizi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selâmet ve kurtuluş getirecek olan Allah'ın Rasûlü için zemin hazırlamaktayım...” Andres dedi ki: “Ey Üstat! Onun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki o'nu tanıyalım.” Îsâ Mesih (a.s) cevap verdi: “O sizin zamanınızda gelmeyecek, aksine birkaç zaman sonra gelecek. O zamana kadar benim İncîlim öylesine tahrif edilmiş olacak ki, dünyada en fazla 30 mü’min bulunacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasûlü'nü gönderecektir. O Rasûl'ün başında beyaz bulutun gölgesi olacaktır. Bu gölge sayesinde Allah'ın sevgilisi ve yakını olduğu belli olacaktır ve o'nun aracılığıyla dünya Allah'ın mağfiretine kavuşacaktır. O, tanrıtanımaz insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzünden putperestliği sürecektir.” “Ve ben bundan son derece memnun olacağım, zira o'nun sayesinde Tanrımız tanınacak, takdis edilecek ve hakikatimi dünya anlayacaktır. O ayrıca beni insanlar ötesinde bir şey zannedenlerden intikam alacaktır... O öyle bir hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha açık seçik olacaktır!” (Bölüm: 72) “Allah için and Kudüs'te mi yoksa Süleymân tapınağında mı içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah, rahmetini başka bir şehre inzâl edecektir. Ondan sonra, her yerde O'nun için doğru biçimde ibâdet yapılacaktır ve Allah Kendi rahmetiyle her yerde hakiki namazı kabul edecektir... Ben aslında, İsrâîl hanedanı için kurtarıcı nebi olarak gönderildim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah'ın bütün dünya için gönderdiği. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı o'nun için yaratmıştır. O zaman bütün dünyada Allah'a ibâdet edilecek ve her tarafa rahmeti nâzil olacaktır.” (Bölüm: 83) (Mesih baş râhibe söyledi “Yaşayan Allah ve elinde canım olan Yaradana yemin ederim, bütün dünyanın milletlerinin beklediği o Mesih ben değilim. Allah bu nebi ile ilgili vaadini atamız Hz. İbrâhîm'e şöyle diyerek vermişti”: “Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri berekete kavuşacaktır” (Tekvin, 22:18). “Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca, şeytân yine isyan çıkaracaktır ve mü’min olmayanlar benim Tanrı ve Tanrı'nın oğlu olduğumu iddia edeceklerdir. Bu nedenle sözlerim ve talimatım tahrif edilecektir. Ta ki belki de en çok 30 iman sahibi geriye kalacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasûlü'nü gönderecektir. O Rasûl ki, o'nun için dünyanın her şeyi yaratılmıştır. O Rasûl bütün gücüyle güneyden gelecek ve putları ve putperestleri beraberce mahvedecektir. Şeytândan iktidarını alacaktır. Ve Allah'ın rahmetini, kendine iman edecek olanların kurtuluşu için yanında getirecektir. Ne mutlu o'nun sözlerini dinleyene” (Bölüm: 96).Baş râhip sordu: “Allah'ın bu Rasûlü'nden sonra başka nebiler de gelecek mi?” Mesih cevap verdi: “Bundan böyle, Allah'ın gönderdiği hakiki nebiler gelmeyecekler, ama pek çok sahte nebiler gelecektir. Ben bunun için üzgünüm. Çünkü, şeytân, Allah'ın adaletli kararı yüzünden bunları sahneye koymaya çalışacaktır. Ve onlar benim İncîlimin perdesinin arkasına saklanacaklardır.” (Bölüm: 97). Kâhinlerin başı sordu: “Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır? Ve o'nun gelişinin işaretleri ne olacaktır?” Îsâ Mesih dedi ki: “Bu Mesihin adı “Takdir Edilmeye Layık. Zira, Allah o'nun rûhunu yarattığı zaman o'na bu ismi Kendisi vermiştir.” “Ve orada o'na kral muamelesi yapılmıştır. Allah dedi ki”: “Ey Muhammed! Bekle, çünkü senin için cenneti, dünyayı ve birçok mahluku yaratacağım ve bunları sana hediye olarak vereceğim. Ta ki, seni tebrik edecek olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecektir. Ben seni dünyaya