hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > AHLAK > Kötü Ahlak > İhanet

 
 
Seçenekler Stil
Alt 24. January 2010, 09:05 AM   #1
samimi
Yeni Üye
 
Üyelik tarihi: Jan 2010
Mesajlar: 20
Tesekkür: 1
7 Mesajina 13 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 0
samimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud ofsamimi has much to be proud of
Standart cumaya 5 kala

CUMAYA 5 KALA

İlkbahar mevsiminin pırıl pırıl güneşli bir cum'a gü¬nüydü. Devletten resmi müsaadesi olan vaizin, görevli ol¬duğu camide konuşması vardı. Camiye gitmek üzere yavaş yavaş yola koyuldu.
Diyanet teşkilatından bu haftaki vaaz konusu gönde¬rilmediği için Allah'a şükretti. Geçen haftaki bir cümlelik resmi tebliğ, kendisini bin dert içine düşürmüştü. Cum'a vaazıyla ilgili olarak gönderilen bu tebliğe göre “Laikliğin dinsizlik olmadığı” anlatılacaktı.
Fakat bunun nasıl anlatılacağı, daha açık bir ifadeyle bu işin nasıl becerileceği hiç belirtilmemişti!.
Oysa bu dinin peygamberi, aynı zamanda devlet başkanıydı. Bu dinin asli kayna¬ğı olan Kur'an-ı Kerim'de, devlet yönetimiyle ilgili birçok hükümler vardı.
Böyle bir durumda peygamberi ve Kur'an-ı Kerim'i devletten nasıl ayıracak, cemaatin gözüne baka baka “Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) bir devletin hangi hü¬kümlerle idare edildiğine hiç karışmaz!. Bu konuda halkın kaderini, politikacılara ve yöneticilere bırakmıştır!.” ifadesi¬ni nasıl söyleyecekti?
Hem sormazlar mıydı kendisine “Peki hocaefendi! Allah devlet başkanlarını madem muhayyer veya başı boş bırakmıştı da, Firavunu neden helak etti?” diye!.
Ne diyecekti o zaman?
“Allah(c.c) bir devlet başkanı olan Firavun'u, insanla¬rı ezdiği, insanlara zulmettiği için değil, aralarındaki şahsi bir meseleden dolayı helak etti!.” mi diyecekti?
Oysa geçmiş peygamberlerin hepsi, zalim devlet yöneticilerini Allah'a kulluğa davet etmiş¬ler ve toplumların idaresiyle ilgili hak hükümleri tebliğ etmişlerdi. Zulme rıza göstermeyen Allah(c.c), bütün insan¬ları adalete davet etmiş ve bu adil hükümlerin ne olduğunu da Kur'an-ı Kerim'de beyan etmişti. Şimdi bütün bunları göz ve akılardı ederek İslam'ın laik bir din olduğu nasıl anlatılacaktı?
Vaazdan önceki iki-üç gün hep bunu düşünmüş, fa¬kat hiçbir çıkar yol bulamamıştı!.
Bu konuda Babanın ve bazı politikacıların söyledikle¬rini tekrarlamaktan başka çaresi yoktu. Çünkü bu mesele¬yi en güzel onlar kıvırıyor, en saçma yorumu, en büyük bir ciddiyetle onlar söylüyorlardı. Nitekim geçen haftaki cuma hutbesine bu düşüncelerle çıkmış, laikliğin dinsizlik olmadığını adeta bir politikacı gibi anlatmıştı. Fakat “Be¬nim işçim, benim köylüm..” diyen Babanın üslubundan et¬kilenerek, vaazında “Benim cemaatim, benim müslümanım, “Benim kullarım..” elemesi, cemaatteki birkaç kişinin nedense sinirlenmesine sebeb olmuştu!.
“Herneyse” dedi kendi kendine!. Hutbede bütün an¬lattıkları için tekrar tekrar Allah'a tevbe etti. Zaten buna benzer bütün vaazlardan sonra tevbe etmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Bu haftaki vaazla ilgili resmi tebliğin gel¬mediğini düşününce, içinin yeniden rahatladığını hissetti.
Ama ne konuşacaktı?
Bu haftaki vaaz konusu ne olmalıydı?
