12. January 2010, 07:21 PM | #1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.023
Tesekkür: 3.573
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
“Er riba”nın kapsamı
“Er riba”nın kapsamı
Biz, bu çok önemli konudaki kapsam belirleme tahliline, en baştan, yani Kur’an’ın indirildiği dönemde uygulanmakta olan riba çeşitlerinden başlamakta yarar görüyoruz. İster paraya, ister mala bağlı olsun “nesi’e ribası”nın bütün işlemlerinde, verilen ve geri alınan para veya mal miktarları arasındaki fark, vade sebebiyle oluşturulduğundan, yani bu riba çeşidi, vadeye bağlı bir ödünç verme işleminden kaynaklandığından, bu kapsamdaki işlemlerden sağlanan kazançlar tam anlamıyla “karşılıksız fazla” hükmündedirler, dolayısıyla da “er riba”dırlar. Örnek olarak, nasıl, ödünç olarak verilen para karşılığında ana paranın haricinde alınan her türlü fazla (faiz), “karşılıksız fazla”, yani “er riba” ise, elinde 10 kile buğdayı olan bir kişinin bu malını ödünç verip, ödünç verdiği kişiden altı ay sonra 12 kile buğday alması durumunda da, miktarlar arasındaki 2 kile buğday, aynı şekilde “karşılıksız fazla”dır, yani “er riba”dır. “Fazlalık ribası”nın söz konusu olduğu, peşin yapılan mal değiştirmelerde ise, ortaya bir “karşılıksız fazla”nın, yani “er riba”nın çıkması, mantığa uygun görünmemektedir. Çünkü ister farklı, ister aynı cinsten olsun iki malın takas edilmesinde işlem, o malların ederleri ölçü alınarak yapılacağı için, böyle işlemlerde taraflardan herhangi biri lehine bir “karşılıksız fazla” oluşması anlamsızdır. Örnek olarak 1 Kg hurmanın ederi 20.-TL, 1 Kg sofralık zeytinin ederi 10.-TL ve 1 Kg yağlık zeytinin ederi 5.-TL ise, 1 Kg hurması ile zeytin almak isteyen kişi, ya 2 Kg sofralık zeytin veya 4 Kg yağlık zeytin alacaktır. Böyle bir işlemde miktarlar arasındaki farkların “karşılıksız” olduğunu söylemek mümkün değildir. Veyahut, elinde 1 Kg sofralık zeytini olan kişi malını yağlık zeytinle takas etmek isterse, 2 Kg yağlık zeytin talep edecektir. Çünkü ederi yüksek olan malın sahibinin, kendi malının bir ölçeğine karşılık, ederi düşük olan maldan daha fazla ölçekte mal talep etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Kaldı ki, ederi yüksek olan malın sahibi, böyle bir takası tercih etmeyip alışveriş yoluyla önce kendi malını para ile satsa, sonra da diğer malı başkasından parayla satın alsa, ederi düşük olan maldan yine aynı ölçekte alacaktır. Yani, ortada herhangi bir aldatma veya aldanma yoksa, bu takas ticarî bir alışveriştir. Dolayısıyla da, aynı cins malların takası sırasında, miktarlar arasında kalitesi sebebiyle ederi yüksek mal sahibinin lehine oluşan farkın “er riba” olarak değerlendirilmesi söz konusu olmamalıdır. Bize göre “o riba”nın en başta gelen ögesi, ister parayla ister malla olan ödünç verme işlemlerinde alınan fazlalıktır, yani faizdir. Bizim, “ribanın en başta gelen ögesi” olarak gördüğümüz faizi, “ribanın en müptezeli” olarak tanımlayanlar da vardır (Prof. Dr. Mehmet Yazıcı). Faizin, Rabbimizin haram kıldığı riba kapsamı içinde olduğu hususu tartışmasız olmasına rağmen, bir kısım kişiler günümüzdeki faizli muamelelerin, “zaruret hâli” istisnası gibi mütalâa edilip edilmeyeceğini tartışmaya açmışlar ve faizi; “paranın, enflâsyon karşısında değer kaybını önler” veya “paranın kirasıdır” gibi bir takım düşüncelerle yasak kapsamı dışına alma gayreti içine girmişlerdir. Allah’ın yasaklamış olmasına hiç önem atfetmeyen bazı kişiler ise faizi, ekonomik gelişmenin