göndereceğim zaman, kurtuluş habercisi olarak göndereceğim. Senin sözlerin doğru olacaktır. Öyle ki yeryüzü ve gökler kaybolup gidecekler, ama senin adın ayakta duracaktır. Öyleyse, o'nun mübarek ismi Muhammed'dir.” (Bölüm: 97). Barnabas diyor ki: Bir defasında Hz. Îsâ şakirtlerine hitaben yaptığı konuşmada, “Şakirtlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Judah, Judas olduğu ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktır” dedi ve şunları ekledi: “Bundan sonra, beni satacak olanın benim adımla öldürüleceğinden eminim. Zira Allah Teâlâ beni yerden semaya kaldırtacak ve o hainin yüzünü öylesine değiştirmiş olacak ki, herkes onu ben sanacak. Ne var ki kötü şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmama yol açacaktır. Fakat, Muhammed, yani Allah'ın mukaddes Rasûlü gelince bana sürülen leke temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o Mesih'e sadakatimi bildirdiğim için yapacaktır. O bana mükâfâtımı verecektir. Bu şekilde, herkes benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiç ilişkim olmadığını anlamış olacaktır” (Bölüm: 113). (Hz. Îsâ şakirtlerine dedi ki “Elbette ben size diyorum ki, eğer Mûsâ'nın kitabından gerçekler çıkarılmamış olsaydı, Allah atamız Dâvûd'a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Dâvûd'un kitabında değişiklikler yapılmamış olsaydı, Allah bana İncîl'i vermezdi. Zira, Allah, yani Rabbimiz, tahrif eden veya değiştiren değildir. Ve herkese aynı mesajı vermiştir. Rasûlullah geldiği zaman inkârcı insanların benim kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri temizleyecektir” (Bölüm: 124). Bu açık ve kesin işaret ve haberlerde sadece üç şey ilk bakışta şüpheli görülüyor. Bunlardan biri, yukarıdaki ibarelerde Barnabas İncîli'nin başka bölümlerinde Hz. Îsâ'nın, kendisinin Mesih olmadığını ısrarla belirtmesidir. İkincisi, sadece yukarıdaki alıntılarda değil, İncîl'in diğer birçok yerlerinde de Rasûlullah'ın (s.a) asıl Arapça ismi olan “Muhammed” açıkça zikredilmiştir. Oysa, peygamberlerin gelecekten haber verirken kesin ifadelerden kaçındıkları, özellikle şahıs isimlerini vermedikleri müşâhede edilmiştir. Üçüncü nokta, yukarıdaki ibarelerde Muhammed Mustafa'dan (s.a) “Mesih” olarak bahsedilmesidir. Birinci şüphe için şunu söyleyebiliriz ki, sadece Barnabas İncîli'nde değil, Lucas [Luka] İncîli'nde de Hz. Îsâ'nın (a.s) kendi havari ve şakirtlerine, kendisine Mesih dememelerini emrettiğine dair kayıtlar vardır. Lucas İncîli'nin sözleri şunlardır... O onlara sordu: “Siz bana ne diye hitap edersiniz?” Peter cevap verdi: “Allah'ın Mesih'i.” Bunun üzerine onlara tembih etti: “Bunu kimseye söylemeyin” (Bölüm: 9, 20-2). Bu yasaklamanın sebebi, öyle sanıyoruz ki, Hz. Îsâ'nın kendi isminin beklenen Mesih ile karıştırılmasını istememesiydi. Bilindiği gibi, İsrâîloğulları öteden beri Mesih'in gelmesini bekliyorlardı. Onlara göre Mesih kılıcıyla bütün hakk düşmanlarını mağlup edecekti. İşte bunun üzerine Hz. Îsâ (a.s) bekledikleri Mesih'in kendisi olmadığını ve o'nun kendisinden sonra geleceğini açıklamak zorunda kaldı. İkinci şüpheye gelince, hâlen dünyada var olan Barnabas İncîli'nin Latince tercümesinde Rasûl-i Ekrem'in adı gerçekten “Muhammed” olarak geçmektedir. Fakat kimse bu kitabın hangi dillerden tercüme üstüne tercüme edilerek Latince'ye kadar geldiğini bilmiyor. Barnabas İncîli'nin aslının Süryanice olması kuvvetle muhtemeldir. Zira, daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, Hz. Îsâ ile havarilerinin dili buydu. Kitabın aslı bulunsaydı, onda Hz. Muhammed'in (s.a) adının nasıl yazıldığını görmemiz mümkün olacaktı. Kanımıza göre, daha önce İbn İshâk'ın Yuhanna İncîli'nin tercümesinden bahsederken belirttiğimiz