hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 110.Cuma Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 9. August 2010, 12:02 AM   #1
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart Cuma Suresi

110 (62). Cuma Suresi


https://youtu.be/6-MFYZzCyOE Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 482. Bölüm. Cuma Suresi 1. Bölüm.
MEDENÎ, 11 ÂYET

GİRİŞ

Adını 9. âyetteki الجمعة[el-cumu‘a] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 110. sırada indiği kabul edilir. Âyetlerde gönderme yapılan konulara göre ilk 8 âyetin, hicrî 7. yılda ve muhtemelen Hayber fethinde yahut biraz sonra nâzil olduğu, son 3 âyetin de hicretten kısa bir zaman sonra nâzil olduğu söylenebilir.

Bu sûre ilk önce Allah'ın sübhân oluşu; evrendeki her varlığın, Allah'ın eksikliklerden münezzeh olduğunu bildirdiklerinin beyânıyla başlamakta, ardından peygamberlerin sonuncusu Muhammed'in peygamber olarak gönderilişi, Yahûdilerin tutarsızlıkları ve aşağılık konumları açıklanmakta, sonra da hakk dinin olmazsa olmazı olan salât ve salâtın ikâmesi konu edilmektedir.


RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

MEAL:

1. Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, melik, kuddûs, azîz ve hakîm Allah'ı tesbih ederler.

2-3. O, Ümmiler [Anakentliler] içinde, kendilerinden olan ve onlara [Anakentlilere] ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, azîz'dir, hakîm'dir.

4. Bu [elçi gönderimi], Allah'ın, dilediği kişiye verdiği lütfudur. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir.

5. Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun misali ne kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.

6. De ki: “Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin.”

7. Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler yüzünden, onu [ölümü] asla istemezler. Ve Allah, zâlimleri çok iyi bilendir.

8. De ki: “Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka size kavuşacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz şeyleri haber verecektir.”

9. Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır.

10. Sonra da salât gerçekleştirildiğinde hemen yeryüzünde dağılın ve Allah'ın lütfundan arayın. Ve felâh bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız] için Allah'ı çok anın.

11. Ve onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

TAHLİL:

1. Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, melik, kuddûs, azîz ve hakîm Allah'ı tesbih ederler.

2-3. O, Ümmiler [Anakentliler] içinde, kendilerinden olan ve onlara [Anakentlilere] ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, azîz'dir, hakîm'dir.

4. Bu [elçi gönderimi], Allah'ın, dilediği kişiye verdiği lütfudur. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir.

Sûrenin girişini oluşturan, Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, melik, kuddûs, azîz ve hakîm Allah'ı tesbih ederler. O, Ümmiler [Anakentliler] içinde, kendilerinden olan ve onlara [Anakentlilere] ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, azîz'dir, hakîm’dir. Bu [elçi gönderimi], Allah'ın, dilediği kişiye verdiği lütfudur. Ve Allah, büyük lütuf sahibidir paragrafıyla, Allah Kendisini ve Elçisi'ni tanıtmaktadır.

Buradaki Ümmiler, ifadesi “Anakentliler” demek olup bununla “Mekkeliler” kastedilmektedir. Mekke'ye, “el-Ümm” (aslı, ümmü'l-kura'dır) denilmesiyle ilgili detaylı açıklama yapmıştık.[1]

Âyetteki, Ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına ifadesiyle de, Rasûlullah'tan sonraki insanlar kastedilmektedir. Çünkü Rasûlullah'ın elçiliği, muayyen bir zaman, mekan/coğrafya ve insanlarla sınırlı olmayıp evrenseldir:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.” (A‘râf/157-158)

De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah'la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” (En‘âm/19)

Biz seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/rahmet için gönderdik. (Enbiyâ/107)

Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı [ayırıcı'yı] indiren ne cömerttir [ne bol nimet verendir]! (Furkân/1)

Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. (Sebe/28)

4. âyette ise, elçiliğin Allah'ın bir lütfu olduğu, kimsenin kendini veya bir başkasını elçi tayin etmesinin mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Bunun bir benzeri daha evvel de geçmişti:

Yine onlar, “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/31-32)

5. Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun misali ne kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.

6. De ki: “Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin.”

7. Oysa onlar, ellerinin önden gönderdiği şeyler yüzünden, onu [ölümü] asla istemezler. Ve Allah, zâlimleri çok iyi bilendir.

8. De ki: “Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka size kavuşacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz şeyleri haber verecektir.”

Bu âyetlerde, elçi göndermenin Allah'ın bir lütfu olduğu vurgulanarak, bu hususta hevâları doğrultusunda beklentiye giren Yahûdiler kınanmaktadırlar: Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun misali ne kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.

Âyetlerden anlaşılacağı üzere Allah Yahûdilere Tevrât'ı indirmiş ve onun içindeki ilkeleri uygulamalarını emretmiş; onlar ise Tevrât'ı uygulamamış; böylece de, içinde ne olduğunu bilmeden kitap taşıyan eşek konumuna düşmüşlerdir.

Bundan sonra da kendilerine, Ey Yahûdileşmiş kimseler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin Allah'ın velîleri olduğuna inanıyorsanız, eğer doğru kimseler iseniz hemen ölümü isteyin diye meydan okunmuş, onların, ellerinin önden gönderdiği şeyler yüzünden ölümü asla istemeyecekleri beyân edilmiştir. Sonra yine onlar, Şüphesiz sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka size kavuşacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduğunuz şeyleri haber verecektir diye uyarılmıştır.

