8. November 2012, 05:46 AM | #1 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 386 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22 |
Dünyada Makam Mevki Hırsını Amaç Edinenler
Dünya hayatının süslerinden biri mevki makam hırsı..
İnsanların yaratıldığından bu güne değin yaşanmış bir çok örneklerini Kur'anda yaşadığımız cevrede gördüklerimizle buna çok kez şahit olmuşuzdur.. Benim acizane fikrim ;cevremizdeki gördüğümüz olayları Kur'an'a uygun olsada olmasada birer ayettirler..Savaşlar,Halkı yöneten zümreler, hak adalet,Makam mevki , kurumlar,inançlar.aile,.vb sayabiliriz.. Yukarıda saydıklarımız ve bir çok konularda Kuranda hudutu aşanların aşmayanların durumunu anlatan olaylar anlayarak okuduğumuzda cevremizdeki olaylarıda okuyabiliyoruz.. İnsanların sadece Allah’ın rızasını gözeterek ahireti için samimi çaba sarf etmelerini engelleyen yanlışlardan biri , dünya hayatında makam, mevki, şöhret gibi değerlere olan düşkünlükleridir. . Allah Kuran’da, insanlar arasındaki üstünlüğün bulundukları makama ya da mevkiye göre değil, yalnızca takvaya göre olduğunu anlatır.. Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." (Hucurat Suresi, 13) Allah'ın sık sık vurguladığı bu gerçeği görmemezlikten gelirler. Bu makam mevki hırsı neler kaybettiriyor nasıl zarara ugratıyor. Makam sahibi olmayı isteyen insanların tek hedefleri vardır. Dünyada güç sahibi olmak, herkes tarafından tanınmak ve saygı görmek,sahip oldugu imkanları da yine kendi nefsinin isteklerini tatmin etmek için kullanır. Bu ahlakta olan kişiler kendilerine göre bir inanç sistemi geliştirirler ..Nefislerini ilahlaştırarak Allahın yasakladığı bir çok günahı işlemekten çekinmezler.Allahın koyduğu hudutları çigner onlara hayatlarının gerçek amacını unutturur.. Allah, bu kişilerin içine düştükleri durumun kendilerine yarar sağlamayacak boş bir hedef olduğunu şöyle bildirir: "Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir." (Hicr Suresi, 3) Firavun’un tavrı ve konuşmaları, makam ve mevkileri sebebiyle nasıl ilahlaştırdıklarına çok güzel bir örnek Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı: "Dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz? Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki, o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir. Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?" (Zuhruf Suresi, 51-53) Makam, mevki hırsına kapılan insanlar hiç ölmeyecekmiş gibi ahiretinide unuttururlar. Bu şuur kaybından Allah rızasından çok uzak dünyadaki geçici mevkileri elde etmek için çaba sarf ederler. Allah makam dünya için harcanacak çabanın boş ve gereksiz olduğunu; burada elde edilen mal, mülk ve makamın ahirette insana hiçbir fayda sağlamayacağını anlatır. "Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' Bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız..." (Enam Suresi, 94) vaktim yettiğince yazabildim alel acale kusurumuz oldugsa Allah afetsin selametle kalın
__________________
De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam. Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” Kâfirûn Sûresi Konu sevginur tarafından (8. November 2012 Saat 05:49 AM ) değiştirilmiştir. |
8. November 2012, 05:58 AM | #2 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
Paraya sahip olana İktidar ve nufuz sahibi deriz.
Yönetime sahip olana iktidar oldu deriz Cinsel problemi olana iktidarsız deriz. İnsanın yaklaşmaması ve ihitiyacı ile yetinmesi gerekenlere SECER denmektedir. İnsan yönetimin Allahın olduğunu ve ona göre hareket etmesini, Mal ve mülkte ihtiyacının fazlasını vermesini, Zina yaklaşmamsını, elindekiler ve eşi ile yetinmesini sembolize eden bir husus vardır. Bu husus ise Ademden beri var olagelen ve yaklaşılmaması gereken bir husustur. SECERE yaklaşma. Eğer bu toplanan ve göz kamaştıran şatafata yaklaşırsak yoldan çıkar ve zalim oluruz. İnsan ise kan dökücü, cahil ve aceleyi seven bir tabiattadır. Aşağıya bir yazı asıyorum. Alıntı:
|
|
18. November 2014, 12:31 PM | #3 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
Iktidar ve yandaşlık asabiyeti
Bölüm-1.