en önemli araçlarından biri olarak ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki faiz; Rabbimizin bildirdiği gibi, kişiler, aileler ve ülkeler için tehlikedir, her zaman da baş belâsı olmuştur. Faizin nasıl bir belâ olduğunu anlamak için, yakın tarihimize bakmak yeterlidir: Osmanlı Devleti, ilk kez 1854’te Kırım Savaşının getirdiği mali yükü hafifletmek amacıyla istikraz (tahvil çıkarma) yoluyla dış borç aldı. Dış borçlar, yatırım alanı arayan Avrupa sermayesinin özendirmesi ve bazı yenilikler için yapılan harcamalar nedeniyle hızla arttı. 1854-74 arasında 15 kez istikraz yoluyla dış borç alındı. Borcun toplamı 5.297.676.000 altın franka, bunların yıllık faizi de 300 milyon franka ulaştı. Osmanlı Devleti … bu borçların faizlerini bile ödeyemez duruma düşünce, Ekim 1875’te … vadesi gelen taksitlerin yarısını ödeyeceğini açıkladı. Ama bu taksitleri de ancak üç ay ödeyebildi ve Mart 1876’da ödemeler bütünüyle durdu. … Osmanlı hükümeti daha sonra Galata bankerlerinin verdiği kısa vadeli borç ve avanslardan oluşan iç borç ödemelerini de durdurdu. 22 Kasım 1879’da imzalanan anlaşmayla bu borçların faiz ve anaparası karşılığı olarak damga, müskirat, balık avı, tuz ve tütün resmi 10 yıl süreyle alacaklılara bırakıldı. … (Ana Britannica, c:11, s:22) Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, devletlerin yaptıkları borcu ve faizi aslında, o paradan yararlanmayan halk ödemektedir. Hatta bazen de, batan kredi kurumlarının borçlarının devlet kasasından ödenmesi suretiyle, bir kısım mevduat sahiplerinin kurtarılması yükü de yine, borç alma ve verme ilişkilerinin tamamen dışında olan halka çektirilmektedir. Bunlar ise, “zulüm”den başka bir kelime ile açıklanması mümkün olmayan durumlardır. “Er riba”nın bir numaralı unsuru olan faizin, bireyler üzerindeki etkilerine gelince, faiz gerçekten, insanlar üzerinde tehlikeli, manevî anlamda öldürücü etkiler doğurmaktadır: Faiz, insanları çalışmaktan alıkoyar. Çünkü imkânı olan kimseler, paralarını faize vermek suretiyle kolayca; emek vermeden, riske girmeden kazanç sağlayacaklarından, çalışmaya gerek duymayabilirler. Bu durum, toplumsal hareketliliğin düşmesine, verimliliğin azalmasına yol açar. Zira borç alan kişi çalışır ve kazanır ama bu kişinin çalışması ile elde ettiği kazançtan, faiz alan kişi de çalışmadan beslenir. Oysa bir ülkenin refahının artması, ancak her alanda daha fazla çalışmak ve daha fazla üretmek ile mümkün olabilir. Kısacası daha az zahmet, daha az rahmet getirir. Faiz, toplumlarda yardımlaşmayı, dayanışmayı ortadan kaldırır. Faiz gibi kolay elde edilen ve risksiz kazanç, genellikle insanları bencilliğe iter. Dolayısıyla, bir başkasına yardım edecek kadar birikimi olan kişiler, paralarını ihtiyacı olan kardeşlerine verecekleri yerde faize yatırmayı tercih ederler. Allah’ın emrettiği “ihtiyaç sahiplerine yardım” yolunun açılması için ise, faizin reddedilip bu yolla elde edilecek kazanca itibar edilmemesi gerekmektedir. Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Yüksek oranlı ve uzun süreli enflâsyon dönemlerinde spekülâtif yatırım yapanlar hariç, borç alıp faiz ödeyenin zengin olduğu görülmüş bir olay değildir. Çünkü faiz oranları, elinde parası olanlar tarafından belirlenir ve bu kişiler faiz oranlarını, içinde bulunulan ekonomik ortamın imkân verdiği kazanç oranlarındaki aslan payını kendileri alacak şekilde belirlerler. Yani faiz oranları, o ortamda sağlanabilecek ortalama rantın daima büyük kısmına tekabül eder. Dolayısıyla faizle borç alan yatırımcının zengin olmasına değil, ancak geçinmesine, başka bir ifade ile ancak borçlanmayı sürdürebilmesine izin verilir. Eğer borç alan yatırımcı değil de ihtiyaç sahibi, yani fakirse, bu kişinin faiz ödeyerek daha da fakirleşeceği zaten ortadadır. İşte bu yüzden; toplumda küçük bir azınlığın refah, çoğunluğun ise yoksulluk içinde yaşamalarını sağlayan ve sürekli kılan bir ortamın sebebi olduğu için faiz, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapar. Ama iş bununla bitmez, bu tarz bir düzenin, çoğunluğu teşkil eden dar gelirliler bakımından giderek cehenneme dönüşmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle toplumlardaki faizci zenginler, zenginleştikçe hayatlarından ve servetlerinden daha fazla endişe eder hâle gelirler ve onları koruyabilmek için de daha değişik zulüm yollarına başvururlar. Faiz, kulun şükretmesine engel olur, kişiyi Allah’a karşı nankör yapar. Allah tarafından fazlalıklı kılınmış varlıklı kimselerin, bu fazlalıklarının karşılığını zekât, sadaka ve infak yollarıyla ödeyerek Allah’a şükretmeleri gerekmektedir. Ama kolay ve risksiz bir kazanç olan faizin cazibesine kapılan insan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin karşılığını Allah’ın gösterdiği adreslere iletmek yerine faize meyleder ve tuzağa düşüp bu görevleri yerine getirmez. İnsanın bu yanlışa düşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu, onun Rabbi olması dolayısıyla çok iyi bilen Allah, Bakara suresinin 276. ayetinde “Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm çok nankör ve günahkâr kimseleri sevmez.” ifadesiyle; faizi de kapsayan ribanın kimseye hayrının, bereketinin olmayacağı, çünkü Kendisinin onu yok edeceği tehdidi ile sadakaların ve infakın dünyada ve ahırette kat kat iade edileceği vaadini birlikte yapmış, böylece de insanların nankörlüğü değil, şükrü tercih etmeleri gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştır. Kur’an’da; “Allah’ın ‘yaklaşma’ dediği ağaçtan Âdem’in tadıvermesi ve hemen de istifçiliğe başlaması” şeklinde temsilî olarak anlatılan da, aslında bu meseledir. Görüldüğü gibi faiz, kişilerin psikolojilerinden başlayarak iş hayatlarını, geçimlerini değiştirmekte, aile düzenlerinin alt üst olmasına yol açmaktadır. Böyle bireylerin toplum içinde giderek çoğalması, o toplumu adım adım tehlikeye yaklaştırmakta, faizin kölesi hâline gelmiş böyle bir toplum da üzerinde yaşadığı ülkeyi, yukarıdaki Osmanlı örneğinde olduğu gibi, yerüstü ve yeraltı servetlerinin bitirilmesi sonucuna doğru, yani sömürgeleşmeye doğru, yani ateşe doğru götürmektedir. Özet olarak faiz, sonuçları itibarıyla, fakirlerin köle, ülkelerin de sömürge hâline gelmesinde en büyük etkenlerden biridir. Ancak, “er riba” faize indirgenemez. Çünkü yukarıda saptadığımız gibi Rabbimiz faizi değil, “karşılıksız” ve “risksiz” fazlayı yasaklamıştır. Dolayısıyla Müslümanların, sadece faizden uzak durup da, “er riba” kapsamına giren diğer karşılıksız fazlaları yemek gibi kendi kendilerini kandırma sapkınlığına düşmemeleri lâzımdır. Fakat ne yazık ki “er riba” insanlara vazgeçilmez gelmiş, bu tatlı kazancı bırakmak istemeyenler, “er riba”yı faize indirgemek ve yedikleri “er riba”yı da muamele-i şer’iyye denilen uygulamalarla faiz görüntüsünden çıkarmak suretiyle, yaptıklarının, Allah’ın yasakladığı “er riba” kapsamında olmadığına kendilerini inandırmışlardır. Eğer söylenenler doğru ise, muamele-i şer’iyye denilen