Yahûdilerin mesnetsiz iddiaları değişik sûrelerde zikredilmiştir:

Bir de onlar [inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler], “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.” (Bakara/111)

Ve onlar dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır.” De ki: “Allah'tan bir ahit [garanti] mi aldınız? Allah, ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Bakara/80)

Bu, onların, “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demeleri nedeniyledir. Onların uydurmuş oldukları şeyler de, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye hakksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır? (Âl-i İmrân/24-25)

Ve Yahûdiler, Hristiyanlar, “Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah] size azap ediyor?” Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. (Mâide/18)

Onların durumu, eşeklerin durumundan daha kötüdür. Zira, eşeğin akletme ve tefekkür etme gücü yoktur. Bunlara ise Allah akıl, fikir, zeka ve anlayış lütfetmiş, fakat onlar bu nimetleri kullanmamışlardır:

Ve andolsun ki, cinnden ve insten [tanıdığınız-tanımadığınız] bir çoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gâfillerin [duyarsızların] ta kendileridir. (A‘râf/179)

Bu âyetlerdeki Yahûdi karakteri, Bakara sûresi'nde deşifre edilmiş ve Rasûlullah'ın bu kitlenin gerçek yüzünü tanıması sağlanmıştı:

Ve hani Biz, sizin mîsâkınızı almıştık: Kanlarınızı dökmeyeceksiniz, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız. Sonra siz tanıklık ederek ikrar verdiniz. Sonra siz, işte o kimselersiniz; nefislerinizi öldürüyorsunuz ve sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhinde günah ve düşmanlıkta yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olarak gelirlerse de onlar için fidyeleşirsiniz. Hâlbuki o, onların çıkarılmaları size harâmlaştırılmıştır. Peki, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık, dünya hayatında bir rüsvaylıktan başka nedir? Kıyâmet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gâfil [duyarsız] değildir. İşte onlar, âhiret karşılığında basit yaşamı satın almış kimselerdir. Artık bunlardan azap hafifletilmez, onlar yardım da olunmazlar. Ve andolsun ki, Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. Ve o'ndan sonra birbiri ardı sıra elçiler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ'ya da açık açık deliller verdik ve kendisini Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Peki siz, bir elçinin size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği her seferinde büyüklük tasladınız mı?! Sonra da bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz. Ve onlar, “Bizim kalplerimiz kılıflıdır [örtülüdür]” dediler. Aksine; Allah, inkârlarından dolayı onları lânetlemiştir. Bundan dolayı pek azı iman eder! Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın lâneti kâfirler üzerinedir. Onların, kendilerini karşılığında sattıkları şey, Allah'ın kullarından dilediğine Kendi lütfundan indirmesini kıskanarak, Allah'ın indirdiği şeyleri inkâr etmeleri ne çirkindir! İşte bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. Küçültücü azap da yalnızca kâfirler içindir. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar, “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve onlar, o [Allah'ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki: “Peki eğer mü’minler idiyseniz, niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?” Ve andolsun ki Mûsâ size açık-seçik kanıtlarla gelmişti. Sonra siz, zâlimler olarak arkasından buzağıyı [altının ilâhlığını] edindiniz. Ve hani sizden mîsâk almış ve Tûr'u üstünüze yükseltmiştik: “Size verdiğimizi [Kitab'ı] kuvvetlice alın ve dinleyin.” Demişlerdi ki: “Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.” Ve inkârları yüzünden buzağı [altının ilâhlığı] kalplerine içirilmişti. De ki: “Eğer inananlar iseniz, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!” De ki: “Allah yanında ‘son yurt’ başkalarının değil de yalnızca sizin için ise, eğer doğrulardan iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz.” Hâlbuki elleriyle işledikleri yüzünden onu ebediyyen temenni etmezler. Allah ise o zâlimleri çok iyi bilendir. Ve sen kesinlikle onları insanların yaşamaya en hırslısı; şirk koşmuş olan kimselerden de daha hırslı bulacaksın. Onların her biri bin sene ömürlendirilmeyi arzular, oysa ömürlenmek kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah, onların yapmakta oldukları şeyleri çok iyi görücüdür. De ki: “Kim cibrîl'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz Allah onu [cibrîl'i], Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakiler doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, cibrîl'e, mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara düşmandır.” Ve andolsun ki, Biz sana açık açık âyetler indirdik. Bunları da fâsıklardan başkası inkâr etmez. Onlar [fâsıklar], ne zaman bir ahd üzerine antlaşma yapsalar, onlardan bir grup onu atıvermedi mi? Aslında onların çoğu iman etmiyorlar. Ve ne zaman Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir elçi geldi, daha önce kendilerine kitap verilen kimselerden bir grup, sanki bilmezlermiş gibi Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar. (Bakara/84-101)

Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle geri çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî'dir [çok güçlüdür], azîz'dir [mutlak üstün olandır]. (Ahzâb/25)

İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler, siz kitabın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman “İnandık” derler, başbaşa kaldıkları zaman da size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: “Kininizle ölün [geberin]!” Şüphesiz ki Allah göğüslerin özünü [gönülleri] en iyi bilendir. (Âl-i İmrân/119)

Bu gerçekler karşısında dayatanlara çeşitli âyetlerde meydan okunmuştur:

Sana bilgiden geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışırsa hemen, “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalancılar üzerine kılalım” de. (Âl-i İmrân/61)

De ki: “Kim sapıklık içinde olursa, Rahmân ona uzattıkça uzatır [mühlet verir].” Nihâyet kendilerine vaat edileni; amma azabı, amma Sâ‘at'i [kıyâmetin kopuşunu] gördükleri vakit, artık onlar kimin makamca-mevkice daha şerli ve askerce [destekçe, kuvvetçe] daha zayıf olduğunu bilecektir. (Meryem/75)

Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar’ bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu, Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz olayazıyorlar? (Nisâ/77-78)

9. Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır.

10. Sonra da salât gerçekleştirildiğinde hemen yeryüzünde dağılın ve Allah'ın lütfundan arayın. Ve felâh bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız] için Allah'ı çok anın.

Bu âyetlerde Müslümanlara, varlıklarını sürdürmenin yolu gösterilmektedir: Mü’minler, kendilerine bir toplantı günü belirlemeli; “toplantı günü” salât için seslenildiği zaman, da hemen Allah'ın anılmasına koşmalı, alış-verişi bırakmalıdırlar. Bu, mü’minler için en yararlı şeydir.

