15. August 2009, 02:31 PM | #11 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
İDRİS: “İdris peygamber de Kur’an’da iki kez anılmıştır. Ayetlerden öğrendiğimize göre, İdris peygamber de sözünde duran, içi dışı doğru bir kişi ve bir elçiydi. Yaptığı kulluk sonucunda Rabbi tarafından yüksek bir mertebeye yükseltilmişti. Bu yüksek mertebe, bize göre, peygamberlik rütbesi ve İsmail peygamberin de ulaştığı Allah’ın hoşnutluğu mertebesidir. İsrailiyatın etkisinde kalan birçok müfessir, İdris peygamberin yükseltildiği mertebeyi onun canlı olarak göklere çıkarıldığını, sonra da cennete yerleştirildiğini anlatan nakillerle açıklamışlardır. Rivayetlerdeki uydurmalar zaman içinde daha da abartılarak “Kırk Sual” ismiyle şöhret olan kitapta efsaneleştirilmiştir. Bu hikâyelerde İdris peygamberin, Tevrat’ta ismi geçen “Hanok” olduğu ileri sürülmüştür. İdris peygamberin canlı olarak göğe, cennete çıkışından başka, onun ilk yazıyı yazan, ilk dikiş diken, ilk hesap yapan ve ilk silâh kullanan kişi olduğuna dair de hikâyeler düzülmüştür:
87- Ve Zünnûn’u [kılıç sahibini, Ninovalı’yı]; hani, öfkelenerek gitmişti de kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. Sonra da karanlıklar içinde, “Senden başka ilah diye bir şey yoktur! Seni tespih ederim. Şüphesiz ben zalimlerden oldum!” diye seslenmişti. 88- Sonra da Biz, ona cevap verdik ve onu, gammdan/ üzüntüden kurtardık. Ve işte, inananları Biz böyle kurtarırız. Bu ayetlerde Zünnun [Yunus] peygambere değinilmiş, onun bunalıp görevden korkup kaçtığı, sonradan da kendisini toparlayıp bunalımlardan kurtulduğu, Allah’a dönmesi halinde O’nun her bunalana yardım edeceği bildirilmiştir. Yunus peygamber burada “Nun sahibi” olarak takdim edilmiştir. Bir başka ayette ise “Hut sahibi” olarak tanıtılmıştı. Pasajın içeriğinden her ikisinin de kesin olarak Yunus peygamberi nitelediği anlaşılmaktadır. Ayetlerden anlaşıldığına göre Yunus peygamber görev yaptığı dönemlerden birinde sabredemeyip görevden kaçmıştı. Bu ara bunalıma girdi. Aklını başına toplayıp Allah’a yalvardı. Allah onun tövbesini kabul edip görevini sürdürdü. Yunus Peygamberle ilgili Saffat suresinde çok geniş açıklamalarda bulunmuştuk. Farklı ciltte yer alması ve önemli olması hasebiyle açıklamalarımızı burada da naklediyoruz. Elbette Yunus da gönderilenlerdendir [elçilerdendir]. Hani o, dolu bir gemiye doğru kaçak bir köle gibi kaçmıştı. Sonra o, ok çekişti, sonra da kanıtı iptal edilenlerden [tezi çürütülenlerden] oldu. Sonra onu Hut [açgözlülük- bunalım] yutmuştu. O ise kınayıcıydı [pişman olmuştu]. Sonra eğer, şüphesiz o, Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, kesinlikle diriltilecekleri güne kadar onun [hut’un] karnında [karanlıklarda, bunalımda] kalacaktı. Sonra Biz, o hasta iken;[fikir sancısı çekerken] onu sahile attık. Onun üzerine geniş yapraklılardan bir ağaç bitirdik. Ve onu, yüz bin hatta daha çok kişiye elçi olarak gönderdik. Sonunda inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık. (Saffat/140-148) Yunus peygamber kendisine verilen görevden bunalıp sabredememiş, kaçak bir köle gibi kaçmıştır. Daha sonra yaşadığı zihinsel mücadele sonucu hatasını anlayıp tövbe etmiş ve içine düştüğü bunalımlardan kurtulmuştur. Sonra da Rabbimizin rahmeti ile görevine sarılıp elçilik görevini yerine getirmiştir. Hatırlanacağı üzere, Rabbimiz, daha evvel ismini vermeden lakabıyla Yunus’a değinmiş, peygamberimize de onun gibi yapmamasını, sabırla elçilik görevini sürdürmesini tembihlemişti: Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. Eğer Rabbinden ona bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. Ancak, Rabbi onu seçti, sonra da iyilerden kıldı. (Kalem/48- 50) Yunus kıssası İsrailiyat etkisiyle algılanmış ve bu hususta birçok efsane oluşturulmuştur. Gemi yolculuğunda kura çekilmesi, kuranın Yunus’a (as) çıkması, Yunus’un (as) kendisini denize atması ve Yunus’un (as) balığın karnındaki durumu ile ilgili nakilleri Saffat suresinin tahlilinde uzun uzadıya alıntıladığımız için merak edenlerin söz konusu nakilleri (Tebyinü’l-Kur’an; c: 5, s: 580-589) oradan okumalarını öneriyoruz. YUNUS’U HUT YUTMASI Genellikle “onu balık yuttu” diye çevrilen sözcüğün mahiyeti ile ilgili olarak Araf/163’ün tahlilini yaparken “hut” sözcüğü ile ilgili geniş bir açıklama (Tebyînü’l-Kur’an: c: 3, s: 72-82) yapmıştık. Önemine binaen o açıklamamızın kısa bir özetini burada tekrar veriyoruz. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için o bölümün tamamının okunmasının daha yararlı olacağını düşünüyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz. “Hut” sözcüğü, dil bilimcilerinin bir kısmına göre “balık”, bir kısmına göre de “büyük balık” demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adı olmakla beraber, eski çağlardan beri bilinen burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır. Ancak Kur’an’ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil, gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir. “Hut” sözcüğünün geçtiği eski şiirlerden biri “Ve Sahip lâ hayre fi şebabihi / Hûten, izâ mâ zâdenâ / …” şeklindedir. Sözcük bu mısrada “ağır ağır da yutsa, çabuk çabuk da yutsa, kendisine kâfi gelmeyen [doymayan, doyma duygusu olmayan]” anlamında kullanılmıştır. Bu temel açıklamadan anlaşıldığına göre, “hut” sözcüğü aslında doyma hissi olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek değildir. Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı “semek”tir. Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemelerine ara verme sebebinin doymaları değil de tıkanmaları olması bugün artık bilimsel bir bilgidir. Balıkların bu özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları, günlük hayata yansımış bir gerçektir. Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır. Buna göre, “hut” ve “havt” sözcüklerinin anlamlarını “hırs, doyumsuzluk” olarak ifade etmek mümkündür. “Hut” sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima “sebebiyet mecaz-ı mürseli” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan “hırs ve doyumsuzluk” zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu “bunalım ve karamsarlık” kastedilmektedir. Kur’an’ın anlatım özellikleri ve ayet çeşitleri dikkate alındığında, bazı sözcüklerin mecaz anlamlarda kullanıldığı, dolayısıyla da Yunus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşabih olduğu anlaşılmaktadır: 1- Kalem/48’deki “makzum” sözcüğü aslında “boğazın tıkanması, sıkıntıdan nefes alamamak” demektir. Sözcüğün bu anlamı Türkçeye “nefes nefese”, “soluk soluğa”, “havasızlıktan boğulacak hâlde” deyimleriyle çevrilebilir. Ancak bu nefes darlığı, içinde bulunulan dertten, sıkıntıdan, ıstıraptan da kaynaklanabilir. Nitekim Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında, bu nefes darlığının sözcüğün hakikat anlamına uygun olarak havasızlıktan değil, sıkıntıdan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. 