Oraya vannea bir konu bulur konuşurdu!..
“Yok.. Yok..” dedi kendi kendine, konuşacağı konuyu yolda tasarlamalıydı.
Gençlik Kitabevinin önünden geçiyordu.. İçeride otu¬ran ve birbiriyle konuşan iki genci görünce yüzünü buruşturdu
Ne inatçıydı şu gençler!.
Birşey okumasınlar, birşey öğrenmesinler, hemen el¬lerine kitabı alıyorlar, kapı kapı geziyorlardı. Kendisine de gelmişler, “Hocam bak kitapta ne yazıyor” demişlerdi.
Fesuphanallah.!
Sanki o bilmiyordu, sanki o okumamıştı kitapları!.
Ne olacak, hepsi ukalalık yapıyordu!. Hayatı tanımamışlardı, ge¬çim derdini nereden bileceklerdi ki!. Onlar kendisine kitabı uzattıkları zaman, o da gençlere cebindeki borç listesini uzatacak ve onlara “Siz de bunu okuyun” diyecekti.
Ama, çocukla, çocuk olunmazdı ki!.
En iyisi sabretmekti ve kendisi de büyük bir olgunluk göstererek sabretmişti. Zaten kendisi gibi saygın bir vaize bu yakışırdı.
Adımlarını sıklaştırdı.
Biran önce oradan uzaklaşmalıydı. Ne olur ne olmaz, belki kitaplarda bir şeyler daha bulmuşlardır diye düşündü. Geçen hafta kitabevinin önünden geçerken onaltı, onyedi yaşlarındaki çocuğun sözlerine canı çok sıkılmıştı. Çocuk kendisine bir tüccarmış gibi bakarak “İyi işler, bol kazanç¬lar” demişti.
Oysa camiye gidiyordu, dükkan açmaya değil!.
Bu sözün o kadar tesirinde kalmıştı ki, cami cemaatı¬nı arkasına alıp, tekbir için ellerini kaldırırken, sanki dükkanın kepenklerini kaldırıyordu.
“Herneyse” dedi.
Bu gençleri görünce aklına hep kelime-i tevhid geli¬yordu. Bu günkü vaazda kelime-i tevhid üzerinde durayım, cemaate bu kelimenin önemini anlatayım diye bir düşünce geçti içinden!.
Cami merkezi bir yerde bulunuyordu. Diğer vakitler¬de birkaç kişiden fazla cemaat yoktu ama cum'a namazın¬da tıklım tıklım dolardı. Hatta şimdiden gelip oturanlar büe vardı.
Evet, kelime-i tevhidi anlatmalıydı!.
Zaten gençler de kendisini bu yüzden tenkid ediyor¬lar, “Allah'a kul olmak için camiye gelen insanlara, kullu¬ğun en önemli iki meselesi olan tevhid ve şirki neden an¬latmıyorsun, bu gerçekleri neden gizliyorsun?” diyorlardı.
Bu ifadedeki “Gizlemek” kelimesi onuruna dokunu¬yordu. Oysa cemaatten hiçbir şeyi gizlemiyordu. Tevhid ve şirk meselesini de gizlememişti. Sadece bu gerçekleri anlatmamıştı, o kadar!.
Anlatmamak ayrı şey, gizlemek ayrı şeydil.
Mesela para dolu cüzdanını kaybetse ve bu cüzdanı¬nın yerini bilen bir adam, ona cüzdanın yerini söylemese, cüzdanı gizlemiş mi olacaktı?
Durdu!.
I ııh bu örnek hoşuna gitmemişti..
Tamam dedi kendi kendine, bugün kelime-i tevhidi anlatmalıydı.
Ama nasıl ve nereden başlayacaktı?
Konuşmak kolaydı fakat konuşmanın sonunda gelebi¬lecek sorumluluk ve yükümlülükleri de bir gözden geçirmeliydi. Kaç kişinin bu yüzden başı derde girmişti. Allah'ı razı etmek isterlerken, devlet büyüklerini kızdırmışlardı.
Hiç böyle yapılır mıydı?
Burası başıboş bir ülke değildi ki!. Birçok namussuz başa geçmişti. İçinden söylediği “Namussuz” kelimesini acaba duyan oldu mu endişesiyle etrafına bakındı. Yakı¬nında pek kimse yoktu fakat yine de dikkatli olmalıyım di¬yerek kendisini tekrar ikaz etti.
Kelime-i tevhid, “La ilahe illallah”, “Allah'tan başka İlah yoktur, ancak Ailah vardır.”
Neydi bu cümle?
Neler anlatıyordu?