Burada alış-veriş ile, “tüm işler” kastedilmiştir. Alış-verişin zikredilmesi, insanların alış-verişi en önemli iş saymalarındandır.

Salât, ilâhî dinlerin olmazsa olmazıdır. İlk peygamberden son Peygamber'e kadar bütün peygamberler salâtı tebliğ etmiştir. O nedenle salâtın asla ihmal edilmemesi gerekir:

Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. (Nûr/36-38)

Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir. (Münâfıkûn/9)

Buradaki salât, –daha evvel de açıkladığımız gibi– “namaz” değildir. Salât ile ilgili Ankebût sûresi'nin sonunda yaptığımız açıklamanın Cum‘a bölümünü aktarıyoruz:

EN HAYIRLI SALÂT

[ES-SALÂTU'L-VUSTÂ]:

CUM‘A

Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun] ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın [işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin]. Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin [salâtlarınızı yine her zamanki gibi huşû ile ikâme edin]. (Bakara/238-239)

Bu âyette geçen الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ] ifadesi, Müslümanlar arasında çok tartışılmasına rağmen bugüne kadar net bir şekilde açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin, “orta namaz” olarak anlaşılmasında bir mutabakat olmasına karşılık, “orta namaz” ile hangi namazın kastedildiği hususunda 40 civarında rivâyet ve 19 farklı görüş ortaya çıkmıştır. الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ], kimine göre “sabah namazı”, kimine göre “öğle namazı”, kimine göre de “ikindi namazı”dır. Sonuç olarak, es-salâtu'l-vustâ hususunda, ne salât'ı “namaz” olarak değerlendiren klâsik anlayışla, ne de sorgulayıcı zihniyetin mantıkî yaklaşımlarıyla, herkesin kabul edebileceği bir sonuca ve gerçeğe ulaşılamamıştır.

Biz de, derin bir araştırma yapmadığımız bu konuda, mevcut görüşlerden en sağlamını doğru olarak kabul etmek durumunda kalmıştık. Ancak, Kur’ân ve dil yönünden yaptığımız çalışmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu ve ulaştığımız sonucu burada paylaşıyoruz.

Şunu hemen belirtelim ki biz, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların salâtu'l-vustâ'nın ne olduğunu gâyet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü salâtu'l-vustâ hakkında Peygamberimiz ve sahabe döneminde ne Peygamberimize bir soru yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir.

Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki hususun göz önüne alınması gerekir:

1) Âyetteki الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ], muarref [belirtili] bir sıfat tamlamasıdır. Bir başka ifade ile sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz] değildir. Yani, muarref bir ifade olan salâtu'l-vustâ, özel isim konumunda olup herkesin bildiği bir salâttır.

2) Âyetteki, Salâtları ve salâtu'l-vustâ'yı koruyun ifadesinde, iki mef‘ul [tümleç; belirtili nesne] bulunduğundan, salâtu'l-vustâ'nın, bildiğimiz salâtlardan başka bir salât olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden, salâtu'l-vustâ'yı, günlük salâtlardan biri olarak kabul etmek bir hatadır.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 9. August 2010, 12:02 AM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

SALÂTU'L-VUSTÂ NEDİR?

Bir konuyu doğru anlamak için gerekli olan ilk şartın, söz konusu konu ve ibarenin orijinal dilini iyi bilmek olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla meseleyi çözmek için yapılacak ilk iş; الوسطى [el-vustâ] sözcüğünün Arap dilindeki doğru anlamını bulmaktır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak da meseleyi çözmek için yetmemekte, ayrıca sözcüğün Kur’ân'da da bu anlamda kullandığını, yine Kur’ân ile teyit etmek gerekmektedir.

Öyleyse tahlile, الوسطى [el-vustâ] sözcüğünün türediği وسط [v-s-t] sözcüğünden başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu'l-Arab ve Tâcu'l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir:

وسط [v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.

Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” anlamına gelir. (Biz bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) “İpi ortasından kavradım”, “Oku ortasından kırdım” şeklinde kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir. At veya devesine binecek bedevî için at veya devesinin en hayırlı yeri, at ve devenin boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine, devesi için kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ, cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle وسط [vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına genelleşmiştir. Araplar, O, kavminin evsatındadır dediklerinde, “O, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, Şu vesît kişiye bir bakın dediklerinde, “Şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.

Ve Rabbimizin, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık (Bakara/143) ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık” demektir.

Bakara/238'de yer alan, es-salâtu'l-vustâ ile ilgili 40 civarında rivâyet olup bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunlardan en kuvvetli görüş,salât-ı vustâ'nın “ikindi salâtı”, “sabah salâtı” ve “Cum‘a salâtı” olduğu görüşleridir.

Ebû'l-Hasen, “es-Salâtu'l-vustâ, ‘Cum‘a salâtı’dır. Salâtların en hayırlısı Cum‘a salâtıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder” demiştir.

Ayrca İbn Side, el-Muhkem kitabında yer aldığına göre, “Kim salât-ı vustâ Cum‘a'dan başka bir şey derse hata eder” demiştir.[2]

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre “orta” demek olan vesat sözcüğü, Araplar arasında; “hayırlı, yararlı” anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, وسط [v-s-t] sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan الوسطى [el-vustâ] ile müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, “en hayırlı, en yararlı” anlamına gelmektedir; aynı, ekber ve kübrâ; hasen ve hüsnâ sözcüklerinde olduğu gibi.

الوسطى [el-vustâ] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (Kalem/28 ve Mâide/89) olmak üzere Kur’ân'da 5 yerde geçmektedir:

Evsatları [en hayırlı, en şerefli olanları], “Ben size, ‘Tesbîh etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?” dedi. (Kalem/28)

Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin evsatından [en hayırlısından, en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredesiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)

Sonra bir topluluğun فوسطن [fevesatne/orta yerine: en değerli, en hayırlı yerine] kadar dalanlara… (Âdiyât/5)

Sözcük Kur’ân'da, Bakara/143 ve Bakara/238'de de geçmektedir.