2- Enbiya/87’de Yunus peygamberin “karanlıklar içinde” olduğu bildirilmiştir. Buradaki karanlık da yine sözcüğün hakikat anlamına uygun olan “ışıksızlık” değil, zihinsel bunalımdır. Bunu anlamak için Bakara/257’ye bakmak gerekir: Allah, iman sahiplerinin Veliy’sidir [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınıdır]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların Yakın Kimseleri tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklar onlar. (Bakara/257) Görüldüğü gibi, ne Yüce Allah karanlıkta kalanları kurtarmak için onlara ışık tutacağını söylemekte, ne de Tağut, saptırdıklarını ışıklarını söndürmek suretiyle karanlığa sürüklemektedir. Dolayısıyla nur “manevî aydınlık, mutluluk”; karanlık da “zihinsel karanlık, bunalım” anlamına gelmektedir. 3- Enbiya/88’de Rabbimiz Yunus peygamberi “ğamm”dan kurtardığını bildirmektedir. “Ğamm” sözcüğü ve türevleri hakikat manasında “bulut” demektir. Fakat sözcük mecazen “keder, üzüntü, sıkıntı, bunalım, karanlık” anlamlarında da kullanılır. Nitekim Türkçeye de bu anlamıyla geçmiştir. Dolayısıyla “ğamm” sözcüğü bu ayette Yunus peygamberin buluttan kurtarıldığını değil, üzüntüden, sıkıntıdan kurtarıldığını ifade etmektedir. 4- Saffat/142’deki “onu hut yutmuştu” ifadesi, Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında, Yunus peygamberin üzüntüye boğulduğu, sıkıntıya düştüğü, bunalıma girdiği anlamına gelmektedir. Yunus peygamberin dopdolu [yükünü tamı tamına almış] bir gemiye doğru kaçtığı [gittiği] hatırlanacak olursa, dopdolu olması sebebiyle gemiye binememesi onu üzmüş, bunalıma düşürmüş olmalıdır. Gerek “hut” sözcüğünün esas anlamı, gerekse Yunus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşabih olması, Yunus peygamber ile ilgili ayetlerdeki “hut” sözcüğünün “balık” anlamında kullanılmadığını göstermektedir. Buradan hareketle denilebilir ki, Kehf/61 ve 63’te geçen Musa peygamberin “hut”u da Yunus peygamberin “hut”u gibi balık değil, düşmüş olduğu bunalımdır, karamsarlıktır. Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da 141. ayette geçen “ساهم sâheme” ve “المدحضين müdhadıyn” sözcükleridir. Genellikle ayet “Sonra o, kur’a çekti ve kaybedenlerden oldu” şeklinde meallendirilmiştir. Oysa biz bu iki sözcüğün konumuz olan ayete alışılmışın dışında bir anlam kazandırdığı kanaatindeyiz. Bu nedenle her iki sözcüğü de daha yakından inceleyeceğiz: “ ساهمSÂHEME”: Bu sözcüğün kökü “ سهمsehm” sözcüğüdür. “Sehme”, bazen “nasip, haz” anlamında kullanılsa da, sözcüğün esas anlamı “ok”; kumarda, kur’a çekiminde kullanılan ok demektir. Sözcük “yüzün değişmesi [hastalıktan, can sıkıntısından, mahcubiyetten sararması, kızarması]” anlamında da kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c: 4, s: 730- 731) Konumuz olan “Sâheme” ise, aynı kök fiilin Mufaale kalıbından gelen bir sözcüktür. Mufaale kalıbı fiile “müşareket [işteşlik]” anlamı kazandırdığından, “Sâheme” fiili de bu kalıpta “ok çekişti” anlamına gelmektedir. 141. ayete bu anlam gözetilerek bakıldığında, Yunus’un [as] bindiği gemide birileri ile tartıştığı [karşılıklı okları çekiştikleri] ya da Yunus’un [as] kendi kendisiyle mücadele edişi, aklı ile hissi arasındaki oklaşması, kavgası anlatılmak istenmiştir. Zaten 145. ayette “o sakim iken [fikir sancısı çeker iken]” ifadesi yer almaktadır. Müşareket her zaman çokluk arasında olmayıp tek kişide de olabilir. Yunus’un [as] kendi kendine yapmış olduğu fikir jimnastiği de işteşlik içeren bir eylemdir. المدحضين MÜDHADIYN: Bu sözcüğün kökü “ دحضdhd” fiili olup “kaygan bir mahalden ayağı kaydı” demektir. Konumuz olan “müdhadıyn” sözcüğü bu fiilin İf’al kalıbından gelmiştir ve anlamı “ayağın kaydırılması” demektir. Sözcük atın, devenin ayağının kayması anlamında kullanıldığı gibi, kişinin tezi için ileri sürdüğü delillerin iptal edilmesi, işe yaramaması anlamında da kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c: 3, s: 306. “dhd” mad.) Buna göre, konumuz olan sözcüğün anlamı da “ayağı kaydırılmışlardan”, “delili iptal edilmiş, tezi çürütülmüş olanlardan” demektir. Sözcük, konumuz olan ayetten başka şu ayetlerde de kullanılmıştır: Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Küfretmiş olan kişiler de hakkı batılla iptal etmek [ortadan kaldırmak] için mücadele ediyorlar. Ve onlar, ayetlerimizi ve korkutuldukları şeyleri alaya aldılar. (Kehf/56) Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonraki bir takım hizipler yalanladı. Her ümmet, kendi elçilerini yakalamak için teşebbüste bulundu; kendisiyle hakkı batılla gidermek için mücadele ettiler. Ben de onları yakalayıverdim. İşte, azabım nasıl oldu? (Mümin/5) Ve kendisine icabet edildikten sonra Allah hakkında tartışanlar; onların kanıtları Rableri katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir gazap vardır, çetin azap da onlar içindir. (Şura/16) Artık anlaşılmış olmalı ki, Yunus (as) ne kur’a çekmiş, ne de kur’ada kaybetmiştir. O, kaçış sebeplerinin gerekçelerinin geçerli olmadığını anlamıştır. Ya da birileri ona bunu anlatmıştır. KAÇMAK- HİCRET Ayette Yunus’un (as) kaçtığı, hem de sahibinden kaçan bir köle gibi kaçtığı anlatılmaktadır. Bunun açık anlamı “görevden kaçmak”tır. Hicret ise üstlenilen görevi, görevi verenin izni veya emri ile bir başka yerde sürdürmeye gitmektir. Peygamberimiz Mekke’den ayrılırken görevden değil Mekkelilerden kaçıyordu. Amacı üstlendiği görevi başka ortamlarda devam ettirmekti. Bu nedenledir ki, Peygamberimizin hicreti hem emirle olmuş, hem de hicret edenler övgüye mazhar olmuşlardır. Peygamberimizin hicreti ile Yunus peygamberin kaçışı arasındaki temel fark budur. Onların söylediklerine/söyleyeceklerine sabret! Ve güzelce ayrıl onlardan. (Müzzemmil/10) Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara/218) Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun -Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195) Saffat/145’teki “Sonra Biz, o hasta iken[fikir sancısı çekerken]...” ifadesinden, Yunus peygamberin de İbrahim (as) gibi bir hayli fikir işkencesi, zihinsel çile çektiği anlaşılmaktadır. Saffat/142- 145. ayetlerden anlaşılan durum şudur: Yunus (as), Allah’a tevbe edip yakarmış, Allah