Neyi tasdik ettiriyor, neleri inkar ettiriyordu?
Bir duygu ve düşünceyi anlatan kelimeler topluluğuna cümle deniyordu. Peki kelime-i tevhidi ifade eden bu cüm¬le, günümüzde hiçbir şey düşündürmüyor, hiç bir şey an¬latmıyor muydu?
Oysa ki bu cümle, Resulü Ekrem(s.a.v.) döneminde tahtları, saraylan, köşkleri sarsıntıya uğratmış, yerle yeksan etmişti. Şimdi ise “Elhamdülillah müsiümanız” diyen insanları bile etkilemi¬yordu. Çünkü bu cümleye değişik anlamiar yüklenmiş, cümlenin gerçek anlamı ve etkisi kaybolmuştu. Kelime-i tevhide yabancı olan bu batıl anlamlan çıkarmak ve keli¬me-i tevhidin gerçek anlamını açıklamak ise hiç kolay de¬ğildi.
Camideki cemaatın durumunu tekrar gözden geçirdi. Kelime-i tevhidi açıklarsa, cemaatten itiraz edenler olacaktı. Çünkü kelime-i tevhidin gereği olarak, insanlara ilahhk taslayan bütün politikacıların, insanlara ilahhk taslayan bü¬tün İdeolojilerin, bütün sistemlerin, bütün devletlerin red¬dedilmesi gerekecekti.
Tevhid, sadece ve sadece Allah'a kulluk etmekti.
Hakim olarak, hüküm koyucu olarak sadece Allah'ı kabul etmekti. Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan kişiler, hüküm koyan merciler varsa, Allah'ın hukukuna tecavüz ederek insanlara ilahhk taslayan bu kişilerin, bu mercilerin redde¬dilmesi gerekirdi.
Cemaati düşündü!. Hayli saf olan bu cemaat kendi¬sinden örnek ister “Allah'ın hükmüne rağmen hüküm ko¬yan bu namussuzlar kimdir?” diye soru da sorarlardı. Ol¬sun, sordukları zaman parmağıyla Ankara'yı gösterek “İşte oradakiler!.” derdi.
Hemen durdu..
“Çüüşş” dedi kendi kendine!. Farkında olmadan ne¬ler, ne tehlikeli düşünceler geçiriyordu içinden! Tıpkı genç müslümanlar gibi düşünmeye başlamıştı. Zaten o geçim derdini bilmeyen gençlere göre bu gerçeklerin anlatılması lazımdı. Nitekim bu konuda kendisine örnek olarak falan caminin imamı Ahmed hocayı gösteriyorlardı. Söylediklerine göre bu hoca, cemaate tevhid ve şirkle ilgili bütün gerçekleri anlatıyormuş. Hatta şikayet üzerine soruşturma¬ya gelen savcı bile, hocanın anlattıklarını dinledikten sonra müslüman olmuş.
Peki ama, kendisine gönderilecek olan savcının da müslüman olacağı ne malum!. Adam ya azılı kafirin biriyse, o zaman ne olacak?
Evet, bütün bunları dikkate almalıydı. Uzun yıllardır tevhid ve şirkten habersiz olan cemaat, bu gerçeklerle karşılaştık¬ları zaman şüphesiz şaşıracaklardı. Camide “Ey Allah'ım”, camiden çıkınca “Ey parti liderim, ey devletim” diyen bu vatandaşların çoğu itiraz edecekti anlatılan gerçeklere. “Saptırmış bu vaiz, diğer imamlar, diğer müftüler bunu bil¬miyor mu?” diyeceklerdi.
Ne diyecekti o zaman?
“Bu gerçekleri anlatmayan namussuzllar, dilsiz şey¬tanlardır” dese, bütün şeytanlar başına üşüşürdü!.
Ayrıca bu gerçekler, cemaati de dağıtırdı. Haftada bir kere cuma namazına gelerek cennetlik olduklarını zanneden bunca insan, cennetin böyle ucuz olmadığını anlayın¬ca camiye de gelmezlerdi. Hiç değilse haftada bir kere dolan bu camiler boş kalır ve miiiet, namazı, abdesti unuturdu. Hatta beş vakit camiye gelen hacılar ve emekli¬ler de gelmez olurlardı camiye. Milleti camide cemaatleştirmeye çalışanlar da kızarlar ve belki de kendisini, yahudiye hizmet etmekle suçlarlardı.
Sıkıntı ile iç geçirdi!.
