1. October 2008, 08:53 PM | #1 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 220
Tesekkür: 35
42 Mesajina 53 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
Ölüm ve Hayat...
Ölüm ve Hayat...
...İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver !” der. Onun ahirette bir nasibi yoktur. ...Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.” der. ...İşte onlara kazandıklarından bir nasip vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir. (Bakara Suresi, ayet 200-202) Bir sarsıntı tutar, ardından iliğe vuran bir soğukluk yayılır. Ansızın gündüz geceye döner, karanlık basar. Gökle yer arasında ne varsa rengini yitirir. Hayra alamet olmayan bir sessizliğe gömülür mekan. Hemen ardından teslimiyet bütün kasvetiyle çöker ve çaresizliğin genzi yakan kokusu alır her yanı. İşte o anda umut boğazda düğümlenir... Evet... An gelip çattığında, göğün gürlemesini yüreğinde hisseder kişi. Ve dehşetle farkeder, hep dağların ardına düşen yıldırımın bu kez oraya düşmediğini. Yaman bir vurgundur bu. Öyle ki, bütün tecrübeler dile gelse anlatmaya güçleri yetmez... Ben... Duyan, gören, bilen bir “ben”im. Aklım, iradem, duygularım, eylemlerim var. Bir birey olarak, bana ait benliğimle tek ve yalnızım. Bilmeden, istemeden, evrendeki bu döngünün içinde buldum kendimi ! Peki, bir “ben” olarak bu döngüdeki yerim ne ? Bu gökle yer arasında, bulunduğum tam bu yerde işim ne ? Hangi ihtiyaç beni gerektirdi de, o yüzden varım ? Nedeni olmayan bir sonuçsam eğer, bu ne kadar an-lamlı ? Anlamlı değilse, nedir hayat fırsatının bedeli ? Kim zorladı beni hayata gelmeye ? Kim ikna etti beni, ölümün sözleşmesini hayata gelir-ken yapmaya ? Bu gök, bu yer... Nedir göğün üstüme çökmesini engelleyen ? Yer niye savurmaz üstündeki beni ? Kandil gibi asılı duran yıldızları kim asar oraya her gece ? Hava, su, ateş, toprak kime borçlu varlığını ? Düzen, denge nereden alır ölçüsünü ? İyilik, kötülük... İyilik ve kötülük mutlak mı ? Değilse, nereden çıkardık her kötülüğün kötü oldu-ğunu ? Mutlaksa, kim ayırdı iyilikle kötülüğün, doğruyla yanlışın arasını ? İyilik iyiyse, yeryüzünde entrika, zulüm, fesat, işken-ce, kan, gözyaşı niye var ? Bu durumda, her geçen gün çoğalan bu fâni kalabalı-ğın faydası ne ? İnsan fâni; iyilik kötülük de mi fâni ? Mazlumun âhı ne olacak ? Hesabı tutulmuyorsa, neye yarar adalet, tevazu, feda-kârlık, vefa, merhamet ? İyilikte ya da kötülükte sınır yok; öyleyse beni ben yapan bu özgürlüğün bedeli ne ? Bazen böyle olur… Hayat diye itilip kakıldığımız bu süreçten bunalıp bir köşeye ilişir, varoluşumuza, parçası olduğumuz bu hissiz gibi görünen devridaime bir anlam yüklemeye çalışırız. Dünyanın çekiminden koptuğumuz nadir anlardır bu anlar ve farklı bir ruh haline gark eder bizi. Geçici de olsa, üzerimize çöken bu tatlı rehavetle dünyadan soyutlanıp, yapıp ettiklerimize, hayallerimize, tutkularımıza dışarıdan bakma fırsatı yakalarız. Küçük gibi görünen bu algılama farklılığından, hakikate olan bakışımızı ciddi ölçüde değiştirecek bir sezgi gücü doğar ve eğer yeterince güçlüyse, dünyalık şeylerin üstüne sinmiş olan fâniliği bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önüne serer. Fâniliğin hem kendimizden, hem de yapıp ettikleri-mizden bir adım önde olduğunu görmek, dünya ile aramızdaki tılsımlı bağın çözülmesine sebep olur. Bağ çözülünce gözlerimizi tutan perde kalkar ve önemsedi-ğimiz dünyevi nimetlerin, fâniliğin kesif sisi ardında sanki birer hayalmişçesine ağır ağır kayboluşunu ibretle izleriz. Gerçeğin soğuğunu yiyince, zihnimizde bastırılmış haldeki dünyaya ilişkin güvensizlik fikri depreşir ve dünyaya olan güvenimiz, yerini bir anda sahteliğin yürek