ve “Alacaklı tarafın borçludan, faiz sayılmayacak bir menfaat elde etmesini temin için yapılması gereken işlem” olarak tarif edilen bu çeşit uygulamalara dayanak teşkil eden fıkhî çözümlerin (!) bulunuşu, çok eski zamanlara; 700’lü yıllara kadar gitmektedir. Çeşitli usuller ihtiva eden bu uygulamalardan biri meselâ şöyledir: “Para sahibi, vadeli olarak vereceği 10 dirheme karşılık 13 dirhem almak istiyorsa o zaman borçlanacak olan tarafa, 13 dirheme bir mal satar ve teslim eder. Borçlanacak olan kişi de o malı üçüncü bir şahsa 10 dirheme satar ve teslim eder. Sonra bu üçüncü şahıs ta o malı ilk sahibine 10 dirheme satar, parayı peşin alıp malı teslim eder. Sonra biraz önce aldığı malın bedeli olmak üzere 10 dirhemi, borçlanacak olan kişiye verir. Böylece mal, ilk sahibine yani karşı tarafa borç vermek isteyen kişiye 10 dirhem karşılığında dönmüş ve karşı tarafın ona vadeli 13 dirhem borcu olmuş olur.” (İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensar Neşriyat, İstanbul 1992, s: 316, 317) Görüldüğü gibi, tarifinde bile “alacaklı, borçlu, menfaat elde etme” gibi, ödünç verme işlemlerine has kavramlar olan bu uygulamalar özünde; şikeli alışverişlerle borçlunun alacaklıya faiz kadar fazla ödemesini sağlamaktan başka bir şey değildir. Sadece ödemeler faiz adıyla yapılmamaktadır. Hukuk dilinde “kanunu dolanma” denilen bu tür davranışlarla Allah’ın koyduğu yasağı dolandığını zanneden bazı kıt akıl ürünü sapkın anlayışlar maalesef günümüzde de varlıklarını sürdürmektedirler. Meselâ, bankacılık sisteminin varlık sebebinin faiz olmasına rağmen bir takım çevreler “faizsiz bankacılık” diye bir kavram icat ederek, bu iddia ile kurdukları şirketlerden, kendilerine para yatıranlara “kâr payı” adı altında ödemeler yapmaktadırlar. Bu kâr payları, isteyene üç aylık, isteyene altı aylık, isteyene de yıllık olarak ödenmekte ve ne enteresandır ki, dönemlere göre yapılan ödemeler herkes için hep aynı tutarda olmaktadır. Yani bu faizsiz bankaların, topladıkları paralarla ortak oldukları (?) şirketlerin hepsi; tahsilâtlarını hep aynı dönemlerde yapmakta, dolayısıyla da kârlarını, ilan ettikleri ödeme dönemlerine uygun olarak elde etmekte ve hep aynı oranda kâr etmektedirler. Oysa, bu şirketlerin hepsinin; kârlarını, bütün giderlerini öngörerek dağıtılabilir kazanç olarak hesaplamaları mümkün olsa bile, tahsilâtlarını bu faizsiz bankaların ilan ettikleri kâr dağıtım dönemlerine uygun bir şekilde yapmaları ve kârlarını dağıtılabilir hâle getirmeleri mümkün değildir. Bu durumda, bu şirketlerin kâr payı adı altında yaptıkları ödemelere “karşılıksız fazla”dan başka bir şey denemez. Bu yargımızı doğrulayan bir diğer husus da, bu faizsiz bankaların birçok şirkete ortak olduklarını ilân etmelerine rağmen, sanki bir tek şirketin kârını dağıtıyormuş gibi, hep aynı oranda kâr payı dağıtmalarıdır. Bize göre “er riba”nın bir diğer önemli unsuru spekülâsyondur. Spekülâsyonu; “ileride fiyat değişikliğine uğrayacak malların aradaki fiyat farkından yararlanarak kâr etmek amacıyla önceden satın alınması” şeklinde tarif eden Ekonomi Ansiklopedisi, spekülâsyona sebep olacak fiyat değişikliği beklentilerinin başlıcaları arasında savaş, kıtlık ve enflâsyonu saymıştır. Görüldüğü gibi spekülâsyonda kâr beklentisi, herhangi bir çalışmaya veya hizmete değil, sadece fiyat artışına dayanmaktadır. Üstelik bu fiyat artışlarının da, birçok kişinin mahvına yol açacak afetler sebebiyle gerçekleşmesi beklenmektedir. Böyle bir