Vusta sözcüğünün, “en değerli, en yararlı” demek olduğu, Kur’ân âyetleri ile de tesbit ve tescil edildiğine göre, artık Bakara/238'de geçen, الوسطى [el-vustâ] ile الصلوة [es-salât] sözcüğünün birleşmesinden meydana gelen الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l-vustâ] tamlamasını, “en yararlı, en hayırlı salât” olarak anlamak gerekir.

KUR’ÂN, “EN YARARLI,

EN HAYIRLI SALÂT”I

BİLDİRMİŞTİR

Kur’ân'da belirgin olarak zikredilmiş bir ifade anlaşılamayacak olsaydı, bu, Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir– mü’minler için de bir eksiklik teşkil ederdi. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve sahabe tarafından anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kaosta anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre, salâtu'l-vustâ [en hayırlı salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi'nde buna gönderme yapılmıştır:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz işte bu sizin için en hayırlıdır. (Cum‘a/9)

Bu âyetle, Bakara/238'de الصّلوة الوسطى [es-salâtu'l/vustâ] olarak zikredilen salât'ın, “Cum‘a salâtı/toplantı günü yapılan salât” olduğu belirginleşmiştir.

İşte, es-salâtu'l-vustâ ifadesinin Kur’ân'a göre anlamı budur.

Kur’ân'daki bu delilden sonra, artık salâtu'l-vustâ'nın hangi salât olduğuna dair başka delil ve rivâyet aramak beyhudedir!

CUM‘A [YEREL GÜNDEM TOPLANTISI,

KONGRE, KONFERANS, MİTİNG]

Cum‘a sözcüğü, “toplanma” anlamındaki ج م ع [c-m-‘a] kökünden gelir. Dilbilimcilerden A‘meş الجمْعة [cum‘a], Âsım ve Hicazlı dil bilimciler الجُمُعة [cumu‘a] diye okurlar. Cum‘a diye okumak Ukayloğulları lehçesine göredir.

يوم الجمعة [YEVMU'L-CUM‘A]

Yevm [gün] ve cem‘ [toplanma] sözcüklerinden oluşan yevmu'l-cum‘a tamlaması, “toplanma günü, toplantı günü” demektir. Arapların haftanın günlerinden “el-Arube” dedikleri gün, sonradan يوم الجمعة [yevmu'l-cumu‘a/toplantı günü] olarak değiştirilmiştir.

“Arube” adını, “Cumu‘a”ya dönüştüren kişinin kimliği hakkında bir netlik yoktur. Bazıları bunu, Dâru'n-Nedve'de toplantı için Kureyş'in, bazıları da Rasûlullah'ın atalarından Ka‘b b. Lüey'in değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir. Doğruya en yakın olanı ise bunun Medîne'de Müslümanlar tarafından değiştirildiğidir.

Klâsik kaynaklarda olay şöyle yer alır:

İbn Sîrîn şöyle dedi:

— Medîneliler Peygamber (s.a) Medîne'ye gelmeden ve cum‘a (farzı) inmeden önce cum‘a için toplandılar. Bugüne cum‘a adını verenler de onlardır. Şöyle ki: Onlar dediler ki: “Yahûdilerin yedi günde bir biraraya gelip toplandıkları bir günleri vardır: Cum‘artesi günü; Hristiyanların da böyle bir günleri vardır: Pazar günü. Gelin biz de kendimiz için bir araya gelip toplanacağımız, Allah'ı anıp namaz kılacağımız ve birtakım hatırlatmalarda bulunacağımız bir gün kararlaştıralım”, ya da buna benzer sözler söylediler. Yine dediler ki: “Cum‘artesi Yahûdilerin, Pazar Hristiyanların günüdür; siz de bu günü Arube günü olarak tesbit edin. Bunun üzerine (Ebû Umâme künyeli) Es‘ad b. Zurâre'nin (r.a) etrafında toplandılar. O da o gün onlara 2 rekât namaz kıldırdı, onlara öğüt verdi. Biraraya gelip toplandıkları vakit, bu güne “cum‘a” adını verdiler. Es‘ad onlara bir koyun kesti, sayıca az oldukları için öğlen ve akşam onu yediler. İşte İslâm târihindeki ilk cum‘a budur.

Derim ki: İleride de geleceği üzere rivâyet edildiğine göre, o vakit 12 kişi idiler. Yine bu rivâyette belirtildiğine göre onları bir araya toplayıp onlara namaz kıldıran kişi Es‘ad b. Zurâre'dir. Abdu'r-Rahmân b. Ka‘b b. Mâlik'in babası Ka‘b'dan rivâyet ettiği hadiste de –geleceği üzere– böyledir.

el-Beyhakî de şöyle demektedir:

— Bize Mûsâ b. Ukbe'den, o İbn Şibâb ez-Zührî'den rivâyet ettiğine göre Mus‘ab b. Umeyr Rasûlullah (s.a) Medîne'ye gelmeden önce Medîne'de Müslümanları Cum‘a namazı için toplayan ilk kişidir.

el-Beyhakî dedi ki:

— Mus‘ab'ın Cum‘a namazı için Müslümanları Es‘ad b. Zurâre'nin yardımıyla toplamış olması ve bundan dolayı Ka‘b'ın bu işi ona [Mus‘ab'a] izafe etmiş olması da mümkündür.

Hicretten önce Medîne'deki Müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus‘ab ibn Umeyr'e mektup yazarak, “Yahûdilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah'a 2 rekât (namaz) ile takarrub edin.” Bu emir üzerine Mus‘ab, Medîne'de ilk Cum‘a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medîne'ye gelinceye kadar sürdürmüştür.” Mus‘ab'ın (r.a) Cum‘a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, 12 idi.

