8. August 2010, 11:38 PM | #1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
İnsan Suresi
98 (76). İnsan Suresi
MEDENÎ, 31 ÂYET GİRİŞ Adını 1. âyette geçen الإنسان [el-insân] ve دهر [dehr] sözcüklerinden alan ve bu iki isimle de anılan sûrenin, Medîne'de 98. sırada indiği kabul edilir. Üslubu Mekkî olduğu için bilginlerin bazıları[1] sûreyi Mekkî saymış; bazıları ise 8. ve 10. âyetleri dışındakileri Mekkî saymış; diğer bir bazıları ise 24. âyet hariç Medenî saymışlardır.[2] Bizce sûre Medenî'dir. Üslubunun Mekkî oluşunun nedeni, Ra‘d ve Rahmân sûreleri gibi bu sûrenin de muhatabının Mekkeli müşrikler olmasıdır. Sûrede insanın, insan olma aşaması; ilâhî eğitime alınışından evvelki hâli ve sonraki durumu konu edilmekte, kâfirlere sert uyarılar yöneltilmekte ve mü’minler övülmektedir. Ayrıca mü’min ve kâfirlere âhirette karşılaşacakları âkıbet hatırlatılmaktadır. https://youtu.be/HtbYZ6HCk-Q HakkıYılmaz Kuran ve İslam 470. Bölüm İnsan/Dehr ve Talak Suresi RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1. İnsan üzerine, henüz kendisi anılabilecek bir şey değilken, dehrden bir süre geçti mi? 2-3. Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu yıpratacağız [yükümlülükler vereceğiz]. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık [iyiyi-kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik]. Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör. 4. Şüphesiz Biz, kâfirler için zincirler, tasmalar ve alevli bir ateş hazırladık. 5-22. Şüphesiz, ebrâr [iyiler, yardımseverler], kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki, ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah yüzü [Allah rızası] için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen, yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah'ın kulları içerler. Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, sabretmelerine karşılık onlara cennet'i ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve onun [bahçenin] gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve alçaltıldıkça alçaltılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir. Ve orada onlar, karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, Orada, selsebil denilen bir pınardan... Ve aralarında süreklileştirilmiş [büyümez, yaşlanmaz] çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir krallık [mülk ve yönetim] göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rabb'leri, onlara tertemiz bir içecek içirecek. Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da meşkûrdur [karşılık ödenecek niteliktedir]. 23. Şüphesiz Biz, evet Biz, Kur’ân'ı sana indirdikçe indirdik. 24-26. O hâlde Rabbinin hükmü için sabret. Onlardan günahkâra yahut hatta çok nanköre itaat etme ve sabah-akşam [daima/her zaman] Rabbinin ismini an. Gecenin bir bölümünde de O'na secde et. Ve O'nu uzun gecede tesbih et. 27. Onlar [“Sen elçi değilsin” diyenler], aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] seviyorlar ve ağır bir günü arkalarına atıyorlar. 28. Biz, onları Biz yarattık. Bedenlerini Biz sağlam yaptık. Dilediğimizde de benzerleriyle değiştirdikçe değiştiririz. 29. Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol edinir. 30-31. Ve siz, Allah dilemedikçe dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır, dilediğini rahmetine sokar. Zâlimlere de, acıklı bir azap hazırlamıştır. TAHLİL: 1. İnsan üzerine, henüz kendisi anılabilecek bir şey değilken, dehrden bir süre geçti mi? 2-3. Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu yıpratacağız [yükümlülükler vereceğiz]. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık [iyiyi-kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik]. Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör. Âyet, soru cümlesi ile başlamıştır. Âyetin başındaki soru edatı هل[hel], birçok bilgin tarafından قد[qad] anlamında değerlendirilmiştir. Oysa bu kurala aykırıdır. Zira قد/qad, kesinlik ifade eden bir edat, هل[hel] ise soru edatıdır. Ama sorunun cevabı, “evet, geçti!” şeklinde olmak zorunda olduğundan, âyetin manası “evet, kesinlikle dehr geçmiştir” şeklinde olacaktır. Bu âyetler, Rahmân sûresi'ndeki, Rahmân, Kur’ân'ı öğretti, insanı yarattı, ona beyânı öğretti âyetlerini açmaktadır. İnsan önce hiçbir şey değildi; değer verilecek bir özelliği yoktu, açıkça sıradan bir hayvandı. Sonrada ilâhî lütfa mazhar kılınarak kendisine temyiz kabiliyeti; iyiyi, güzeli, çirkini, zararı, yararı ayırt etme imkânı verildi. Buradaki “çok iyi işitici, çok iyi görücü olmak”, insanın ayırt etme, gidilecek yolu seçme yetisinden kinayedir. Bunun örneği Meryem sûresi'nde görülebilir: Bir zaman o, babasına, “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibâdet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytâna kulluk etme. Şüphesiz şeytân Rahmân'a âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân'dan bir azap dokunur da şeytân için bir velî [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. (Meryem/42-45) Allah insana temyiz yetisini verdikten sonra elçi gönderip kitap indirerek doğruyu da göstermiş ve kişiyi özgür iradesiyle başbaşa bırakmıştır: Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör: Oysa Rabbin dileseydi elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inananlar olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın? (Yûnus/99) Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zâlimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29) Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol edinir. (İnsan/29) 4. Şüphesiz Biz, kâfirler için zincirler, tasmalar ve alevli bir ateş hazırladık. 3. âyette Allah'ın, doğru yolu gösterdikten sonra herkesi serbest bıraktığı beyân edilmişti. Bu âyette ise, yanlışı tercih ve nankörlük edenlerin zincirli ve tasmalı olarak alevli bir ateşe atılmak sûretiyle cezalandırılacağı uyarısı yapılmıştır. Onu yakalayın sonra da bağlayın. Sonra cehenneme yaslayın onu. Sonra da onu yetmiş arşın zincir içerisinde oraya [cehenneme] sokun! Şüphesiz o, büyük Allah'a inanmıyordu. Miskinin yiyeceği üzerine teşvik de etmiyordu. Bu sebeple bugün burada onun için hiçbir sıcak dost yoktur. Sadece hata edenlerin yiyeceği olan bir irinden başka yiyecek de yok. (Hakka/30-37) Allah'ın âyetleri üzerinde tartışanları görmedin mi? Nasıl da döndürülüyorlar? Kitabı ve elçilerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette ileride, boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülüp, sonra ateşte yakılırlarken bileceklerdir. Sonra onlara, “Allah'ın astlarından ortaklar koştuğunuz şeyler nerededir?” denir. Onlar, “Bizden kaybolup gittiler; aslında; biz zaten önceleri hiç bir şeye yakarmıyorduk” derler. İşte Allah inkârcıları böyle saptırır: “İşte bu, yeryüzünde hakksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Orada sürekli kalmak üzere cehennem kapılarına girin!” –İşte, büyüklenenlerin durağı ne de kötüdür!– (Mü’min/69-76) 5-22. Şüphesiz, ebrâr [iyiler, yardımseverler], kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki, ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah yüzü [Allah rızası] için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen, yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah'ın kulları içerler. Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve onun [bahçenin] gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve alçaltıldıkça alçaltılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir. Ve orada onlar, karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, Orada, selsebil denilen bir pınardan... Ve aralarında süreklileştirilmiş [büyümez, yaşlanmaz] çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir krallık [mülk ve yönetim] göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rabb'leri, onlara tertemiz bir içecek içirecek. Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da meşkûrdur [karşılık ödenecek niteliktedir]. Bu âyetlerde de tercihini hakktan yana yapan mü’minlerin âkıbetine dair bilgi verilmekte ve onlar ebrâr olarak nitelenmektedir. Ebrâr niteliği de şöyle açıklanmaktadır: Verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah yüzü [Allah rızası] için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen, yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah'ın kulları. Ebrâr hakkında daha önce şu açıklamayı yapmıştık: Takvâ'nın anlamdaşı durumunda olan birr sözcüğü, “her türlü hayır ve iyilik işlerinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik” demektir. Sözcük, her türlü iyiliği, ihsanı ve hayırlı davranışı kapsamaktadır. Ebrâr da, “kişilikleri bu iyiliklerle özdeşleşmiş kimseler”dir. Birr, Kur’ân'da şöyle tanımlanmıştır: Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr [iyi olan kimseler], Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, sâdık olanlardır. Ve işte onlar, takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177) el-Berr sıfatı, hem Allah için hem de itaatkâr kullar için kullanılır. Allah için kullanıldığında anlamı, “kullarına karşı şefkati, ihsanı geniş ve yaygın olan” demektir. Kullar için kullanıldığında ise; “itaati yaygın, çok itaatkâr, sâdık [sözünde duran]” anlamına gelir. Sözcük bu anlamıyla Kur’ân'da Îsâ ve Yahyâ peygamberler için kullanılmıştır. Sosyal hayatın kurulması ve sağlıklı işlemesi açısından çok önemli olan ve âdeta insanlar arasındaki kaynaşmanın harcı olan “birr”, takvâ sahibi mü’minlerin olmazsa olmaz bir özelliğidir. Bu özelliğe bizzat “takvâ” denmese de, “takvâlı olma hâli” denebilir. İşte bu nitelikteki kullar, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan, kâfur katılmış bir tastan içecekler. Allah onları, o günün kötülüğünden koruyacak; onlara aydınlık ve sevinç rastlatacak, sabretmelerine karşılık onlara cennet ve ipekler verilecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve onun [bahçenin] gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve alçaltıldıkça alçaltılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir. Ve orada onlar, karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, Orada, selsebil denilen bir pınardan... Ve aralarında, saçılmış birer inci sanılan süreklileştirilmiş [büyümez, yaşlanmaz] çocuklar dolaştırılacak. Orası mutluluk ve büyük bir krallık [mülk ve yönetim] görünümündedir; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenecekler; Rabb'leri, onlara çalışmalarının karşılığı olarak tertemiz bir içecek içirecek. Çünkü onlar bunu hakk etmişlerdir. Burada cennet ehli, “ipekler, yeşil ipekler, parlak atlas kumaşlar giyen, tahtlara kurulan, gümüş ve kristal kâselerden içen, gümüş bilezikler takan kimseler olarak nitelenmiştir. Bu, eski kralların niteliği olup mü’minlerin âhirette krallar gibi ağırlanacağı müjdesi verilmektedir. Bu müjdeler başka âyetlerde de verilmişti: Şüphesiz İman eden ve sâlihâtı işleyenler; şüphe yok ki Biz, işi güzel yapanların karşılığını zayi etmeyiz. İşte onlar, altlarından ırmaklar akan adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar orada koltuklarına yaslanmış olarak altından bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyecekler. O ne güzel karşılıktır! Ve ne güzel kalma yeri! (Kehf/30-31) Şu ikisi, Rabb'leri hakkında tartışmaya girmiş iki hasımdır. Artık küfretmiş kimseler; kendileri için ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir. Ve onlar için demirden topuzlar vardır. Gamdan dolayı, oradan ne zaman çıkmak isteseler, oraya geri çevrilirler. Ve “Yakıcı azabı tadın!” Şüphesiz Allah iman eden ve sâlihâtı işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere girdirecek. Onlar orada altından bilezikler ve inciler ile süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir. Onlar, sözden, güzel-hoş olana kılavuzlanmışlardır da. Hem de Hamîd'in [övülmeye layık olan Allah'ın] yoluna kılavuzlanmışlardır. (Hacc/19-24) Bu müjdeler karşısında dünyada ipek giyme, altın ve gümüş takı takmanın durumu akla gelmektedir. Bu meseleyle ilgili A‘râf sûresi'nde yaptığımız açıklamayı naklediyoruz: Bu noktada akla hemen altının ve ipeğin erkeklere haram kılınması gelmektedir. Oysa bu iki nesnenin erkeklere haram olduğuna dair Kur’ân'da herhangi bir hüküm yoktur. Dolayısıyla kendi kendilerine birtakım haramlar koyanlar Rabbimizin, Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?! sözlerinin birebir muhatabı olmaktadırlar. Ancak bu konuda dikkat edilmesi gereken asıl şey, sadece altın ve ipek ile sınırlı olmamak kaydıyla, Allah'ın kulları için çıkardığı bütün nimetlerin gurur ve kibre âlet edilmemesi veya başkalarının kıskanmalarına yol açacak şekilde kullanılmamasıdır. Çünkü nitelikleri ne olursa olsun, nimetlerin bu amaçlarla kullanılması, ilâhî ilkeler bakımından çirkin bir davranıştır. Meselâ, yaşadığı ortamdaki insanların standartlarının çok üstünde ve pek çoğunun mevcut imkânlarıyla asla sahip olamayacakları özellikte bir araba almak veya bir ev yaptırmak bize göre böyle davranışlardandır. 23. Şüphesiz Biz; evet, Biz, Kur’ân'ı sana indirdikçe indirdik. 24-26. O hâlde Rabbinin hükmü için sabret. Onlardan günahkâra yahut hatta çok nanköre itaat etme ve sabah-akşam [daima/her zaman] Rabbinin ismini an. Gecenin bir bölümünde de O'na secde et. Ve O'nu uzun gecede tesbih et. Allah'ın topluma müdahalesi, insanı yaratıp serbest bırakması, insanların özgürce tercihlerine göre karşılıklandırılacağı açıklandıktan sonra bu paragrafta Elçi muhatap alınıp, Şüphesiz Biz; evet, Biz, Kur’ân'ı sana indirdikçe indirdik. O hâlde Rabbinin hükmü için sabret. Onlardan günahkâra yahut hatta çok nanköre itaat etme ve sabah-akşam [daima/her zaman] Rabbinin ismini an. Gecenin bir bölümünde de O'na secde et. Ve O'nu uzun gecede tesbih et direktifi verilmiştir. Buna göre Rasûlullah, kâfir ve günahkârlara aldırış etmeden, onlara eğilim göstermeden ve onların yoldan çıkarıcı telkinlerine kulak vermeden görevini sürdürmelidir. Paragraftan da anlaşılacağı üzere Mekkeli müşrikler, Medîneli Yahûdiler ve münâfıklar, Rasûlullah'ın davetini engelleyebilmek için var güçleriyle mücâdele ediyorlardı. Bu duruma ilk sûrelerde de işaret edilmişti: Ve sen sana vahyolunan şeye uy! Ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. Ve O [Allah], hüküm verenlerin en hayırlısıdır. (Yûnus/109) Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Kendi izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi yaptık]. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak. Ve sen Allah' tevekkül et. Vekil olarak da Allah yeter. (Ahzâb/45-48) O hâlde o yalanlayıcılara itaat etme! Arzu ettiler ki, sen onlara yağ çeksen/yaltaklanıversen onlar da sana yağ çekeceklerdi/yaltaklanacaklardı. İtaat etme şunların hiç birine; çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz, koğuculuk için gezip duran, hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış, kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı, asalak, mal ve oğulları var diye... (Kalem/8-14) Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. (Kalem/48) Ey iman eden kişiler! Allah'ı ‘çok çok anmak’ olmak üzere anın. Ve O'nu sabah-akşam [her zaman] tesbih edin [arındırın]. (Ahzâb/41-42) 27. Onlar [“Sen elçi değilsin” diyenler], aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] seviyorlar ve ağır bir günü arkalarına atıyorlar. 