da onu içinde bulunduğu karanlıklardan, bunalımdan kurtarmıştır. Yunus (as) daha sonra kavmine gitmiş, onları tekrar Allah’a çağırmıştır. Kavmi de bu kez çağrısına kulak vermiş, yüz bini aşkın nüfusuyla Yunus’a iman etmiştir. Saffat/147. ayetteki “ أوev” edatı genellikle “veya” diye tercüme edilmiştir. Halbuki bu edat, burada olduğu gibi “hatta” anlamında da kullanılır. (el-İtkan; s. 491, “ev” edatı; el-Bürhan; c. 4, s. 209. “ev” edatı) 89, 90 – Ve Zekeriya; hani o, Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma bırakma, sen varislerin en hayırlısısın.” diye seslenmişti de Biz, onun için icabet etmiştik. Ve kendisine Yahya’yı ihsan ettik. Ve onun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. Bu ayetlerde Zekeriya peygambere değinilmiş, onun durumu, duasının kabulü ve kendisine Yahya’nın lütfedilmesi ve Yahya ile birlikte örnek kullukları nakledilmiştir. Zekeriya peygamberle ilgili geniş bilgi Meryem ve Al-i Imran surelerinde verilmektedir. |
15. August 2009, 02:32 PM | #12 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Orada Zekeriyya, Rabbine yakardı: "Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz sen, duayı en iyi işitensin" dedi.
Sonra o [Zekeriya] mihrabda dikilmiş destek verirken [eğitim, öğretim yaptırırken] melekler ona: " Şüphesiz Allah sana, Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi [bir önder], iffetli bir peygamber olarak, Salihlerden müjdeliyor." diye seslendiler. O [Zekeriyya]: "Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, karım da kısırken benim için bir delikanlı nasıl olabilir?" dedi. O [Allah]: "Öyledir, Allah dilediğini yapar." dedi. O [Zekeriyya]: "Rabbim! Benim için bir ayet [alâmet] kıl]" dedi. O [Allah]: "Senin ayetin [alâmetin], işaretle hariç, insanlara üç gün, konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, sabah akşam [daima] tesbih et" dedi. (Al-i İmran/38- 41) (Bu,) Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini anmasıdır. Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan, amcaoğullarımdan] endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Yakub ailesine de miras olacak bir veliy [yakın, yardımcı] bağışla. Rabbim, onu sen rızanı kazanan biri kıl!” “Ey Zekeriyya! Şüphesiz biz sana bir delikanlıyı – onun ismi Yahya’dır-müjdeliyoruz. Bundan önce ona hiçbir adaş kılmadık. O [Zekeriyya]: “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken benim nasıl bir delikanlım olabilir?” dedi. O [Allah] dedi ki: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki, o Bana kolaydır. Bundan önce de Ben seni, sen hiçbir şey değilken yarattım.” O [Zekeriyya]; “Rabbim! Bana bir ayet [alâmet] ver” dedi. O [Allah]; “Senin alâmetin, sapasağlam olduğun hâlde, üç gece insanlarla konuşmamandır” buyurdu. O [Zekeriyya], bunun üzerine mihraptan kavminin / halkının karşısına çıkıp onlara, sabah akşam [daima, her zaman] tespih etmelerini vahyetti [işaret etti]. (Meryem/2- 11) Ayetteki “ve eşini düzelttik” ifadesi, “doğum yapmaya engel olan engelleri ortadan kaldırdık, doğum yapacak bir konuma getirdik” demektir. Buradan anlaşıldığına göre Zekeriyya’nın geç yaşa kadar çocuk sahibi olamayışı, eşinin rahatsızlığından kaynaklanmaktaydı. Rabbimiz Zekeriyya’ya lütuf olarak eşini sağlığına kavuşturup çocuk sahibi olmalarını sağlamıştır. Bu peygamberlerin surede hatırlatılması yine ibret ve öğüt amaçlıdır. Hiçbir peygamber tevhid dışı bir şey yapmamış, kendilerini ön plana çıkarmamıştır. Onlar her zaman gönüllerini Allah’a açmışlar, sadece O’na dua etmişlerdir. 91- Ve o, ırzını titizle koruyan kadın; işte Biz, ona ruhumuzdan üfledik. Ve kendisini ve oğlunu âlemler için bir ayet [mucize] kıldık. Meryem’in iffetine ve Allah’ın ona lütfettiği konuma değinilen bu ayette, dolaylı olarak İsa (as) peygambere de işaret edilmiştir. Meryem hakkındaki “ırzını titizle koruyan kadın” ifadesiyle, babasız çocuk doğurması üzerine Meryem’e isnat edilebilecek suçlamalar reddedilmiştir. Meryem ile ilgili daha evvel Meryem suresinin tahlilinde detaylı bilgi verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s. 487-490) Burada kısa bir hatırlatmayla yetiniyoruz: Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ehlinden [ailesinden, yakınlarından] ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti. Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu gönderdik, sonra o [ruhu getiren elçi], ona [Meryem’e] mükemmel bir beşeri örnek verdi. O [Meryem]: “Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer sen takiyy [takva sahibi birisi / Takiyy] isen...” dedi. O [Elçi, Zekeriyya]: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam / bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi. O [Meryem]: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamıştır. Ben bir bağiy [iffetsiz biri] de değilim” dedi. O [Elçi]: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Bu [babasız çocuk vermek], Bana pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız.” Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu. Sonunda o [Meryem], ona [delikanlıya] gebe kaldı. Sonra da onunla uzak bir yere çekildi. Sonra doğum sancısı onu bir hurma dalına tutunup dayanmaya zorladı. “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım!” dedi. Sonra ona aşağısından / aşağısındaki kişi seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahman’a bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.” Sonra o [Meryem], onu [çocuğunu] yüklenerek kavmine getirdi. Onlar [kavmi] dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de bağiy [iffetsiz] bir kadın değildi.” Bunun üzerine o [Meryem], ona [çocuğa] işaret etti. Onlar “Biz beşikte bir sabi olan kimseyle nasıl konuşuruz?” dediler. O [Beşikteki çocuk] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana namazı / sosyal desteği ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba’s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde ona ibadet edin, işte bu, dosdoğru yoldur.” İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları Meryem oğlu İsa’dır. Allah için çocuk edinmek diye bir şey yoktur. O, bundan münezzehtir. O, bir şeye hükmederse, ona sadece “ol” der, o da oluverir. (Meryem/16-35) “Meryeme ruh üfürülmesi” konusunu Meryem suresindeki açıklamamızdan kısaca naklediyor, konunun detayı için ilgili bölümün (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 486, 487) okunmasını öneriyoruz. Kur'an’da Meryem’e ruh üflendiği şu iki ayette de ifade edilmiştir: Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan Imran kızı Meryem'i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi ve içten bağlananlardan oldu. (Tahrim/12) Ey ehlikitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Ki Meryem'e ilka ettiği [ulaştırdığı] kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Artık Allah’a ve elçilerine inanın. “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah Vahid'dir, tek ve biricik ilâhtır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O'nundur göklerdekiler ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter. (Nisa/171) “Ruh üfürme”nin “az bir bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği daha evvel açıklanmıştı. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1, s: 487-490) Bu ayetlerden, Meryem valideye bazı özel bilgilerin lütfedildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu konunun teferruatı Âl-i Imran, Meryem ve Enbiya surelerindeki ilgili pasajlardan alınmalı ve bu olay Kur'an'daki pasaj bütünlüğü içinde, Zekeriya’nın (as) durumunu açıklayan ayetler ile birlikte ele alınmalıdır. Çünkü yaşlı bir adam olan Zekeriya’nın (as) ve kısır eşinin çocuk sahibi olması ile Meryem'in erkeksiz çocuk doğurması, birbirini takip eden dönemlerde meydana gelmiştir. Enbiya/91 ve Tahrim/12’de geçen “ruh üfürme” tabiri, Nisa 171'de “ilka [bırakma, ulaştırma]” tabiri ile açıklanmaktadır. “Ruh üfürme” tabirinin “az bir bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği artık bilindiğine göre, Meryem’e üflendiği bildirilen ruhun da onun hamile kalması için rahmine [dölyatağına] yapılan fizikî bir üfürük değil, mabette Zekeriya’nın (as) himayesinde bulunduğu sırada Meryem’e lütfedilen bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an'a göre aynı tür bilgi daha önce Zekeriya’ya (as) verilmiş, onun hem yaşlı hem de kısır olan karısı da bu bilgi ile Yahya'yı doğurmuştur. Daha sonra bu kutsal bilgiyi/mesajı Meryem'e iletmekle görevlendirilen Zekeriya (as), Allah'ın elçisi olarak görevini yapmış ve kutsal bilginin doğruluğuna kanıt olarak da bu bilgi sayesinde “sapasağlam” bir insan olarak doğan Yahya'yı göstermiştir. “Meryem’in ailesini terk etmesinin sebebi olarak “hayız gördüğü için utanmıştı” veya “hamileliği bahanesiyle uzaklaşmıştı” tarzında yapılan yakıştırmalar, ayetin orijinal anlamını bozmaktan başka bir şey değildir. Bizim kanaatimize göre Meryem sorunludur ve sorunları sebebiyle yakın çevresinden uzaklaşmıştır. Meryem’in sorununun ne olduğunu anlama konusunda Âl-i Imran suresinin 36, 37, 42 ve 43. ayetlerindeki bazı ifadeleri birer ipucu olarak değerlendirmek mümkündür: Bir zaman İmran’ın karısı: “Rabbim! Kesinlikle ben karnımdakini tam hür olarak Senin için adadım Sen de benden kabul et, şüphesiz Sen en iyi işitensin, en çok bilensin” demişti. Onu doğurunca da: “Rabbim, onu kız doğurdum; -hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir- erkek, kız gibi değildir. Ve ona Meryem adını verdim. Ve ben onu ve soyunu şeytan-ı racimden Sana sığındırırım” dedi. Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi. Ve ona Zekeriyya kefil oldu. Zekeriyya ne zaman onun üzerine, mihraba girse, onun yanında bir rızk bulurdu. O [Zekeriyya]: “Ey Meryem! Bu sana nereden?” dedi. O [Meryem] da: “O, Allah katındandır” dedi. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızk verir. (Âl-i Imran/35–37) Ve hani melekler “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem! Rabbine gönülden kul ol, ona boyun eğ verükû edenlerle [rükû eden erkeklerle] beraber rükû et!” demişlerdi. (Âl-i Imran/42, 43) Yukarıdaki ayetlerde yapılmış olan vurgulardan hareket edilerek olayların gelişimi ve Meryem’in sorunları hakkında bazı tahminler yürütülebilir: Meryem, erkek çocuk isteyen ve bekleyen, çocuk kız olunca da pek sevinmeyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Imran’ın karısının “Onu kız doğurdum” ifadesinin hemen arkasından gelen Rabbimizin “-hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir-” şeklindeki ifadesi, Meryem’in Imran’ın karısının zannettiği ve ayette dile getirdiği gibi olmadığını göstermektedir. Diğer taraftan Âl-i Imran suresinin 37. ayetindeki “Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi” ifadesi de, Meryem’in normal bir insan özelliğinden çok, bir bitki özelliği taşıdığını düşündürmektedir. Bir insanın bitki özelliğinde olması Rabbimizin yaratılış kanunlarına ters değildir. Çünkü insanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir: Ve Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi. (Nuh/17) Meryem’in daha sonra erkeksiz hamile kaldığı da göz önüne alınırsa, bitki özelliğinde olması onun tıpkı çiçekli bitkilerin çoğunda görüldüğü gibi “erselik” yapıda olduğu, yani vücudunda hem erkek hem dişi üreme organı bulunduğu ihtimalini ortaya çıkarır ki, bizim kanaatimiz de bu yöndedir. Bu kanaatimizi doğrulayan bir husus da Âl-i Imran/42’deki “… seni âlemlerin kadınlarına seçti” ifadesidir. Çünkü bu ifade ile belirtilen seçkinlik, Meryem’in meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun biyolojik farklılığını, fazlalığını, fizikî bakımdan diğer kadınlarla aynı yapıda olmadığını anlatmaktadır. Meryem’in erselik yapıda olması, ehlini terk edip uzak bir yerde tek başına yaşamaya gitmesinin sebebini de izah etmektedir. Yani Meryem, her problemli insanın yapabileceği gibi, bünyesindeki bu farklılığın meydana getirdiği psikolojik sıkıntı ile evini terk etmiştir. Ayrıca Meryem’in “Bana bir beşer dokunmamıştır” şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem “Bana bir erkek dokunmamıştır” dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır. Bütün bunlardan başka, Meryem’den rükû eden erkekler ile beraber rükû etmesinin istenmesi de çok ilginçtir. Yani Meryem’e haniflik konusunda erkek olarak görev yapması bildirilmiştir. Ayetteki “er-Rakiîn” ifadesinin müzekker getirilmesi herhâlde sadece seci’ [kafiye] olsun diye değildir. Bir dikkat çeken nokta da, Enbiya/92’de Meryem’e işaret eden zamirler müennes [dişil], Tahrim/12’de zamirlerden biri müzekker [eril], diğeri müennes [dişil] olarak yer almıştır. Tamamen Kur’an ayetlerindeki ifadelere dayandırdığımız bu tahminler, bilimsel gerçeklerle de hiçbir çelişki göstermemektedir: Erdişilik hermafroditlik ya da erseliklik olarak da bilinir. Aynı bireyde erkek ve dişi üreme organlarının birlikte bulunması. Çiçekli bitkilerin çoğunda … erdişilik görülür. (Ana Britannica; c:11, s:313) Yalancı Erdişilik: … Dişi tipi yalancı erdişilikte yumurtalıkların olmasına karşın ikincil eşey özellikleri ve dış üreme organları erkeğinkilere benzer. Genellikle ergenlik döneminde kadına özgü ikincil eşey özellikleri de gelişir. … Erkek tipi yalancı erdişilikte erbezleri olduğu hâlde ikincil eşey özellikleri ve dış üreme organları kadınınkilere benzer. Bu durumda dölütte erbezlerinin salgıladığı testosteron hormonu bilinmeyen bir nedenle vücuttaki gerekli değişiklikleri gerçekleştirememiştir. En sık rastlanan tipinde dış üreme organları tümüyle kadın üreme organları görünümündedir; ergenlik döneminde kadına özgü ikincil eşey özellikleri belirir. Buna karşılık eşey bezleri [erbezleri] ve eşey kromozomları kişinin erkek olduğunu gösterir. Bu tip bozukluk genellikle kız olduğu sanılan çocuğun ergenlik dönemine girdiği hâlde âdet kanamasının başlamamasıyla tanınır. Vücuttaki dokular erkek eşey hormonlarına çok az ya da hiç yanıt vermediklerinden ve dış üreme organları kadınınkilere benzediğinden çocuk kız çocuğu olarak yetiştirilir. … (Ana Britannica; c:32, s:74) |