Peygamberimiz henüz hicret etmeden Yesribli (Medîne'nin o zamanki adı) Müslümanlar Es‘ad ibn Zurâre ile birlikte toplanıp, istişârede bulunurlardı. “Yahûdiler ve Hristiyanlar haftada bir gün toplanıyorlar, biz de haftada bir toplanalım” diye karar alıp toplanmaya başladılar. Ve toplantı gününün haftanın altıncı günü (bize göre beşinci gün) olmasına karar verdiler. Çünkü o gün Yesrib'de pazar kuruluyor; çevreden, yakın mesafelerden halk pazara geliyordu. Böylece toplantıya katılım daha çok olacaktı. İşte böylece “yevmu'l-arube”, “yevmu'l-cumu‘a/toplantı günü” oldu. Sonradan eski adı değil, yeni adı söylenir oldu.

Târihî belgelere göre Rasûlullah, ilk Cum‘a'yı, Ranuna denilen yerde Sâlim ibn Avf mescidi'nde icra etmiştir. Rasûlullah, Medîne'ye hicret ettiğinde ilk olarak Kuba'da Amr ibn Avfoğulları'na misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba mescidi'nin temelini attı; sonra Cum‘a günü Medîne'ye gitmek için yola çıktı. Benû Sâlim yurduna gelince orada hutbe okuyup ilk defa Cum‘a günü salâtı icra etti. Bu, Rasûlullah'ın ilk Cum‘a salâtı uygulamasıdır.

يوم الجمعة [yevmu'l-Cum‘a] terkibini, “Cum‘a günü” şeklinde çevirmek, Arapça iki kelimenin birini Türkçeleştirip diğerini Arapça olarak bırakmaktır, ki bu, hem yanlıştır, hem de anlamın kapalı kalmasına sebep olur. Bu da, beraberinde birçok yanlış inanç ve ameli getirir. O nedenle yevmu'l-Cum‘a terkibine, “toplantı günü” anlamının verilmesi gerekir.

Toplantı günü'nün hangi gün, hangi saat olacağı ve bu toplantıda salâtın nasıl icra edileceği, katılma koşulları vs. gibi detay Kur’ân'da verilmemiştir. Kur’ân'da öncelikle toplantı günü uygulanacak salât'ın, salâtların en hayırlısı olduğu ve bu salâtın kesinlikle korunması gerektiği bildirilmiştir:

Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve Allah için sürekli saygıda durarak kalkın [işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin]. Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin. (Bakara/238-239)

Cum‘ayı farz kılan âyet, işte budur, Cum‘a/9 âyeti değildir.

Sonra da toplantı günü, salât için çağrılınca, “Allah'ın anılmasına hemen koşulması” istenmiştir:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9)

Demek oluyor ki, toplantı günü, uygulanacak olan salâtta, “Allah'ın anılması” sağlanacaktır. Mü’minler, bunun en iyi şartlarda gerçekleşmesi, en iyi verimin alınabilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Toplantı günü yapılan salât için fıkıhçılar, “vücûbunun şartları” ve “edasının şartları” adı altında birtakım koşullar belirlemişlerdir, ki .unların detayı, fıkıh kitaplarında bulunmaktadır.

Bu koşulların ileri sürülmesinin nedeni, Cum‘a'nın [toplantının; kongrenin, konferans veya mitingin] en sağlıklı, en verimli şekilde gerçekleşmesini sağlayabilmektir.

Fıkıh kitaplarında Cum‘a'nın vücûbunun şartları [zorunlu görev olmasının koşulları] şöyle sıralanır:

• Erkek olmak,

• Hür olmak,

• Şehirde oturmak,

• Sıhhatli olmak,

• Güvende olmak.

Ayrıca bu şartlar için de birtakım aklî nedenler, Rasûlullah, sahabe ve ilk dönem İslâm târihinden birtakım uygulamalar delil gösterilir.

Biz bu maddeler üzerinde kısaca açıklamalarda bulunacağız:

HÜRRİYET/ÖZGÜRLÜK

Bu şart, yerindedir. Zira salâtın icra edileceği musallalar ve mescitler [toplantı yerleri], Allah evidir. Orada kral-köle ayırımı yoktur; herkes özgür ve eşit statüde olup özgürce fikrini beyân eder, kimsenin düşüncesi kısıtlanamaz ve fikrinden dolayı kimse takibata uğratılmaz. Özgür olmayan, bağlı bulunduğu efendinin; kişi ya da kurumun görüşüne karşıt bir görüş ileri sürdüğünde bundan dolayı zarar görür. O nedenle, özgür olmayan ya efendisinin fikri paralelinde fikir beyân eder, ya da çekimser kalır. Bu yüzden hukuken, siyaseten ve fikren özgür olmayıp güdümlü olanların böyle ciddi toplantılarda yer almalarına gerek yoktur.

ŞEHİRDE İKÂMET

Toplantı, beldenin yerli nüfusu için, kadın-erkek ayırımı olmadan zorunlu bir görevdir. Misafir ve yolcular için ise zorunlu bir görev değildir. Çünkü dışarıdan geçici olarak gelenler o beldenin sorunlarını bilmezler, toplantıya katılanları tanımazlar. Onun için toplantıya katılmasalar da olur. Katılmaları durumunda ise, dinleyici sıfatıyla bulunup bilgilenirler.

Sağlıklı ve güven içinde olma; kör, topal ve hasta olmama şartlarını açıklamaya gerek yoktur. Bunlar, her işte önemsenen hususlardır. Bizim üzerinde duracağımız husus, “erkek olma” şartıdır.

Klâsik eserlerde bu konu ile ilgili şunlar yazılıdır:

• Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum‘a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnâdır.

• Cum‘a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez.

Allah Teâlâ tüm emir ve yasaklarını milliyet, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan genel ve mutlak olarak bildirmiştir. İslâm, fıtrat dini olup evrenseldir; her ırkı, her toplumu, her cinsi ve her ülkeyi kapsar. Kulluk ve görev yönünden kadını erkekten ayırmamıştır. Kadını asla ikinci sınıf insan, aklı ve dini noksan Müslüman saymamıştır. (Bu tarz kabuller, kendini bilmezler tarafından İslâm'a mal edilmiş, gâfiller tarafından da kabul görmüştür. Bu tip inanç ve kabuller büyük bir gaflettir.) Kur’ân'da kadının, toplantı günü uygulanan salâta katılmasının farz olmadığını bildiren bir âyet yoktur.