boşaltan hayal kırıklığına bırakır. Ardından hayal-lerimiz, tutkularımız, umutlarımız kutsal makamlarını terk ile sıradanlaşır ve yüreğimizi yokladığımızda hiçbirinin koyduğumuz yerde olmadığını görürüz. İçine düştüğümüz hayal kırıklığı, dışımızdaki alemle bir soğukluk salar aramıza. Biz de usulca itip kapatırız dış aleme açılan kapımızı soğuk vurmasın diye. Bu vesile olur, geçici bir süre dış alemden soyutlanıp iç alemimize döneriz. Artık buradan ötesi bizim cesaret ve kararlılığı-mıza bakar. Cesaretimizi topladığımız anda, bizi bizden ayıran kapı aralanır, biz de bu aralıktan süzülüp benliğimizin derinliklerine bir yol tutarız. Yol aldıkça kulaklarımızı tutan uğultu kesilir, yolumuza düşen karanlık çekilir. Derken vakit gelir, göz, kulak, kalp ilahi bir bağışla kendini aşar ve bir menzilden ötekine taşır bizi. İşte bu anda kısa uzar, az çoğalır, dar genişler ve haki-katin gür sesiyle kendimize geliriz. Şöyle seslenir bize : Sen... Benlik kaftanını kuşandın bir kere. Dar da gelse, bol da gelse, kuşanınca çıkartması yoktur bunun. Paylaşması, değiş tokuşu da. İnsan olmanın ağırlığını bilir misin ? Yükün en ağırını sardın sırtına. Koyu bir yalnızlık yoldaş yazıldı sana. Doğumu, ölümü, sıhhati, hastalığı yalnız tadacaksın. Başarı ya da hezimet sana isabet ederse, ondan doğacak mutluluk veya hüzünden hiç kimse senin kadar nasiple-nemeyecek. İyilikten veya kötülükten yana kazandıkların sadece sana ait olacak. Ve sen çalıştığına erişeceksin. Tutacağın yolu iyi seç… Şunu bil ki, izlerin silinmeden kalacak tepeleyip geçti-ğin yollarda. İster sarp yamaçları aş, ister etrafından dolaş düze çıkmak için. İster soluklan, ister terini kurutmadan var menzile. Düşersen, kendi ellerinle doğrulup kalkacaksın düş-tüğün yerden. Karanlık çöktüğünde, yalnız başına bulacaksın yolunu. Kendin ayıklayacaksın tarlana düşen ayrık otlarını. Savurduğun her tohum senin için bitecek ve biçip kaldırdığın hasadın olacak. Sonra ellerinle bırakacaksın terazinin kefesine yuttuğun tozu, döktüğün teri. Özgürsün... Ama bil ki hiçbir özgürlük kayıtsız şartsız olmaz. Ve yine bil ki, mesuliyet özgürlüğün doğasında vardır. Özgürlük ile sınırsızlığı birbirine karıştırma. Özgürlük, insanın kendi haklarının sahibi olması demektir. Bunun ötesini aramak ise, başkasının hakkına göz dikmektir. Sakın sınırsızlık özlemi iradeni esir almasın. Çünkü ölçüsünü yitirene, nimet değil külfettir özgür-lük. Haberin olsun... Doğruyla yanlış, iyiyle kötü bir olmaz. Doğru yanlışa, iyilik de kötülüğe üstün kılınmıştır. Doğrunun, yanlışın muhatabı sensin. İyiliğin, kötülüğün erbabı da sen. İster doğruda ara nasibini, ister yanlışta. İster iyilikten sar yükünü, ister kötülükten. Ama bil ki, yaptıklarına şahit yazacaklar seni... Şimdi git... İster varlığın ötesini ara, ister varlık sana yetsin. İster doğruya tutun, ister tutunduğun şeyi doğru bil. İster eteklerde sıradanlığı, ister zirvelerde kibri solu. İster ezmenin garip hazzını, ister ezilmenin anlaşılmaz sabrını yaşa. İster haddin bil ayakta kal, ister gövdene bakmadan meyveye durup incit belini. İster söz uğruna baş verenlerden ol, ister ilk sıkıda at sırtından sözün yükünü. İster canın pahasına adaleti koru, ister yok pahasına zulme değiş adaleti. İster kudretine rağmen tut öfkeni, ister öfken uğruna kurut nesli ve ekini... İşte böyle bir özgürlük ortamından çıkar bütün insanlık halleri. Rengarenk ve sonsuz çeşitlilikte. Ve dönüp durur insanlar arasında. Her kişi dilediğince nasiplenir bu döngüden. Ta ki gün geceye yüz tutup, ışık tükenene kadar. Ta ki bir el, kalemi insanın elinden alana ve hayallerin, arzuların, umutların üstüne kalın birer çizik çekip, son satıra ölümü düşene kadar.