Hak dinde mülk emanettir ve ancak kendisine gönül rızası ile teslim edilene helaldir. Emanetin asıl sahibi Allah, onu kullanan da halife olan insanın(bireyin) kendisidir. Emanetin geri verilmesi zamanında ise emanet kimde olursa olsun onu iade etmek zorunluluğu vardır. Bunun için hak din asla hükümranlıkta verasete ve seçimlerin iptal edilmesine izin vermez. Bir validen ötede bir sıfatı bulunmayan Muaviye ve onun iktidarında mülkleşme imkânı bulmayı uman hizbi hak dinin veraset yasağını ihlal etme yoluna sapınca Ali oğlu Hasan, kendisine ümmetin yarısının verdiği halifelik unvanını geri iade etti. Çünkü ümmet bir valinin kendisini halife ilan etmesiyle iki başlı hale gelmiş ve araya iktidar kavgası cinayetler ve zorbalık girmişti. Burada; yine, halife Ali’den sonra bir gurup tarafından ısrarla Halife yapılan, ancak Mülkleşip saltanata (Büyük Sultan) dönüşen yönetim karşısında “hizmet için” görevde bulunma anlamına gelen “Meryemiyet” yani, halkın efendiliğine değil hizmetçiliğine soyunmak, toplumu birer kardeş olarak gören Manastır-Medine-tül Fazıla statüsüne döndürme çabasını, babası gibi sürdürme şansını bir daha deneme niyetiyle, bu anlamdaki Halifeliği kabul eden halife Hasan Rahmetullah, daha ilk karşılaşmada halkın Mülkleşen iktidardan yana olduğunu, dalkavukluk yaparak Mülk şehvetlerini tatmin etmek isteyenlerin çoğunlukta olup, kırılmanın artık dönüşü olmayan bir noktaya vardığını görerek, Halifeliği bıraktı. Bu isabetli bir karardı. Gerisi halka kalmıştır. Hak Teâlâ, insanın kendisine halife dediğine göre, Halifeliğe lâyık görülen insanların mülke sahip çıkıp onun iştirak halinde kullanılmasını ve Kuran’da belirtilen “Halife sensin ey birey” sözünü iyi algılayıp aristokrasiye bütün biçimleri ile son verip Mülkte iştirak halinde yardımlaşmayı uygulayan Ensariyete geçme safhasını başlatması gerekir. Ama halk bunu yapmadı ve mülk devlete razı oldu. Çünkü milletleşememiş, aristokrasinin kuyrukçuluğundan kurtulamamıştı. Ganimet sonuçlu savaşlardan da memnundu. Böylece de Kuran’dan çıkartılacak doğru sonuçları ve herkesi bağlayıp, Aristokrasiyi tasfiye edecek hukuk devletinin kurulması için gerekli hukuksal dokümanın kaynağı olan vahiy’nin üzeri kapatılarak, din dışı geleneklere “dinidir” damgası vurularak yürürlüğe konulmuştur. Bu ise, dinin yıkmak istediği sosyo ekonomi politiğin, din kılıfına sarılarak yutturulması idi. Çünkü Hasan kendisi de babası gibi vera sahibi mütedeyyin bir insandı. Vera terk edilmiş ve toplum, birliği değil, ayrılığını tercih etmiş, ferdiyetçi benciller olarak dünya hayatında epik ve dini hayatta lirik mizaca bürünmüştü. Bu toplum mülk devlet harislerinin eline düşmekle layığını bulmuştu. Artık onları Allah’tan başkası adil ve rahim bir hidayet yoluna çeviremezdi. Bilhassa mülk şehvetine kul olmayı tutku ile istemiş, Allah da o toplumu istediklerine ulaştırmıştı. Yani yularlarını üzerlerine atmıştı. Zaten dünyayı istemek de bundan başkası değildir. Bu bazı yorumcuların yüzeysel değerlendirmeleri gibi, mesele Muaviye’nin sadece meşru bir yönetime baş kaldırışı değil, Kuran’ın "Siyasi, Sosyal ve