15. August 2009, 02:33 PM | #13 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
92 – Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.
48-91. ayetlerde geçmişteki tüm peygamberlerin kendilerine gönderilen vahiy ekseninde hareket ettikleri mesajı verildikten sonra, bu ayette de inanan toplumların inanç ve dindeki birliğine dikkat çekilmiştir: “Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.” Daha evvel detaylı bir şekilde açıkladığımız (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s. 577) gibi, “ümmet” sözcüğü, “kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu” demektir. Ayetteki “… sizin ümmetinizdir” ifadesinden anlaşıldığına göre, burada hitap peygamberlerle birlikte tüm müminleredir. Onlara vahye uymaktan ve sadece Allah’a kul olmaktan başka yol olmadığı, olmayacağı açıklanmıştır. Aşağıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere, burada konu edilen “ümmet”, tüm peygamberlerin öğrettiği “tevhid toplumu”dur; şirke, tefrikaya bulaştırılmamış “İslam dini”dir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, burada konu edilen birlik, inanç birliğidir. Yoksa her peygambere aynı şeriat verilmiş değildir. İlk peygamberden son peygambere kadar hepsinin öğretisi inanç birliğine dayanmasına karşılık, yaşadıkları bölge ve çağa göre her peygamberin sosyal hayattaki uygulamalarında bazı farklılıklar söz konusudur. Sana da kendisinden öncekilerini doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitap’ı [Kur'ân’ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belalandırmak [denemek] için [böyle yapmadı]. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (Mâide/48) Bu vurguyu şu ayetlerde de görmekteyiz: Ey elçiler! Tayyibattan [temiz, hoş, yararlı şeylerden] yiyin; ve salihi işleyin. Şüphesiz Ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilenim. Ve işte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana takvalı davranın. (Mü’minun/51, 52) 93 – Hâlbuki onlar [müşrikler], işlerini aralarında paramparça ettiler. Hepsi yalnızca Bize dönücülerdir. 94 – Öyleyse kim inanmış olarak salihatı işlerse onun emeği için nankörlük edilmeyecektir. Biz, hiç şüphesiz onu yazanlarız da. Aslında herkesin vahyin birliği ekseninde şirk koşmadan tek bir ümmet olması gerekirken, inkârcıların vahye sırt dönerek, Allah’a dönecek olmalarına rağmen parça parça gruplara ayrılıp Allah’ın yolundan başka yollar tutmuşlardır. Rabbimiz onları bu tavırlarından dolayı kınarken, iman edenlerin ve salihatı işleyenlerin emeklerinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin kaydedildiğini bildirerek onları doğru yola davet etmektedir. İman eden ve salihat işleyenlerin amellerinin karşılıklarının zayi olmayacağı, ücretlerini fazlasıyla alacakları birçok kez bildirilmiştir: Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun -Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195) Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. (Necm/39-41) Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir. (İsra/19) Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah bunu hakk olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk baştan yaratır, sonra iman eden ve salihatı işleyen kimseleri kıst [nasipleri, hakları olan payları] ile karşılık vermek için geri döndürür. Şu küfretmiş olan kimseler, küfretmeleri nedeniyle, kaynar sudan bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır. (Yunus/4) Hiç şüphesiz şu iman eden ve salihatı işleyenler; imanlarından dolayı Rabbleri kendilerini hidayete erdirir. Naim cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar durur. (Yunus/9) Yine iman etmiş olan o kimse: “Ey kavmim! Bana uyun ki size reşadın [akıllı olmanın] yoluna kılavuzluk edeyim. Ey kavmim! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Ahiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mümin olarak salihi [düzeltmeye yönelik iş] işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey kavmim! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi Aziz [o çok güçlü] ve Gaffar’a [çok bağışlayıcı olan Allah'a] davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey dünya ve ahirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz haddi aşanlar, cehennem ashabının ta kendileridir. Artık siz benim sizin için söylediklerimi yakında anacaksınız. Ve ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi. (Mü’min/38- 44) Ve Allah, hidayete erenlere kılavuzu artırır. Ve kalıcı olan salihat, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da daha iyidir.” (Meryem/76)İşte iman etmiş olanlar ve salihatı işleyenler; mağfiret ve kerim rızık sadece onlar içindir. (Hacc/50) Ancak sabreden ve salihatı işleyen kişiler müstesnadır [böyle değillerdir]. İşte bunlar, mağfiret ve büyük ödül kendileri için olanlardır. (Hud/11) Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/7, 8) 95 – Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. 96 – Hatta Ye'cûc ve Me'cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. 97 - Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik." Bu ayetlerde, küfretmiş kimselerin yaptıklarının yanlarına kâr kalmayacağı; mutlaka cezalandırılacakları; dünyada iken akıncılar tarafından tepelenecekleri; sonunda da Allah’a dönecekleri; “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik” diyecekleri bildirilmektedir. İlk ayetteki “helak ettiğimiz” ifadesi “yok ettiğimiz” anlamında alınmamalıdır. “ هلاكHelâk” sözcüğü “değişime, yıkıma uğramak, bozulmak, düşmek” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.9, s. 118-121) Genel olarak zannedildiği gibi bu sözcük “yok olmak” anlamına gelmez. Bu sebeple bu ayette geçen “helâk” sözcüğü de “yok olmak” anlamında anlaşılmamalıdır. “Ye’cüc ve Me’cüc” sözcükleri ile ilgili olarak Kehf suresinde (Tebyinü’l Kur’an; c.7, s. Mizanpajdan sonra sayfa numarası verilecek) ayrıntılı olarak tahlil etmiştik. Bu tahlilimizde “Ye’cüc ve Me’cüc”ün “akıncı komutan ve askerler” demek olduğunu belirtmiş, bu komutan ve askerlerin her dönemde olacağını ifade etmiştik. Aynı tahlilimizde Kehf suresindeki “Ye’cüc ve Me’cüc” ile kastedilenlerin ise “Resulullah ile birlikte Hayber’i fetheden askerler” olduğunu açıklamıştık. Bu ayet indiği dönemde henüz Hayber de fethedilmemişti. Burada ise Rabbimizin helak edeceği toplumları askeri güçlerle cezalandıracağı, onları maddi ve manevi; ekonomik ve siyasi olarak yıkıma uğratacağı bildirilmektedir. Nitekim Bedir’de, Hayber’de ve daha nice gazalarda Rabbimizin bu vaadi gerçekleşmiştir. Bu, Rabbimizin sünnetidir [Sünnetullah] ve her zaman yürürlüktedir. Bu ayetler Uhud savaşının ilk aşamasına da işaret etmektedir. Uhud’da helake uğrayan Müslümanlardır. Orada Ye’cüc ve Me’cüc, Halid b. Velid ve onun süvarileridir. Halid’in kıyımından sonra da Müslümanlar “Eyvah bizlere!” diye pişmanlıklarını ifade etmişlerdir. Ayetteki “helak ettiğimiz bir kent” ifadesinden, o kentin halkı anlaşılmalıdır. Burada “mahalliyet” mecazi-i mürseli söz konusudur. Bunun bir örneği daha evvel Yusuf/82’de “Hem içinde bulunduğumuz kente ve içlerinde geldiğimiz kervana sor!” şeklinde geçmiş idi. Her iki cümlede de bir kent [yer] ifade edilerek o yerde yaşayanlar kast edilmiştir. 98 – Kesinlikle siz ve Allah’ın astlarından taptıklarınız, cehennemin odunusunuz [yakıtısınız]; siz oraya gireceksiniz. 99, 100 - Eğer onlar [Allah’ın astlarından tapınılan şeyler] ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada temelli kalacaktır. Orada onların bir inlemeleri vardır. Bunlar orada bir şey işitemezler de. Bu ayetlerde müşriklere uyarı yapılmakta, akıllarını başlarına almaları istenmektedir. Ayrıca bu müşrikler “Eğer onlar [Allah’ın astlarından tapınılan şeyler] ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi” denilerek akılsızlıklarından dolayı kınanmaktadırlar. İlk ayetten açıkça anlaşıldığına göre, müşrikler ve onların tapındıkları putlar cehenneme odundurlar. Onlar hem yanacaklar, hem de başkalarını yakacaklardır. Bu ayetin bir benzeri de şudur: Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun. (Bakara/24) Ayrıca şu ayette de cehennemin yakıtının insanlar ve cisimler olacağı bildirilmiştir: Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun.Onun üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrim/6) Konumuz olan ayetlerde kâfirlere seslenilmektedir. Onlar ve taptıkları, inançsız kişiler ve nesneler, kesinlikle cehenneme girecekler, ateşin yakıtları olacaklar ve ateşle dağlanacaklardır; orada ebedi olarak da kalacaklardır. O zaman cehennem azabının şiddetinden bağıracaklar, inleyeceklerdir. Onlar kimseden yardım da alamayacaklardır. Peki, bu varlıklar gerçekten ilah olsalardı, oraya girerler miydi? İşte şu bedbaht olanlar cehennem ateşi içindedirler. Onlara orada iç çekme ve hıçkırma vardır. Gökler ve yer durdukça onlar da o ateşte sürekli kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesna.- Şüphesiz Rabbin dilediğini en üst seviyede yapandır. (Hûd/106, 107) Âyetin Nüzul Sebebi: “Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da...” buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki: Bir ayet var ki, insanlar onun hakkında bana soru sormuyorlar. Onu bildiklerinden dolayı mı, yoksa bilmediklerinden dolayı mı ona dair soru sormuyorlar, bilmiyorum. Ona: “Bu hangisidir?” diye sorulunca, O: "Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz" ayeti nazil olunca, bu, Kureyş kâfirlerine ağır geldi ve: “Bu, bizim ilâhlarımıza sövdü” diyerek İbnu'z-Zibâri'ye gidip durumu haber verdiler. O da: “Ben orada olsaydım, ona cevap verirdim” dedi. “Ne diyecektin?” diye sordular: “Ona şöyle derdim: İşte Hıristiyanlar, Mesih'e ibadet ettiler; Yahudiler de Üzeyr'e ibadet etmektedirler. Acaba bunların ikisi de cehennemin odunu mudurlar?” Kureyşliler onun bu sözünü beğendi ve böylelikle Muhammed (sav)’in buna bir cevap veremeyeceği kanaatine sahip oldular. Bunun üzerine Yüce Allah da şöyle buyurdu: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır (Enbiyâ/101)” âyetini indirdi. Yine onun hakkında: "Meryem oğlu bir misal olarak verilince (Zuhruf/56)” -ki burada İbnu'z-Zibarî kastedilmektedir.- "Hemen senin kavmin bundan dolayı bağrışıp çağrışmaya koyuldu (Zuhruf/57)” buyruğu indi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 101, 102- Şüphesiz tarafımızdan kendilerine “En güzel” hazırlanan kimseler; işte onlar, ondan [cehennemden] uzaklaştırılmışlardır. Onlar, onun [cehennemin] uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar. 103 - O en büyük korku onları üzmez ve kendilerine melekler: “İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür” diye ilka eder dururlar [akıllarına getirirler]. Bu ayetlerde; iman etmiş, salihatı işlemiş, vahye uymuş ve sonunda da Allah’tan kendilerine “en güzel” hazırlanan kimselerin karşılaşacakları nimetler açıklanmıştır. Bu mümin ve salih kimseler ateşten uzaklaştırılıp kurtulacaklardır; cehennemin sesini bile duymayacaklardır. Hâlbuki müşrikler cehennemin uğultusuyla da cezalandırılacaklardır. Aslında onlar Saat’i [kıyameti] yalanladılar. Biz ise Saat’i yalanlayanlara çılgın alevi [cehennemi] hazırladık. O [çılgın alev] onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler [işitecekler]. Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak ondan [cehennemden] dar bir yere atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler. -Bugün bir ölüm değil birçok ölüm isteyin!- De ki: “Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa takva sahiplerine vaat edilen ebedîlik cenneti mi?” Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. -[Bu], Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.- (Furkan/11- 16) Oraya atıldıklarında, o kaynarken, onun korkunç sesini işitirler. O, az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” (Mülk/7, 8) Bu kimseler canlarının çektiği her nimete kavuşturulacaklar ve bu durum sürekli devam edip gidecektir. Kesinlikle kesintiye uğramayacaktır. Melekler de sürekli onları alkışlayacaklardır. Rablerine karşı takvalı olanlar da cennete bölük bölük sevk edildi. Nihayet oraya vardıkları, kapıları açıldığı ve bekçileri onlara: "Selâm sizlere, tertemiz geldiniz!” dediği zaman; “Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!" dediler [denilecek]. Onlar da: "Bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris kılan ve cennette bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah’a hamdolsun” dediler. –İşte, çalışanların ödülü ne güzeldir!- (Zümer/73, 74) Ve takvalı davranmış kimselere: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince onlar: “Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-gzellik vardır. Ahiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve takvalı davrananların yurdu; Adn cennetleri ne güzeldir! Onlar oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, takva sahiplerini işte böyle karşılıklandırır. [Takva sahipleri] O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selam size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete!” derler. (Nahl/30- 32) Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve ahirette sizin Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussılet/30-32) Rabbimiz iman etmiş ve salihatı işlemiş kimselere vereceği nimetleri ayette “en güzel” sözcükleriyle isimlendirmiştir. Bu, Rabbimizin vereceği nimetlerin hem kullarının yaptıkları işlerin normal karşılığından çok daha fazla, hem de onların beklediğinden çok daha güzel şeyler olacağını ifade etmektedir. Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için. (Necm/31) Güzellik yapan kişiler için daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerine kara bulaşmaz, zillet de. İşte bunlar cennet ashabıdırlar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. (Yunus/26) |
15. August 2009, 02:34 PM | #14 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
O dedi ki: “Kim zalimlik ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, sonra O, da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır. Amma her kim de iman eder ve salihi işlerse artık buna da en güzel karşılık vardır. Ve Biz onun için emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.” (Kehf/87, 88)
Göklerin ve yerin mirası Allah'ın olmasına rağmen neden siz Allah yolunda harcamıyorsunuz? Sizden, fetihten önce harcayan ve savaşan kimse eşit olmaz. Onlar derece bakımından, sonradan infak eden ve savaşan kimselerden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de “En güzel”i vaad etmiştir. Ve Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Hadid/10) İşte bu [bilgeleşmiş, bilinçlenmiş kimseler], vaadolunup durdukları doğru bir vaad olarak ve onlar zulmedilmeden, O’nun [Allah], onlara amellerini tam olarak ödemesi için kendilerinden, yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz ve cennet asahabı içinde kötülüklerden koruyacağımız kimselerdir. (Ahkaf/16) İyiliğin karşılığı, yalnızca iyilik değil midir? (Rahman/60) 104 – Biz, göğü, kitapların dürüldüğü gibi dürdüğümüz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi -katımızdan verilmiş bir söz olarak- onu iade edeceğiz [yeniden var edeceğiz]. Şüphesiz Biz yapanlarız. Bu ayette Rabbimiz kıyameti koparma ve insanları mahşerde yaptıklarıyla karşılıklandırma konusundaki kararlılığını ve kıyametin nasıl gerçekleşeceğini farklı bir benzetme ile anlatmaktadır. Gök, kitap dürülür gibi dürülecektir. Bu benzetmede işin Allah için çok kolay olduğu vurgusu söz konusudur. Ayetteki “kitap” sözcüğünü elimizdeki sayfalardan, yapraklardan oluşan bu günkü ciltlenmiş bir kitap olarak değil, açıp okundukta sonra dürülüp bükülen, katlanan bir papirüs, parşömen olarak düşünmeliyiz. Bu ayet indiği zaman bu günkü şekliyle bilinen ciltli kitaplar henüz yoktu. Yerler, gökler Allah’ın kontrolündedir. Onların yıkımı ve yeniden yapımı Allah için çok kolaydır. Onlar, Allah'ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra da bunu tekrarladığını da mı görmediler? Şüphesiz bu, Allah'a göre çok kolaydır. (Ankebut/19) Gerçekten Biz, evet Biz, hayat veririz ve öldürürüz. Dönüş de yalnız Bizedir. O gün yer onlardan çabuk yarılır. İşte bu, sadece Bize kolay bir haşrdır [toplamadır]. (Kaf/44) Şu inkar eden kimseler, katiyyen diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine, Rabbim’e kasem olsun ki kesinlikle diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size haber verilecektir. Ve bu, Allah'a göre çok kolaydır.” (Teğabün/7) Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Saatin emri [kıyametin koparılması] de yalnızca göz açıp kapama gibidir, veya o, daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. (Nahl/77) Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet onu [her şeyi] bir kader [ölçü, ayar] ile yarattık. Ve buyruğumuz, ancak, göz kırpması gibi bir tekdir. Ve and olsun Biz, sizin benzerlerinizi helâk ettik. O hâlde var mı bir düşünen? Ve onların işledikleri her şey, yazıtlardadır [kayıtlardadır, kitaplardadır]. Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır. (Kamer/50) Ve onlar Allah'ı hakkıyla takdir etmediler. Ve yeryüzü, kıyamet günü O'nun avucundadır. Gökler de O’nun sağ eliyle [kudretiyle] dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve çok yücedir. (Zümer/67) O gün, Allah’ın her benliği kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (İbrahim/48- 51) 105 – Ve ant olsun ki Biz, Zikir’den [Tevrat’tan] sonra, Zebûr'da da ‘Şüphesiz yeryüzüne ancak Benim salih kullarımın mirasçı olacak’ yazdık. 106 - Şüphesiz bunda [Kur'ân'da] kulluk eden toplum için kesinlikle bir ulaşma [iletilen mesaj] vardır. Bu ayet gurubunda insanlığa çok önemli bir mesaj verilmektedir: İnsanlara geçmiş kitaplarda da tıpkı Kur’an’da olduğu gibi “Arza salih kulların mirasçı olacakları” yazılıydı. “Zebur” ile “kitap” aynı şeylerdir. Bundan dolayı Tevrat'a da, İncil'e de, Zebur’a ve Kur’an’a da denilebilir. Paragraftan anlaşıldığına göre, burada konu edilen “Zebur”, Davud'a (as) verilen Zebur'dur. Zikir'den kasıt da Musa’ya (as) indirilen Tevrat'tır. Mirasçı “son sahip” demek olduğundan, Rabbimiz verdiği nimeti geri almayacağını ifade buyurmaktadır. Ayette “salih kullar”ın varis olacakları “arz”, hem cennet hem de dünya olarak anlaşılabilir. Onlar da: "Bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris kılan ve cennette bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah’a hamdolsun” dediler. –İşte, çalışanların ödülü ne güzeldir!- (Zümer/74) İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olan varislerin ta kendileridir. (Mü’minun/10, 11) Allah, sizlerden iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kimselere, kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle tutunduracağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir. (Nur/55) Musa, kavmine dedi ki: “Allah'ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Akıbet [mutlu son] de muttakiler içindir.” (A’raf/128) O zaafa uğratıla gelmiş olan kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına, batılarına [her tarafına] mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrâîloğulları'na olan o pek güzel sözü, sabırları yüzünden tamam oldu [yerine geldi]. Biz de Firavun ile kavminin yapa geldikleri sınaî eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerle bir ettik. (A’raf/137) 107- Biz seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/ rahmet için gönderdik. Rabbimiz yukarıda insanları uyarmak amacı ile geçmişte insanlığa gönderdiği elçilerini bildirmişti. Bu ayette ise o açıklamalarının devamı mahiyetinde Resulullah’ın gönderiliş hikmetini açıklamaktadır. Rabbimiz son peygamberini âlemlere “bir rahmet olarak/ rahmet için” için gönderdiğini beyan etmektedir. Zira Muhammed’in (as) elçi yapılışı ile insanlık gafletten uyandırılmış, hakla bâtılı ayıran gerçek bilgi indirilmiş ve tüm dünya uyarılmıştır. Bu ayetle ayrıca Resulullah hakkında “Bu adam aramıza fesat tohumları ekti, milleti birbirine düşürdü, aileleri parçaladı” diye düşünen, peygamberimizi bir bela ve felaket olarak kabul eden müşrikler de uyarılmaktadır. Onlara “Resulullah sizin için bir bela değil, bir rahmettir” mesajı verilmektedir. Nitekim müşriklere bazı ayetlerde şöyle denilmiştir: Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi anakente göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir. Zaten Biz, halkı zalim olmayan memleketleri helâk edici değiliz. (Kasas/59) İşte bu; Rabbinin, halkı gafil iken ülkeleri zulüm ile helak edici olmayışıdır. (En’am/131) İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe olmayan toplanma günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir grup da cehennemdedir. (Şura/7) Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak/gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfal/32, 33): Ayetteki “ رحمةrahmet” sözcüğünün “ رحمةًrahmeten” şeklinde gelişi nedeniyle ayet teknik olarak iki şekilde anlaşılabilir: 1- “Rahmeten” sözcüğü “Hal” makamındadır; buna göre anlam “Biz seni de ancak âlemler için bir rahmet olarak gönderdik” şeklindedir. 2- “Rahmeten sözcüğü “mef’ulun leh” makamındadır. Buna göre ayetin anlamı, “Biz seni de ancak âlemlere rahmet için gönderdik” şeklindedir. Rabbimiz Kullarına rahmeti kendi üzerine borç kabul etmiş ve insanları zulümden, kargaşadan, sıkıntıdan kurtarmak; mutlu ve müreffeh bir hayat yaşamaları için elçi göndermiş, kitap indirmiştir. Ve ayetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tövbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki O [Allah], Gafur’dur, Rahîm’dir” de! (En’am/54) Doğruya ve güzele hidayet etmek sadece bizim üzerimizedir. (Leyl/12) Yolun doğrusu yalnızca Allah üzerinedir [Allah’a borçtur]. Onun [Yolun] eğrisi de vardır. Ve eğer O [Allah] dileseydi, size topluca hidayet ederdi. Rahmet olan elçiye kulak verenler de dünya ve ahirette Allah’ın rahmetine ve nimetlerine mazhar olmuşlardır. (Nahl/9) Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah'ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Âkıbet [mutlu son] de muttakîler içindir.” (A’raf/128) Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz. (Mü’min/51) 108 - De ki, “Bana ‘İlâhınız ancak tek bir ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Şimdi siz müslümanlar mısınız?" 109 – 111- Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse: “Size dosdoğru / eşit [tarafsız]olarak açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı bilmiyorum. Şüphesiz O [Allah], sözden açığa vurulanı bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir. Ve ‘belki bu gecikme sizi denemek ve bir süreye kadar faydalandırmak içindir’ ben bilmiyorum” de. Müşriklere yapılan bunca uyarı ve elçilik misyonu ile ilgili açıklamalardan sonra Rabbimiz elçisine “Bana ‘İlâhınız ancak tek bir ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Şimdi siz müslümanlar mısınız?” demesini emretmiştir. Bu uyarıya rağmen yüz dönerlerse “Size dosdoğru / eşit [tarafsız]olarak açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı bilmiyorum. Şüphesiz O [Allah], sözden açığa vurulanı bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir. Ve ‘belki bu gecikme sizi denemek ve bir süreye kadar faydalandırmak içindir’, ben bilmiyorum” demesini, yani verilecek cezanın şeklini ve zamanını kendisinin bilmediğini söylemesini emretmiştir. Daha evvel Hud peygambere de yüz dönülmüş ve Rabbimiz ona da aynı mesajı iletmesini emretmiş idi: (Onlar da) dediler ki: “Demek sen Allah'a; tek olarak [başkasını karıştırmadan] kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!” (Hûd) dedi ki: “Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Hakklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!” (A’raf/70, 71) 112 – De ki: “Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet” ve “Bizim Rabbimiz, o Rahman’dır, sizin nitelemeleriniz üzerine yardımı istenendir.” Surenin son ayetinde, Rabbimiz, elçisine “Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet” ve “Bizim Rabbimiz, o Rahman’dır, sizin nitelemeleriniz üzerine yardımı istenendir” demesini emretmiştir. Böylece hem Resulullah’ın hem de insanların tevhidden şaşmamaları, Allah adına yalandan uzak durmaları istenmiştir. Aynı isteği Şuayb peygamberde de görüyoruz: Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz!” [Şu‘ayb da] dedi ki: “İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, kesinlikle Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah'ın dilemesi hariç ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a güvenip dayandık.” –Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakk ile hükmet. Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!– (A’raf/88, 89) Ve eğer seni yalanladılarsa hemen de ki: “Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. Benim yaptıklarımdan siz uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” (Yunus/41) 112. ayetin başındaki “ قالkale [dedi]” sözcüğü, surenin 4. ayetinde açıkladığımız üzere “ قلkul” diye de okunmuştur. Zaten ilk Mushaflarda da “ قلkul” şeklindedir. “ قلKul” şeklindeki kıraat, anlam olarak pasaja daha uygundur. Biz de o nedenle sözcüğü “de ki” diye çevirmiş bulunuyoruz. Allah doğrusunu en iyi bilendir. |
Bookmarks |
Etiketler |
73enbiya, enbiya, giriş, suresine |
|
|