__________________
Gerçekler Bizi Özgür Kılar... Konu EVVAB_İNSAN tarafından (1. October 2008 Saat 08:56 PM ) değiştirilmiştir. |
1. October 2008, 08:57 PM | #2 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 220
Tesekkür: 35
42 Mesajina 53 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
Evet…
Bir konma göçmedir insanın hikayesi. Bu iki menzil arasında yazılır mutluluğun, hüznün, sevginin, nefretin, merhametin en hakikisi. Dobra dobra, açıkça yazılır ne varsa... Öyle ki, insanın kendinden gizledikleri bile sıkışır satır aralarına. Diğer hikayelere benzemez insanın hikayesi; çünkü önce oynanır, sonra yazılır. Öte taraftan, silip de yeniden yazmak yoktur bu hikayede, başkasını oynamak da... Ölüm... Zor zamanın ilk haberi. İlişik kesme anı. Dönüşü olmayan eşik. Fânilikten ebediliğe göçüş. Gerçek bir ayrılış zaman ve mekandan. Ödünç alınan nimetin sahibine teslimi. Ya hayat ? Hayat iki nokta arasında bir çizgi. Silip de baştan çizemediğimiz, titrek, kesiksiz, kısacık bir çizgi. Devran içinde anlık bir göz kırpması gibi. Bir koşumluk yol ya da bir atımlık mesafe gibi. Uğrayıp geçen kervanlar, gökteki bulut, ya da suya bırakılan iz gibi. Zamandan damıtılmış, tadımlık bir yudum mey gibi. El emeği göz nuru ince bir nakış gibi. Yedeği olmayan sermaye ile yapılan ticaret gibi. Ya Hayat ve Ölüm ? Atılan taşın düşmesi, gelmek ve gitmek, veya, geceden sabaha çıkmak gibi. Silkinip de mahmurluğu atmak gibi. Gerçeği hayalde ararken, hayalden gerçeğe uyanmak gibi. Bizler, Âdem’in evlatları... Sıramız gelmiş, zamanın bir yerinden sessizce tutun-muşuz hayata. Hayatı biz dilememişiz. Ölümü de biz yazmamışız. Zamanın esaretinde kürek mahkumları gibiyiz; bir iskeleden ötekine. Bereketli topraklarda başlayıp, kurak iklimlerde son bulacak bir yolculuğa çıkmışız. Her kürekte, dönüp alması olmayan bir şeyler bırak-mışız kendimizden geriye. Ve hayatı azık edip tüketmişiz, bu sılası olmayan gurbetin peşinde. Hayat... Çeşit, çeşit. Doğum ve ölüm dahil, her şeyin farklılaştığı bir zemin. Parmak izi misali, biri diğerini tutmuyor. Bir renk cümbüşü halinde benzersiz tonlarla karşımıza çıkıyor. Kimimiz, aykırı tonlarda buluyor güzelliği. Buna inandığı gibi yaşamak deniyor. Kimimiz de renklere mahkum oluyor. Buna da yaşadığı gibi inanmak deniyor. Renklerle olan hasbıhalimiz, hazana dek sürüyor. Bir baharda tattığımız o heyecan, yapraklar sarıya çaldığında bitiyor. İşte ne oluyorsa, bahardan hazana dek oluyor. Evet... “Her insan bir hayat” ve her hayat, ideallerin, heves ve arzuların harman olduğu bir serüven. Bazen, inandığını yaşama çabası. Bazen, nasib-kısmet kavgası. Bazen, kuvvet-kudret sevdası. Bazen, başka şeyler... Özetle hayat, herkesin kendine ait serüveni. Her kişinin, bir benzeri daha olmayan hikayesi. Masallar, “bir varmış, bir yokmuş” diye başlar. Gelip geçiciliğin, hiç yaşamamış gibi olmanın çarpıcı bir ifadesidir bu. Her ne kadar masallara özgü olsa da, gerçek hayatlara, sizin, bizim hayatımıza da tam oturur. Bir de ihmal edilmiş bir anlam gizlidir bu deyişte. Belki de en önemli vurgusudur ki, “yoktan varolma” sürecine işaret eder. Çalışma masanızın üstünde size ait olmayan bir nes-neye rastladığınızda, “nereden çıktı bu” ya da “kim koydu bunu buraya” diye sorarsınız. Banka hesabınız, hiç sebepsiz bir gün önce bıraktığı-nızın iki katına çıksa, mutlaka “nereden geldi bu” diye araştırırsınız. İşte hayat da böyle; ansızın, irade dışı önünüze çıkan bir kazanımdır. En az masa üzerindeki nesne veya banka