Ekonomik sitemine" baş kaldırmak, Kuran sosyo–Ekonomi-politiğine itiraz ve isyandı. Onu bu isyana sevk eden sebeplerde tüm tarihçiler müttefiktirler. Hâkim Ali’nin mücadelesi de Kur'an yorumlarının bozulup, takva dininin fetva dinine çevrilmesine karşı durmaktı. Karşısındakiler ise tulu(geniş ve yüzeysel) emel sahiplerinden oluşmuş nefsin isteğine uygun çokça şeyler ihtiva eden başka bir dindendi, dense hata edilmiş olmaz. Çünkü her din ekonomi politiğiyle hak veya batıl niteliği kazanır. Bunu tayin edecek olan da, adil mi, yoksa imtiyaz ve iltimaslara açık mı diye bakılır. Ayrıca ortada savaşacak Kur'ansal şartlar yoksa savaşı günlük olaymış gibi yaşam biçimi ve hatta geçim biçimi ve hatta iktidara yakın olanların semirme yolu yapmak, değil hak dinle, insanlıkla bile kolayca bağdaşamaz. Mülke gark olmak azmanın sebebi mi, sonucu mudur diye bir alt ayrıma girmeden konuya girersek; Sebep: Fetihlerin artmasıyla Mal ve Mülke gark olmak. Buna Kuran ”servetle şımarmış Meleler, Terefler” dediği de sabittir. Hatta bunlara(Fazla varlıkla kibre kapılanlar) uğursuz anlamında solcu denildiğinden vakıa süresinin 45. ayetinden bahsetmiştik. Yani servete gark olmak ve haraçla, ganimetle, feyle,(az emekle çok kazanmak) geçimi iktisadi model kabul etmek ve getirisinden de itidalin çok üzerinde bir birikim yapmaktır. Bu şom (Uğursuz) bir ekonomi modelidir. "Allah'ın kitabı" bu komprador burjuvaya uğursuzlar anlamında solcular der. Yani feodalizm, liberalizm, oligarşi ve benzeri ferdiyetçi sistemleri şom sayan dini yorumlar Kuran dini ve Resulullah zühd hayatıyla bağdaşan dini yorum, bin dereden bin su getirerek bu yozlaşmaya bir kılıf bulmak Kuran’ı nefsin hevasına göre yorumlamaktır. İşte ihtilafın asıl nedeni de budur. Ali, hakkı hâkim kılmaya çalışırken, diğerleri nefsin arzularını ve kişisel menfaatlerini hâkim kılmak istemektedirler. Bunu görüp bilmek gerekir. Yani Ali'nin mücadelesi ne şahsidir ve ne de maddidir. Diğerlerinin mücadelesinden ve çarpık yorumlarından farkı buradadır. İşte, Ekonomik alt yapının(bencilliğin), kültürel üst yapıyı(dini) paramparça etmesinin açık bir örneği yaşanmışken, bu ekonomik gerçekler anlatıldığında, bazı Muaviye mezhebinden olan kimseler düşünüp kendilerine çeki düzen vereceklerine, çok defa tepkileri şu olmaktadır: ”Sen getirip dini ekonomiye oturtturdun” derler. Bu tepkileriyle hak dindeki cehaletlerini ortaya koyarlar. Çünkü ekonomik bakış açısını ihmal ettiğinizde adalet ve zulümat arasında tercihinizi kullanmamış olursunuz. Oysa Allah adaleti ayağa kaldırmak ve öylece tutmak için resuller ve kitaplar gönderir(bkz. Hadid–25). Eğer minhaç(sistem) düzeyinde bir halkçı ve toplumcu ekonomi politiğiniz yoksa zulme onay vermiş olursunuz. Hak din toplumsal bazda yaşanmak ve ilişkilerde adil olmak için indirilmiş bir vahi dinidir. Bunu yorumda çarpıtmak bir yana, bunu örtmek bile Kur'an’a karşı O'nu kullanarak mücadele etmektir. "Ağacı içinden çürüten kurtluk yapmak" da bundur zaten. İşte tarihçiler ittifakla, bozulmanın servet ve üne kavuştuktan sonra olduğunu gözler önüne sermişken, hâlâ bilgisizlikte ve “söz