Oysa ne güzel namazı, abdesti anlatıyordu. Uzun uzadıya taharetlenmekten bahsediyordu!.
Hiçbir mahzuru olmayan bu konulan rahat rahat an¬latabiliyordu. Ama iş tevhid ve şirkin anlatılmasına gelin¬ce, durum farklıydı. Çünkü kelime-i tevhidi ifade eden bu cümlenin altında çok manalar vardı. Bunlar anlatılmaya başlandığı zaman şirk ve müşrik kavramları da kendiliğin¬den gündeme gelecek ve işler o vakit daha da karışacaktı. Bilerek veya bilmeyerek Allah'tan başkasına kulluk edenler, tağuta isteyerek itaat edenler ateş püsküreceklerdi. Bazıları “Yahu bu adam bize resmen müşrik diyor” di¬yecekler, bazıları da “Yok yahu resmen değil, bu âdâm gayriresmi olarak konuşuyor, bu adam irticacı” diyerek yaygarayı basacaklardı.
Bir çoğu da “Bu adam gerçekten sapıtmış. Bize nasıl müşrik der? Kıldığımız namazı, tuttuğumuz orucu, gittiğimiz haccı görmüyor mu? Bizden daha ne İstiyor? Gidip namaz kılmayanlarla, Allah'ı inkar eden ateitslerle uğraşsa ya!. Biz tağuta kulluk yapıyormuşuk!. İftiraya bak.. Biz daha tağut kelimesinin ne olduğunu bilmiyoruz, değil ki ona kulluk yapalım.." diyeceklerdi. Kalbi yine sıkışmıştı!.
Geçirdiği iki kalp krizini hatırladı. O zaman ölmemişti ama birgün mutlaka ölecekti. Anlattıklarından ve anlatmayıp sakladıklarından, yani saklamak değil de, saklama-yıp anlatmadıklarından hesap verecekti. Kalbi daha fazla sıkıştı!.
“Hakkımda ne derlerse desinler, anlatacağım” dedi, Anlatması lazımdı. Çünkü bir insan sadece namaz kılmak¬la, sadece oruç tutmakla müslüman olmazdı, olamazdı. İs¬lam'ın ilk şartı, kelime-i tevhid idi. Kelime-i tevhidin mana¬sını ve gereğini bilmeden, bu gerçeği tasdik etmeden bir insanın müslüman olması mümkün değildi. O halde anlat¬malıydı, anlatmalıydı bu gerçekleri.
Evet, anlatacaktı! İster sapık desinler, ister bağırsmlar, is¬terlerse camiye hiç gelmesinler, anlatılması gereken gerçe¬ği anlatacak, hiç olmazsa üç-beş insanın kurtulmasına vesi¬le olacaktı.
Ammaa ya hükümete şikayet ederlerse?
Gerçi şikayet etmeleierine de gerek yoktu. Çünkü ca¬minin hopörlörü dışarıya da uzanıyordu.
“Ooo oooff” diyerek sakalsız yanağını kaşıdı.
Ne yapmalıydı?
Konuşması mutlaka faydalı olacaktı.. Cuma namazı¬na gelen gençleri düşündü. Temiz bir yaprak gibi olan bu gençlere, bu samimi gençlere mutlaka anlatılmalıydı. Kim-bilir belki cemaatten de bu konuları merak edenler vardı.
Ama sormuyorlardı ki!..
Bankadan alınan faizle ne yapılacağını, köprü ve ba¬raj senetlerinin gelirini soruyorlar, kelime-i tevhidin gerçek manasını sormuyorlardı!.
Muamelattan sormuyorlardı!.
Allah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olmanın ne anlama geldiğini sormuyorlardı!.
Allah'ın dostunun ve düşmanının kim olduğunu sor¬muyorlardı!.
Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyanların kim ol¬duğunu sormuyorlardı!.
Gayriihtiyari içinden yükselen
“İyi ki sormuyorlar” ifadesinin, Rahmani mi yoksa nefsani mi olduğunu pek anlayamadı.
Camiye epey yaklaşmıştı.