hesabınız kadar sorgulanmayı bekler. Yaşam dolu dizgin geçen bir süreç. Bir kapıdan girip, apar topar diğer kapıya dayanmak gibi. Ancak, göreceli olmasına, gelip geçivermesine rağmen, emeğiyle, çilesiyle, saniyesi saniyesine yaşanan bir zaman dilimi. Yaşadıklarımız anlamsız şeyler değil. Peki, nedir bu olup bitenler ? Hayat denilen süreç niye var ? Dünyaya konup göçenler, uyanıp uyumak gibi bir döngü ile hayata katılıp ayrılırlar. Kimi taht beşiğine doğar, kimi toprak üstüne. Kimi tantanalı merasimlerle uğurlanır son yolculuğuna, kiminin sırtını verecek bir kabri bile olmaz. İşte böylesine derin adaletsizliklerle ayrılır bir hayat ötekinden. Bu durum, bir isyan hali yaratır insanlarda ki lanetlenen hep dünya ya da kader olur. Oysa insan, hayvan, bitki, hava, su, toprak gibi her suçsuzun vebali, insanın üstündedir. Hepsi de insanın zulmünden az ya da çok nasibini almıştır. Bu çerçevede, lanet iskemlesine insandan daha yakışan kim vardır ? Toplumu oluşturan katmanların en belirginleri, güç-lüler ve zayıflardır. Detaya inince, zayıflardan güçlülere doğru küçük kopmalar olduğu görülür ki bu da orta sınıfı oluşturur. Çok karmaşık bir görünüm sunsa da, özünde toplumsal hayat, bir yer kapma ve kaptığı yeri kaptırmama mücadelesidir. Güçlüler, bu mücadelenin hemen her zaman galibi-dirler. Ve galipliğin doğası gereği, zayıflardan itaat bek-lerler. Dolayısıyla zayıflar için sükunetin bedeli, kayıtsız şartsız bir teslimiyettir. Yakınma, koşullara rıza göstermeme gibi hallerde gürültünün en büyüğü kopar. Bu anda, güçlünün hükmet-me arzusuyla, dalkavukların küçük menfaatlere düşkün kanaatkarlığı birleşir. Bu ikisi bir araya gelince, artık bundan doğacak zararı ölçmek mümkün olmaz. Ölümden beter bir fitne salınır insanların arasına ki koskoca bir milleti sıtma tutmuşçasına sarsmaya yeter. İnsan insandan ayrılır, kardeş kardeşe düşman olur. Direnci kökünden söken bir eziyet, işkence ve sefalet dönemi başlar. Ve parlayan ne varsa, zulmün o koyu karanlığında tek tek söner. Bu böyle devam eder; ta ki bayrak düşüp, başlar eğilinceye kadar. Yazık ki insanlık zulmü merhametten daha çok sevmiş. Ve her nesil, zulmü miras bırakmış kendinden sonraki nesle tarih diye… Bugün de değişen fazla bir şey yok. Hâlâ insan insana kul olmaya zorlanıyor. Görünen o ki, insanlığın sırtından kıyamete kadar eksik olmayacak kırbaç izi. Zaman bile güç yetiremeyecek bunu değiştirmeye. Eziyet, işkence, sefalet, çaresizlik, umutsuzluk… Eğer tatmadıysak, kahrolası birer kavram olmaktan öte bir şey değildir bizler için. Oysa insanın insana reva gördüğü zulmü bilmek başka şeydir, yaşamak başka… Bir an için kendinizi, piramitleri inşa etmek uğruna feda edilen on binlerce esirden birinin yerine koyun. Veya ailesinden, toprağından zalimce koparılıp, ırgat olarak Amerika’ya taşınan yüz binlerce Afrikalı kölenin içinde ya da diktatörlerin zulmünde yitip giden mazlum-larla birlikte ölüm tarlalarından birinin dibinde düşünün kendinizi… İlk insandan bu güne, milyarlarca insan gelip geçmiş-tir bu dünyadan. Kimi öylesine kuvvet ve iktidar sahibi olmuştur ki, tek bir söz ya da davranışı binlerce insanın hayatında olumlu ya da olumsuz değişiklikler meydana getirmiştir. Kimi tüm zenginliğini ve saltanatını insanla-rın gözyaşı ve mutsuzluğu üzerine kurmuştur. Kiminin kişisel ihtiras ve arzuları yüzbinleri ölüme sürüklemiştir. Şimdi, zayıflar zayıf doğacak, yaşamı boyunca ezilecek ve aynı eziklik içerisinde ölümle kucaklaşacaklar; zalimler saltanat içerisinde ezerek yaşayacaklar ve ölümleri, hatta ölümden sonraları bile insanlar için eziyet olacak ve maz-lumun bilançosu zarar, zaliminki kârla kapanacak…(!) Asla... Ölüm üstünden geçti diye, yaşanan bunca şey, bunca hayat, iyilik-kötülük, adalet-zulüm toprağa karışıp kaybolmaz. Şurası muhakkak ki, mazlumların âhı da gökle yer arasında kalmaz; göğü yırtar, oradan da arşa yükselir. Ve çile de yazılır zulüm de; çileye ödül, zulme bedel diye. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: …Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, …Yer ağırlıklarını dışarı çıkardığı, …Ve insan “Buna ne oluyor ?” dediği zaman, …O gün (yer), haberlerini anlatır. …Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir. …O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye bölük bölük çıkarlar. …Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onu görür. …Kim de zerre miktarı kötülük yapmışsa onu görür. Zilzâl Suresi/1-8
__________________
Gerçekler Bizi Özgür Kılar... |
1. October 2008, 10:20 PM | #3 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 217
Tesekkür: 90
69 Mesajina 159 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
Ölümün nasıl birşey olduğu ile ilgili yazdığınız yazıların Kurandaki delillerinide belirtirmisiniz?Özellikle aşağıdaki kısım.Yanlış anlamayın ölümden çok korkarımda inşallah yanılıyorsunuzdurda ölüm hoş birşeydir hevesindeyim.
"""Ölüm ve Hayat... ...İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver !” der. Onun ahirette bir nasibi yoktur. ...Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.” der. ...İşte onlara kazandıklarından bir nasip vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir. (Bakara Suresi, ayet 200-202) Bir sarsıntı tutar, ardından iliğe vuran bir soğukluk yayılır. Ansızın gündüz geceye döner, karanlık basar. Gökle yer arasında ne varsa rengini yitirir. Hayra alamet olmayan bir sessizliğe gömülür mekan. Hemen ardından teslimiyet bütün kasvetiyle çöker ve çaresizliğin genzi yakan kokusu alır her yanı. İşte o anda umut boğazda düğümlenir... Evet... An gelip çattığında, göğün gürlemesini yüreğinde hisseder kişi. Ve dehşetle farkeder, hep dağların ardına düşen yıldırımın bu kez oraya düşmediğini. Yaman bir vurgundur bu. Öyle ki, bütün tecrübeler dile gelse anlatmaya güçleri yetmez... """" Konu Toslunba tarafından (1. October 2008 Saat 10:24 PM ) değiştirilmiştir. |
2. October 2008, 09:19 PM | #4 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 785
Tesekkür: 1.340
366 Mesajina 989 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
Selam Toslunba,
Ölüm anında yaşananlar ve meleklerin can alışıyla ilgili ayetlerden bir kısmı aşağıdaki linktedir. http://www.hanifler.com/showthread.php?p=724#post724 Esenlikler. Konu Barış tarafından (2. October 2008 Saat 10:16 PM ) değiştirilmiştir. |
2. October 2008, 10:45 PM | #5 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 217
Tesekkür: 90
69 Mesajina 159 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
Sağol Barış fakat ben işaretli kısımların delilini merak ediyorum. Evvapİnsan dostumuz bizim göremediğimiz bir hususu görmüş yada ayetleri farklı yorumlamış olabilir.
Allah cümleten imanımızla birlikte huzur ve güven içerisinde hoşlukla canımızı vermeyi nasip etsin... Selametle... |
Bookmarks |
Etiketler |
Ölüm, aşağıdaki, alıyor, ani, arkalarına, cümle, canını, durum, etmek, gelip, hayat, ise, kalan, kimin, melekler, olmak, rab, sığın, sırt, sarf, vurarak, yüce, yüz, ölüm |
|
|