kazancı umarak yapılacak alışverişten sağlanan kârın, Rabbimizin helâl kıldığı alışveriş kârı cinsinden bir kâr olmayacağı ortadadır. Özünde yine spekülâsyon gibi fiyat artışından kâr sağlama anlayışı olan ama ondan çok daha çirkin başka bir “er riba” unsuru daha vardır ki bu; “istifçilik” veya “karaborsacılık” denen rezilliktir. Bu davranışı spekülâsyondan daha çirkin kılan özelliği, yapılan mal alımlarının, piyasada o malın kıtlığına yol açarak fiyatının artmasını doğrudan etkileyecek miktarlarda olmasıdır. Adına ister spekülâsyon densin, ister istifçilik densin, bu davranışların “er riba” kapsamına girmelerinin sebebi bize göre; her iki davranışın da, herhangi bir çalışıp didinme karşılığında olmadan kazanç sağlamaya yönelik oluşlarıdır. Zira Rabbimiz, insan için çalışıp didindiğinden başkasını, “yok” mesabesinde saymaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Allah’ın kendilerine bahşettiği fazlalıklarını yabancı ülkelerin paralarına yatırarak, ileride kendi ülkesinin parası aleyhine gelişecek kur farklarından kazanç sağlamayı umanların veya faaliyet alanlarına bakıp muhtemel kârlarını değil de, piyasada oluşacak fiyatlarını hedefleyerek şirketlere, borsa kanalıyla ortak olanların, vicdan muhasebelerini tekrar gözden geçirmelerinde yarar vardır. Çünkü ne kur farkı beklentisi ile yapılan döviz alımlarının spekülâsyondan bir farkı vardır, ne de borsa gibi, büyük sermaye sahiplerinin oyuncağı hâline gelmiş bir kumarhaneden alınan hisse senetleri gerçek anlamda bir ortaklık hükmündedir. Ülkemizde son zamanlarda uygulamaya konmuş bir diğer “er riba” sağlama işlemi de Vadeli İşlemler Borsası denilen kuruluş bünyesinde yapılmaktadır. Görünüşte ileriye matuf alım veya satım sözleşmeleri mahiyetinde olan bu işlemlere konu olan materyal, “mal” cinsinden olabileceği gibi, değişik ülke paraları cinsinden de olabilmektedir. Sözleşmelerin tarafları ise alım veya satım emirlerini verenler ile onlara böyle bir ortamı sağlayan kuruluşlardır. Bu işlemlerde alım veya satım emirlerini verenler, kesinlikle gerçek alıcı veya satıcı değildirler. Onlar, sözleşmede belirtilen gün geldiğinde, sözleşmedeki malları ne gerçekten alırlar, ne de satarlar, sadece sözleşmede yazan paraları öderler veya tahsil ederler. Özetle bu işlemler gerçek alışverişlerle ilgili olmayıp, bir takım nesnelerin ileride oluşacak fiyatlarının tahmini üzerinden oynanan bir çeşit kumardır ve bu işlemlerin, Rabbimizin helâl kıldığı alışveriş ile hiç alâkaları yoktur. Ancak, kapitalizm dininin önemli unsurlarından olan borsalar hakkında; ileride oluşacak fiyatların bilinmemesi sebebiyle borsa işlemlerinde bir riskin söz konusu olduğu, riski olan işlemlerden sağlanacak kazancın ise, baştan belirlenen faiz işlemlerindeki ile aynı sayılamayacağı yolunda bir takım fikirler ileri sürülmektedir. Bizce bu görüş sahiplerine önce; “tamamen riskten ibaret olan kumar, bu mantığa göre helâl mi sayılacak” sorusu sorulmalı, sonra da helâl kazancı, “er riba” işlemlerinden sağlanan kazançtan ayıran esas özelliğin risk değil, “bir emek karşılığı olması” olduğu hatırlatılmalıdır. Kaynak;İşte Kur'an(Hakkı Yılmaz) Devamı Burada
__________________
Halil Ay |
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | Barış (8. May 2010) |
Bookmarks |
Etiketler |
“er, bankacılık, bono, çalışmak, emek, faiz, finansman, haram, helal, islam, kapitalizm, kapsamı, karpayı, karşılıksız fazla, kile, nesi'e, para, riba, riba”nın, risk, senet, ödünç |
|
|