Ticarethanesinin kapısını kapatarak cuma namazına gelmeye hazırlanan tüccar Arif bey kendisini görmüş, hür¬metle selamlamıştı. “Namussuz herif” dedi içinden. Yaptığı işin kılıflı tefecilik olduğunu söylese, kendisine bu hürmeti göstermezdi. Vitrindeki mobilyayı görünce, evini hatırladı. Evindeki yatak odası takımını, avizeleri ve diğer eşyaları düşündükçe keyiflendiğini hissetti. Evinde pek eksik yoktu. Karısı aklına gelince “Allah beni onsuz bırakmasın!” diye halisane bir duada bulundu. Becerikli karısının yaptığı çö¬rekleri, börekleri hatırlayınca sanki yeniden acıkmıştı.
Bugün de kalbura basma yapacaktı!.
Televizyon geldi aklına, cuma olduğuna göre ikinci kanalda sinema vardı. Kalbura basmayı filmi seyrederken yerdi.
Camiye varınca tüccar Arif beyin hediye ettiği saati¬ne baktı.
Cumaya beş vardı!.
Şimdiye kadar birçok kez, cuma namazına gelirken kelime-i tevhidi anlatmayı düşünmüş fakat cumaya beş kala bu düşündüklerinden vazgeçmişti!.
Vakit, yine cumaya beş vardı ve ne konuşacağını yine pek bilmiyordu. Kelime-i tevhidi, hapiste olan müslümanları, tüccar Arif beyi, yeni misafir odası takımını, avi¬zelerini, halılarını, karısını, kalbura basmayı ve televizyon¬daki fiimi tekrar düşündü.
Karar vermişti.
Daha erkendi!. Kelime-i tevhidin anlatılması için za¬man ve zemin müsait değildi. Bu düşünce sanki içini rahatlatmıştı. Zaman ve zemin müsait olsa elbette, elbette anlatırdı.
Hiç kimseden korkmadan kürsüye çıkar, tevhid ve şirkin ne olduğunu açık açık herkese anla¬tırdı. Çünkü biliyordu, biliyordu bütün bu gerçekleri. Sahi ya, o bu gerçekleri camilerde değil, kitaplarda Öğrenmiş¬ti. 0 halde bu meseleleri bilmek isteyenler de kitablardan öğrenebilirdi. Bu meseleler, böyle bir zamanda camilerde anlatılamazdı ki!
Hatta geçenlerde müftü efendi kendisine vaazda ne anlatacağını sormuş, o da şakadan, şaka olsun diye,
Vallahi şaka olsun diye, “Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir..” mealindeki Maide suresi 44. ayet-i kerimeyi cemaate açıklayacağını söylemişti!
Aman Ya Rabbi!.
Sen misin bunu diyen? Müftü öyle kızmış, öyle bağır¬mıştı ki, o zamandan bu yana değil bu ayet-i kerimeyi, Maide suresinden hiçbir ayet-i kerimeyi okumaya cesaret edememişti.
Müftü olacaktı sözde, şaka söylediğini nedense anlamamıştı!. Oysa bu gibi ayet-i kerimelerin açıkça anlatılmayacağını, geçim sorumluluğu taşıyan her din görevlisi bilirdi!.
Zaman ve zemin müsait olsa, tabi ki bu durum deği¬şebilirdi. Fakat şimdi müsait değildi. Bu gibi gerçekler, cemaat içinde fitne çıkarırdı!.
Cumaya beş kala yine fikrini değiştirmiş ve bu gibi tehlikeli konulan şimdilik anlatmayayım düşüncesiyle camiye girmişti!.
Caminin bahçesinden geçerken,bahçedeki yeni yeni tomurcuklanan ağaçlar dikkatini çekti. Evet, ağaçlardan ve ağaç dikmenin faziletinden bah¬sedebilirdi. Konuşma konusunu bulduğu için sevindi. Sık sık anlattığı bu konu için hazırlanmasına da gerek yoktu.
Büyük bir huzurla camiye girdi.Cemaatten birisinin hürmetle tuttuğu cübbesini giyerek, kürsüye oturdu. Bu kürsü oldum olası çok hoşuna gidiyordu. Cemaate göz gezdirdi ve kendisinden emin bir sesle konuşmaya başladı.
Müezzin vakit ezanını okurken, cemaat birbirini dürtüklüyor, uyuyanlar birer birer uyandırılıyordu..


MEHMED ALAGAŞTAN ALINTI
samimi isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
 

Bookmarks

Etiketler
cumaya, kala


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 04:08 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam