27. September 2008, 11:51 PM | #1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Ya sin sûresi’ne giriş
Mekke’de 41. sırada inmiş olan bu sure adını 1. ayet olan “Ya Sin” ifadesinden almıştır. Bu sureye “Kur’an’ın Kalbi Suresi”, “Müdâfeai kaziyye Suresi”, “Muımme Suresi”, “Azime Suresi” gibi adlar da verilmiştir.
Bazı kaynaklarda 12. ve 45. ayetlerin Medine döneminde indiğine dair iddialar bulunsa da söz konusu ayetlerin bulundukları paragrafa uyumları, bu iddiaları haklı göstermemektedir. Sure, yasalar içeren Kur’an’ın “tanıklığı” ve “kanıtlığı” ile, Abdullah oğlu Muhammed’in, ataları uyarılmamış, bu yüzden de duyarsızlaşmış olan kavmi uyarmak için gönderilmiş bir elçi olduğunu ve dosdoğru yol üzerinde bulunduğunu vurgulayarak başlamaktadır. Daha sonra da surede, tevhide karşı çıkanların psikolojik durumu ile elçi gönderilen bir kentin hikâyesi örneklenmiş, Kıyamet gününe dair uyarılar yapılmış, haşre ve yeniden dirilmeye ait sahnelerle ahiret hayatı canlandırılmıştır. Sure, hakk dinin esasları olan tevhit ve ahirete inanış ile bitmektedir. Ayrıca surede, Kur’an üzerinde durularak Kur’an’ın nitelikleri ve etkileri açıklanmış, özellikle 69, 70. ayetlerde Kur’an’ın “diri” olan kişileri uyarmak için indirildiği vurgulanmıştır. Ama bu açık mesaja rağmen ne yazık ki bu sure hakkında da, Müslümanları Kur’an’dan uzak tutmaya yönelik olan ve peygamberimize fatura edilen bir hayli söylenti ortaya çıkarılmıştır. Doğruların olduğu kadar yanlışların da gözler önüne serilmesi gerektiğine inandığımızdan, bunlardan birkaç tanesini takdim ediyoruz: - Kim sabahı ettiğinde Ya Sin suresini okuyacak olursa, akşamı edinceye kadar o günü için ona kolaylıklar ihsan edilir. Kim bu sureyi gecenin ilk saatlerinde akşamı ettiğinde okuyacak olursa, sabahı edinceye kadar o gece ona kolaylıklar verilir. - Şüphesiz her şeyin bir kalbi vardır Kur’an’ın kalbi de Ya Sin’dir. Her kim bu sureyi geceleyin okursa o gece ona kolaylıklar verilir. Her kim bunu bir gündüz okursa, o gün ona kolaylıklar verilir. Şüphesiz ki cennetliklerden Kur’an kaldırılır. Ta Ha ve Ya Sin dışında hiçbir şey okumazlar. - Kim perşembe gecesi Ya Sin okuyacak olursa günahı bağışlanmış olarak sabah eder. - Kim kabristana girer de Ya Sin okursa, o gün Allah onların azabını hafifletir. O kimse için de harfleri sayısınca hasenat yazılır. - Her kim, anasının babasının veyahut bunlardan birinin mezarını her Cuma ziyaret eder ve yanlarında Ya Sin okursa her harfinin sayısınca Allah onu bağışlar. - Allah rızası için geceleyin Ya Sin okuyan kimse affolunur. - Onu ölünüzün yanında okuyun. Allah ona kolaylık verir. Görüldüğü gibi bu rivayetler ile dikkatler başka bir noktaya çekilmekte, böylece inananlar Ya Sin suresinin, dolayısıyla da Kur’an uyarı fonksiyonundan uzaklaştırılmaktadır. Hakkı Yılmaz'ın Kur'an ve İslam-260.Bölüm-Ya Sin Suresi 1.Bölüm Ya Sin suresi/1 Hurufu mukatta Kur’anın nitelikleri Kur’anın AZİZ ve Rahim Allah tarafından indirilmiş olması Kur’an’ın Rasüllah’ın Hak peygamber oluşunun kanıtı olması Kur’an’ın ataları uyarılmamış bir topluma inmiş olması Rasülüllah’ın ana-babasının durumu O toplumun cehennemlik olması Hakkı Yılmaz'ın Kur'an ve İslam-261.Bölüm-Ya Sin Suresi 2.Bölüm Arap sözcüğünün anlamı Kur’an indiği dönemde Arap toplumunun özellikleri Arap toplumunun bağnazlığı Arap toplumunun kibri Ölü dirilmenin Allah’a özgülüğü Amel defterlerinin kapanmayışı İnsan yaşamının birebir kopyalanmış olması Cennete- cehenneme giden yolların Kur’an’da gösterilmiş olması Hakkı Yılmaz'ın Kur'an ve İslam-262.Bölüm-Ya Sin Suresi 3.Bölüm Duyarsız topluma örnek verilen kent Elçiler gönderilişi Elçilerin Tevhit mücadelesi Elçilere karşı koyuş Elçileri öldürmeye teşebbüs Şehrin en sapa yerinden koşup gelen yiğit adam Bu yiğidin zalim toplumu uyarışı Ve onlara meydan okuyuş Bu yiğidin cennet davet edilişi Bu yiğidin cennette “Ne olurdu! Toplumum, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılan kimselerden yaptığını bir bilselerdi! ” deyişi Elçilerle alay edenlere uyarılar Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 263. Bölüm.Ya Sin Suresi 4. Bölüm. Ölü toprağın duyarsız insanlara gösterge oluşu Ölü topraklardan nimetler elde edilişi Tüm varlıkların çift yaratılışı Gece ve gündüzün gösterge oluşu Güneşin gösterge oluşu Ay’in gösterge oluşu Ay’ın menzilleri Gökyüzünde kaos olmayışı Suyun kaldırma kuvvetinin gösterge oluşu Duyarsız topluma, felaketten korunabilmeleri için yapılan uyarılar Duyarsız toplumun infak önerilerine karşı çıkmaları Duyarsız toplumun kıyameti inkarı Onlara ihtarlar: Surun üfürülmesi; Ölüm/kıyamet, diriliş ve hesap veriş Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 264. Bölüm Yasin Suresi 5. Bölüm Cennetliklere sunulan nimetler Cennetteki eşler dünyadaki eşler değildir Kur’an’da nitelenen cennet Arap coğrafyasına yöneliktir Kur’an’daki cennet örneklemedir Mahşerde sınıf sınıf ayrılma İnsanlığa yapılmış uyarı Şeytana kulluk ve bunun karşılığı İnsana tanık kendisi ve hayatının kopyalanmış filmidir Allah’ın kullara açtığı krediler İnsan yapısının geri dönüşümü Bunun ahiret için kanıt gösterilişi Peygambere şiir öğretilmemiştir Şiir peygambere yakışmaz Şiirin mahiyeti Kur’an dirileri uyarmak için gönderilmiştir Vahy tebliğ edilince ceza hak edilir Yasasız ceza olmaz Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 264.Bölüm. Ya Sin Suresi 6.Bölüm. İnsanların sahip olduğu hayvanlar: Yenilen, binilen hayvanlar Hayvanların insana itaat etme özellikte yaratılışı Nimete sahip insanlardan ŞÜKÜR beklenmesi Şükür kavramı Yardım umarak canlı cansız put edinilmesi Akılsızların putlara asker, bekçi olmaları Rasülüllah ve müminlere teselli İnsanın cahilliğinden Allah’a düşmanlığı Çürümüş kemikleri örnek vererek dirilmeyi inkarı Buna verilen cevaplar Allah’ın yeşil bitkilerden insanların yakıp durdukları ateşi (oksijeni) yaratması Her şeyin mülk ve yönetiminin Allah’a ait oluşu Herkesin Allah’a hesap verecek olması 41 / YA SİN SURESİ Rahman Rahîm Allah adına Ayetlerin meali: 1- Ya Sin / 10, 60 2–6- Babaları uyarılmamış bu yüzden de kendileri gafil (duyarsız) bir kavmi kendisiyle uyarasın diye Aziz (çok güçlü), Rahîm’in (çok merhametlinin) indirdiği çok hikmetli Kur’an’a ant olsun ki sen, o gönderilenlerdensin (elçilerdensin), hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin. 7- Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hakk olmuştur. Artık onlar inanmazlar. 8- Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış olanlardır. 9- Ve Biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler. 10- Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar. 11- Şüphesiz sen o zikire (Kur’an’a) uyan ve gaybde Rahman’a haşyet duyan kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül ile müjdele. 12- Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı mübin”de sayıp tespit etmişizdir. 13- Sen onlara (gafil kavme), o kentin ashabını örnek ver. Hani oraya gönderilmişler (elçiler) gelmişti. 14- Hani Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz de üçüncü ile güçlendirmiştik de onlar: “Şüphesiz ki biz size gönderilmişleriz (elçileriz)” dediler. 15- Onlar da: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” dediler. 16, 17- Onlar (elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.” 18- Onlar (o kentin halkı) dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.” 19- Onlar (Elçiler): “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi diye mi? Bilakis siz haddi aşmış bir kavimsiniz.” dediler. 20–25- O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: “Ey kavmim! Uyun o gönderilmişlere (elçilere)! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların (ilâhların) şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar (ilâhlar) beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman (ilâhlar edindiğim takdirde) apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin bana!” 26, 27- Denildi ki: “Haydi gir cennete!” (O da) Dedi ki: “Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi.” 28, 29- Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiçbir ordu indirmedik, indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar hemen sönüvermişlerdir. 30- Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay ederlerdi. 31, 32- Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp, sadece bizim huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır. 33- Ve ölü toprak onlara (duyarsız kavme) bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar. 34, 35- Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık. Hâlâ şükretmeyecekler mi? 36- Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden çiftleri, onun hepsini yaratan her türlü noksanlıktan münezzehtir. 37- Gece de onlara (duyarsız kavme) bir delildir. Biz ondan (geceden) gündüzü sıyırırız da onlar hemen karanlığa dalıverirler. 38- Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden Güneş de (duyarsız kavim için bir delildir). İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir (ayarlamasıdır). 39- Bizim kendisi için, eski kuru bir hurma dalı gibi dönünceye dek menziller takdir ettiğimiz Ay da (o duyarsızlaşmış kavim için bir delildir). 40- Güneş’in Ay’a erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü öne geçici değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler. 41, 42- Bizim, şüphesiz onların zürriyetini (soyunu) dopdolu bir gemide taşımamız ve şüphesiz kendileri için onun gibi binecekleri şeyleri yaratmamız da onlar (duyarsız kavim) için bir delildir. 43, 44- Ve eğer Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yararlanma yoksa, Biz dilersek onları suda boğarız da o zaman onların feryadına hiç yetişen olmaz. Onlar kurtarılamazlar da. 45, 46- Ve onlara: “Önünüzdekine ve arkanızdakine takvalı davranın, umulur ki rahmet olunursunuz” denildiği zaman ve kendilerine Rabblerinin ayetlerinden herhangi bir ayet geldiğinde, onlar sadece ondan yüz çevirenler oldular. 47- Onlara: “Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin” dendiği zaman da o kâfirleşmiş kişiler, şu iman etmiş kişiler için: “Allah’ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz” dediler. 48- Bir de onlar (duyarsız kavim): “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diyorlar. 49, 50- Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek bir tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile bulunamazlar. Ehillerine (ailelerine, yakınlarına) de dönemezler. 51- Ve Sur’a üfürülmüştür. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden Rabblerine doğru akın ediyorlar. 52- Onlar: “Eyvah başımıza gelenlere! Yatıp uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı / uyandırdı? Bu, Rahman’ın vadettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru söylemişler dediler (derler). 53- Sadece bir tek çığlık olmuştur. Bir de bakmışsın ki hepsi huzurumuza “hazırol”a geçirilmişlerdir. 54- Artık bugün kişi herhangi bir şeyce zulmedilmez. Ve sadece yapmış olduklarınız ile karşılıklandırılırsınız. 55- Gerçekten cennetin ashabı (cennetlik olanlar) bugün bir meşguliyet içinde sefa sürmektedirler. 56- Kendileri ve eşleri gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır. 57- Yalnızca onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır. 58- Söz olarak (onlara) Rahîm Rabbden “selâm” (vardır). 59- Ve ey günahkârlar! Bugün (şimdi) siz hadi ayrılın! 60–62- Ben; “Ey âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve ant olsun ki o (şeytan) sizden bir çok nesilleri saptırdı.” diye size ahd vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz! 63- İşte bu, sizin vadolunmuş olduğunuz cehennemdir. 64- İnkâr edip durduğunuz şeyler nedeniyle hadi bugün (şu an) yaslanın ona! 65- Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. 66- Eğer Biz dileseydik, gözlerini üzerinden silme kör yapardık da yola dökülürlerdi. Artık nereden görecekler ki? 67- Ve eğer dileseydik, oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ileri gitmeye ve geri dönüp gelmeye güç yetiremezlerdi. 68- Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz (tepesi üste dikeriz). Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı? 69, 70- Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. 71- Ve onlar görmediler mi ki: Biz şüphesiz onlar için ellerimizin (kudretimizin) meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da onlar, onlara sahip bulunuyorlar. 72- Ve onları, kendileri için zelil kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır. Onlardan yiyip duruyorlar da. 73- Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ şükretmeyecekler mi? 74- Bir de onlar, Allah’ın astlarından kendileri yardım olunurlar ümidi ile ilâhlar / tanrılar edindiler. 75- Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri (ilâh edinenler), onlar (sözde ilâhlar) için hazır askerlerdir. 76- O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da biliyoruz. 77- Ve o insan (o kişi), kendisini bir nutfeden (bir damla sudan) yarattığımızı görmedi mi de şimdi o, apaçık bir hasımdır (düşmandır). 78- Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!” 79, 80- De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz. 81- Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet (elbette kadirdir)! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. 82- Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. 83- O hâlde her şeyin melekûtu (tam hükümranlığı) kendi elinde olan (Allah) her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz. |
27. September 2008, 11:51 PM | #2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Ayetlerin tahlili 1. Ayet: Ya Sin / 10, 60 1. ayet, “huruf-u mukattaa (kesik harf)” denilen bağımsız iki harften oluşmaktadır. Bilindiği gibi bağımsız olan harflerin herhangi bir anlamının olması söz konusu değildir. Ancak, daha evvel birkaç kez açıkladığımız gibi, Kur’an’ın indiği dönemde harflerin rakam yerine de kullanılması sebebiyle bu kesik harflerin birer sayıyı ifade ediyor olması mümkündür. Hatırlanacak olursa Kalem suresinde, harflerin hangi rakamı ifade ettiğini gösteren tabloya “EBCED” dendiğini belirtmiş ve bu “Ebced” tablosunu da orada sunmuştuk. Bundan başka bu harflerin birer uyarı edatı olabileceklerini söylemek mümkün olduğu gibi, bunların Müddessir suresinde açıkladığımız ONDOKUZ MUCİZESİ kabilinden Kur’an’ın korunmasına yönelik olan birer öge oldukları da söylenebilir. Klâsik kaynaklarda ise bu harfler ile ilgili birçok kişi tarafından yapılmış yakıştırmalar görülmektedir: - Bu, peygamberin adlarından biridir. - Bu, Allah’ın isimlerinden biridir. - Bu, Arapların Tayy kabilesinin dilinde “Ey insan” demektir. - Bu, “Ey seyyid (Ey efendi)” demektir. Fakat bunlar sağlam dayanaktan yoksun yakıştırmalardır. Sonuçta bu mesele, henüz açıklığa kavuşturulmamıştır ve üzerinde ciddî çalışma yapacak Kur’an erlerini beklemektedir. 