gibi, Hz. Îsâ aslında muhtemelen “Munhamanna” sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra bu sözcük muhtelif tercümelerde muhtelif şekilde ifade edilmiş olabilir. Daha sonra, müjdelenen peygamberin isminin hemen hemen “Muhammed” manasına geldiğini gören bir mütercim bu ismi yazmış olabilir. Bu sebeple sadece “Muhammed” isminin açık seçik şekilde yazıldığını görerek, bütün Barnabas İncîli'nin bir Müslüman tarafından kaleme alındığını iddia etmek yanlış olur. Üçüncü noktaya gelince, “Mesih”, aslında bir İsrâîl terimidir. Bu terim Kur’ân-ı Kerîm'de Hz. Îsâ'nın (a.s) Mesih olduğunu inkâr eden Yahûdileri ikna etmek üzere kullanılmıştır. Yoksa, bu ne Kur’ân-ı Kerîm'in terimidir, ne de bu terim Kur’ân'da İsrâîloğulları'nın kastettiği anlamda kullanılmıştır. Bu bakımdan, Rasûl-i Ekrem (s.a) hakkında, Hz. Îsâ (a.s) “Mesih” kelimesini kullanmış ve Kur’ân-ı Kerîm'de bu kelime kullanılmamışsa, bundan Barnabas İncîli'nde, Kur’ân'da olmayan bir şeyin Hz. Peygamber'e (s.a) atfedildiği anlamı çıkmaz. Aslında Benî İsrâîl'de şöyle bir gelenek vardı: Bir şahıs veya eşya kutsal bir amaç için tahsis edildiği zaman o eşya üstüne ya da şahsın başına mukaddes yağ sürülerek takdis edilmiş olurdu. İbranice'de yağ sürme hareketine “mesh” ve başına yağ sürülene de “mesih” denilirdi. Tapınak ve ibâdet yerlerinde bulunan çanak-çömlek, tabak-bardak ve sürahiler aynı şekilde “mesh” edilerek ibâdete tahsis edilirdi. Kâhin ve râhipler de râhiplik mevkiine getirildiği zaman “mesh” [takdis] edilirlerdi. Aynı şekilde hükümdar ve peygamber de taç giyerken veya peygamberlik mevkiine yükselirken takdis edilirlerdi. Yani, İncîl açısından İsrâîloğulları'nın târihinde sayısız “mesh” olayı ve “mesih” vukû bulmuştur. Nitekim, Hz. Hârûn (a.s) bir haberci olarak bir “mesih”ti. Aynı şekilde, Hz. Mûsâ haberci ve nebi olarak, Tâlût kral olarak, Hz. Dâvûd kral ve peygamber olarak, sâdık hükümdar ve kâhin olarak ve Hz. İlyas bir nebi olarak birer mesih idiler. Daha sonra takdis etmek için illa yağ sürme ananesi de kaldırıldı. Aksine, birinin sadece Allah tarafından bir mevkie veya göreve tayin edilmesi, “mesih” veya takdis edilme anlamına eşit hâle geldi. Meselâ, I. Krallar, Bölüm 19'da Allah'ın, Hz. İlyas'a [İlliyah], Hazayil'i mesh edip Arâm [Şam] hükümdarı, Nemsi'nin oğlunu mesh edip İsrâîl hükümdarı ve Elyasa'yı meshedip kendi yerine nebi yapma emri verildiği kaydedilmiştir. Bunlardan hiç birinin başına yağ sürülmedi. Yalnızca, Allah tarafından bir vazifeye getirildiklerini iddia eden İsrâîloğulları'nın anlayış ve geleneklerine göre, “mesih” kelimesi, sadece “Allah tarafından görevlendirilmiş” anlamına gelirdi. Ve Hz. Îsâ da (a.s) Hz. Muhammed (s.a) için “mesih” kelimesini bu anlamda kullanmıştı. (Mesih kelimesinin İsrâîloğulları'nın anladığı anlamının ayrıntılı açıklamaları için bkz. Encydopadea of Biblical Literature, “Messiah” maddesi).[19] [1] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [3] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [4] Çıkış, 5:20-21. [5] Çıkış,14:11-12. [6] Çıkış,16:2-3. [7] Çıkış, 17:3-4. [8] Sayılar, 11:1-15. [9] Sayılar, 14:1-10. [10] Sayılar, 16:1-50. [11] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 10, s. …..?????????????????????????? [12] Yuhanna, 14:25-30. [13] Yuhanna, 16:7-15. [14] Matta, 21:33-46. [15] Tesniye, 18:15-19; Tebyînu'l-Kur’ân, c. 3, s. 62-65. [16] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [17] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân; Lisânu'l-Arab [18] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [19] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân. |
Bookmarks |
Etiketler |
saff, suresi |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|