Sünen ve İslâm Târihi kitaplarında, Rasûlullah'ın, kadınların mescitlere gitmelerini ve eşlerinin bu duruma engel olmamalarını istediği, Emevîler dönemine kadar da kadınların Cum‘a/Toplantı'lara iştirak ettiği görülür. Ama, siyasî otorite sağlayabilmek için yazdırılmış bazı kitaplarda hadis olarak nakledilen bir rivâyet, bu hususta malzeme olarak kullanılmıştır: Bu hadiste güya Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:

Cum‘a salâtı, cemaat içinde bulunan her Müslüman üzerine Allah Teâlâ'nın bir hakkı olup farzdır. Ancak köleler, kadınlar, çocuklar ve hastalar bundan müstesnâdır.

Hadis bilginleri, bu hadisin râvîsi olan Târık b. Şihâb'ın Rasûlullah'ı gördüğü, ama o'ndan bir şey işitmediğini ifade ederler.

İşin aslı şu: O günkü siyasî otorite hakksız iktidarlarını sürdürebilmek için, toplumdaki direnci kırmayı düşünür; toplumun yarısını oluşturan kadınları, fitneye sebep olabilecekleri bahaneleriyle Cum‘a'dan/toplantı'dan uzaklaştırıp evlerine kapatırlar. O gün bu gün böyle devam edip gidiyor.

Yine fıkıh kitapları birtakım târihî olayları delil kabul ederek, toplantı günü salâtının edasının şartları olarak şunları belirlemişlerdir:

• Veliyyu'l-emr,

• İzn-i âm,

• Vakit,

• Cemaat,

• Hutbe.

Bunları kısaca açalım:

1) Veliyyu'l-emr: Resmî otoritenin başı, devlet başkanı ya da nâibi.

2) İzn-i âmm: Toplantının yapılacağı yerin herkese açık olması ve mülkî âmirin izin verdiği yerde (miting izni gibi) uygulanması.

Bu ikisi, bugünkü siyasî yapı gereği uygulama imkânı bulunmayan şartlardır. Esasan böyle şartlar İslâm'da zaten yoktur. Müslümanlar nerede olsa toplanır, (ilk Müslümanlar koyun ağılında toplanmışlardı) Cum‘a/toplantı başkanını [kongre divan başkanını] aralarından seçer; “Allah'ın anılması” işini icra eder, ardından da Allah'ın nimetlerini aramak üzere yeryüzüne dağılırlar. İslâm, Allah'ın koyduğu sınırlarda yaşanır; onun-bunun himmeti ve izni oranında değil. Bu iki şartı, resmî otorite ve mülkî idareye bağlayanlar, laik sistemde işin içinden çıkamamışlardır. İnançları gereği, “Bu şartlarda Cum‘a salâtı ikâme edilmez/Cum‘a namazı kılınmaz” diyemedikleri gibi, kıldıkları Cum‘a'nın kabul olmama endişesini de içlerinden atamamışlardır. Onun için iki rekât namaz ve hutbeden ibaret olan Cum‘a/toplantı namazını, 16 rekâta çıkarmışlardır. 16 rekâta nasıl niyet edileceği sorusuna ise bir türlü ikna edici bir cevap bulamamışlardır.

Bu şartlar, Müslümanları kontrol altında tutmaya çalışan sonraki siyasîlerce İslâm'a sokulmuştur. Böylece arı-duru olan İslâm; Arap, Acem, Selçuklu, Osmanlı Müslümanlık'ı olarak dejenere edilmiştir. Her Müslüman bu toplantının doğal üyesidir. Hiçbir Müslüman'a katılımda kısıtlama konamaz. Herhangi bir nedenle katılımı kısıtlanmış kişiye, katılmadığı için sorumluluk yoktur.

3) Vakit: Bugünkü uygulamada haftanın beşinci günü Yevmu'l-Cum‘a'dır [Toplantı Günü'dür].

Cum‘a gününü Allah tesbit etmemiştir. İlk Cum‘a'yı uygulayan Medîneli Müslümanlar, içerisinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartları dikkate alarak haftanın 6. gününü (bize göre 5. günüdür; zira Araplar haftayı Pazar'dan başlatırlar) Yevmu'l-Cum‘a/Toplantı Günü olarak kararlaştırmışlar; o günden bu güne aynı uygulama devam edip gelmektedir. Herhangi bir bölgedeki Müslümanlar, içinde bulundukları şartlar gereği Yevmu'l-Cum‘a'yı/Toplantı Günü'nü haftanın başka bir gününde veya günün değişik saatlerinde uygulamayı uygun görürlerse, buna da saygı duymak gerekir.

Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9)

Bu âyette günün tümüne işaret edildiğine göre, günün herhangi bir vaktinde Cum‘a/Toplantı yapılabilir. Bunu da yine bölge Müslümanları, sosyal ve ekonomik koşullarına göre ayarlayabilirler. Bugüne kadarki gün ve saat uygulamaları bir teâmüldür. Allah tarafından tesbit edilip zorunlu tutulmamıştır.

Fıkıh kitapları bu vakti, Cum‘a/Toplantı günü'nün öğle vakti olarak belirleseler de, Rasûlullah'ın (s.a) öğleden evvel, öğlen sonrası uyguladığı sahih hadislerde bildirilmektedir. Ayrıca, âyette “yevmu'l-Cum‘a/toplantı günü” ifadesi yer aldığına göre, günün herhangi bir saatinin olabileceğine ilâhî bir ruhsat var demektir.

4) Cemaat: Bu şart; âlimler arasında tartışılmış; ellerindeki rivâyetlere göre kimi 3 kişi, kimi 7 kişi, kimi 40 kişi olması gerektiğini söylemiştir. Bunlardan, Cum‘a'nın 3 kişiyle de, 7 kişiyle de, 40 kişiyle de uygulandığını anlıyoruz. Ama işin özü, Arapça'daki çoğul ifade eden sayıdır, ki o da 3'tür. Âyette, çoğul olarak Allah'ın zikrine koşun buyurulduğuna, çoğulun en azı da 3 olduğuna göre, toplantı için 3 Müslümanın bulunması yeterlidir; bunların kadın ya da erkek olması, veya kadın-erkek karışık olması durumu değiştirmez.

Burada Müslümanların, yukarıda açıkladığımız salâta katılış şartlarını dikkate almaları; cünüp ve sarhoş olmamaları, ayrıca su (su bulamayanların ise temiz toprak) ile temizlenmeleri, kirli, pis kokulu olarak toplantıya gelmemeleri, zînetlerini takınarak gelmeleri gerekir.

Târih ve Sünen kitaplarından öğrendiğimize göre Cum‘a için Rasûlullah boy abdesti alıyor, beyaz ve temiz elbisesini giyiyor, güzel kokular sürünüyor ve bunları herkese de tavsiye ediyordu.

5) Mısr/Yerleşim birimi: Her yerleşim biriminde tek bir yerde Cum‘a/Toplantı icra edilir. Bu günkü gibi her 100 metrede bir Cum‘a/Toplantı yapmak yanlıştır. Bir beldenin her câmisinde ayrı ayrı Cum‘a/Toplantı yapmak, Cum‘a'nın/Toplantı'nın amacına aykırıdır. Böyle uygulamalardan maksat hâsıl olmaz. Onun içindir ki, “Bir beldede birden fazla Cum‘a/Toplantı icra edilecek olursa, ilk Cum‘a'ya başlayan cemaatin Cum‘a'sı olur; diğerlerininki olmaz” denilmiştir. İmam A‘zam Ebû Hanîfe, bir beldede değişik yerlerde birden fazla cemaat olunup Cum‘a icra edilmez dediği hâlde, Hanefî mezhebi'nden olduklarını iddia edenlerin, diğer mezhep mensuplarından daha fazla bu hatayı yapmaları dikkat çekicidir.

6) Hutbe: Hutbe, Cum‘a/9'da geçen, “zikrullâh/Allah'ın anılması”dır.

Bu şart, mezhepler ve mezhep içi imamlar arasında değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bunların en güzeli, İmam A‘zam Ebû Hanîfe'ye aittir. O, “Hutbe zikrullâhtır/Allah'ı anmaktır” demiştir ki, âyetin açık beyânı da bunu doğrulamaktadır. Ama Ebû Hanîfe'nin bu sözünü, “İmam minbere çıkıp ‘Allah’ derse hutbe tamam olur” diye anlamışlar.

Hutbe belirli bir gündemle icra edilir. Hutbeyi okuyan, bir nevi kongredeki divan başkanı görevini yürütür. Herkesin söz hakkı vardır; hem de sansürsüz. Orada görüşülen her konu Zikrullâh'a yönelik ve “Hakksızlık karşısında susan, dilsiz şeytândır” anlayışı çerçevesinde olduğundan, hiçbir Müslüman görüş ve eleştirisinden ötürü takibata alınamaz, ayıplanamaz. Tam bir dokunulmazlık hakkına sahiptir.

“Mescitte dünya kelâmı konuşulmaz”, “Hutbe esnasında konuşulmaz” vb. sözler, İlmihallerde yer alsa da, bunlar, eleştiriye tahammülü olmayan güçler tarafından piyasaya sürdürülmüş şeylerdir. Böylece, toplantı mahallinde konuşmak yasaklanmış, katılımcıların diline kilit vurulmuştur. Buhârî'de yer aldığına göre, katılımcılardan birinin arkadaşına “sus” demesi bile suç sayılmıştır.

İslâm'ın aslı ile alâkası olmayan bu gibi şeyler; aktif, cevval ve uyanık olmaları lazım gelen Müslümanları koyun sürüsü hâline getirmek için birileri tarafından icat edilmiş, bunda da muvaffak olmuşlardır: Mescitlerde bugün bilinçli cemaat yoktur; imamın söyledikleri yalan-yanlış da olsa ses çıkarılmaz. Halife Ömer, hutbe okurken, “Susun ve beni dinleyin” dediğinde, “Üzerindeki elbiseyi nerden bulduğunu, nasıl ona sahip olduğunu bize açıklayıp bizi ikna etmeden sana itaat etmeyiz” diyen erkek cemaat da, “Allah'ın sınır koymadığı mehirde sen nasıl kısıtlamaya gidebilirsin ?” diye itiraz eden kadın cemaat da târih oldu.

Yukarıda, toplantının amacının, zikrullâh olduğunu ifade etmiştik. Zikrullâh hakkında A‘râf sûresi'nin sonundaki özel yazımıza bakılabilir. Kısacası zikrullâh/Allah'ın anılması, bir tesbih alıp dil ile “Allah, Allah, Allah…” demek değil, “Allah'ın üzerimizdeki hakklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul olarak O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin muhâsebesini yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek; daima bu bilinç içerisinde olmak”tır.

Böyle bir uygulama ile hiç şüphesiz Müslümanların bir nevi haftalık bakımları yapılıyor; inanç ve amelleri revize ediliyor; ileriki hafta için işleri programlanıyor; aralarındaki ihtilaflar, yaşamlarındaki aksaklıklar, yapılması lazım gelen işler, dertler, tasalar, eleştiriler, orada hiç kimseye alet olmadan her Müslümanın katılımı ile özgürce ve tam bir dokunulmazlıkla istişâre edilip karara bağlanıyor. Ayrıca bu toplantı vesilesi ile Müslümanlar tanışıp konuşuyorlar, dostluk tazeliyor; bilgileri, bilinçleri artıyor; kenetleniyor; güç birliği yapıyor ve bunu da dosta-düşmana gösteriyorlar. Sürü gibi câmiye doluşarak uyuklayıp uyuklayıp dağılmıyorlar. –İşte onun içindir ki Toplantı Günü Salâtı, es-Salâtu'l-Vustâ'dır [en hayırlı salâttır].– Sonra da, bu dinamizmle, Allah'ın nimetlerini aramak için yeryüzüne yayılıyorlar. Ne kadar güzel ve anlamlı.