2–6. Ayetler Babaları uyarılmamış bu yüzden de kendileri gafil (duyarsız) bir kavmi kendisiyle uyarasın diye Aziz (çok güçlü), Rahîm’in (çok merhametlinin) indirdiği çok hikmetli Kur’an’a ant olsun ki sen, o gönderilenlerdensin (elçilerdensin), hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin. Ayetlerin orijinal cümle yapısına uygun olarak tek bir cümle halinde ifade edilmesi hâlinde daha iyi anlaşılacağına inandığımız için, iki yüklemli bir isim cümlesi ve aynı zamanda iki cevaplı bir kasem cümlesi olan 2–6. ayetlerden oluşan bu ayet grubu, topluca meallendirilmiştir. Görüldüğü gibi Ya Sin suresi, bundan evvelki Cinn suresinin devamı mahiyetindedir ve dolayısıyla buradaki “sen” ifadesi de, Cinn suresindeki “De ki!” ifadelerinin muhatabı olan peygamberimize yöneliktir. Bu ayet grubunda birçok vurgu noktası bulunmaktadır: Kur’an’ın “hakim” olduğu (çok hikmet, yani yasa içerdiği) vurgusu: Burada Kur’a’ın önemli bir özelliğine dikkat çekilmiş ve Kur’an için “hakim” ifadesi kullanılmıştır. “Hakim” sözcüğü mübalâğa kalıbında bir ism-i fail olup esas anlamı; “çok yasa koyan” demektir. “Hakim” sözcüğü, aynı zamanda Rabbimizin sıfatlarından biri olduğu için, burada mef’ul anlamında; “yasalaştırılmış, çok yasa içeren” anlamını ifade etmektedir. Bu anlam ise, “muhkem” sözcüğünün tam karşılığı olmaktadır. Nitekim Hud suresinin girişinde Rabbimiz şöyle buyurmuştur: Hud; 1: Elif, lâm, ra. (Bu), Ayetleri hikmet içertilmiş sonra da Hakim (hikmetler koyan), Habir (her şeyden haberdar olan Allah) tarafından detaylandırılmış bir kitaptır. Ayrıca, Âl-i Imran suresinin 7. ayetindeki “O (Allah), Kitabı sana indirendir. Ondan (o kitaptan) bir kısmı muhkem ayetlerdir. -Ki bunlar kitabın anasıdır- ...” ifadesi de Kur’an’ın muhkem ayetler içerdiğini açıkça bildirmektedir. Bu ifadeleri iyi anlayabilmek için önce, Kur’an’ın iniş sırasına göre ilk kez Kamer suresinin 5. ayetinde yer alan “hikmet” sözcüğünün öğrenilmiş olması gerekmektedir. Hikmet Ayrıntısı Kamer suresinin sonundaki “Hikmet” yazımızdan görülebileceği gibi “hikmet”; “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan; kanun, düstur ve ilke” demektir. Muhkem “محكم Muhkem” sözcüğü; “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla “muhkem ayetler” de, içerisinde insanları kargaşadan ve zulümden engelleyen ilkelerin bulunduğu ayetler anlamına gelir. Bu ayetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Yani bu ayetlerden, ifade ettiği anlamdan başka anlam çıkarılmaz. Demek oluyor ki; peygamberimizin Allah’ın elçisi olduğuna ve doğru yol üzerinde bulunduğuna, “hakim, muhkem, yani yasalar içeren Kur’an” kanıttır. “Hakim” sözcüğü Kur’an’da 97 kez yer almış olup sözcük, 92 yerde Allah’ın sıfatı mahiyetinde, 5 yerde de Kur’an’ın niteliği olarak verilmiştir. Sözcüğün, Kur’an’ın niteliği olarak kullanıldığı diğer burası dışındaki diğer dört ayet şunlardır: Âl-i Imran; 58: İşte bu, Bizim sana okuduğumuz, ayetlerden ve yasalar içeren hatırlatmalardan / öğütlerdendir. Yunus; 1: Elif, lâm, ra. İşte bunlar, o yasalar içeren kitabın ayetleridir. Lokman; 2: İşte bunlar, o yasalar içeren kitabın ayetleridir. Zühruf; 4: Gerçekten o (Kur’an) Bizim nezdimizdeki ana kitaptadır, çok yücedir ve yasalar içermektedir. “Hakim” Kur’an’ın, Aziz, Rahîm Allah tarafından indirilmiş olduğu vurgusu: Ayette Rabbimiz, Esma-i Hüsna’sından “Aziz” ve “Rahîm” sıfatları ile kendisini ön plâna çıkarmıştır. “Aziz” sıfatı, O’nun her şeye gücünün yettiğine dolayısıyla da elçisine ve mesajına hainlik edenleri cezalandıracağına, “Rahîm” sıfatı da, elçisine yardımcı olan ve mesajına sarılanlara çok merhamet edeceğine dikkat çekmektedir. “Hakim” Kur’an’ın, Abdullah oğlu Muhammed’in elçilerden oluşuna kanıt teşkil ettiği vurgusu: Kendilerine tebliğ edilen Kur’an mucizesi karşısında acze düşün insanlar, Kur’an’ın peygamberimiz tarafından oluşturulamayacağını, Kur’an’ın ancak Allah’ın indirmesi olabileceğini kabullenmişler ve bu kabulden sonra Kur’an’ı kendilerine tebliğ eden kişinin Allah’ın elçisi olduğuna inanmışlardır. Hatırlanacak olursa, Necm suresi de bu vurguyla başlamış, inmiş olan Kur’an necmleri kanıt gösterilmek suretiyle Abdullah oğlu Muhammed’in sapmadığı, azmadığı ve hevasından konuşmadığı beyan edilmişti: Necm; 1–4: İndiği zaman necme kasem olsun ki (Parça parça inmiş ayetlerin her bir inişi kanıttır ki), arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. O, hevasından da konuşmuyor. O (İnen necm), kendisine vahyedilen vahyden başka bir şey değildir. Babalarının uyarılmaması sebebiyle o günün toplumunun gaflette oldukları vurgusu: Konumuz olan ayet grubunun son ayeti olan 6. ayette, kendisine vahyedilen “Hakim” Kur’an’ı tebliğ etmek üzere peygamberimizin elçi gönderildiği toplumun durumuna değinilmiştir. Ayete göre o toplum, ataları (yakın zamanda) uyarılmadığı için, iyice gaflete dalmış, din, iman, Allah, ahiret umursamaz olmuş bir toplumdur. Ayetten başka anlamların çıkarılma imkânı gözükse de, aşağıdaki ayetlerin delâletiyle “ataları uyarılmamış bir toplum” anlamı tercihe şayandır. Sebe; 44: Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermedik de. Secde; 3: Ya da onlar, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. Bilakis o (Kur’an), belki doğruya ulaşırlar diye, senden evvel kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan kavmi uyarasın diye Rabbinden gelen gerçektir. Burada akıllara “Allah’ın elçisi Muhammed sadece Arap toplumuna mı görevlendirildi?” sorusunun gelmesi mümkündür. Ama orijinal metinde böyle bir kısıtlama getiren ifade bulunmamaktadır. Bilindiği gibi Rabbimizin bu konudaki buyrukları şöyledir: Şuara; 214: Ve en yakın aşiretini (oymağını) uyar. İbrahim; 4: Ve Biz onlara açıkça ortaya koysun diye her peygamberi yalnız kendi kavminin / halkının diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini / dileyeni saptırır, dilediğini / dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, çok güçlüdür, hikmet sahibidir. Doğal olarak bir uyarıcı görevine kendi ailesinden, yakınlarından, halkından başlar. Yani, uyarı halkası önce uyarıcının kendi bölgesinden başlar, daha sonra genişler. Nitekim peygamberimize uyarıya kendi oymağından başlamasını bildiren Rabbimiz, aslında onun tüm insanlığa gönderildiğine dair birçok ayet göndermiştir: Maide; 15: Ey kitap ehli! Kesinlikle Kitap’tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah’tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. Sebe; 28: Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. A’râf; 158: De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, ümmî peygamber olan elçisine iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.” En’âm; 19: De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi uyarayım diye bana bu Kur`an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” Enbiya; 107: Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. 7. Ayet: Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hakk olmuştur. Artık onlar inanmazlar. Bu ayet, geleceğe yönelik bilgiler vermesi dolayısıyla büyük bir mucizedir. Çünkü ayette “onlar” ifadesiyle konu edilen, duyarsız, müşrik Mekke ileri gelenlerinin birçoğunun artık iman etmeyecekleri, yani cehennemlik oldukları, neticede de cehenneme gidecekleri ifade edilmiştir. Gerçekleşen olaylar da aynen Kur’an’da belirtildiği gibi olmuş; konu edilen kodamanların Ebucehil, Ebulehep, Velid b. Muğıyre gibi birçoğu, bu ayetler indikten sonra senelerce ömür sürmüşler fakat iman etmemişlerdir. Böylece de onlar üzerine “söz hakk olmuştur”. Gerçekleşen “SÖZ” Bu “Söz”ün ne olduğu konusunda Kaf suresinin tahlilinde verdiğimiz bilgiler hatırlanacak olursa (İşte Kur’an! c:2, s:242) bu “Söz”; özel bir sözü, kararı, ilkeyi belirtmek için kullanılmış olup, Rabbimizin bizi yarattığı dönemde bizim hakkımızda aldığı bir ilke kararıdır. Rabbimiz bu kararını açıkça Sad suresinin 84, 85. ayetlerinde bildirmiş ve daha sonra da buna birçok kez değinmiştir: Sad; 84, 85: (Allah) Buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum: Ant olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.” Secde; 13: Ve eğer Biz dileseydik her nefse (kişiye) hidayetini verirdik. Velâkin Benden: “Bütün cinnlerden ve insanlardan (herkesten) cehennemi elbette tamamen dolduracağım.” sözü hakk olmuştur. Hud; 110: Ve şüphesiz ki Biz, Musa’ya Kitab’ı verdik; hemen onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette aralarında hüküm verilmiş bitmişti. Muhakkak ki onlar, bundan kuşkulu bir şüphe içindedirler. Bu karar Kur’an’da, bazen bu ayette ve bu surenin 70. ayetinde olduğu gibi “el Kavl” olarak (İsra; 16, Neml; 82, 85, Kasas; 51, 63, Saffat; 31, Fussılet; 25, Ahkâf; 18), bazen de “kelimetürabbik” olarak (Hud; 119, En’âm; 115, A’râf; 137, Yunus; 19, 33, 96, Mümin; 6, Fussılet; 45, Şûra; 14, Saffat; 171, Ta Ha; 129) yer almıştır. Rabbimizin, cehennemin ins ve cinn (herkes) tarafından doldurulmasına yönelik kararında dikkatlerden kaçmaması gereken ince bir nokta vardır ki bu; cehennemi dolduracak olanların bu sonuca ulaşmaları, onların kendi özgür iradeleri, kendi seçimleri ile olmasıdır. Çünkü Rabbimiz, aşağıda bu surenin 69, 70. ayetlerinde de görüleceği gibi, rahmeti gereği insanlara elçi göndermekte, kitap indirmekte, insanları ise seçimlerinde serbest bırakmaktadır. Zaten Rabbimiz, elçi göndermeden azap etmeyeceğini, yine bir ilke kararı şeklinde bildirmiştir: İsra; 15: Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. 8–10. Ayetler: Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış olanlardır. Ve biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler. Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar. Bu ayet gurubu, 7. ayetteki “onlar inanmazlar” ifadesinin gerekçelerinin beyanı mahiyetinde olup, inanmayacak olanların psikolojik durumlarını açıklamaktadır. Ayette geçen “mukmehun” sözcüğünün mastarı olan “ikmah”, “başı kaldırıp gözü yummak” demektir. Rabbimiz bu sözcükle inatçı kâfirlerin bir tiplemesini yapmış; onların, yapılan daveti reddettiklerini gösterir anlamda başlarını arkaya doğru kaldıran kibirli insanlar olduklarını bildirmiştir. Onların önlerine getirilen onca delili görmemelerine, incelememelerine ve kabul etmemelerine sebep olan kibir ve inatları ise, boyunlarının içindeki demir halka ile simgeleştirilmiştir. |
27. September 2008, 11:52 PM | #3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Önlerindeki ve arkalarındaki set
İnanmayacak olanların bu ayette, gerçekleri göremez, geçmişten ders almaz, geleceği düşünmez olarak burunlarını havaya dikmiş durumları, bir başka ayette ise şöyle dile getirilmiştir: Fussılet; 25: Biz onlara karinleri (bir takım yakınları, yani İblislerini) kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinnlerden ve insanlardan (herkesten) kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan söz, onların üzerine hakk oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. Fussılet suresinin 25. ayetinden anlaşılacağı gibi, inanmayacak olanların önlerindeki ve arkalarındaki set aslında, onların çevrelerindeki bir takım yakınların (İblislerinin) olan biteni onlara süslü göstermeleri ve onların da tutkuları yüzünden bu süse yatkın olmalarıdır. Buradan da onların, kendilerine süslü gösterilen mallar, makamlar, oğullar sebebiyle burunlarını havaya kaldırıp gerçekten uzaklaşmamaları ve tutkularından kurtulup akıllı davranmaları hâlinde, kendilerini kurtarabilecekleri anlaşılmaktadır. Uyarının faydasızlığı 10. ayetteki “Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar.” ifadesinin bir benzeri de Bakara suresindedir: Bakara; 6: Gerçek şu ki, şu kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; iman etmezler. Hemen belirtmek gerekir ki bu ifadeler “tebliğ etmeye gerek yok” anlamına gelmez. Çünkü elçi, görevi gereği tebliğini sürekli yapmak zorundadır. Zaten ifadelere dikkat edilirse Rabbimiz ayette “senin için birdir” dememiş, “onlar için birdir” demiştir. Yani, elçi görevini yapacaktır ama elçinin yapacağı tebliğ, ancak tebliğe muhatap olanlar içindeki kibirliler bakımından bir fark yaratmayacaktır. Bu ayet grubundaki, Rabbimizin “kıldık, sardık” ifadeleri, onları inanmaz hâle sokanın Rabbimiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Onların içine düştükleri durumu Rabbimizin kendisine nispet etmesi; onların iradeleriyle, özgür seçimleriyle işledikleri fiilleri yaratanın kendisi olması sebebiyledir. Yani, insanları cehenneme sürükleyen fiilleri var eden ve insanları bu filleri işlemekte serbest bırakan Allah olduğu için bu fiiller Rabbimize izafe edilmiştir. Bu konu, “Sonra onu alçakların en alçağına döndürdük” ifadesi ile Tin suresinde yer almış ve surenin tahlilinde “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması” başlığı altında ayrıntılı olarak işlenmiştir (İşte Kur’an; c:2, s:69–75). 11. Ayet: Şüphesiz sen o zikire (Kur’an’a) uyan ve gaybde Rahman’a haşyet duyan kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül ile müjdele. Ayetin ifadesinden, 6. ayette konu edilen ve ataları uyarılmadığı için duyarsızlaşmış olan kavmin iki guruba ayrılmış olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ayette; mal, mülk, makam, mevki etkisiyle gözlerini gerçeğe kapamış kibirli, inatçı, küfürleri katmerlenmiş ve uyarının yarar sağlamadığı bir grubun yanında, Zikir’e (Kur’an’a) uyan, gaybde bile Allah’a haşyet duyan ve peygamberimizden uyarmaya devam etmesinin istendiği bir başka gruptan söz edilmektedir. Haşyet Daha önce A’lâ ve A’râf surelerinde ayrıntılı olarak açıkladığımız “haşyet” kısaca; “bilgi ve idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak kalma korkusu” demektir. Gaybde Rahman’a haşyet duymak Bu ifade müminlerin, kendilerini Allah katında takdire lâyık hâle getiren iki temel özelliğine işaret etmektedir: Birinci özellik; Rahman olan Allah’ın hiçbir yerde ve şekilde gözle görülmemesine, duyulup hissedilmemesine rağmen, müminlerin Allah’a haşyet duymaları ve takvalı davranmalarıdır. Müminlerin Rahman olan Allah’a karşı duydukları bu haşyet, apaçık görülen ve müthiş kuvvetli güçleri olan başka varlıklara karşı duydukları korkudan daha fazladır. İkinci özellik de; O’nun Rahman olduğunu bildikleri hâlde, O’nun rahmetine güvenerek hiçbir zaman günahkâr olmamaları, yani “Rabbim beni affeder ama ben yine de yapmayayım” diyerek günah işlememeleridir. Gerçek imanı ifade eden “gaybde haşyet”, Kur’an’da başka ayetlerde de yer almıştır: Kaf; 32, 33: İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan, Rahmandan gaybde (tenhada, kimsenin kendini görmediği yerlerde) iken haşyet duyan ve dönen bir kalp ile gelen (gönülden bağlı olan) herkes için söz verilendir. Mülk; 12: Şüphesiz ki gaybde Rabblerine haşyet duyanlar; bağışlanma ve büyük bir ödül onlar içindir. Enbiya; 49: Ki onlar, gaybde Rabblerine haşyet duyanlardır. Ve onlar Saat’ten (kıyametin kopmasından) içleri titreyenlerdir. Fatır; 18: Hem günah çeken bir kimse, başkasının günahını çekmeyecek; yükü ağır basan, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun. Fakat sen ancak o kimseleri sakındırırsın ki, gaybde Rabblerinin korkusunu duyarlar, namazı dürüst kılarlar. Temizlenen de sırf kendisi için temizlenir. Nihayet dönüş Allah’adır. 12. Ayet: Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı mübin”de sayıp tespit etmişizdir. Bu ayette üç nokta üzerinde durulmuştur. 1) Ölülerin diriltilmesi ve bunu sadece Allah’ın yapması: Burada Rabbimiz, üç kez “Biz” ifadesi kullanarak, te’kit edatı getirerek ve cümleyi isim cümlesi olarak kurarak olağanüstü bir vurgu yapmıştır. Yapılan bu vurgular, ölülerin diriltilmesi olayının büyüklüğünü, ciddîliğini ve bu işin sadece Allah’ın gücü ile mümkün olabileceğini göstermektedir. “Ölülerin diriltilmesi” eyleminden mecazen; “ölü mesabesinde olan kâfirlerin imana getirilerek canlandırılması”, yani “cahillerin bilgilendirilmek suretiyle canlandırılması” şeklinde ikinci bir anlam çıkarmak da mümkündür. 2) İnsanların yaptığı her şeyin yazılması: Ayetin ikinci cümlesinde, insanın yaşamı boyunca yaptığı iyi ve kötü işleri ile bu işlerin o kimsenin ölümünden sonra kalan iyi ve kötü izlerinin kayıtlara geçirildiği bildirilmektedir. Bu demektir ki; insan öldükten sonra amel defteri kapanmayacak, dünyada yaptığı işlerin izlerinden de sorumlu tutulacaktır: İnfitar; 5: Kişi neyi önünden gönderdiğini ve neyi geri bıraktığını bilmiştir. Kıyamet; 13: O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. Haşr; 18: Ey inanmış olan kişiler! Allah’a takvalı davranın; her kişi yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah’a takvalı davranın. Şüphesiz Allah, işlediklerinizden haberdardır. Nisa; 85: Kim güzel bir şefaatle (hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla) şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap (hisse) vardır. Kim de kötü bir şefaatle (kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla) şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir. Kehf; 49: Ve Kitap (amel defteri) konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. Enbiya; 94: Öyleyse kim inanmış olarak salihatı işlerse onun emeği için nankörlük edilmeyecektir. Biz hiç şüphesiz onu yazanlarız da. 3) Her şeyin bir “apaçık bir önder”de sayılıp dökülmesi: Ayetteki üçüncü cümleden genellikle “amel defteri” anlaşılmaktadır. Çünkü yukarıda Kehf suresinin 49. ayetinde görüldüğü gibi, her şey yazılı olarak bir “kitap”ta (amel defterinde) bulunacaktır. İsra; 71: O gün Biz bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklar. Zümer; 69: Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlar zulüm olunmazlar (onlara haksızlık edilmez). Kamer; 52, 53: Ve onların işledikleri her şey, yazıtlardadır (kayıtlardadır, kitaplardadır). Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır. Biz ise, cümledeki “imam-ı mübin (apaçık bir önder)” ifadesinin “Kur’an-ı mübin” olarak anlaşılmasını tercih ediyoruz. Çünkü Rabbimiz, insanlar için gerekli yol haritasını; iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, hakkı, batılı, imanı, küfrü, cennete veya cehenneme götüren sebepleri, hepsini, ama hepsini apaçık olarak Kur’an’da sayıp dökmüştür. Dolayısıyla bize göre buradaki “imam-ı mübin” ifadesi ile kastedilen, vahyedilen kılavuzda her şeyin var olduğu gerçeğidir. 13–32. Ayetler: Sen onlara (gafil kavme), o kentin ashabını örnek ver. Hani oraya gönderilmişler (elçiler) gelmişti. Hani Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz de üçüncü ile güçlendirmiştik de onlar: “Şüphesiz ki biz size gönderilmişleriz (elçileriz)” dediler. Onlar da: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” dediler. Onlar (elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.” Onlar (o kentin halkı) dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.” Onlar (Elçiler): “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi diye mi? Bilakis siz haddi aşmış bir kavimsiniz.” dediler. O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: “Ey kavmim! Uyun o gönderilmişlere (elçilere)! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların (ilâhların) şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar (ilâhlar) beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman (ilâhlar edindiğim takdirde) apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Hadi kulak verin bana!” Denildi ki: “Haydi gir cennete!” (O da) Dedi ki: “Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi.” Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiç bir ordu indirmedik, indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar hemen sönüvermişlerdir. Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp sadece bizim huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır. Dikkat edilecek olursa, Kur’an’ın ilk inen suresinden itibaren her uyarıdan sonra insanların önüne bir cennet ve cehennem tablosu konulmuştur. Bu özellik bu surede de sürdürülmüş ve surenin başlangıcındaki, elçilerin görevinin inzar (uyarı) olduğu, vahye kulak verenlerin bu uyarıdan yararlandığı, vahye kulak vermeyenlerin ise kendilerini cehenneme attıkları açıklaması ile yapılan uyarıdan sonra, bu ayet grubunda da cennet ve cehennemin ibret tabloları canlı bir anlatımla gözler önüne serilmiştir. Ancak, buradaki anlatım bambaşka bir anlatım olup, sanki üç perdelik bir temsil gibidir: Birinci perde, I. sahne Sahnede bir kentin hıncahınç dolu olan meydanı canlandırılmıştır. Sahneye önce iki elçi girmekte ve onların arkalarından giren bir başka elçi ile birlikte üç elçi koro hâlinde topluma seslenmektedirler: – Şüphesiz ki biz, size gönderilmişleriz (elçileriz). Topluluk: – Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz. Elçiler: – Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir. Topluluk: – Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur. Elçiler: – Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi diye mi? Bilakis siz haddi aşmış bir kavimsiniz. Birinci perde, II. sahne Kentin en uzak yerinden bir kişi koşarak sahneye girer ve topluluğa seslenir: – Ey kavmim! Uyun o gönderilmişlere (elçilere)! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kişilere ki, onlar hidayete ermişlerdir. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim O beni yaratana? Siz de sadece O’na döndürüleceksiniz. Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların (ilâhların) şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar (ilâhlar) beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman (ilâhlar edindiğim takdirde) apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin bana! Perde iner. Fondan bir ses: – Haydi, gir cennete! İkinci perde, I. sahne (Genel uyarıya yönelik) Yer, cennettir. Topluluğa söylevde bulunan mümin kul cennette onurlanmış, nimetlere gark olmuş bir yaşam içinde kavmini düşünmektedir: – Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi. Üçüncü perde, (Binlerce sahne) 28, 29. ayetlerdeki “Ve Biz arkasından onun kavminin üzerine hiç bir ordu indirmedik, indirecekler de değildik. Sadece bir çığlık! Bir de bakmışsın ki, onlar hemen sönüvermişlerdir.”ifadesinin işaret ettiği gibi bir çığlık duyulur, kıyamet kopar, her şey hercümerç olur. (Bu sahnedeRabbimizin daha evvelki surelerde çizdiği tüm kıyamet kompozisyonları zihinlerde canlandırılmalıdır.) Perde iner ve fonda yine bir ses (Allah’ın sesi, tabiî ki mecazen): – Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve bunların kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp, sadece bizim huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır. 13–32. ayetlerden oluşan pasajın yukarıda yaptığımız anlatımı, bize göre herhangi bir ek açıklamaya gerek duyurmamaktadır. Ancak, bu konudaki söylentilerde yine bazı saptırmalar yapılmış olduğundan, gerçekleri tekrar sergilemekte yarar görmekteyiz. |
27. September 2008, 11:52 PM | #4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Elçi gönderilen belde
Klâsik kaynaklarda, Ka’b ül Ahbar ve Vehb b. Münebbih gibi sicili bozuk israiliyatçılara dayanılarak asılsız ayrıntılı uzun hikâyeler nakledilmiştir. Bu hikâyelere göre; o belde “Antakya”dır, oraya giden elçiler de gerçekten Allah’ın elçisi değil, İsa peygamberin elçisidirler (bu elçiler, Yuhanna, Pavlus ve Şem’un olup, salih kul da Habib-i Neccar imiş) (!), olayın sonunda ise bu elçiler ve o elçilere destek için gelen salih kişi, orada yaşayan kavim tarafından parçalanıp öldürülmüşlerdir. Bu hikâyeler birçok yönden eldeki kaynakların verdiği bilgilerle çelişmektedir. Meselâ, hikâyelerde olayın kral Antiochus döneminde geçtiği söylenmektedir. Oysa tarihî araştırmalar, Antakya topraklarını da içinde bulunduran ülkede aynı sülâleden ismi Antiochus olan 13 kralın hüküm sürdüğünü fakat bu kralların sonuncusunun M.Ö. 65’e kadar yaşadığını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan İsa peygamberin Antakya’ya tebliğde bulunmaları için havari gönderdiğini söyleyen, Hıristiyanlığa ait bir tek dahi belge yoktur. Bilakis Kitab-ı Mukaddes’in, “Resullerin İşleri” bölümünden, Hıristiyan tebliğcilerinin ilk kez İsa peygamberin ref’inden (yükseltilmesinden) birkaç sene sonra Antakya’ya gittikleri anlaşılmaktadır. Buradan da, Allah’ın hiçbir peygamberini oraya göndermediği veya peygamberlerden herhangi birinin, oraya göndermek üzere kendisine elçi tayin etmediği belli olmaktadır. Şayet herhangi bir şahıs kendiliğinden oraya tebliğde bulunmak üzere gitmiş olsa bile, o şahsa Allah’ın peygamberi denilmesi ve ona göre yorumlar yapılması çok yanlış bir davranıştır. Zaten, belde halkı tarafından ayetlerdeki gibi tehditlerin elçinin elçisi konumundaki birilerine yapılması da mantıksızdır. Dolayısıyla konumuz olan ayetlerdeki elçilerin İsa peygamberin elçileri olmaları söz konusu değildir. Yine Kitab-ı Mukaddes’te, Antakya’da Yahudi olmayan birçok kimsenin Hıristiyanlığı kabul ettiklerinden söz edilmektedir. Oysa Kur’an’da, o belde halkının, elçilerin davetini reddettikleri için azaba uğratıldıkları bildirilmektedir. Üstelik tarihî hiçbir belgede Antakya’ya azap geldiğine dair bir kayıt yoktur. Bu durumda, Antakya halkının elçileri reddettiğini ve bu yüzden azaba uğratıldıklarını iddia etmek mümkün değildir ve Antakya söz konusu “belde” olamaz. Bu beldenin neresi olduğu hakkında; “Nuh’un yaşadığı belde”, “Semud’un beldesi”, “Mekke” diyenler de olmuştur ama bize göre burada önemli olan beldenin neresi olduğu değil, verilen mesaj ve masajın veriliş tarzıdır. Belde ise, yeryüzündeki her yerdir. Çünkü Nuh peygamberden sonra elçi gelen her kentte bu tip olaylar aynen yaşanmıştır. Bu sebeple biz, 13–32. ayetlerden oluşan pasajın, tarihte yaşanmış belli bir olayın bire bir nakli olduğunu değil de, bu tip olayların ortak özelliklerini yansıtan temsilî bir anlatımı olduğunu düşünüyoruz. Nitekim Kur’an’a bakıldığında, müşriklerin tavırları bakımından, Nuh peygamberin kentinden Muhammed peygamberin kentine değişen bir şey olmadığı, bunun gibi olayların vuku bulduğu kentlerin yeryüzünde pek çok olduğu görülmektedir. Yani, müşriklerin bu temsilî anlatımdaki “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman hiçbir şey indirmedi de. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” ve “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.” tarzında olan tehditleri, geçmişte de hep var olmuştur. Buradaki temsilî anlatımın amacı da Kureyşlilere,“Sizler nasıl inat ve zıtlıkla Allah’ın elçisini inkâr ediyorsanız, o beldedekiler de aynı yanılgı içindeydiler. Aynı yolu takip ettiğiniz ve inadınızda ısrarlı olduğunuz takdirde, sizin sonunuz da o beldedeki insanlar gibi olacaktır.” demek suretiyle uyarıda bulunmaktır. Kur’an’da, geçmişte elçilere karşı yapılan davranışlara örnek olarak gösterilen pek çok ayet vardır: Furkan; 7: Şöyle dediler: “Bu ne biçim peygamber ki, yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya!” Furkan; 20: Biz senden evvel de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne yaptık ki, bakalım sabredecek misiniz ve Rabbin çok iyi görendir. Enbiya; 2, 3: Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü / hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve o zalimler aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?” Kamer; 24, 25: “Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz.” dediler. “Zikir / öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır.” İsra; 94: Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine engel olan sebep sadece: “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleridir. İsra; 95: De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, Biz de elbette, onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.” Müminun; 24, 25: Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar onu umutla bekleyin.” dediler. İbrahim; 11: Elçileri onlara dediler ki: “Biz ancak sizin gibi bir beşeriz. Velâkin Allah kullarından dilediğini kayırır. Ve Allah’ın izni olmadıkça bizim için size bir delil getirmemiz olacak şey değildir. Onun için inananlar sadece Allah’a güvenip dayansınlar.” Enbiya; 7, 8: Biz, senden önce de kendilerine vahyettiğimiz birtakım kişilerden başkasını elçi olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun hemen! Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli kalıcılar da (ölümsüz) değillerdi. Mümin; 33, 34: ... arkanıza dönüp kaçacağınız günden. Sizin için Allah’tan koruyan yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Ve ant olsun ki bundan önce size Yusuf delillerle gelmişti. O zaman da onun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Nihayet vefat ettiğinde de “Bundan sonra Allah asla elçi göndermez” dediniz. Allah aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle saptırır. Nisa; 78: Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de bulunsanız bile. Ve onlara bir iyilik erişirse “Bu, Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bunlara rağmen Bu topluma ne oluyor ki, hepten söz anlamaz oluyorlar? Neml; 47: Dediler ki: “Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık.” (Salih): “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Bilakis siz imtihana çekilen bir kavimsiniz.” dedi. A’râf; 131: Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir.” dediler, eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu bilmezler. Uzaktan gelen salih kul 20–25. ayetlerde sahneye katılan salih kul, kentin en kenar yerinden koşarak gelmiş ve toplumuna verdiği çok ciddî mesajları, gayet nazik bir dille ifade etmiştir. Rabbimiz, salih kulun ağzından verdiği mesajı öyle bir edebî sanatla aktarmıştır ki, bu ayetler fesahat ve belağat örneği olarak ders kitaplarında yer almıştır. Bu olağanüstü sanatın tercüme ile başka bir dile aktarılması ise maalesef mümkün değildir. Burada Salih kulun ağzı ile verilen ilâhî mesajlara Kur’an’da çokça yer verilmiştir: Zümer; 38: Ve sen gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sormuş olsan elbette “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar?” De ki: “Allah, bana yeter. Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.” Ahzab; 17: De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir rahmet dilediyse, sizi Allah’tan kim korur?” Hem onlar kendilerine Allah’tan başka bir veliyy bulamazlar, bir yardımcı da. Fetih; 11: A’râbilerden geri kalmış olanlar sana yakında, “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti (alıkoydu). Haydi, Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile.” diyeceklerdir. Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: “Allah size bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir?” Bilakis Allah yaptıklarınıza haberdardır. Toplumuna yaptığı konuşmada “Ben, hiç ben O’nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar dileyecek olsa, onların (ilâhların) şefaati benden yana hiçbir fayda vermez ve onlar (ilâhlar) beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, o zaman (ilâhlar edindiğim takdirde) apaçık bir sapıklık içindeyimdir.” diyerek ilâhî gerçekleri haykıran salih kul söylevini “Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin bana!” sözleriyle bağlamıştır. Salih kulun bu son cümlesi; “Siz her ne kadar tanımasanız da benim inandığım Rabb sizin de Rabbinizdir.” anlamına gelmektedir. Salih kulun konuşmasından sonra gelen 26. ayet iki cümleden oluşmaktadır. Birinci cümle; “Denildi ki: “Haydi gir cennete!” cümlesi ve ikinci cümle de; “(O da) Dedi ki: “Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi.” cümlesidir. Bu iki cümle, eğer bu pasajdaki anlatımın temsilî anlatım olduğu dikkate alınmazsa, paragraftaki söz akışını bozan ve paragrafla uyumsuz bir mahiyet arz etmektedir. Nitekim geçmişte yazılmış eserlerde bu konuda çok zorlanıldığı görülmektedir. Temsilî anlatım dikkate alındığında ise, 26. ayetin birinci cümlesi olan “Haydi gir cennete!” buyruğunun, olayların devamındaki bir gelişme olarak değil de, perde kapanırken salih kula fondan yapılan bir seslenme olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu ifade, Rabbimizin iman etmiş, salihatı işlemiş olan kullarına rahmetinin ve lütfunun bir tecellisidir. A’râf suresinin 49. ayetinde de değindiğimiz bu ifade, daha birçok ayette yer almıştır: Kaf; 34: -“Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür.”- Nahl; 32: (Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onların canlarını hoş ve rahat hâlde alırlar. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete...”derler. Zühruf; 70: Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak cennete girin. Fecr; 27–30: Ey mutmain olmuş nefs! Dön Rabbine, sen O’ndan O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime! Hicr; 46: Onlara: “Selâmetle güven içinde oraya girin” denir. 26. ayetin ikinci cümlesi olan ve salih kulun cennet sahnesindeki “Ne olurdu! Kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan kıldığını bir bilselerdi.” sözleri ise, Rabbimizin iman eden ve salihatı işleyenleri her türlü korkudan, üzüntüden uzak tutup, onları bağışlayacağına dair olan vaatlerinin ve onların cennette bulacakları büyük ödülün gerçek olduğunu ifade etmektedir. Yani salih kulun bu sözleri, aşağıdaki ayetin gerçekleştirilmiş hâlidir: Hacc; 50: İşte iman etmiş olanlar ve salihatı işleyenler; mağfiret ve kerim rızk sadece onlar içindir. Olayın kahramanı olan elçiler ile salih kulun, olay sonundaki akıbetleri hakkında Kur’an’da bilgi verilmemiştir. Buna rağmen yukarıda adlarını verdiğimiz hadis uydurmakla ün yapmış kişiler tarafından, onların parçalanıp öldürüldükleri söylenmiş, bu desteksiz söylemler de gerçekmiş gibi kabullenilmiş ve kitaplara da bu şekilde yerleşmiştir. 28, 29. ayetler inkârcı kavimlerin sonlarını genel olarak anlatmakta, ama aynı zamanda da Nuh, Ad, Semud kavimlerinin ve İsrailoğullarının akıbetlerine işaret ederek bu inkârcı kavimleri hatırlatmaktadır. 30–32. ayetler, bu temsilî anlatımdan sonra perde kapanırken fondan seyircilere (toplumlara) verilen genel bir mesajdır ki, kimse kendisine yazık etmesin: Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine gelen her bir elçi ile mutlaka alay ederlerdi. Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi ve bunların kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi? Onların hepsi de toplanıp, sadece bizim huzurumuzda hazır bulundurulacaklardır. 33–36. Ayetler: Ve ölü toprak onlara (duyarsız kavme) bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar. Ve Biz onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık. Hâlâ şükretmeyecekler mi? Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden çiftleri, onun hepsini yaratan, her türlü noksanlıktan münezzehtir. Bu ayet grubunda Ya Sin suresinin baş tarafında konu edilen gafilleşmiş (duyarsızlaşmış) kavmin uyarılmasına devam edilmektedir. İnsanlara verilen nimetlerin sayıldığı 33, 34. ayetlerden sonra 35. ayette yer alan “Hâlâ şükretmeyecekler mi?” ifadesi, nankörlüğe karşı ince bir tehdit içermektedir. Bu ayet grubunda dikkatler, “ölü toprak ve ondan çıkarılan nimetler” ile “bilinen ve bilinmeyen tüm varlıkların çift yaratılmışlığı” üzerine çekilmiştir. Ölü toprak ve ondan çıkarılan nimetler Yukarıda, 12. ayetteki “Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz.” ifadesi, bu gruptaki 33. ayette “ölü toprak” örnek verilmek suretiyle kanıtlanmaktadır. Kupkuru, bitkisiz olan ölü toprak yağmur ile diriltilmekte ve ondan bitkiler, meyveler, sebzeler yetişmekte, pınarlar fışkırmaktadır. Ölü topraktan verilen nimetler bunlarla da kalmamakta, 35. ayette bildirildiği gibi, toprağın bitirdiğinden, insan eliyle daha değişik nimetler sağlanabilmektedir. Meselâ, pancardan elde edilen şeker, üzümden elde edilen pekmez, zeytinden elde edilen zeytinyağı, susamdan elde edilen tahin, buğdaydan elde edilen ekmek, ölü toprağın verdiği nimetten el ile üretilen nimetlerdendir. Ölü toprağın dirilmeye örnek oluşu Kur’an’da sık sık dile getirilmiştir: Zühruf; 11: Ve O (Allah), suyu gökten belli bir ölçüye indirdi. Sonra Biz onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz böyle çıkarılacaksınız. Fatır; 9: Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra bir bulutu yukarılara kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir o dirilme. Bu konu, benzer ifadelerle Kaf suresinde de karşımıza çıkmış ve biz orada konu ile ilgili olarak aynen şu açıklamayı yapmış idik (İşte Kur’an; c:2, s:225–227): Kaf; 9–11: Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla da kullara rızk olmak üzere / kullara rızk olsun diye bahçeler ve biçilecek taneler, tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte çıkış (diriliş) böyledir. 6–8. ayetlerdeki kısa açıklamalardan sonra evren kitabının bazı sayfalarını gözler önüne sermeye devam eden Rabbimiz, bu ayetlerde de canlandırma ve yeniden dirilme konusunu gündeme getirmiştir. “Çıkış”ın, tıpkı bereketli bir suyun gökten ölü toprağa indirilmesi sonucunda ölü topraktan bitki ve ağaçların çıkması gibi olacağını bildiren Yüce Allah, bu tarifle inançsızlara, diriltmeyi sanki lâboratuvarda tatbikî olarak göstermektedir. Bu ayetler, özellikle Arabistan gibi kurak iklim şartlarında yaşayan insanlara, tam anlayacakları dilden hitap etmektedir. Zira Arabistan halkı yaşarken görmektedir ki, bazen beş sene boyunca bir damla bile yağış düşmeyen bölgelerde, kavrularak ne bitki ne de hayvan hiçbir canlının yaşayamayacağı hâle gelen topraklarda, azıcık da olsa yağmur yağması ile otlar bitmekte, böcekler canlanıvermektedir. Yani bu ayetlerde Yüce Rabbimiz demektedir ki; “Yerküreyi canlı yaratıkların yaşaması için uygun bir yer yapan, yeryüzünün cansız toprağını gökyüzünün cansız suyu ile birleştirerek bağ ve bahçelerde göz alıcı manzaralar içinde görünen bin bir çeşit bitkiyi yaratan ve bu bitkileri insan- hayvan herkes için rızk ve hayat kaynağı kılan Allah hakkında sizin; ölümden sonra diriltmeye gücü yetmeyeceği yolundaki düşünceniz, akılsızca bir zandır. Siz, tamamen kuru ve cansız olan bir bölgenin yağmur taneleri düşer düşmez hayat bulduğunu, ölmüş olan köklerin aniden dirildiğini, bin bir çeşit böceğin o ölü topraktan çıkarak koşuşmaya başladığını gözlerinizle görüyorsunuz. İşte bu gördüğünüz, ölümden sonra dirilmenin imkânsız olmadığının apaçık ispatıdır.” Rabbimiz, konumuz olan ayetin dışındaki başka ayetlerde de, yağmur ile ölü topraktan bitkilerin çıkmasını, ölümden sonra ahirette dirilmeye örnek olarak göstermiştir: Ya Sin; 33: Ve ölü toprak onlara bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyorlar. Rum; 24: Yine O’nun ayetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice deliller vardır. Rum; 50: Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir göz at; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir. Rum; 19: O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız. Yukarıdaki ayetlerden başka, Nahl; 65, Ankebut; 63, Fatır; 9, Casiye; 5, Hadid; 17 ayetleri de aynı anlamdadır. İşte şerefli Kur’an da aynı bereketli su gibidir. Onunla, ölmüş, kokuşmuş bireyler ve toplumlar yeniden canlanabilirler. Bilinen ve bilinmeyen tüm varlıkların çift yaratılmışlığı İnsanların, hayvanların, bitkilerin erkekli dişili olarak yaratıldıkları gibi bilinen ve bilinmeyen tüm varlıkların zıtlı, karşıtlı, çiftler hâlinde yaratıldığı başka ayetlerde de bildirilmiştir: Lokman; 10: (O) Gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dabbehden / canlıdan türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim olan çiftten bir bitki bitirdik. Zariyat; 49: Ve Biz her şeyden iki eş yarattık. Umulur ki siz, iyice düşünürsünüz / öğüt alırsınız. 36. ayette “ezvac” sözcüğü ile ifade edilmiş olan bu durum, maddenin temeli olan atomun yapısında ancak 20. asırsa tespit edilmiş ve o günden sonra bilimin değişik alanlarında sağlanan gelişmelere paralel olarak “karşıt madde”, “karşıt parçacık” gibi, önünde “karşıt” sözcüğünün bulunduğu pek çok kavramla tescil edilmiştir. Bu konu hakkında değerli bir çalışma da Kur’an Araştırmaları Grubu’nun “Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında yer almaktadır: EŞLER HALİNDE YARATILIŞ Yeryüzünün bitirdiklerinden, kendi benliklerinden ve daha bilmediklerinden hepsini eşler halinde yaratan çok yücedir. 36-Yasin Suresi 36 Ayette geçen “Ezvac” kelimesi “zevc”in çoğuludur ve “çift, eş” anlamlarına gelmektedir. Osmanlıca’da karı-kocanın, zevc-zevce diye tanımlanması da bu kelimeye dayanmaktadır. Görüldüğü gibi bu kelime benzerler içinde zıtları, bu şekilde eş oluşları ifade etmektedir. Ayette eşler halinde yaratılışa 3 örnek verilmektedir. a) Toprağın çıkardığı eşler: Toprağın çıkardığı eşler deyince akla ilk gelen bitkilerdeki dişilik ve erkeklik özelliğidir. (İleride ayrı bir konu olarak işleyeceğiz) b) Kendi benliklerimizden eşler: Akla ilk gelen insanların dişi-erkek şeklinde yaratılışlarıdır. Fakat insan benliğindeki ters karakterleri; cesurluk-korkaklık, sevgi-nefret, cömertlik-cimrilik... de ayetin işareti içinde değerlendirenler olmuştur. c) Bilinmeyen eşler: Evren’deki eşli yaratılışların birçoğundan Kuran’ın indiği dönemde insanların haberi yoktu. Bu bölümde özellikle bunları işleyeceğiz. |
27. September 2008, 11:53 PM | #5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
NOBEL ÖDÜLÜ GETİREN KEŞİF Evren’deki tüm maddelerin yapı taşı atomlardır. Tüm Evren’de yaratılışın eşler halinde olup olmadığını merak eden bir kişi maddenin bu en küçük parçasını inceleyip bu konuda bir yargıya varabilir. Eğer maddenin en küçük parçasında eşler bulunuyorsa, Evren’deki her şey bu küçük parçalardan yaratıldığına göre, her şey eşlerden yaratılmış demektir. Atom üzerindeki çalışmalar ilerledikçe var olan parçacıkların sırf protonlardan, nötronlardan, elektronlardan oluşmadığı, atomun sandığımızdan da kompleks, daha hassas, daha mükemmel bir yapısı olduğu anlaşıldı. Atomun en küçük parçaları için bile eşler halinde yaratılış hüküm sürmektedir. - Protona karşı eşi antiproton vardır. - Elektrona karşı eşi pozitron vardır. - Nötrona karşı eşi antinötron vardır. Maddenin eşler halinde yaratılışı fiziğin en önemli keşiflerindendir. İngiliz bilim adamı Paul Dirac bu konudaki çalışmalarından ötürü 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü almıştır. Dirac’ın buluşu “Parite” adıyla bilinir ve maddenin antimadde denilen bir eşi olduğu da bu buluşla ortaya konulur. Allah’ın her şeyi tüm detaylarıyla planlaması, Evren’in yaratılışında protonların, elektronların, nötronların ve bunların eşlerinin sayılarının belirlenmesinde de kendini göstermektedir. Elektronu ve eşi pozitronu örnek olarak ele alalım. Bu ikisi bir araya gelirse enerji açığa çıkar. 10 birim elektrona karşı 15 birim pozitron olursa, 10 birim elektron ile 10 birim pozitron yok olur, 5 birim pozitron kalır. İkisinin sayısı eşit olursa sadece enerji açığa çıkar, geriye hiç elektron ve pozitron kalmaz. Yani gerek protonların, gerek elektronların, gerek nötronların var olabilmesi karşı karşıya geldikleri eşlerinden sayıca fazla olmalarına bağlıdır. Bu arada elektron, proton ve nötronların kendi aralarındaki sayısal dengeleri de çok önemlidir. Örneğin elektronların sayıca protonlardan az olduğu bir durumda Evren’de canlılık oluşamazdı. Şu andaki varlığımız tüm bu hesapların ince bir şekilde yapılmasıyla mümkün olmuştur. Binlerce ayrı oluşumdan biri bile, rastlantılara, rastgeleliklere bırakılsaydı bugün var olamazdık. Yaratıcımızın her şeyden haberdar olması, her şeyi kontrol etmesi, sonsuz kudreti sayesinde var olabiliyoruz. ZITLIKLARIN BİRLİĞE HİZMETİ Daha önce de dediğimiz gibi Kuran’ın bilimsel mucizelerinin dikkat edilecek tek yanı Peygamberimiz dönemindeki insanların bilgileriyle bu açıklamaların yapılamayacak olması değildir. Elbetteki bu da çok önemlidir. Fakat bu ayetlerde geçen bilimsel bilgileri incelediğimizde Allah’ın kudretinin, sanatının, ilminin, planlarının muhteşemliğini görmemiz de çok önemlidir. Örneğin Kuran’ın, Evren’in bir teklikten, bir bitişiklikten yaratıldığını söylemesi (2. bölümde açıkladık: 21-Enbiya Suresi 30. ayet) incelenerek; Kuran’ın insan sözü olamayacağının, Peygamberin dönemindeki herhangi bir kimsenin bu bilgiyi bilemeyeceğinin ortaya konması çok önemlidir. Fakat aynı zamanda bu bilginin; Allah’ın maddeyi, Evren’i yarattığını ispatladığının, Allah’ın Evren’i yaratışını bilinçli bir şekilde, belli gayelerle, büyük bir kuvvetle gerçekleştirdiğini gösterdiğinin bilinmesi de çok önemlidir. Bu yüzden kitabımızı yazarken Kuran’ın ayetlerindeki bilimsel mucizelerin varlığı kadar, bu bilimsel bilgilerin nasıl Allah’ın varlığını, kudretini, sanatının ihtişamını gösterdiğini, birbirinden ayırmadan, içiçe bir şekilde açıklamaya çalışıyoruz. Kısacası bizim için Kuran mucizelerinin varlığı kadar, bu mucizeleri gerçekleştiren ayetlerin tüm boyutlarda düşündürdükleri de çok önemlidir. Maddi Evren’in eşler halinde yaratıldığını söyleyen ayetlerde de aynı noktaya dikkat etmeliyiz. Kuran’ın indiği dönemde Evren’in eşler halinde yaratılışının, oynadığı kritik rolün bilinmesi imkansızdır. Bu nokta çok önemlidir. Fakat bu nokta kadar Evren’deki çiftli yaratılışları incelediğimizde itme-çekme kuvvetlerinden, proton-antiprotonların, nötron-antinötronların dengesine kadar görülen harikalar da çok önemlidir. Çünkü Kuran ayeti sadece bir mucize olsun diye değil, aynı zamanda tüm bu çiftli yaratılışlar üzerinde düşünelim, Allah’ın yaratışındaki harikalıkları anlayalım diye de Evren’deki eşli yaratılışlara dikkatimizi çekmektedir. Evren’deki eşli yaratılışların önemi proton ve nötronların içindeki quarkların keşfiyle de devam etmiştir. Laboratuvar çalışmalarından quarkların da, leptonların da (diğer bir atom altı parçacık) ikişer ikişer yani eşli bir şekilde ortaya çıktıkları anlaşıldı. “Up”, “Down”, “Charm”, “Strange” quarklarından sonra “Bottom” adı verilen quark bulununca, çiftli yaratılışın bilinci bilim adamlarına o kadar yerleşmişti ki “Top” adlı quarkın adı daha bu quark bulunmadan koyuldu. Kuran’ın 1400 yıl önce işaret ettiği, bilim adamlarının çok yakın zamanlarda kavuştuğu bu öngörü haklı çıktı. 1994 yılının Mayıs ayındaki Time dergisinin kapağı “Top” quarkının keşfini haber veriyordu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Fermi Laboratuvarları’nda yapılan çalışmalarla “Bottom” quarkının eşi olan “Top” quarkı keşfedilmişti. Evren’deki tüm eşli yaratılışlar Evren’in birlik bütünlük içindeki düzenine hizmet etmektedir. Ne “Up” ve “Down” quarklarının, ne protonun ve antiprotonun, ne de Evren’deki artı ve eksi yüklerin bir bilinçleri vardır. Tüm bu düzenli, bilinçli oluşumlar bilinçsiz maddenin en mikro düzeyinde yaratılmaktadır. Ve bu yaratılışlar sayesinde galaksiler, yıldızlar, gezegenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar var olabilmektedir. Üstün bir kudret yaratmasaydı birbirine zıt-eş güçlerin, zıt-eş parçacıkların var olması da mümkün olmazdı. Bu birbirlerine zıt-eş güçlerin kaos yerine düzenli, renkli, olağanüstü bir Evren yaratması da mümkün olmazdı. İlk yaratılışı yapan, sondaki hedefleri belirleyen kim ise, ilk yaratılış anında eş güçleri ortaya çıkartan, son hedeflere varıncaya kadar bu eşleri bir Bir’lik için çalıştıran kimse de O’dur. İbret almaya, aklını çalıştırmaya niyeti olanlar için Allah’ın Evren’de koyduğu deliller ortadadır. Düşünüp ibret almanız için her şeyi eşler halinde yarattık. 51-Zariyat Suresi 49 37. Ayet: Gece de onlara (duyarsız kavime) bir delildir. Biz ondan (geceden) gündüzü sıyırırız da onlar hemen karanlığa dalıverirler. Rabbimizin uyarıları burada da, peygamberimizin elçi olarak gönderildiği duyarsızlaşmış toplumun şahsında devam etmektedir. Bu ayetten başlayarak 41. ayete kadar olan bölümde, gece ve gündüz ilişkisindeki mucizeler ile Güneş’in ve Ay’ın hareketlerine ait özellikler sergilenmiştir. Bilindiği gibi, Dünya kendi etrafında döndükçe Dünya’nın Güneş karşısında bulunan yüzü arkaya geçer ve karanlığa girer. Karanlık ve aydınlık arasındaki bu dönüşüm, Dünya’nın kendi etrafındaki dönüş hızına göre yavaş yavaş olmaktadır. İşte, ayette geçen “geceden gündüzün sıyrılması” budur; bir taraftan sıyrılan bölge, aynı hız ve oranda diğer tarafa bürünmektedir. Güneş sistemi hakkında bugünkü bilgilerin kuram hâlinde bile henüz ortaya atılmamış olduğu bir dönemde, gece ile gündüz arasındaki ilişkinin gerçeklere tam olarak uygun bir şekilde açıklanmış olması ise bir mucizedir ve bu mucize başka ayetlerde de dile getirilmiştir: Fussılet; 37: Gece, gündüz, Güneş ve Ay O’nun delillerindendir. Güneş’e ve Ay’a secde etmeyin. Ve eğer sadece Allah’a kulluk yapıyorsanız, onları yaratmış olan Allah’a secde edin. A’râf; 54: Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerine istiva eden, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve Güneş, Ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah’tır. İyi biliniz ki yaratma ve emir sadece O’na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir. Hacc; 61: İşte bu, şüphesiz Allah’ın, geceyi gündüzün içine sokmasıyla, gündüzü de gecenin içine sokmasıyladır. Şüphesiz Allah, Semi’dir (çok iyi işiten) Basir’dir (çok iyi gören). Konumuz olan ayetteki ifade, gece ile gündüzün fizikî oluşumundan ziyade hayat üzerindeki etkilerine yöneliktir. Çünkü artık herkes çok iyi bilmektedir ki; yeryüzündeki bütün canlıların, hatta su, hava ve diğer maddelerin varlıkları, Güneş ile Dünya arasındaki çok hassas mesafe sayesinde mümkün olabilmektedir. Eğer Güneş ile Dünya arasındaki mesafe şimdiki durumundan daha az veya daha fazla olsaydı, şu anda içinde bulunduğumuz yaşam mümkün olmayacak, belki cansız maddelerin biçimsel özellikleri dahi farklı olacaktı. İşte, “gecenin gündüzden sıyrılması” tabiri ile insanlığa gösterilen delilin arkasındaki bu ince ayarlar, duyuları sağlam ve aklıselim olan herkese, bunları tasarlayan ve yapan bir kudretin varlığını zorunlu olarak kabul ettirmektedir. Kur’an Araştırmaları Grubu, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında bu konuya, ayette kullanılan fiili Dünya’nın yuvarlak yapısı ile ilişkilendirmek suretiyle de yaklaşmıştır: GECEYİ GÜNDÜZÜN ÜZERİNE SARMAK Gökleri ve yeryüzünü gerçek ile yarattık. Geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor… 39-Zümer Suresi 5 Bu ayette “sarıyor” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası “yükevviru”dur. Bu kelime Türkçe’ye de geçen “küre” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Bu fiil Arapça’da yaygın olarak “başa sarık sarmayı” ifade etmek için kullanılır. Baş gibi küremsi bir yapının etrafına sarığın sarılması için kullanılan bu fiil, gecenin gündüzün üzerine sarılmasını ifade etmek için de kullanılmıştır. Ayette gecenin gündüzün etrafına sarılması ifade edilirken aynı zamanda gündüzün de gecenin üzerine sarıldığı ifade edilmektedir. Gece ile gündüzün oluşma sebebi Dünya’nın küremsi yapısıdır. Dünya’nın küremsi şekli sayesinde gecenin ve gündüzün bu şekilde yer değiştirmesi mümkün olmaktadır. Böylece bu ayette de Dünya’nın küremsi yapısına işaret vardır. Bu işaret “yükevviru” fiilinin yuvarlakımsı zeminlere sarılmayı ifade etmesinden dolayı oluşmaktadır. UZAYDAN DÜNYAYI SEYRETMEK Peygamberimiz yaşarken, Kuran’ın mı, Arap Yarımadası’ndaki yanlış görüşlerin mi bilimsel olarak doğru olduğu anlaşılmayacaktır. Kuran’ın ortaya koyduğu doğruların bilimsel olarak ispatı, Peygamberimiz’in vefatından 1000 yılı aşkın bir süre sonra mümkün olacaktır. Kuran kendi döneminde anlaşılmayacak, kendi dönemindeki yanlış bilgilerle zıt düşecek bilimsel izahları, kendi döneminde hiçbir avantaj sağlamayacak, bilakis dezavantaj bile oluşturacakken neden yapmaktadır? Görülüyor ki Kuran’ın amacı avantaj ve dezavantaj hesaplarının çok ötesinde “Doğruyu, ne pahasına olursa olsun doğruyu” ortaya koymaktır. Uysa da, uymasa da! Bu gerçeklerin bin yıl sonra keşfedilen bilgilerle anlaşılması ise, Kuran’ın evrenselliğini ve zamanüstülüğünü, kendi dönemine hitap ettiği gibi, Dünya’nın sonuna kadar tüm insanlara da hitap edeceğini göstermektedir. Gün gelip de astronotlar Uzay’a gittiklerinde, Kuran’ın bu ayetindeki ifadeye gözleriyle tanık oldular ve fotoğraflar da çektiler. Dünya’nın Güneş’e bakan yarım küresinde gündüz olurken diğer yarım kürede gece oluyordu. Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüşü sayesinde Dünya’nın kimi bölgelerinde gündüz, kimi bölgelerinde gece oluyordu; kimi bölgelerde gündüzden-geceye, kimi bölgelerde geceden-gündüze geçiş aynı anda gerçekleşiyordu. Böylece Kuran’ın 1400 yıl önce vahiy ile açıkladığı, bir kaç yüz yıl önce matematiksel hesaplarla ve mantık yürütmelerle ortaya konulan gerçekler, duyu organlarıyla da algılanıyordu. Yani gayb (duyu organlarıyla algılanamayan) olan, artık duyu organlarıyla algılanır, görülür olmuştu. Kuran’ın, Dünya’nın küremsi yapısıyla ve gece gündüzün yer değiştirme tarzıyla ilgili açıklamasındaki oluşumlar, aynı zamanda yaşamımız için olmazsa olmaz şartlardır. Dünyamız eğer küre şeklinde olmasaydı, gece ile gündüz Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönüşü sayesinde bu şekilde yer değiştirmeseydi; Dünya’nın sürekli olarak ısı alan yerlerinde kavrulmadan dolayı yaşam yok olacaktı, ısı ve ışık almayan bölgede ise bitkilerin varlığı da, yaşam da mümkün olmayacaktı. Kuran’ın gözümüzü çevirdiği oluşumlar üzerinde her düşündüğümüzde; Allah’ın hem ilmini, hem kudretini, hem sanatını, hem her şeyi nasıl kusursuz planladığını, hem de Kitab’ının mucizevi yönlerini daha iyi anlıyoruz. 38. Ayet: Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden Güneş de (duyarsız kavim için bir delildir). İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah`ın takdiridir (ayarlamasıdır). Yalın göz ile izleme yapıldığında sabit bir yıldız görüntüsü veren Güneş, aslında aynen ayetin bildirdiği gibi hareket hâlindedir. Bu hareket iki türlü olup, Güneş hem kendi ekseni etrafında dönmekte hem de (Güneş Sistemi’ndeki gezegen ve uydularla birlikte) galaksi (Samanyolu) çevresinde yol almakta; bir bakıma yüzmektedir. Ayetteki “İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir (ayarlamasıdır)”ifadesi, Güneş’in bu hareketlerinin güzel, ölçülü ve Rabbanî bir hesap sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Güneş’in hareketlerine bu nitelikleri kazandıran ise, ayette geçen “takdir” sözcüğünün; “ince hesap yapmak” anlamında oluşudur. Hatırlanacak olursa Kamer suresinin 49. ayetinin tahlilinde de, her şeyin Allah’ın ilminde takdir edilmiş bir ölçü ile meydana geldiğini söylemiş ve surenin sonuna Seyyid Kutub’un bu konudaki geniş bir açıklamasını koymuş idik (İşte Kur’an; c:2, s:377, 386) Rabbimizin ince hesabına Kur’an’da başka ayetler ile de dikkat çekilmiştir: En’âm; 96: Tan yerini yarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı zaman ölçüsü kılmıştır. Bu, Güçlü olanın, Bilen’in takdiridir (belirlemesidir). Fussılet; 12: Böylece O (Allah) onları iki günde yedi gök olmak üzere gerçekleştirdi ve her göğe kendi işini vahyetti (içine yükledi). Biz en yakın göğü kandillerle ve korumayla süsledik. İşte bu, Aziz, Alim’in ayarlamasıdır. İsra; 12: Ve Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Sonra Rabbinizden bir lütuf aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin ayetini silip bir gördürücü olarak gündüzün ayetini getirdik. Ve Biz her şeyi detaylandırdıkça detaylandırdık. Yunus; 5: O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için ayetleri detaylandırır. İbrahim; 33: Sürekli olarak dönüş hâlinde olan Güneş’i ve Ay’ı emrinize verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi. Biz, insanlığın bugünkü bilgisi ve imkânları ile bu ayetleri hakkıyla anlamasının mümkün olmadığını ve gelecek kuşakların inşallah daha iyi anlayacaklarını düşünüyoruz. Ayette geçen “akıp giden Güneş” ifadesi ile ilgili olarak yapılmış ve aşağıda verdiğimiz çalışma, yine Kuran Araştırmaları Grubu’nun “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında yer almaktadır: GÜNEŞ DE AKIP GİTMEKTEDİR Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu Üstün Olan ve Bilen’in takdiridir. 36-Yasin Suresi 38 Tarihin çok uzun bir döneminde insanlar Dünya’yı sabit, Güneş’i ise Dünya’nın etrafında dönüyor zannettiler. Sonra Kopernik, Kepler, Galileo ile başlayan süreçte ise insanlar Güneş’in sabit bir şekilde ortada durduğunu, Dünya’nın ise sabit bir Güneş’in etrafında döndüğünü zannettiler. Bilimde devrim sayılan bu keşif çok önemliydi ama Güneş’in bu modelde sabit, durgun sayılması yanlış bir kanaatti. Daha sonra ise gelişmiş teleskopların sayesinde ve kozmoloji biliminin oluşturduğu birikimle Güneş’in de hareket ettiği, Dünya’nın hareket eden bir Güneş’in etrafında döndüğü anlaşıldı. Oysa Güneş’in bu hareketi Kuran’da 1400 yıl önceden açıklanmıştır. Güneş’in Dünya etrafında kısır döngü yaptığı fikrine ve Güneş’in hareketsiz bir şekilde durduğu fikrine karşın Yasin Suresi’nin 38. ayeti, Güneş’in bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya koymuştur. Böylece Kuran birçok konuyu olduğu gibi Güneş’in hareketini de doğru şekilde açıklayan bilinen ilk kaynaktır. KURAN’IN TARZI VE BİLİMİN TARZI Bir bilim kitabı ortaya koyduğu tezlerin ispatlarını, çıkış noktalarını göstermeye çalışır. Oysa Kuran her tezinin ispatlarını gösterme çabası gütmez. Kuran, Evren’in Yaratıcısının gönderdiği vahiydir ve Evren’i, Yaratıcısının diliyle, bir bilim kitabından farklı bir üslupla açıklar. Evren hakkındaki en temel bilgilerin Kuran’da ortaya konulmasından bin yılı aşkın bir zaman sonra ancak öğrenilebilmesi, Kuran’ın birçok ayrı konuda açıklamalar yapıp hiçbir konuda hataya düşmemesi, Kuran’ın, Evren’in Yaratıcısının kitabı olduğunun delilidir. Kuran, bir bilim kitabı gibi neden, niçin, ispat, bilimsel birikim gözetmeden doğrudan sonucu ortaya koymaktadır. Bilim ise tüm bu aşamaları katederek sonuca ulaşmakta; fakat sonunda ulaşılan sonuç Kuran’ın baştan söylediklerinin doğruluğunu ispatlamaktadır. Görüldüğü gibi Kuran’ın doğrudan sonucu ortaya koyuşu ile, bilimin deneylerden, gözlemlerden, formüllerden geçen süreci farklıdır ve farklı da olmalıdır. Bilim sonuç ortaya konmuş olsa da tüm bu basamakları aşmak ve kendi yöntemiyle sonuca ulaşmak zorundadır. Bu yol bilimsel bilgi yapısının bir zorunluluğudur. Nitekim Kuran’ın gerek Evren’de, gerek Dünya’da araştırmalar yapmamızı söyleyen ayetleri bu yöntemi teşvik edici özelliğe sahiptir. Kimse bizim bu yazdıklarımızdan Kuran’ı ve bilimi yarıştırdığımızı sanmasın. Bizim göstermeye çalıştığımız, Kuran’ın bilimsel basamakları takip etmeksizin doğrudan bilimsel sonuçları veren açıklamalarının, bilimsel basamakların çıkılmasıyla onaylandığı, Kuran’ın mucizesinin doğrulandığıdır. Kuran Evren’in Yaratıcısından gelmektedir. Evren’in Yaratıcısı ise zaten Evren ile ilgili tüm bilgilere sahiptir. Bu yüzden Allah, Kuran’da, Kuran’ın indiği dönemde bilimin ulaşmasına imkan olmayan bilgileri, insanlara sonuç olarak aktarır. Günü gelince bilim, formüller oluşturarak kullanır, gözlemler yapar, teknolojik buluşlarını gözlemlerde kullanır ve bilimsel birikim genişler. İşte bilimin takdire değer çabalarıyla varılan bu sonuçlarının önemli bir kısmı, Evren’le beraber bilimsel kuralları da Yaratanın kitabında önceden açıklanmıştır. GÜNEŞ’İN HIZI Güneş saatte 700.000 km’den daha büyük bir hızla Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı’na doğru hareket etmektedir. Dünya’nın hem kendi ekseni etrafında, hem Güneş’in etrafında dönerken, aynı zamanda Güneş sistemiyle beraber hareket ettiği de unutulmamalıdır. Güneş her sabah doğmakta, her akşam batmaktadır. Fakat tüm bu doğuşları ve batışları her seferinde Evren’in ayrı bir noktasında gerçekleşmektedir. Dünya, Evren’de hiçbir zaman aynı noktadan bir daha geçmeden hareket eden bir Güneş’in etrafında yolculuk yapmaktadır. Kitabımızın sırf bu bölümünün başından bu satırlara kadar geçen süre içinde Güneş’in ve Güneş’e bağlı olarak Dünya’mızın bir kaç bin kilometre yol katettiğini düşünürsek ve inanılmaz hızdaki hareketlerden en ufak bir şekilde negatif olarak etkilenmediğimizi hatırlarsak, Allah’ın muhteşem düzeni ile karşı karşıya olduğumuzu kavrayabiliriz. |
27. September 2008, 11:53 PM | #6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
GÜNEŞ’İN DOĞDUĞU YERLER O, Evren’in ve yeryüzünün ve bu ikisi arasındakilerin Efendisi’dir, doğuların (Güneş’in doğduğu yerlerin) da Efendisi’dir O. 37-Saffat Suresi 5 Taşkın Tuna, Saffat suresi 5. ayetinin mucizevi işaretini şöyle açıklar: “Dünya’mızın da çok değişik hareketleri vardır. Uzay’ın bir noktasından bir daha geçmemek üzere bütün sistemle birlikte Dünya da hareket halindedir. Dünya’nın yuvarlak oluşu sebebiyle bir yerde doğan Güneş aynı anda bir başka yerde batıyor. Gece gündüzü, gündüz de geceyi kovalıyor. O halde Güneş’in doğduğu “yer” değil, “yerler” söz konusudur. Yerkürenin her noktası için sabah saatleri değişiktir. Her yer ayrı ayrı saniyelerde Güneş’in doğuşunu bekliyor... Güneş’i Uzay’ın bambaşka yerlerinden “doğarken” seyrediyoruz. Güneş aynı Güneş, Dünya aynı Dünya, ama Uzay’ın yeri değişik...” Taşkın Tuna, Kuran’ın, Güneş’in doğduğu yerleri çoğul bir ifadeyle değerlendirmesindeki inceliği bu şekilde açıklamaktadır. Her sabah doğarken gördüğümüz Güneş’imiz dev bir nükleer reaktördür. Hidrojen atomlarını helyuma dönüştürerek çalışan bu reaktörümüz, çok mükemmel bir şekilde ayarlanmış olarak görevlerini yerine getirmektedir. Kuran’ın anlattığı şekilde karar noktasına; duracağı, son bulacağı yere doğru hareket halindeki hayat kaynağımızın, bu çok hızlı hareketinde, hassas dengelerin hiçbiri değişmeden Evren’de yolculuk etmekteyiz. Düşünen, araştıran ve samimi şekilde Kuran’ın ve Evren’in ayetlerini (delillerini) değerlendirenler Allah’ın kudretini ve Kuran’ın mucizelerini göreceklerdir. İşte bunlar bizim insanlara verdiğimiz örneklerdir. Ancak bilgi sahiplerinden başkası bunlara akıl erdiremez. 29-Ankebut Suresi 43 39. ayet Bizim kendisi için, eski kuru bir hurma dalı gibi dönünceye dek menziller takdir ettiğimiz Ay da (o duyarsızlaşmış kavim için bir delildir). Ayette geçen “el Kamer” sözcüğü Kûfeliler tarafından “el Kamera” şeklinde nasb ile okunmuştur. Bu, Ebu Ubeyd mushafındaki kıraattir. Ama elimizdeki musahaflarda da bu kıraat söz konusu olmuştur. Başta el Ferra ve Ebu Hatim olmak üzere dil bilimcilerin tümü “el Kameru” şeklinde ötre ile okunmasını tercih etmişlerdir. (Kurtubî, 39. ayet ile ilgili açıklamalar) Bizim tercihimiz de bu yönde olduğu için, “Ay’a gelince, Biz ona menziller ...” şeklindeki bir çeviriyi, ayetin içinde yer aldığı pasaja uygun görmedik ve pasaja bütünlük kazandıran yukarıdaki meali oluşturduk. Bu ayette yine mucizeler gösterilmekte ve uyarı bu mucizelere dikkat çekilmek suretiyle yapılmaktadır: Ay’ın menzilleri Bilindiği gibi Ay’ın Dünya’dan görünüşü her gün değişmekte; “hilâl”den başlayarak 14. günde “dolunay” hâline gelen Ay, devam eden günlerde yavaş yavaş tekrar eski şekline dönmektedir. Ay’ın bu görünüm değişimi hiçbir farklılık arz etmeden süregeldiği için, çok eski çağlardan beri onu gözlemleyen insanoğlu, Ay’ın her gün değişik bir şekil alan görüntüsüne değişik isimler vermiştir. Meselâ, Araplar Ay’ın bu evrelerine şu isimleri vermişlerdir: Şertan, butayn, süreyya, deberan, hek’a, hen’a, zira’, nesre, tarf, cebhe, zübre, sarfe, avva, simâk, gafir, zubânâ, iklîl, kalb, şevle, neâim, belde, sa’düzzâbih, sa’dübüla’, sa’düssüud, sa’dül’ahbiye fer’uddelvil, muahhar ve reşa. İşte, Ay’ın menzilleri, onun her gün başka görüntü veren bu konumlarıdır. Bu konumların art arda gelmesi ile Ay’ın Dünya çevresinde oluşturduğu dolanım turu, ayetin ifadesi ile “eski, kuru bir hurma dalı gibi”dir. Ayetteki bu benzetme, Ana Britannica ansiklopedisinde ise şu cümle ile ifade edilmiştir: “Güneş’ten bakıldığında ise, Ay, dolambaçlı bir eğri üzerinde devinir.” Kuran Araştırmaları Grubu, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında bu konuya da yer vermiştir: AY`IN YÖRÜNGESİ Ay`a da bir takım evrelerle ölçü biçtik. Nitekim o eski ve eğri hurma dalı gibi döner. 36-Yasin Suresi 39 Ay, Güneş sisteminin diğer uydularıyla karşılaştırıldığında çok büyük bir uydudur. Ay`ın oluşumuyla ilgili farklı teoriler vardır. En yaygın teoriye göre Dünya`mız ile bir gökcismi çarpışmış, bu çarpışmanın etkisiyle Dünya`nın kabuğundan büyük bir parça kopmuş ve sonra bu parça Ay`a dönüşmüştür. Kesin olmasa da son zamanlarda Amerikan sonda aracı "Lunar Prospector"dan gelen bilgiler bu teoriyi desteklemektedir. Ay`ın küçük çekirdeği Dünya`nın dış kabuğuyla büyük benzerlik göstermektedir. Kuran, Ay`a ve Ay`ın hareketlerine birçok ayetinde dikkat çekmiştir. Modern bilimin sağladığı verilerle Ay`ın varlığının Dünya`daki yaşam için ne kadar önemli olduğu anlaşılmıştır. Ay, bir uyduya göre oldukça büyük hacmi ve ayarlanmış uzaklığıyla Dünya`mızın dönme merkezini sabitleştirmektedir. Bu da gezegenimizin yaşam için elverişli iklim koşullarını milyarlarca yıldır korumasını sağlamaktadır. Bazı bilim adamları, Ay`ın çekim gücü sayesinde Dünya`nın merkez çekirdeğinin sıvı konumunu koruduğunu söylemektedirler. Bu da gezegenimizin manyetik alanını güvence altına almaktadır. (18. ve 19. bölümde de bu konuya değineceğiz.) Eğer bu manyetik alan olmasaydı kozmik radyasyonlar Dünya`ya doğrudan ulaşacaklardı. Bu da yeryüzünde yaşamı yok edecekti. Yine Ay olmasaydı Dünya`nın kendi çevresinde 10 saat içinde döneceği tahmin edilmektedir. Bu ise gece ve gündüzün tamamen değişmesi, yeryüzündeki yaşamın ciddi bir darbe yemesi demektir. Ay okyanusları kendisine çekerek, Dünya`nın dönüş hızını yavaşlatmış ve bugünkü şekline getirmiştir. AY VE MATEMATİK Tüm bu oluşumlar Ay`ın kütlesinden dönüş hızına kadar ince matematiksel hesapların yapılması, Allah`ın yaratışlarını bu matematiksel hesaplarla gerçekleştirmesi sayesindedir. Nitekim Allah, Evren`de kullandığı matematiğe "kader" kelimesiyle dikkat çekmiştir. Kader kelimesinin din adına uydurulanların etkisiyle yanlış yorumlanmasına burada değinmek istemiyoruz. "Kader" kelimesi Arapça`da ölçüyü, ölçü konulmasını, yani matematiksel düzenlemeyi ifade eder. "Kader" kelimesi Türkçemizde bu anlamın dışında kullanılsa da "Kader" kelimesinden türeyen "miktar" kelimesi dilimizde "ölçü" anlamında kullanılmaktadır. Bu bölümde incelediğimiz Yasin suresinin 35. ayetinde de Allah`ın matematiksel düzenlemesi "kader" kelimesiyle ifade edilmiştir. Ay`ın Dünya`ya uzaklığından, kütlesinden, dönüş hızına, Dünya ile karşılıklı çekimlerinden, Güneş`e karşı konumu ve çekimlerine kadar her şey matematiksel olarak ince bir şekilde hesaplanmıştır.(Kaderi belirlenmiştir.) Bu hesaplardaki ufak bir oynama bile yeryüzündeki yaşamın yok olmasına sebep olurdu. Ay ile ilgili verdiğimiz örneklerde de Allah`ın planlı yaratışının, matematiksel düzenlemelerinin örneklerini görüyoruz. Ay, yalnızca romantik gecelerin aktörü, şairlerin ilham kaynağı değil, yeryüzü yaşamının olmazsa olmaz dostu ve şartıdır da. Ay, Dünya`nın çevresinde çok sayıda kuvvetlerin birbirini dengelemesi ile dolanır. Dünya`nın, Güneş`in çekimleri kadar, diğer gezegenlerin çekimleri de burada etkili olmaktadır. Ay`ın hareket denklemindeki ölçü yüzlerce ayrı parametre arasından ayarlanmıştır. Dünya`daki yaşam için ise binlerce gerekli parametrenin art arda gelmesi şarttır. Ay, bu parametrelerden sadece biridir. İşte Allah öyle bir sistem yaratmıştır ki Dünya`da yaşamın var olması için gerekli unsurlardan sadece biri olan Ay`ın, Dünya`daki yaşamı sağlayacak şekilde varlığı ve yörüngesinde dolaşımı yüzlerce parametreye büyük bir matematiksel incelikle bağlıdır. Bunun sonucundaki oluşum ise yaşamamız için gerekli binlerce unsurdan sadece biridir. EĞRİ, ESKİ HURMA DALI Ay, Dünya etrafındaki eliptik dolanımını 27 gün, 7 saat, 43 dakika, 11 saniyede tamamlar. Ay (Kamer) kelimesinin Kuran`da 27 kez geçmesi ise Kuran`ın ayrı bir mucizesidir (Kitabın matematiksel mucizeler ile ilgili kısmında bu konuya değineceğiz.) Ay, Dünya etrafında kıvrılan, sarılan bir yörüngede hareket eder. Dünya`nın Güneş etrafındaki dolaşımı gerçekleşirken Ay da Dünya`nın etrafında bazen önünde, bazen arkasında olmak üzere sarmal bir yol izler. Böylece Ay, Dünya`nın yörüngesi boyunca kıvrım kıvrım dönerek yol alan bir yörüngeye sahip olur. Tıpkı kıvrılan ve bükülen bir dal gibi. Bu bölümde incelediğimiz ayette, Ay`ın yörüngesine "urcun" kelimesiyle işaret edilir. "Urcun", "hurmanın eğri, salkım dalı"nı ifade eder. Ayette bu eğri salkım dalı, "eski" ifadesiyle de tasvir edilmiştir ki hurma çöpünün eskisi daha ince ve daha eğri olmaktadır. Bu çok hoş, çok güzel tasvir edici bir benzetmedir. Bu benzetmeyle Ay`ın evrelerindeki ilk ve son şekliyle beraber, Ay`ın Dünya etrafında katettiği yörüngenin şekline de işaret vardır. Ayetin matematiksel ölçülendirmeye dikkat çekmesi kadar, eğri ve eski hurma dalıyla yaptığı benzetme de mucizevi niteliktedir ve o dönemin bilgi seviyesiyle ne Ay`ın yörüngesindeki matematiksel inceliklerin, ne de Ay`ın Dünya`nın etrafında dolanırken çizdiği yörüngenin şeklinin bilinmesi mümkündür. Ay Dünya`nın yörüngesi boyunca kıvrım kıvrım dönerek yol alan bir yörüngeye sahiptir. Bu yörünge aynen hurma dalı şekline sahiptir. 40. Ayet: Güneş’in Ay’a erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü öne geçici değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler. Bu ayet, Güneş, Dünya ve Ay’ın hareketlerindeki düzenin bozulmayacağını, çünkü bunların Rabbanî bir hesapla ayarlandığını bildirmektedir. Böyle bir ayet Enbiya suresinde de vardır: Enbiya; 33: Ve O, geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratandır. Hepsi bir yörüngede yüzmektedir. Ayetin sonundaki “Hepsi bir yörüngede yüzmektedir.” ifadesi, sadece Güneş ve Ay’da değil, tüm yıldızlarda da aynı nizam ve intizamın varlığını bildirmektedir. Kuran Araştırmaları Grubu, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında bu ayet ile bilimin bugün ulaştığı gerçekler arasındaki uyumu çok güzel vurgularla açıklamıştır: HER BİRİ BİR YÖRÜNGEDE Geceyi, gündüzü, Güneş`i ve Ay`ı yaratan O`dur. Her biri bir yörüngede yüzüp giderler. 21-Enbiya Suresi 33 Ayette "her biri" diye çevirdiğimiz kelimenin Arapça`sı "küllü"dür. Bu kelime "hepsi, her biri" anlamlarına gelmektedir. Arapça`da adedi iki olan nesneler için "tesniye" denilen ayrı kelimeler kullanılır. Ayette, Güneş ve Ay olmak üzere iki gök cisminin yörüngedeki hareketlerinden bahselir. Oysa ayette "tesniye" kullanılmaması en az üç tane gök cismine işaret edildiğini akla getirmektedir. Gece ve gündüzün oluştuğu yerin Dünya olduğu düşünülürse ayetin işaret ettiği diğer gök cisminin Dünya olduğu anlaşılır. Ayette yörünge diye çevirdiğimiz kelimenin Arapça`sı ise "felek"tir. Bu kelimeyle "yıldızların, gezegenlerin hareket ettiği yörünge" belirtilmektedir. HER KELİMENİN KULLANILIŞINDAKİ MUCİZE Görüldüğü gibi ayetlerde her kelimenin, her takının kullanılmasında büyük incelikler vardır. Aynı ayette "yüzüp gitmek" diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası "sebehe"dir. Bu kelimenin anlamı ve Güneş`in, Ay`ın, Dünya`nın hareketlerinin bu kelimeyle anlatılmasının uyumu şöyle açıklanmaktadır: "Kendi öz hareketiyle yer değiştirmeye işaret eden Arapça kelime "sebehe" fiilidir. Fiilin bütün anlamları bir yer değiştirmeyi içermekte ve bu yer değiştirme, yer değiştiren cismin kendi öz hareketiyle birlikte gerçekleşmektedir. Cismin yer değiştirmesi su içinde olursa buna "yüzmek" denir, yer değiştirme yerde meydana geldiğinde bu kendi bacaklarının hareketiyle olan yer değiştirmedir. Bu yer değiştirme Uzay`da olursa o takdirde bu kelimenin içerdiği anlamı yansıtabilmek ancak kelimeyi, kelimenin kökündeki esas anlamda kullanmakla mümkün olur. öyleyse ayetlerdeki "sebehe" kelimesini "kendi öz hareketiyle yer değiştirir" şeklinde anlamak doğru olacaktır. Böyle bir anlamın doğruluğu aşağıdaki nedenlere dayanır: Ay kendi ekseni üzerinde kendi öz dönüş hareketini, Dünya etrafında icra ettiği tam bir devriyle aynı zamanda yapar, yani 29.5 gün kadar bir zamanda tamamlar. Öyle ki bize hep aynı yüzünü gösterir. Güneş kendi ekseni üzerinde kendi öz hareketini yaklaşık 25 günde tamamlar. Yani ekseni üzerinde döner. Bu gök cismi bütün halinde bir dönüş hareketiyle akıntı içerisinde olduğundan ekvator bölgesinin kendi ekseni üzerinde dönme hızı, kutuplar bölgesinin kendi ekseni üzerinde dönüş hızından farklıdır. Görülüyor ki Kuran`da "sebehe" fiilinden bir anlam inceliğiyle Güneş ve Ay`ın kendi öz hareketlerine işarette bulunulmaktadır. Bu hareketler ise çağdaş ilmin verileriyle doğrulanmıştır. Güneş ve Ay`ın bu kendi öz hareketlerini miladi 7. yüzyılda yaşamış bir insanın kendi zamanında ne kadar alim dahi olsaydı, ki Muhammed Peygamber için böyle bir durum söz konusu değildir hayal etmiş olabileceği düşünülemez.” GÜNEŞ SİSTEMİMİZDEKİ DÜZENLEMELER Güneş`in, Ay`ın, Dünya`mızın hareketleri çok ince bir düzenle, Dünya`daki hayatı olumsuz şekilde etkileyecek hiçbir oluşum olmadan devam etmektedir. Tam tersine bütün oluşumlar Dünya`daki hayatı ve çeşitliliği mümkün kılacak şekilde yaratılmaktadırlar. Dünya Güneş etrafında eğilmiş bir vaziyette dolanmaktadır. Bu eğim 23 derece 27 dakikadır. Bu eğim sayesinde Dünya`mızda mevsimleri yaşarız. Her mevsimin farklı tabloları, bitkilerin büyüme düzeni hep bu yaratılmış olan eğimle mümkün olmaktadır. Dünya`mızın kendi ekseninde yaptığı dönüş ekvatorda saatte 1670 km hıza ulaşmaktadır. Oysa 20 km. hızla giden bir arabada bile yol aldığımızı fark ederiz. Dünya kendi ekseni boyunca dönmeseydi Güneş`e bakan yüz daima gündüz, bakmayan yüz ise daima gece olacaktı. Böyle bir Dünya`da ne bitkiler yaşayabilirdi, ne de canlılık oluşabilirdi. Ne Güneş`in Ay`a erişmesi, ne de gecenin gündüzü geçmiş olması uygun değildir. Her biri bir yörüngede yüzüp giderler. 36-Yasin Suresi 40 Gerek Güneş`in, gerek Ay`ın, gerek Dünya`mızın tüm hareketleri hiçbir karışıklık olmadan, hiçbir aksama oluşmadan devam etmektedir. Güneş Sistemimizde her şey öyle güzel planlanmıştır ki Güneş Sistemimizin en büyük gezegeni olan Jüpiter bile varlığıyla Dünya`daki hayatın mümkün olmasına katkıda bulunmaktadır. Astronom George Wetherill "Jüpiter Ne Kadar özel" adlı makalesinde bunu şöyle açıklar: "Jüpiter`in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyruklu yıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu...Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi`nin kökenini araştırmak için var olmazdık." Başımızı Evren`in neresine çevirsek büyük bir ihtişama, çok ince hesaplara, harika sanatlara rastlarız. Yeter ki Allah`ın yaratışları üzerine düşünelim, aklımızı çalıştıralım, Yaratıcımızdan kaçmayalım. Yaratıcımız, aklını çalıştırmak isteyenler için kudretini, merhametini, sanatını gösteren delilleri Evren`in her yerinde sergilemektedir. 190 Şüphesiz Evren`in ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde aklını ve gönlünü işletenler için çok deliller vardır. 191 Onlar ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah`ı hatırlarlar, Evren`in ve yerin yaratılışı konusunda derin derin düşünürler "Efendi`miz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru." 3-Ali İmran Suresi 190–191 41–44. Ayetler: Bizim, şüphesiz onların zürriyetini (soyunu) dopdolu bir gemide taşımamız ve şüphesiz kendileri için onun gibi binecekleri şeyleri yaratmamız da onlar (duyarsız kavim) için bir delildir. Ve eğer Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yararlanma yoksa Biz, dilersek onları suda boğarız da o zaman onların feryadına hiç yetişen olmaz. Onlar kurtarılamazlar da. Bu ayet grubunda, duyarsızlaşmış kavim için yeni bir delil gösterilmekte ve uyarı sürdürülmektedir. Klâsik kaynaklarda buradaki “dopdolu gemi” ile Nuh’un gemisinin kastedildiği ileri sürülmüştür. Fakat ayette geçen “Onların (duyarsız kavmin) soyu” ifadesi bu anlayışa engel teşkil etmektedir. Bize göre ayette normal gemiler konu edilmiş ve Rabbimiz burada fizikî ayetlerinden biri olan “suyun kaldırma kuvveti”ne işaret etmiştir. Yani, gemilerin ilâhî bir kural sayesinde yüzdüğüne ve insanlığın da bundan birçok yarar sağladığına dikkat çekilmiştir. Gemilerin yüzebilmesindeki ilâhî kuralın delil olarak gösterilmesi, başka ayetlerde de yapılmıştır: Lokman; 31: Ayetlerini size göstermek için, geminin denizde, Allah’ın nimetiyle kayıp gittiğini görmedin mi? İşte gerçekten bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için, ayetler vardır. İsra; 71: O gün Biz bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklar. Zühruf; 12: Ve O, bütün çiftleri (eşleri) yaratan ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri kılandır. Fatır; 12: Ve iki deniz eşit olmuyor. Şu tatlı, hararet keser, içerken (boğazdan) kayar; şu da tuzlu, yakar kavurur. Bununla beraber her birinden taze bir et yersiniz ve bir ziynet çıkarır, giyinirsiniz. Allah’ın lütfundan nasip arayasınız diye suyu yara yara giden gemileri de görürsün. Gerek ki şükredeceksiniz. Burada da, Rabbimizin kulların eylemlerini “taşıdık”, “yarattık” ifadeleriyle kendisine izafe etmesi, bu fiilleri Allah’ın yaratması sebebiyledir. |
27. September 2008, 11:53 PM | #7 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Allah’tan bir rahmet
Bilindiği üzere denizlerde oluşan kuvvetli fırtınalar ve büyük dalgalar zaman zaman gemiler için yok edici özellikte olabilmektedir. Rabbimiz ise ayette, deniz yolculuğunun kendi rahmeti sayesinde olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple, deniz yolculuğu yapanlar, doğal olarak denizin bu tehlikelerini içlerinde hissederler ama yaptıkları yolculuğun Allah’ın rahmeti sayesinde olduğunu düşünerek rahatlarlar. Ayetteki “bir zamana kadar yararlanma” ifadesinden anlaşılmaktadır ki, bu kurtarma işi devamlı değildir ve bu dünyadaki her şey gibi bunun da bir sonu vardır. Rabbimiz, özellikle Şuara suresinde (8, 67, 103, 121, 158, 174, 190. ayetler) olmak üzere insanlara rahmeti gereği birçok delil göstermiştir: Neml; 52: İşte, onların işledikleri zulümler yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç kuşkusuz bunda, bilen bir halk için bir ayet / gösterge vardır. Neml; 86: Görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi belirledik. Gündüzü de gördürücü yaptık. Kesinlikle iman eden bir kavim için bunda ayetler vardır. 45, 46. Ayetler: Ve onlara: “Önünüzdekine ve arkanızdakine takvalı davranın, umulur ki rahmet olunursunuz” denildiği zaman ve kendilerine Rabblerinin ayetlerinden herhangi bir ayet geldiğinde onlar sadece ondan yüz çevirenler oldular. Bu ayetler, kâfirlerin hâllerini nakleden başka bir paragrafın ilk ayetleridir. Burada, o duyarsız toplumun gerekli uyarıyı alınca yine umursamazlıklarını göstererek yüz döndükleri, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkadıkları anlatılmaktadır. 45. ayetteki “Önünüzdekine ve arkanızdakine takvalı davranın” ifadesinden genellikle şunlar anlaşılmaktadır: - Sizden önce geçmiş ümmetlerin başına gelenler sizin başınıza gelmeden ve ahirette başınıza gelecek felaketlerden sakının. - Geçmiş günahlardan ve gelecek günahlardan sakının. - Ömrünüzün geçmiş bölümünden ve ömrünüzün kalan bölümünden sakının. - Dünyadan ve ahiret azabından, bildiğiniz kusurlarınızdan ve bilmediğiniz kusurlarınızdan sakının. Bizim tevilimiz ise; bu ifade, daha evvel 12. ayette geçen “ve eserlerini de yazarız” ifadesindeki anlamdadır. Yani, kişinin kendi önündeki ve arkasındaki; kişinin yaşarken yaptıkları ve bu yaptıklarının onun ölümünden sonraya kalan izleridir. Dolayısıyla burada yaptığı uyarı ile Rabbimiz; insanların, yaşarken yaptıklarına ve yaptıklarının ölümlerinden sonraki etkilerine dikkat etmelerini, bunlardan zarar görmemelerini istemektedir. 45. ayet bir şart cümlesi olup, cümlenin ceza bölümü ayette mevcut değildir. Bu durumda ya 46. ayetin yüklemi 45. ayete de yüklem olarak kabul edilecek ve iki ayet tek yüklemle ifade edilecek, ya da 46. ayetin yükleminin delâletiyle 45. ayete de ayrıca; “ondan yüz çevirenler oldular.” anlamında bir yüklem takdir edilecektir. Biz birinciyi tercih edip iki ayeti tek bir cümle halinde sunmuş bulunuyoruz. 47. Ayet: Onlara: “Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin” dendiği zaman da, o kâfirleşmiş kişiler, şu iman etmiş kişiler için: “Allah’ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.” dediler. Duyarsızlaşmış kâfirlerin durumlarının sergilenmesine devam edilen bu ayette, insanların şefkat ve merhamet duygularını kullanarak kendilerini kurtarmaları için uyarı yapılmaktadır. İslâm’ın gündeme getirdiği ilk sosyal görev, fakirlerin doyurulması ve yetimlerin kerimleştirilmesi (Fecr, Duha ve Maun sureleri) olmasına rağmen, kendilerine “Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden infak edin” denilen kâfirler bu çağrıya alaycı bir cevap vermişler ve görevden kaçmışlardır. Kâfirlerin verdikleri cevap bize göre bir anlamda “Eğer Allah her şeye kadir ve her şeyin rızkını verseydi elbette fakirleri kendi doyururdu. Bunu neden bizden istiyorsunuz?” şeklinde bir inkâr da içermektedir. Kâfirlerin infaktan, yani kamu yararına mal harcamaktan kaçarak ortaya koydukları bu tavır, onların akılsız oldukları kadar duygusuz da olduklarını göstermektedir. 48. Ayet: Bir de onlar (duyarsız kavim): “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diyorlar. 45. ayetten beri çeşitli davranışları ile teşhir edilen bu aklını ve duygularını kaybetmiş topluluk, bu ayetteki itirazları ile asıl küfürlerini dile getirmişlerdir. Çünkü onların “bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diye sordukları soru, gerçekten öğrenmeye yönelik bir soru değil, inkâr ve istihzaya yönelik bir sorudur. Kâfirlerin bu sorusu Kur’an’da birçok ayette geçmektedir: Sebe; 29, 30: Bir de onlar: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diyorlar. De ki: “Size öyle bir gün vaat edilmiştir ki, ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.” Mülk; 25, 26: Bir de onlar: “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” diyorlar. De ki: “Kesinlikle Bilgi (onun bilgisi), Allah’ın yanındadır. Ben ise yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.” Bu konuda ayrıca Yunus; 48, Enbiya; 38, Neml; 71 ayetlerine de bakılabilir. Söz verilen (tehdit) Kur’an’da yüzlerce kez geçen bu “söz verilen (tehdit)”; Rabbimizin inkârcıları dünyada ve ahirette cezalandıracağına dair olan sözüdür. Nitekim bu ifade aşağıda 52. ayette; “... Bu, Rahman’ın vadettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru söylemişler dediler (derler).” şeklinde ve 63. ayette;“İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir.” şeklinde yer almaktadır. 49, 50. Ayetler: Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek bir tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile bulunamazlar. Ehillerine (ailelerine, yakınlarına) de dönemezler. İnkârcıların “Ne zaman?” sorusuna vadedilen günün tarihiyle değil, vadedilen günün nasıl bir gün olacağı anlatılarak cevap verilmiştir. Zaten inkârcılar da bu soruyu tarih öğrenmek amacıyla sormamışlar, inanmadıklarını alay ederek belirtmek için sormuşlardır. Ayette bildirildiğine göre o gün, ani bir çığlıkla geliverecek, daha evvel hiçbir alâmeti olmadan, onlar işiyle gücüyle uğraşırken, birbirleriyle didişirken, işlerini kimseye havale etmeye, yerlerine birisini bulmaya fırsatları olmadan gerçekleşecektir. O günün gelişi bir başka ayette şöyle ifade edilmiştir: Zümer; 68: Ve Sur’a üflenmiştir. Allah’ın dilediği kimseler hariç göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar “hazırol”da bekliyorlar. 51–54. Ayetler: Ve Sur’a üflenmiştir. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden Rabblerine doğru akın ediyorlar. Onlar: “Eyvah başımıza gelenlere! Yatıp uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı / uyandırdı? Bu, Rahman’ın vadettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru söylemişler dediler ( derler). Sadece bir tek çığlık olmuştur. Bir de bakmışsın ki hepsi huzurumuza “hazırol”a geçirilmişlerdir. Artık bugün kişi herhangi bir şeyce zulmedilmez. Ve sadece yapmış olduklarınız ile karşılıklandırılırsınız. Duyarsızlaşmış kavmin “bu vadedilen gün ne zaman?” sorusuna, o günün nasıl olacağının anlatılması ile verilen cevap, bu ayet grubunda da devam etmekte ve yaşanacak olaylar sıralanmaktadır. Buna göre, Sur’a üflenmiş, herkes akın akın Rabblerine gitmektedir. İnançsızlar pişmandır ve bu pişmanlıklarını dile getirmektedirler. Sorgu başlamış ve herkes zulme uğratılmadan yaptığının karşılığını almaktadır. Sur ve Sur’un üflenmesi “Sur’un üflenmesi” ifadesi, tıpkı eski devirlerde kullanılan ve toplanmayı veya tehlikeyi haber vermek için genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan yapılma bir borunun öttürülmesine benzer şekilde, bir borunun veya sirenin çalınacağını, bir hakemin oyunu başlatan veya bitiren düdüğünü, bir okulda dersin başlayıp bittiğini bildiren zili çağrıştırmaktadır. Sur’un birinci defa üflenişi ile bütün canlılar ölecek, ikinci defa üflenen Sur ile de ölmüşler canlandırılarak kabirlerinden kaldırılacak ve Yüce Divan’da toplanmaya sevk edilecektir. Sur’un üflenmesi konusu Kur’an’da birçok yerde geçmektedir: Zümer; 68: Ve Sur’a üflenmiştir. Allah’ın dilediği hariç göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir. Bir de bakarsın onlar kalkmışlar karşıda bakıyorlardır. Kehf; 99: Ve Biz o gün (kıyamet günü) onları dalgalar hâlinde birbirlerine girer hâlde bırakıvermişizdir. Sur’a da üflenmiştir. Böylece onların hepsini bir araya toplayıvermişizdir. Bu ayetlerden başka Müminun; 101, Hakkah; 13, En’âm; 73, Ta Ha; 102, Neml; 87–90, Nebe; 18 ayetleri de Sur’un üflenişinden bahsetmektedir. Bu ayette konu edilen üfleme, Sur’un ikinci kez üflenişidir. Zira yukarıdaki Zümer suresinin 68. ayetinde bildirildiği gibi, Sur’un birinci üflenişi ile 49. ayette ifade edilen “yok oluş”, ikinci üflenişi ile de 51. ayette bahsedilen “ayağa kalkış” gerçekleşecektir. Bu kalkış başka ayetlerde de anlatılmıştır: Mearic; 43, 44: O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir hâlde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür! Kamer; 6–8: O hâlde onlardan geri dur (sırt çevir). O günde Çağırıcı’nın, nüküre (bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye) çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O kâfirler: “Bu, zor bir gündür.” derler. Lokman; 28: Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki gibidir. Gerçekten Allah en iyi işiten, en iyi görendir. 52. ayette geçen “beasena” sözcüğü, Ubeyy mushafında “ehebbena” olarak yer almış olup bunun anlamı; “uyandırmak” demektir. Bu sebeple biz mealimize “uyandırdı” anlamını da koymuş bulunuyoruz. Bu uyandırmadan sonra kâfirlerin 52. ayette “Bu, Rahman’ın vadettiği şeydir. Gönderilen elçiler de doğru söylemişler.” dedikleri gibi vadedilen günün geldiğini anlamalarını tasvir eden birçok ayet vardır: Saffat; 20, 21: “Eyvah bizlere! İşte bu Din günüdür.” derler. -İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma günüdür- Rum; 55, 56: Ve kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı. Kendilerine ilim ve iman verilenler de diyecekler ki: “Ant olsun ki, Allah’ın kitabında, dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, ölümden sonra dirilme günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz.” Naziat; 13, 14: İşte o, bir tek haykırıştır. Bir de bakmışsın onlar meydandadır. Nahl; 77: Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Saatin emri (kıyametin koparılması) de yalnızca göz açıp kapama gibidir veya o, daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. İsra; 52: Sizi çağıracağı gün, onu överek O’nun çağrısına uyacaksınız ve zannedeceksiniz ki, (kabirlerinizde) pek az kaldınız. Ta Ha; 102–104: Sur’a üfleneceği gün. Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş olarak toplayacağız. Aralarında fısıldaşıyorlar: “Siz dünyada sadece on kaldınız.” Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz. Yolu en üstün olan: “Ancak bir gün kaldınız.” diyecektir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre ölüm ile baas arasında uzun bir zaman yoktur. “An” diyebileceğimiz kadar bir süre vardır. Dolayısıyla, hurafelerde yer aldığı gibi “kabir hayatı” diye bir hayat ve orada çekileceği uydurulan “kabir azabı” diye bir azap söz konusu değildir. 54. ayette herkesin mutlaka yaptıklarının karşılığını alacağı vurgulanmaktadır. Bu karşılık alma sırasında kimseye haksızlık yapılmayacağı, kötü karşılıkların mutlaka o kişilerin kendi yaptıklarının karşılığı olduğu Kur’an’da defalarca dile getirilmiştir: Yunus; 45: O gün kimse haksızlığa uğramaz. Şûra; 40: Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez. Enbiya; 47: Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz. (O şey) Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz. Nisa; 40: Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer o iyilik ise onu kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir ecir verir. Casiye; 22: Ve Allah, gökleri ve yeri gerçek ile yarattı. Ve de her kişiye, yaptığı karşılıklandırılmak için. Ve onlar zulmedilmezler. 55–58. Ayetler: Gerçekten cennetin ashabı (cennetlik olanlar) bugün bir meşguliyet içinde sefa sürmektedirler. Kendileri ve eşleri gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır. Yalnızca onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır. Söz olarak (onlara) Rahîm Rab’den “selâm” (vardır). 51–54. ayetlerden oluşan paragrafta kıyamet ve ahiretin ilk aşamaları hakkında uyarı amaçlı olarak verilen bilgilerden sonra, Kur’an’da izlenen yöntem gereği, bu ayet grubunda da müttekilerin akıbeti gündeme getirilmiştir. Paragrafın genel ifadesinden anlaşıldığına göre, ahirette fazla bekletilmeden nimetlere kavuşturulacak olan müttekiler orada, kendilerine refakat eden eşlerle birlikte canları sıkılmayacak şekilde meşguliyet içinde olacaklar, gölgeler altındaki koltuklara kurulup önlerinde bulunan her türlü meyveden yiyerek sefa süreceklerdir. Çünkü Rabbleri onların sağ ve esen olmalarını istemektedir. Kur’an’da cennet ehlinin durumunu anlatan ve cennet kompozisyonları çizen yüzlerce ayet vardır. Biz iki tanesini aktarıp, gerisinin tasavvurunu sizlere bırakıyoruz. Zühruf; 68: Ey kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz. Yunus; 26: İyi, güzel amel yapanlar için daha güzeli ve daha fazlası vardır. Yüzlerine kara bulaşmaz, zillet de. İşte bunlar cennet ehlidirler. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. 56. ayette konu edilen eşler, dünyadaki karı koca durumunda olan eşler değildir. Ahirette cinsiyet ve üreme olmadığı için burada artık karı koca eşliği söz konusu olamaz. Buradaki eşler, refakat ve eğlence için Rabbimizin cennet ehline sunacağı eşlerdir. Dünyada iken karı koca olan eşler belki de ahirette, haklarını almak için birbirlerini kovalayan hasımlar olacaklardır (Abese; 33–37. ayetler). Aşağıdaki ayetler, konumuz olan ayetlerin tefsiri niteliğindedir: Tur; 17–28: Şüphesiz takvalı davrananlar, Rabblerinin kendilerine verdiği ile sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak, zevkusefa sürerek cennetlerdedirler, nimetler içindedirler. Ve Rabbleri onları cehennem azabından korumuştur. Biz onları iri gözlü hurilerle eşleştirdik de. -Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için!- Ve iman edenler, zürriyetleri de iman ile kendilerine tâbi olanlar; işte Biz, onların zürriyetlerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir. Onlara canlarının istediği meyveler ve etlerden bol bol sergiledik. Orada bir kadeh kapışırlar ki, onda ne bir saçmalama vardır, ne de günaha sokma. Ve kendilerine ait bir takım delikanlılar onların etrafında dönerler; sanki onlar sedefleri içine gizlenmiş inci gibidirler. Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: “Gerçekte biz daha önce ailemiz içinde korkanlardan idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O’na yalvarıyor idik. Gerçekten O, iyilik yapanın, acıyanın ta kendisidir. Duhan; 51–57: Şüphesiz ki takvalı davrananlar Rabbinden bir lütuf olarak güvenli bir makamdadırlar; bahçelerde ve pınarlardadırlar. Onlar karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. İşte böyle! Biz onları iri siyah gözlü hurilerle eşleştirdik. Onlar orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve O (Allah) onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Bunların dışında Rahman; 56, 70–72. ve Saffat; 40–49. ayetlere de bakılabilir. 59–64. Ayetler: Ve ey günahkârlar! Bugün (şimdi) siz haydi ayrılın! Ben, “Ey âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve ant olsun ki o (şeytan) sizden birçok nesilleri saptırdı.” diye size ahd vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. İnkâr edip durduğunuz şeyler nedeniyle haydi bugün (şu an) yaslanın ona! |
27. September 2008, 11:54 PM | #8 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Cennet ve cennet ehli ile ilgili anlatım bitince, kâfirler ile ilgili mahşerin ikinci aşaması olan sorgulama süreci açıklanmaya başlamıştır. Dikkat edilirse kâfirlerin azabı, sorgulama sırasında azarlanarak horlanmak suretiyle üç şubeli azabın psikolojik olanından başlamış olmaktadır (psikolojik azabın, Mürselat suresinde konu edilen üç şubeli azabın şubelerinden biri olduğu, o surenin tahlilinde açıklanmış idi.):
Mürselat; 29–33: O kendisini yalanlamakta olduğunuz şeye doğru gidin! O üç şube (kol, çatal) sahibi, gölgelendirici olmayan ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin! Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar / yağdırır; sanki o (kıvılcımlar) sarı erkek develer gibidir. Duhan; 49: “Tat bakalım! Şüphesiz sen çok güçlü ve çok üstündün.” (!) Klâsik yorumcular, 59. ayette geçen “ayrılma / seçilme” tabirine; “mezheplere göre ayrılma”, “meşreplere göre ayrılma” gibi anlamlar vermişler ve buna göre değişik açıklamalar yapmışlardır. Ama Kur’an, kendi tefsirini kendisi yapmaktadır: Rum; 14: Ve Saat’in dikildiği günde, işte o gün ayrılırlar. Rum; 43: Öyleyse Allah’tan geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir. O gün onlar bölük bölük ayrılırlar. Saffat; 22, 23: Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. (Toplayın da) İletin onları cahimin (cehennemin) yoluna doğru. Yunus; 28: Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık aralarını iyice açtık (açacağız) ve onların ortakları, “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki!” dediler (diyecekler). Duyarsızlaşmış kavmin yukarıda 48. ayette dile getirilen “bu söz verilen (tehdit) ne zaman?” sorusuna cevap olarak onlara cehennemin karşısında oldukları bir anda “İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir.” denecek olması ve 64. ayette belirtilen şekilde verilecek cehenneme sevk talimatı, aslında uyarı mahiyetinde birer bilgilendirmedir. Yüce Allah’ın rahmeti gereği bu bilgilendirmeler Kur’an’da sürekli yapılmıştır: Casiye; 28: Ve her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır; “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir.” Şeytana kulluk Burada konu edilen “şeytan” İblis’tir. İblis’e kulluk ise onun iğvalarını sorgulamadan uygulamaktır. Acele, ölçüp biçmeden yapılmış işler hep insanın zararınadır. Onun için akla gelmiş bir dürtüyü, ham fikri akletmek ve tefekkür derecesine ulaştırıp ondan sonra uygulamak gerekmektedir. Rabbimiz buna dair uyarıyı Kur’an’da birçok kez yapmıştır. Meryem; 44: “Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu.” Ancak, şeytana kulluk konusunda ilk akla getirilmesi gerekenler, A’râf suresindeki uyarılar olmalıdır: A’râf; 26, 27: Ey âdemoğulları, size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve takva elbisesi, o, daha hayırlıdır. İşte bu, Allah’ın ayetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar. Ey âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanlara veliyyler (yol gösteren, yardım edenler) yaptık. Bunların dışında da Allah’ın astlarından kimseye kulluk edilmemesine dair yüzlerce ayet vardır. 65. Ayet: Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. Bu ayetin Hakikat anlamı; “Allah suçluların ağızlarını kapatır ve ellerine ayaklarına konuşma yeteneği verir.” demektir. Mecaz anlamı ise; “Eller ve ayaklar yaptıkları eylemlerin izini taşır. O izler dışa vurur herkes onu öğrenir.” demek olup, bu anlam Türkçede (bir kimsenin yaptığı bir işin veya içinde bulunduğu durumun) “yüzünden okunması” deyimi ile ifade edilmektedir. Nur; 24: O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şahitlik edecektir. Bu konuda ayrıca Müminun suresinin 103–108. ayetlerinin de okunmasında yarar vardır. Suçluların burada anlatılan durumları, “hesap günü”ndeki durumlarıdır. Onların sorgulama sırasında konuşmaları beklenmez. Çünkü suçlulukları her hâllerinden belli olmaktadır. Cehennemde ise suçluların dilleri çözülecek ve istedikleri gibi konuşacaklardır. Hatırlanacak olursa, Rabbimizin “hesap günü”ndeki sorgulamasının, bir öğretmenin öğrencisine soru sorması gibi, öğrenme amaçlı olmayıp teşhire yönelik olduğunu daha evvelki surelerde yeri geldikçe söylemiş idik. 66, 67. Ayetler: Eğer Biz dileseydik gözlerini üzerinden silme kör yapardık da yola dökülürlerdi. Artık nereden görecekler ki? Ve eğer dileseydik oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ileri gitmeye ve geri dönüp gelmeye güç yetiremezlerdi. Cennetlikler ve cehennemliklere ait tablolar verildikten sonra duyarsızlaşmış kâfirler için yeni bir açıklama yapılmakta ve bu açıklamada, özgürlük tanınmak suretiyle onların dünyada rahat bırakıldıkları ama doğru yola gelebilmeleri için de her türlü fırsatın kendilerine verildiği bildirilmektedir. Yani denilmektedir ki: Biz onları özgür ve rahat bıraktık, gözlerini kör edebilecekken etmedik, etseydik nasıl görebileceklerdi, çevreden nasıl yararlanabileceklerdi? Dileseydik onların yapılarını da değiştirirdik, onları, taş, ağaç, maymun, domuz vs. yapardık ama yapmadık onlara her türlü imkânı fırsatı ve donanımı verdik. Ama değerlendirmediler hepsini suiistimal ettiler. 68. Ayet: Ve Biz kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz (tepesi üste dikeriz). Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı? Bu ayette de yine fırsatı değerlendirmemeye, akıllı davranmamaya yönelik açıklamalar verilmeye devam edilmekte ve duyarsızlar, insanın belli bir yaştan sonra yaratılışta terse döndürüldüğünü görmelerine rağmen hâlâ akıllanmadıkları için kınanmaktadır. İnsanın yaratılışının tersine dönmesi; insanın yaşlandıkça hem bedenen hem de zihnen zayıflamasıdır. Çünkü insan yaşlandıkça çocuklaşır; tıpkı çocuklar gibi yürümesi zorlaşır, bazı hareketleri kolayca yapamaz olur, yemesi, içmesi, giyinmesi başkalarının yardımına ihtiyaç gösterir, hatta yatağını bile ıslatabilir. Yaşlılık ve çocukluk dönemleri arasındaki bu benzeşme fizikî yapıda olduğu gibi aklî yapıda da oluşur. Kısaca insan, dünyaya ilk geldiğinde ne kadar zayıfsa, yaşlılığında da aynı zafiyete geri döner. Buna göre ayetin takdiri şu şekilde yapılabilir: Hadi diğer ayetleri fark etmediler, peki bu geri sayımı da mı, yani kendilerindeki bu ayetlerimizi de mi fark etmediler? Kendilerinin zayıf yaratıldığını mutlaka Bize dönmek için programlandıklarını da mı kavrayamadılar? Nisa; 28: Allah, sizden hafifletmek istiyor. Şüphesiz insan zayıf yaratılmıştır. Fatır; 37: Onlar, orada şöyle feryat ederler: “Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapageldiklerimizden başka salih bir amel yapalım.” (Onlara): “Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O halde azabı tadın. Çünkü zalimleri kurtaracak yoktur.” (denir). Nahl; 70: Ve Allah sizi yarattı, sonra da sizi öldürecektir. İçinizden kimi de, bilgiden sonra herhangi bir şey bilmesin diye, ömrün en kötü zamanına ulaştırılır. Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve çok kudretlidir. Hacc; 5: Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) -ne olduğunuzu size açıklamak için- şüphesiz Biz sizi topraktan, sonra nutfeden sonra bir alaktan sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat Biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. 69, 70. Ayetler: Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. Bu iki ayet Kur’an’a yönelik olup, ayrı bir necmdir. Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre, Ukbe b. Ebi Muayt isimli bir şahıs, peygamberimizi etkisiz kılmak maksadıyla onun bir şair olduğunu ileri sürerek bir karalama kampanyası başlatmış, yukarıdaki ayetler de, peygamberimiz aleyhindeki bu faaliyetler üzerine inmiştir. Peygamberimiz aleyhindeki bu tarz faaliyetler başka ayetlerde de görülmektedir: Enbiya; 5: Bilakis onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir mucize getirsin.” dediler. Tur; 30: Yahut onlar: “Bir şairdir, zamanın felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz.” mu diyorlar? Rabbimiz bu ayetlerde, elçisine şiir öğretmediğini ve Kur’an’ın da şiir olmayıp ÖĞÜT olduğunu beyan ederek, Kur’an’ın şiir ve peygamberimizin de şair olduğu yönündeki yakıştırmaları reddetmiştir. Burada dikkat çekilen nokta, Kur’an’ın ve şiirin niteliklerinin farklı oluşudur. Şiir nedir? Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca; “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil, benzerinin (taklidinin, sahtesinin) sunumu olan süslü sözdür (zuhrufal gavl). Bu konunun bize göre en iyi irdelemesi, M.Ö. 428/427–348/347 yılları arasında yaşamış olan Platon’un “Devlet” adlı kitabında (10. Bölüm) yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta, kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla aldatılması gibi toplumlar da şiirle (benzetme ile) aldatılabilir, yanıltılabilir ve ideolojiler de sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir. Rabbimiz şiirin bu yönünü Şuara suresinde ortaya koymuştur: Şuara; 221–226: Şeytanların kime inip durduğunu size haber vereyim mi? (Onlar) Tüm iftiracı günahkârlar üzerine iner dururlar. Onlar, kulak verirler hâlbuki onların çoğu yalancıdır. Şairler; şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Kur’an ise şiir (benzetme, taklit, hayal ürünü) değil, “GERÇEK”tir: Şuara; 192–196: Ve şüphesiz ki bu, kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbin üzerine Ruh ül emin (sağlam bilgi; vahy) indi. Ve şüphesiz o, kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı. Şuara; 210–212: Onu şeytanlar indirmedi (Muhammed’in kalbine sokmadı). Bu onlara yaraşmaz, güç yetiremezler de. Şüphesiz onlar kulak vermekten uzak tutulmuşlardır. Kur’an’ın bu niteliği Rabbimiz tarafından “Hakk (GERÇEK)” sözcüğüyle yüzlerce ayette belirtilmiştir. Dirileri uyarmak Ayetin, Kur’an’ın sadece diri olanları uyarmak için bir öğüt olduğunu bildiren ifadesi, ölülere herhangi bir şeyi ulaştırmanın, duyurmanın, göstermenin mümkün olmadığına işaret etmektedir. Kur’an ile yapılacak uyarının diri olanlara yönelik olduğu, başka bir ayette daha bildirilmiştir: Enam; 19: De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi uyarayım diye bana bu Kur`an vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” Söz’ün gerçekleşmesine malzeme olmak Konumuz olan ayetlerde açık ve net olarak beyan edildiği gibi, Kur’an’ın diri olanları uyarmak yanında bir diğer işlevi de; “öğüt” olma niteliğiyle, Allah’ın Söz’ünün gerçekleşmesinde oynadığı roldür. Zira Rabbimiz, uyarı yapmadan, elçi göndermeden, yasa koymadan azap etmeyeceğini bildirmiş olduğundan, yukarıda konu ettiğimiz “Bütün insanlar ve cinnlerden (herkesten) cehennemi elbette tamamen dolduracağım.” Söz’ünün gerçekleşmesi için insanların uyarılması gerekmekte, Kur’an da “öğüt” olma niteliğiyle bu uyarının gereğini yerine getirmiş olmaktadır. Yani, Kur’an’ın indirilişinden sonra hiç kimse “Bana öğüt verilseydi, elçi gelseydi ben bu durumda olmazdım, bana haksızlık edildi.” diyemeyecek ve bu surenin 7. ayetinde açıkladığımız Söz’ün gerçekleşmesi için gerekli şartlar yerine gelmiş olacaktır. 71–73. Ayetler: Ve onlar görmediler mi ki: Biz şüphesiz onlar için ellerimizin (kudretimizin) meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da onlar, onlara sahip bulunuyorlar. Ve onları, kendileri için zelil kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır. Onlardan yiyip duruyorlar da. Ve onlarda daha birçok menfaatler ve içecekler var. Hâlâ şükretmeyecekler mi? Bu ayetler, duyarsızlaşmış insanların inkâr sözlerini dile getiren 48. ayetin devamı mahiyetindedir. Burada o duyarsızlar, canlıların yapılarındaki ayetlerden ibret almamaları ve çevrelerindeki delilleri görmemeleri sebebiyle kınanmaktadırlar. Onlara denilmektedir ki: “Biz size, kendinizden kat kat güçlü, deve, sığır gibi hayvanları boyun eğdirdik, binit yaptık. Sizi o hayvanların etinden, sütünden dersinden, kılından, tüyünden, gücünden ve gübresinden de istifade ettirdik. Bu hayvanları, yüzlercesini bir küçük çocuğun kontrol edebileceği şekilde zelil kıldık. Bunların nasıl olduğunu hiç düşündünüz mü? Hâlâ şükretmeyecek misiniz?” Şükür “Şükür” sözcüğü, nankörlüğün karşıt anlamlısı bir sözcük olup; “bir ihsanın karşılığını eylemli olarak vermek” demektir. “Şükür” sözcüğü ilk olarak, “deve ve koyun gibi hayvanların yedirilen yem karşılığı semirmesi ve süt vermesi” için kullanılmış, ama daha sonra bu anlam “yapılan iyiliklere karşı nankörlük etmemek ve yapılanın karşılığını herhangi bir şekilde imkânlar ölçüsünde dışa yansıtmak” şeklinde zenginleşmiştir. Burada, sözcüğün ifade ettiği anlama göre çıkarılması gereken çok önemli bir sonuç vardır ve o da şudur: Şükür, lâf ile olmaz! (Şükür sözcüğü ile ilgili daha fazla ayrıntı surenin sonunda bulunan “ŞÜKÜR” başlıklı yazımızda mevcuttur.) Rabbimizin 73. ayetteki, başta Mekkeli müşriklere, sonra da Rabbimizin ihsanına nail olmuş tüm insanlara bir sitem mahiyetinde olan “Hâlâ şükretmeyecekler mi?” şeklindeki sözlerini şu şekilde takdir etmek mümkündür: “Herkes kendisine sunulan ihsana karşılık şükretsin, yani mallarıyla, canlarıyla nimetlerin karşılığını yansıtsın!” Bu ayet grubunda geçen ifadelerin benzerleri, başka ayetlerde de yer almıştır: Mümin; 79–81: Allah, onlardan bir kısmına binesiniz diye sizin için hayvanları kılandır (yaratan, ayarlayandır). Onların bir kısmından da yiyorsunuz. Sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır. Ve (Allah) onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz diye (hayvanları kılandır; yaratandır, ayarlayandır). Onlar üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız. Ve Allah size ayetlerini gösteriyor. Peki, şimdi Allah’ın ayetlerinin hangisini inkâr edersiniz? Nahl; 5: Ve hayvanları yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Ve siz onlardan bir kısmını da yersiniz. Nahl; 8: Ve kendilerine binesiniz, hem de ziynet olsun diye atları, katırları ve eşekleri yarattı. Ve şimdi bilmediğiniz şeyleri yarattı. 74, 75. Ayet: Bir de onlar, Allah’ın astlarından kendileri yardım olunurlar ümidi ile ilâhlar / tanrılar edindiler. Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri (ilâhlar edinenler) onlar (sözde ilâhlar) için hazır askerlerdir. Bu ayetlerde, duyarsız kavmin durumunun anlatımına devam edilerek onların, kendilerine yararı dokunsun diye Allah’ın astlarından basit, işe yaramaz bir takım ilâhlar edindikleri, hâlbuki o basit âciz şeylerin / kişilerin onlara yardıma güçlerinin yetmeyeceği bildirilmekte, o akılsızların aslında, ilâh edindikleri putların ilâhlığını bu davranışlarıyla ayakta tuttukları açıklanmaktadır. Gerçekten de âciz ve zararlı olan bu sahte ilâhlar, onlara aşırı bağlılık gösteren, onları mal ve canları ile savunan, onların askeri durumunda olan gafiller sayesinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. Yani, onları ilâh edinen sapıklar olmasa, bu âciz ve zavallı sahte ilâhların ilâhlıkları da söz konusu olmayacaktır. Bu ayetteki zamirlerin farklı yerlere gönderilmesi sonucu 75. ayetten, hem “duyarsızların putlara jandarma olduğu” anlamını, hem de “putların duyarsızlara jandarma olduğu” anlamını çıkarmak mümkündür. Biz, pasajdaki söz akışına göre “duyarsızların putlara jandarma olduğu” anlamını tercih etmiş bulunuyoruz. Zira aksi durum, yani “putların duyarsızlara jandarma olduğu” durum, aşağıdaki ayetlerden görülebileceği gibi, ancak ahirette söz konusu olabilecek bir durumdur: Enbiya; 98, 99: Kesinlikle siz ve Allah’ın astlarından taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız; siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada temelli kalacaktır. Hacc; 73: Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler, bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür. Rum; 16: Şu küfredenlere, ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayanlara gelince, işte onlar azap içinde hazır bulundurulurlar. Saffat; 22, 23: Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. (Toplayın da) İletin onları cahimin (cehennemin) yoluna doğru. 76. Ayet: O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da biliyoruz. Bu ayet bir parantez içi cümle olup, hem şairlikle suçlanan peygamberimize teselli vermek hem de bu dedikoduları çıkaranları tehdit etmek üzere inmiştir. Bu tip sataşmalar peygamberimize çok kez yapılmış, Rabbimiz de elçisini her defasında teselli etmiş, onun maneviyatını yükseltmiştir. Yunus; 65: Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle güç / şan ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir. 77–82. Ayetler: Ve o insan (o kişi), kendisini bir nutfeden (bir damla sudan) yarattığımızı görmedi mi de şimdi o, apaçık bir hasımdır (düşmandır). Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı. Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!” De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O, her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet (elbette kadirdir)! Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. Bu pasaj Rabbimizin, yeniden diriltmeyi ön plâna çıkardığı ve bu konuya ait delilleri gösterdiği bir pasajdır. 77. ayette, “o insan (o kişi)” denilmek suretiyle özel bir insan tipinden bahsedilmektedir. 78. ayetten anlaşıldığına göre de “o insan (o kişi)”; çürümüş kemikleri örnek göstererek yeniden diriltilmenin mümkün olamayacağını ileri sürmüştür. Bu davranışı ile daha çok “o herif” denmeyi hak eden o kişi, nakillere göre Ubeyy b. Halef adlı kişidir. Bu kişi, topraklaşmış kemikleri avucunda ezdikten sonra üfleyerek havaya savurmuş ve peygamberimize “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!” diyerek bu ayet grubunun inişe sebep olmuştur. Kâfirlerin, kemiklerin bile çürüdüğünü, dolayısıyla yeniden yaratılmanın akla uzak olduğunu ileri sürmeleri Kur’an’da birçok ayette dile getirilmiştir: Saffat; 16: Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Saffat; 53: Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz? Kaf; 2, 3: Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür.” dediler. Secde; 10: Ve onlar: “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabblerine kavuşmayı (O’nun huzuruna varacaklarını) inkâr ediyorlar. İsra; 49: Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?” İsra; 98: Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. Müminun; 35: Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin çıkarılacağınızı mı vaat ediyor? Ayrıca, Müminun; 82, Vakıa; 47, Naziat; 11. ayetlere de bakılmalıdır. Peygamberimizin tebliğine karşı yapılan bütün itirazlara ikna edici deliller gösterilerek her defasında cevap verilmiştir. Bu defaki itirazı yapan o kişiye veya bizim tabirimizle o herife verilen cevap, yukarıdaki 79–81. ayetlerdir: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet (elbette kadirdir)! Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. ...” Aşağıdaki ayetler de, başka o heriflere verilen cevaplardan bazılarıdır: Mümin; 57: Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. Naziat; 27–33: Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu (göğü) O (Allah) yaptı: Boyunu yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu (ışığın parlaklığını) çıkarttı. Ve ondan sonra yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da sabitledi (demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi), sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak (yararlanmak) üzere. Vakıa; 60, 61: Ölümü aranızda Biz takdir ettik Biz. Biz önüne geçilebilenler değiliz. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getiririz ve sizi bilmediğiniz bir şeyde inşa ederiz. 81. ayetteki, Allah’ın “yaratmayı çok iyi bilen” olduğuna dair ifade, Rabbimizin yaratıcılığının çeşitliliğine işaret etmektedir. Meselâ, Rabbimiz Âdem’i anasız babasız, İsa peygamberi de babasız yaratmıştır. Ayrıca Rabbimiz Rum suresinin 19–24. ayetlerinde bildirildiği gibi ölüden diri, diriden de ölü yaratmaktadır. Bunlardan başka Rabbimizin topraktan yaratması, sudan yaratması, eşler hâlinde yaratması, gökleri yaratması, yeryüzünü yaratması, farklı diller ve renkler yaratması, bu yaratma çeşitliliğinin örneklerindendir. 80. ayetteki “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.” ifadesi klâsik kaynaklarda, Allah’ın gücünü kullanarak yeşil ağaçtan onun zıddı olan ateşi çıkardığı mantığından hareketle, konu edilen yeşil ağacın Hicaz bölgesinde bulunan Merh ve Afar ağaçları olduğu ve bu ağaçların çakmak taşı gibi birbirine sürtülmesiyle ateşin elde edildiği şeklinde anlaşılmıştır. Daha sonraları ise bu iki ağacın sürtünmesinden çıkan ateşle elektriğin kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Hatta bazıları da petrolün kaynağının yeşil ağaç olduğunu ileri sürerek bu ayette petrolden bahsedildiğini iddia etmişlerdir. Bize göre ise, “yemyeşil ağaçtan çıkan ateş” ile “yemyeşil ağaçtan çıkan oksijen” kastedilmiş ve bu ayette mucizelerin en büyüklerinden biri daha gözler önüne serilmiştir. Ayetin sonundaki “Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.” ifadesi de sadece Hicaz’daki Arapların ateş yaktığını değil, tüm insanlığın sürekli olarak bu ateşi (oksijeni) yakıp durduğunu vurgulamaktadır. Bu ayette “Lazımiyyet” mecaz-ı mürsel sanatı uygulanmıştır. “Lazımiyyet mecaz-ı mürseli”, “lazım”ı zikredip “melzum”u kastetmektir. Burada “ateş çıkarır” demek; “oksijen çıkarır” demektir. Çünkü ateş, oksijenin lazımıdır. Oksijen (melzum) olmasa ateş (lazım) olmaz. Oksijen sadece “yanma” için değil, canlıların yaşaması için de vazgeçilmez bir element olduğundan, 80. ayetteki “O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır.” ifadesi aynı zamanda, canlıların yaratılışlarının olduğu gibi yaşamlarının sürdürülmesinin de Allah’ın kontrolünde olduğu mesajını vermektedir. Ayetin bu mesajını bilim ışığı altında inceleyen Kuran Araştırmaları Grubu, bu konudaki bir çalışmasını, “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitabında bizlere aktarmıştır SOLUNUM VE FOTOSENTEZ Ve nefes almaya başladığı zaman sabaha. 81-Tekvir Suresi 18 Nefes alıp verme süreci, yani solunum, en basit şekliyle bir canlının oksijen alıp karbondioksit vermesi şeklinde tanımlanabilir. Peki, nefes almayla sabahın ne bağlantısı vardır acaba? Neden bu iki kavram ayette bir araya getirilmiştir? Sabahleyin geceden farklı birşey mi olmaktadır? Bitkilerdeki fotosentezin bilinmediği dönemlerde bu soruları sorsaydınız, sorularınız cevapsız kalırdı. Bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları karbondioksit ile birleştirerek, şeker ve nişasta benzeri karbonhidratlara ve oksijene dönüştürür. Fotosentez denen bu süreçte oluşan yüksek enerjili besinler dokularda depolanırken, oksijen dışarı atılır. Kısacası fotosentez, solunum ile tam ters yönde oluşan bir metabolizma olayıdır. Solunumda karbonhidratlar oksijen ile birleşerek, su ve karbondiokside parçalanır. Demek ki solunum tepkimelerinin son ürünleri, fotosentezin ilk maddeleridir. Ama bu olay yalnız ve yalnız gündüzleri gerçekleşmektedir. Fotosentez ışık enerjisine bağlıdır ve karanlıkta gerçekleşemez. Yani ayetin ifade ettiği "sabah" vaktinde ışıklar ortaya çıkınca, "nefes almanın" şartı olan oksijen, bitkiler tarafından dışarı verilmeye başlar. Böylece ayetin ifade ettiği "nefes alma" ve "sabah vakti" arasındaki bağlantının mucizeviliği ortaya çıkmaktadır. FOTOSENTEZ OLMASAYDI NE OLURDU? Canlıların yaşayabilmesi için mutlaka enerji gereklidir. Vücudumuzda kasların ve kalbin çalışmasını ve vücuttaki kimyasal tepkilemelerin gerçekleşmesini sağlayan bu enerji, hayvansal ve bitkisel besinlerden alınır. Bütün besinlerdeki enerjinin ilk kaynağı ise Güneş`tir. Geceleri Dünya`da bulunduğumuz nokta Güneş ışıklarını alamaz. "Sabah vakti" bu ışıkların alınmaya başladığı zamandır. Üzerine Güneş ışıkları düşen bitki, fotosentezde bu ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürür. Bitkinin dokularını yenilemesi ve büyümesi bu enerjiye bağlıdır. Bitki bu enerjiden yararlanarak büyümesini sürdürürken, bir bölümünü de kimyasal enerji biçiminde hücrelerinde depolar. Bir insan veya hayvan bu bitkiyi yediğinde, bitkinin içinde depolanan enerjiyi de almış olur. Böylece kendi vücudundaki kimyasal tepkilemeleri sürdürür ve bu enerjiyi dokularında saklar. Dolayısıyla hayvansal ya da bitkisel yiyeceklerle aldığımız enerji, beslenme zincirinin ilk basamaklarında yer alan bitkiler aracılığıyla ve fotosentez yoluyla Güneş`ten gelmiş olan enerjidir. Kısacası, gerçekten de Güneş ışıklarının alındığı sabah vakti, fotosentez denen, bizimkinin tersine bir solunum olayı başlar. Bu süreçte karbondioksit tüketilip, oksijen üretilir. Havadaki oksijeni zenginleştiren bu süreç olmasaydı, canlıların solunumu nedeniyle Atmosfer`deki oksijen çoktan tükenmiş olacaktı. Yani sabah başlayan bu süreç sayesinde bizim de nefes alabilmemiz mümkün olmaktadır. Kuran`ın indiği dönemde insanların ne fotosentezden, ne Atmosfer`deki oksijenin ve karbondioksitin dönüşümünden, ne de Güneş`in ışıkları sayesinde tüm bu olayların gerçekleştiğinden haberleri vardır. Kuran, indiği dönemdeki insanların bilgi seviyesiyle bilinememesine rağmen sabah vakti ile nefes alma arasında bağlantı kurarak, mükemmelliğini bir kez daha göstermekte, insanları bir kez daha kendine hayran bırakmaktadır. Yaşamın temeli olan bütün biyokimyasal süreçler için enerji gereklidir. Bu enerjinin kaynağı da hücrelerde depolanmış olan besinlerin yanması, yani oksijenle birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında besin molekülleri arasındaki kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. Bu olay tıpkı yanan bir odun parçasının ısı ve ışık yayması gibi enerji veren bir tepkimedir. Demek ki nefes alıp vermeyi yalnızca oksijen-karbondioksit alışverişi olarak değil, bitkilerin ve hayvanların temel enerji kaynağı olan daha karmaşık bir süreç olarak düşünmek gerekir. Allah eğer fotosentezin var olması için gerekli birçok şartı yaratmasaydı, örneğin bitkilerin içinde fotosentezin oluşması için gerekli klorofil yaratılmasaydı, bir tek canlının bile var olması söz konusu olamazdı. Kainattaki birçok olay gibi fotosentez de, solunum için oksijenin ve karbondioksitin dönüşümleri de, büyük ve mükemmel bir planın parçalarıdır. Fotosentez hakkında insanlığın detaylı bilgi sahibi olması çok yeni sayılır. Bu konuda bilim adamları çok yoğun araştırmalar yaptılar. Özellikle ABD`li kimyacı Melvin Calvin başkanlığındaki ekibin çalışmaları söz etmeye değer niteliktedir. Nitekim bu ekip 1961 yılında Nobel kimya ödülünü kazandı. Sabah vakti başlayan, nefes almamızı ve oksijenin varlığını mümkün kılan fotosentezi şöyle ifade edebiliriz: Işık enerjisi (Güneşten)+Karbondioksit(Havadan)+Su → Kimyasal enerji + Oksijen Kimyasal formül olarak ise şöyle özetleyebiliriz: Işık + 6CO2 + 6H2O = C6H12O6 (Glikoz) + 6O2 83. Ayet: O hâlde her şeyin melekûtu (tam hükümranlığı) kendi elinde olan (Allah) her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz. Bu son ayet, Ya Sin suresinin özeti konumundadır ve aynı zamanda dinin özü olan tevhit ve ahiret inancını ortaya koymaktadır. Allah, doğrusunu en iyi bilendir. |
ÖmerFurkan Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | Miralay (15. June 2010) |
11. October 2008, 06:21 PM | #9 |
Katılımcı Üye
Üyelik tarihi: Oct 2008
Mesajlar: 60
Tesekkür: 0
1 Mesaja Tesekkür Edildi
Tecrübe Puanı: 17 |
Allah Razı Olsun
|
7. June 2014, 10:17 AM | #10 | ||
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 820
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
Alıntı:
Buna isaret eden ipuçlarindan biri de ayetteki menazil kelimesinin inmek anlamindaki "nzl- نزل"den türemis olmasi. Ay tam dolu, dolayisiyla en büyük evre olan "dolunay"dan küçüle küçüle "son hilal"e inip variyor. Ayin en büyük evresi: dolunay en küçük evresi: son hilal. (Ayetin) egri ve eski hurma daliyla yaptigi benzetme de mucizevi niteliktedir. Ayette sözü edilen urcînil kadîm, yay seklindeki eski bir hurma dalina benzeyen hilaldir yani o dönemin bilgi seviyesi ile kavranmasi imkansiz bi mucize filan degil... her devirde çiplak gözle görülebilen basit bi gerçek. Alıntı:
AYIN degil YILDIZ kümelerinin menazili. Cahiliye döneminde Araplarin kullandigi "YILDIZ takvimi"nde bir YIL bu adlar ile anilan 28 "menazil"den olusuyordu. Bu 28 "menazil"in 27 tanesi 13’er gün idi, 1’i 14 gün. Toplam 365 gün. (Bkz. Kevser Basar’in Cahiliye döneminde nesi konulu yüksek lisans tezi.) Konu Hasan Akçay tarafından (8. June 2014 Saat 02:35 AM ) değiştirilmiştir. |
||
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, sin, sûresi’ne |
|
|