28. Biz, onları Biz yarattık. Bedenlerini Biz sağlam yaptık. Dilediğimizde de benzerleriyle değiştirdikçe değiştiririz. Bu âyetlerde müşriklerin zihinsel takıntıları anlatılıp kınanıyor: Onlar [“Sen elçi değilsin” diyenler], aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] seviyorlar ve ağır bir günü arkalarına atıyorlar. Âyetlerde konu edilen kâfir ve günahkârlar, dünyayı ve dünyanın geçici değerlerini seviyorlar: Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor. (Kıyâmet/5) Sonra da bu kesim, Biz, onları Biz yarattık. Bedenlerini Biz sağlam yaptık. Dilediğimizde de benzerleriyle değiştirdikçe değiştiririz denilerek tehditle uyarılmaktadır. Müşriklerin bu tavrı ve onlara yapılan tehditkâr uyarı birçok sûrede yer almıştı. Âyette geçen ağır gün ile, “kıyâmet günü” kastedilmiştir: Sana, Sâ‘at'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A‘râf/187) Ölümü aranızda Biz takdir ettik Biz. Ve Biz, sizi benzerlerinizle değiştirmemiz ve sizi bilmediğiniz bir şeyde inşa etmemiz üzerine, önüne geçilenler değiliz. Ve andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Peki, düşünüp öğüt almanız gerekmez mi? (Vâkıa/60-62) Eğer O [Allah], dilerse sizi giderir ey insanlar ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç yetirendir. (Nisâ/133) Eğer O dilerse sizi giderir [yok eder] ve yepyeni bir yaratmayı/halkı getirir. Bu, Allah'a hiç güç de değildir. (Fâtır/16-17) İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılan kimselersiniz. Öyleyken sizden kimileri cimrilik ediyor. Ve kim cimrilik ederse, artık kendi benliğinden cimrilik ediyordur. Ve Allah zengindir, siz ise fakirlersiniz. Eğer siz yüz çevirirseniz O [Allah], yerinize sizden başka bir toplum getirir. Sonra onlar, sizin benzerleriniz olmazlar. (Muhammed/38) 29. Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol edinir. 30-31. Ve siz, Allah dilemedikçe dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır, dilediğini rahmetine sokar. Zâlimlere de, acıklı bir azap hazırlamıştır. Bu paragrafta, Rahmân sûresi'nden bu yana yapılan beyânnamelerin bir öğüt olduğu ve insanların zorla inanmaya sevk edilmediği bildirilmektedir: Ve eğer Allah dileseydi kesinlikle onları bir tek ümmet kılardı. Fakat O, dileyeni rahmetinin içine girdirir. Zâlimler de, kendileri için bir velî ve bir yardımcı olmayanlardır. (Şûrâ/8) Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zâlimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29) Dinde zorlama/tiksindirme yoktur; rüşd ğaydan [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/256) O [Nûh] dedi ki: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana Kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! –Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”– (Hûd/28) De ki: “Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah'a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O'nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını] kayba uğratanlardır.” –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Bana takvâlı davranın.– (Zümer/14-16) Oysa Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inananlar olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın? (Yûnus/99) Yolun doğrusu yalnızca Allah üzerinedir [Allah'a borçtur]. Onun [yol'un] eğrisi de vardır. Ve eğer O [Allah] dileseydi, size topluca hidâyet ederdi. (Nahl/9) Kim doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe azap ediciler olmadık. (İsrâ/15) Ve eğer Biz dileseydik her nefse [kişiye] hidâyetini verirdik. Velâkin Benden, “Bütün insanlar ve cinnlerden [herkesten] cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hakk olmuştur. (Secde/13) Ve ayrıca Teğâbün/2; Kâfirûn/6; Fussilet/40; Mâide/48; Nahl/36, 93; Yûnus/108; Şûrâ/20; Hûd/15; İsrâ/18; En‘âm/35; Ra‘d/31 ve Şu‘arâ/3-4 âyetlerine de bakılabilir. Allah doğrusunu en iyi bilendir. [1] Zemahşerî, Râzî, Kadı Beydavî, Allame Nîsaburî, İbn Kesîr [2] Suyûtî, el-İtqân. |
Bookmarks |
Etiketler |
suresi, İnsan |
|
|