dinlememekte, öğüt almamakta direnmek” hidayetsizlik değildir de, nedir? Bunları görmemek körlük değil de nedir? Zuhruf 66 ayet de bunu söylemekte iken niçin akıl yürütülmez. Sebep aslında açıktır. Faziletten uzak olmak, erdemi içine sindirememektir. Riyâkârın cömertliği göstermeliktir. Çünkü makam ve mevkiyi önemser, farklı olma tutkusunu bırakamaz. Bunun için de “ihtiyaç fazlasını infak et” ayetlerini tercih etmez de, onların ya üzerlerini kapayarak bilinmesini önler, ya da aldırmazlık ederler. Sonra da Kur'an’da geçen “artanı zekata ver” hükümlerini çarpıtır, hiçbir dinde bu kadar az ve eksik olmayan "en az miktarı" da “zekât “ diye etiketleyerek yutturduğunu zannederler. -Peki, onu emlak ve varlık vergisi olarak zekât olarak kabul ettik. -Peki, "ihtiyaç fazlasını infak et" diyen emirlere uydun mu? -Peki, "eşitlenene kadar ver" diyen ayeti niçin dikkate almadın? İşte bu taife Kuran’ın indirilişine karşı mücadeleyi kaybetseler de, onun yorumla etkisinin azaltılmasını bir “tüccar dini-mezhebi” haline gelmesini ne yazık ki büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Zamanımızda tâğutu hakem yapacak kadar işi ileri götüren yeşil kuşak mensuplarının böyle bir dini anlayışa sahip olmasının bu eski yorumların etkisi altında kalmaktan doğan sonuçları da vardır. Ama Allah kitabını korumuştur; bir ayet bunların aykırı yorumlarıyla haber veremez hale getirilmişse, Allah’ın bir başka ayeti onları ele verir. Değerlendirmemize biraz ara verip, yine yukarda bahsettiğimiz sayfalardan alıntı ile tarihi kanıtları sunmaya devam edelim. Sagılarımla. Galip Yetkin Konu galipyetkin tarafından (21. September 2015 Saat 12:28 PM ) değiştirilmiştir. |
galipyetkin Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | dost1 (19. November 2014) |
19. November 2014, 07:30 AM | #4 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
Bolüm-2.
“Halife Hasan’ın halifeliği bırakması ve Ebu Vakkas oğlu Sa’d gibi ümmetin büyük bir adamının biat etmesi, onun(Maviye) hükümetini meşru bir hale getirdi. Fakat hükümeti zor ve kuvvet ile kurulmuş Mülk ve Saltanat çeşidinden olduğu için, Ebu Vakkas oğlu Sa’d ona, ”Ey Melik” diye hitap etmiş ve kendisi böyle bir emirliğe gelmek istemediğini söylemiştir.” Aynı sayfanın “özet” başlığı ile tertip edilmiş kısmında da; ”Cahilliye zamanında Arap kabile ve aşiretlerinin toplanma, birlik, anlaşmazlık ve ayrılıkları sırf kavim ve akrabalık üzerine kurulu iken, Hz.Muhammed’in Peygamberlik nuru iç ve dışı aydınlatınca, halkın kalpleri İslam nuru ile doldu. Cahilliye gelenek ve görenekleri unutuldu. Irkçılığın (Kabilecliğin ve asabiyetin) yerini İslam kardeşliği aldı. O zaman herkesin zikri ve fikri Allah idi. Müslümanlar hep kardeştiler, şeriat gözünde hepsi eşitti. Fakat İslam'da ilerleme, güzel işler, üstün hizmetler aralarında fazilet ve üstünlük sebepleri idi.” Yani erdem haricinde hiçbir şey insanı farklı kılmıyordu. Yukarıdaki paragrafta çıkartılan sonuca aynen katılıyorum. Yine yaşam ve üretim biçim ve alışkanlıklarının üst yapıyı etkilemesi çıkarımını da destekler niteliktedir. Bu da bize, dine uygun ve kitapla gönderilmiş sosyo-ekonomi-politik terk edilirse, hak dinin hiçbir doğru ilkesi korunamaz gerçeğini hatırlatır. Şimdi, sosyo ekonomik sapma ve yozlaşma ile İslam öncesi yaşama irtica ya iltica edilince, kitabın da ona uydurulması gerekiyordu. Bunu harfler ve kelimelerin yeri değiştirilerek yapma imkânı yoktu. Çünkü Kuran halkın hafızasında ezberlenmiş idi. Yani hahamların çok eskiden yaptıkları gibi dini metinlerin aslı halktan uzak ve kendi aralarında sır değildi. Onlar da bunu yapmadılar zaten. Ama delilleri iğdiş ettiler. Vera ve Takvayı hatta infakı nafile ibadet olarak gösterip, yaşanması ve tam temizlenme için çok önemli olduğunu unutturdular. Bunun için de kitabın zor anlaşılır hale gelmesi, tekleştirdikleri kıraatin suya sabuna dokunmaz halde olmasını yeğlediler. Bunun için de noktalanması ve harekelenmesi gerekiyordu, çünkü harekesiz ve noktasız orijinal metin insanları düşündürüyor, arka palanı araştırır hale getiriyor ve işi kaynaktan öğrenmeye teşvik ediyordu. Zaten ilmin sebebi meraktır. Çok anlamlı kelimelerden hangi anlam ve mânânın "daha yakın ve uygundur" araştırması merak kaynağı oluşturur. Yani ayette geçen kavramlar oluşum koordinatları içersinde kişileri derin bir incelemeye tabi tutmaya zorluyordu. Yani feraiz yapılması ve ayetin ve geçen kavramların sebep ve sonuçları ile öğrenilip, tam özümsenmesine götürüyordu. Kur'an herkese gelmişti ve ne onun Şarii, ne de Resulü, dinin müçtehitlerden öğrenilmesini mecbur kılmamıştı. Apaçık bir kitap, herkes tarafından anlaşılır ve yine çeşitli lehçelere göre incelenen her eski metin, daha iyi anlaşılırdı. Bunun için ipliğin uçları yakılmamalı, kökler budanmamalıdır ki, yeni filizler salsın. Fiilleri bir nevi mastar halinde gibi düşünülerek çeşitli ihtimali anlamlar düşünülür, fiiller tüm çekimlerine göre akıl edilerek, gerçek her yönü ile anlaşılır ve toplumu aldatmak zorlaşırdı. Yine eski metinlerde, ta milattan önce de bu böyle olduğu için felsefede çeşitli tartışmalar olmuştur. Lehçelerin tümünün göz önünde tutulması, fillerin çeşitli zamanlara göre çekimlerinin yapılması ve hem aynının, hem benzerinin hem de zıttının da bilinip göz önüne alınarak, düşünülüp anlaşılması gerekenin en güzel kavranma yolu olarak düşünmüş buna diyalektik denilmişti. Ta ki bunun anlamını kısırlaştırıp niteliğini zedeleyen Hegel ve onu tamamen içeriğinden çıkartıp ters çeviren Karl Marks'a kadar bu böyle idi. Gerçektende DİE(diye) kavramının kırılma tarihinden geriye doğru gidildiğinde yine bir Hint-Avrupa kökenli bir dil olan Pers dili(Farsça-Pehlevice) bize bir tarihi kolaylık sunar. Bu dilde “Dia” şahadet parmağı anlamındadır. Bu parmağın parmaklar içindeki konumu ise en uzun olan orta parmağın tam bitişiğinde ve uzunlukça da ona en yakınıdır. Orta parmağın, serçe parmak ve başparmaktan uzun olduğu hemen fark edilecek bir durumdadır. Onlar da mukayese edilmeye gerek bile yoktur. Demek ki, insan birbirine yakın kavram ve mânâlar arasında mütereddit ise, bir kararsızlık ve şüphe durumu devam eder. Kesin veya makul bir sonuca varmak için, bu birbirine çok yakın durum, konum, mâna v.s arasında iç rahatlatıcı;”Hah işte bu daha güzel oturdu” sonucana varabilmek için, dilin bütün şivelerinden o cümleye en çok oturan mânâyı bütünleyen, onun daha iyi idrak edilmesini sağlayan en uygun ve en yakın kavram ve anlamını bulup oturtmak, ikinci derecede kalanların tümünü reddedip “geri çevirmek” işinin adıdır diyalektik. Ama nokta ve harekelerle bu metni bağlamak, bu imkânı ve bilinçlenmeyi dumura uğratır. Düşünen düşünmüş, onu kalıplaştırmıştır. İnsanlara feraiz yapacak bir şey kalmamıştır. İnsan bu kanıya varınca da her şey donar kalır. Bu ise Hak din vahisini gönderen iradenin maksadı dâhilinde olamaz. Hayat hareket, değişim ve dönüşüm üzerine olunca, onun ilkeleri aynı kalmak şartıyla değişip dönüşmesi kadar doğal ne olabilir. Tıpkı ağaçların doğadaki uydukları yasa gibi. Baharda çıkan yapraklar sadece bir mevsimliktir. Sonbaharda dökülür. İlkbaharda tekrar benzeri çıkar ortaya. Vahi yorumları da öyle olmalıdır. İlim arttıkça yeni yapraklar çıkmalıdır. Ama gelenek bunun aksini iddia etmiş ve yorumları dahi dondurup Resulullah’ın tecdit edin emrine dahi aldırmamıştır… Devam edecek. Saygılarımla. Galip Yetkin Konu galipyetkin tarafından (21. September 2015 Saat 12:49 PM ) değiştirilmiştir. |
galipyetkin Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | dost1 (19. November 2014) |
19. November 2014, 07:15 PM | #5 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
Bölüm-3.-Son.
Diyalektik kavramının “Dia-Diya” kelimesine bu anlamı verdikten sonra "lektik" kısmına da bir anlam verelim. Zaten laktik asit de kızıl ötesi ışınları doksan derece kırarak geri çevirdiği için bu ismi almış olması düşünülebilir. Yine “ diyalekt” dil biliminde bir dilin lehçeleri demektir. Örneğin Arapça'da ki: Rahmet kavramının mânâsı bir diyalektde “acıma” anlamına gelirken, bir başka lehçede “Sevme” anlamına gelmektedir. Kuran hakkıyla açıklanacaksa, cümlenin gelişine göre bazen merhamet(acıma), bazen sevgi olarak açıklanması en uygunudur. Kavramın zıttı anlamının da göz önüne alınması, o kavramın ne olduğunun anlaşılmasında, ne olmadığının bilinmesi çok önemlidir. Böylece kavram iyice özümsenmiş olur. Zaten Arapça dil oluşumunda ve Kur'an’ın Arapça indirilişindeki kolaylık da buradadır. Ses değişimlerine gayet duyarlı olan bu dilde, bir fiilin bütün zamanlara göre çekilişinde, aynı ve zıttı anlamlarını fiil kökü ve bundan yapılan türetmeler sona erip başka bir kök kavrama geçene kadar hem aynı hem zıttı ile birçok tanımlamaya ulaşır, anlatımı iyice kavrarız. Hal ve hakikat bu iken, Kıraatleri dondurmak, bununla da yetinmeyerek araştırmacıya bile icazet saçmalığıyla kısıtlama getirmek Vahi maksadıyla uyuşabilir mi? İşte, eski idealist Yunan ve belki de daha önceki kavimlerden beri bu dikkat edilen ve üzerinde en çok ihtilaf edilen bir husustu. Homeros ve diğer destanlar tek kıraat üzerine bestelendiği için, birçok dini bilgi tersine çevrilebiliyor veya önemli ilkeler hasıraltı edilebiliyordu. Bunun için, gerçeği arayanlar bunun farkında olup diyalektik bir analiz teklif ettiklerinde, buna yanaşmayan sofistlerdi. Yani, tek kıraate bağlayıp, metni anlaşılmaz hale getirme çok eskiden beri sorumluluktan kurtulma ve dini ayine hurafeye (Boş şeylere) ve dolayısıyla boş amellerle oyalanmaya bağlamak ve böylece şehvetlerine göre yaşam sürmek, paylaşmamak, şeyleri şahsileştirmek isteyen ferdiyetçi cimri bencillerin başvurdukları sıradan hilelerdendi. Okunuşun tek bir kıraate hapsedilmesine sebep olarak ta güya, karma kabile ve kavimlerden oluşmuş orduda, farklı kıraatlerden dolayı fitne çıkmışmış da… Sanki Kuran, okunmak ve anlaşılmak için değil de, kıraat için gelmiş bir kitapmış gibi. Onun farklı kıraat edilmesi elbette ki onun anlaşılması için olumlu bir şeydir. Hem de, yönetime katılacak olanlar, onun her devirdeki daha güzel, yani tam isabetli anlamlarını meclise getirip müzakere ederler, böylece hem en güzel sosyal nizam kurulur, hem de din eskimekten kurtulurdu. Ta başından bu yapılmadığı için, epik ve epikürosçu anlayış mutedilliğin önüne geçti. Her alanda itidal gerekli iken, buna uyulmadı. Aristokrasiye devam etmeyi ve belli bir mezhebi(Yorumu) devam ettirmeyi yeğlediler. Çünkü sistem monarşi, oligarşi, aristokrasi olarak sürdürülmek isteniyordu. Oysa Kuran, ilim arttıkça meyve veren ve bunu devam ettiren bir güzellikte yaratılmıştır. Kalıba dökmek ve bunu derin düşünceye ve feraize kapatmak iyilik değildir. O din adamları sınıfına değil, bütün fertlere gelmiştir(Bkz.Zuhruf–44). Ama hiçbir şeyi, hiç kimse ile paylaşmak istemeyenler için bu çokta önemli değildi. Hatta mahsurlu idi. Çünkü her şey yalan yanlış yorumlarla hüküm haline getirilmişse, halkın katılımına ne lüzum vardı. Böylece Kur'an’ı By-Pass eden bir din anlayışı günümüze kadar çoğunluğun dini haline geldi. Çünkü Kur'an’ın kendisi bu ümmetin Kur'an dinini arkaya atacağını bildirmiştir. Orada yazılı olan gerçekleşti. Çokça kıraat ama anlamaya çalışmamak ve hatta uygulamamak üzere sadece göz gezdirmek veya ses çıkartarak orada kalmak(Bkz. Furkan–30) Bu şartlarda ne bilim, ne hukuk ve ne de insanın kendi halifeliğini bizzat kendisinin kullanması nasıl gerçekleşebilir? İşte bir sultan, kanunlar da hazır, yasa yapılacak değil ya, ülkenin yasaları hazır ve dondurulduğuna göre, yönetimde bir kişi bile fazladır sonucunu çıkarmak için bu böyle yapılmıştır. Hele bu Monark’a bir de dini sıfat verir de eleştirilmezlik ve dokunulmazlık tanıyınca ortada vahyi dininden eser kalmaz. Ancak taklidi bir dinin hâkimiyeti hakikisinin yerini almıştır da adaletten eser kalmamıştır. Hem de, ilkeler yeteri kadar çıkartılmadan yapılan yasalar, ancak kanun düzeyindedir. Hukuk olmadığı, anayasa bulunmadığı için derme çatma ve birbiri ile çelişen baştan savma hükümlerdir çoğunlukla. Oysa Allah’ın muradı, "Hukuk ve Adalet Devleti"dir. Bu ise, kanunla değil hukukla mümkündür. Hukuk ise kuralların dondurulmamasının ismidir. Adalet ve Rahmet Sitesinden. Saygılarımla. Galip Yetkin Konu galipyetkin tarafından (12. April 2015 Saat 05:18 AM ) değiştirilmiştir. |
galipyetkin Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | dost1 (19. November 2014) |
Bookmarks |
Etiketler |
amaç, dünyada, edinenler, hırsını, makam, mevki |
|
|