Sahîh sünnete ve târihî belgelere bakılırsa Peygamberimizin mescidi, her türlü kamu hizmeti ve sosyal aktivite için kullandığı görülür. Bugün de mescitler/câmiler kongre, konferans, sergi solonu, kütüphane, eğitim-öğretim gibi tüm sosyal ve kültürel aktivitelere açık olmalıdır. Mescitler/câmiler uyuma ve uyutma mekânları, mahalleri ve merkezleri olmaktan çıkarılmalı, İslâm'daki özgün kimliğine kavuşturulmalıdır. Yani, mescitler/câmiler salât mahalli; bilgilenme, bilinçlenme ve aydınlanma yerleri olmalıdır.

İşte İslâm'ın Cum‘ası, Müslümanların yerel gündem toplantısı böyle olmalı![3]

11. Ve onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: “Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

Bu âyette, Müslümanların yaptığı hatalı bir davranışa dikkat çekilip, doğru davranış şekli gösterilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre bir grup, konuştuğu sırada Rasûlullah'ı bırakıp ticaret ve eğlence peşine düşmüşler ve bu yüzden de, Allah'ın yanında bulunan şeyler, eğlenceden ve ticaretten hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır ifadesiyle uyarılmışlardır:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, en‘âma [etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara] ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü-çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır. De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takvâ sahibi olan, “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş'in azabından koru!” diyen, sabreden, doğru olan, sürekli saygıda duran, infakta bulunan ve seherlerde istiğfar eden kişiler için Rabb'lerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah kulları en iyi görendir.” (Âl-i İmrân/14-17)

Kaynaklar bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu bilgileri aktarırlar:

Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler buyruğu hakkında Müslim'in Sahîh'inde Câbir b. Abdullah'tan gelen rivâyet şöyledir: “Peygamber (s.a) Cum‘a günü ayakta hutbe irad ederdi. Bir gün Şam'dan bir kervan geldi. İnsanlar ona doğru gittiler. Geriye sadece 12 kişi kaldı. (Bir rivâyette, “Onlardan biri de bendim” ibaresi de vardır). İşte Cumu‘a sûresi'ndeki, Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona yöneldiler âyeti bunun üzerine indirildi.”

el-Kelbî ve başkalarının zikrettiklerine göre bu kervanı getiren kişi Dıhye b. Halife el-Kelbî'dir. Bu kervan, insanların açlık çektikleri ve fiyatların oldukça pahalandığı bir sırada Şam'dan gelmişti. Onunla birlikte insanların ihtiyaç duydukları buğday, un ve daha başka şeyler vardı. Kervanı (Medîne çarşılarından) Ahcaru'z-Zeyt denilen yerde konakladı. İnsanların geldiğini haber almaları için davul çalındı. 12 kişi müstesnâ, (mescitte) bulunanlar çıkıp gitti. Kalanların 11 kişi olduğu da söylenmiştir.

el-Kelbî dedi ki: “O sırada Cum‘a namazı hutbesini dinliyorlardı. Hutbeyi bırakıp kervana koştular. Rasûlullah (s.a) ile birlikte 8 kişi kaldı.” Bunu es-Sa‘lebî, İbn Abbâs'tan nakletmiştir.[4]

Aralarında Ebu'l-Âliye, Hasan, Zeyd ibn Eslem ve Katâde'nin de bulunduğu tâbiîn'den birden çok kişi böyle demişlerdir. Mukâtil ibn Hayyân'ın iddiasına göre; bu kervan, Müslüman olmazdan önce Dıhye ibn Halîfe'nin kervanıydı. O, davul çalarak halkı toplardı. Müslümanlardan pek azı müstesnâ cemaat Rasûlullah'ı minberde ayakta dikili olarak bırakıp ticaret kervanına gitmişlerdi. Bu konudaki haber sahihtir. Nitekim İmâm Ahmed ibn Hanbel der ki: Bize İbn İdrîs... Câbir'in şöyle dediğini bildirdi: “Medîne'ye bir kervan gelmişti, Rasûlullah (s.a) da o esnada hutbe okuyordu. Halk çıkıp kervana gitti ve mescitte 12 kişi kaldı. Bunun üzerine, Onlar, bir ticaret veya oyun gördükleri zaman; seni ayakta bırakarak oraya yöneldiler âyeti nâzil oldu.”[5]

Dıhye b. Halife el-Kelbî (r.a), Müslüman olmazdan önce, beraberinde çeşitli ticaret malları bulunduğu hâlde, Şam'dan alış-veriş yapmış olarak çıkageldi. Medîneliler onu davul ve alkışlarla karşıladılar ve bu iş, Cum‘a günü oldu. Tam o sırada, Hz. Peygamber (s.a) minberde ayakta hutbe okuyordu. Müslümanlar, bunun için çıktılar. Hz. Peygamber'in (s.a) yanından ayrıldılar. Câmide farklı rivâyetlere göre sadece 12 veya 8 yahut da 40 kadar kişi kaldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Eğer bu kalanlar da olmasaydı tepelerine taş yağdırılırdı” dedi ve bu âyet nâzil oldu.[6]

Allah doğrusunu en iyi bilendir.



[1] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 55-65.

[2] Lisânu'l-Arab, c. 9, s. 297-301; Tâcu'l-Arûs, c. 10, s. 442-448.

[3] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 402-415.

[4] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[5] İbn Kesîr.

[6] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Mukâtil.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
cuma, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:31 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam