28. September 2008, 01:40 AM | #1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Neml sûresi’ne giriş
Neml suresi Mekke’de 48. sırada inmiş olup adını 18. ayetteki “ النّملneml” sözcüğünden almıştır. İçerisinde Süleyman peygamber ile ilgili bilgiler bulunması sebebiyle sureye “Süleyman Suresi” de denilmektedir. İniş sırasına göre Şuara suresinden sonra gelen Neml suresi, resmî mushafta da Şuara suresinden sonra tertip edilmiştir.
Mahşere ve kıyametin kopuş anlarına ait sahnelerin kısaca yer aldığı, duyarsız inkârcıların ve yalanlayıcıların uyarıldığı, Musa, Süleyman, Salih ve Lut peygamberlerin çevresindekilerin durumlarının ibret için örnek gösterildiği surenin asıl konusu yine Kur’an’dır. Sure Kur’an ile başlamakta ve yine Kur’an ile bitmektedir. Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 297. Bölüm Neml Suresi 1. Bölüm. Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 298. Bölüm Neml Suresi 2. Bölüm. Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 299. Bölüm Neml Suresi 3. Bölüm. Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 300. Bölüm. Neml Suresi 4.Bölüm. Hakkı Yılmaz Kur'an ve İslam 301.Bölüm Neml Suresi 5. Bölüm. 48 / NEML SURESİ RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1–3- Ta, Sin. Bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren ve ahirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için hidayet rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur’an’ın ve apaçık / açıklayıcı bir kitabın ayetleridir. 4- Şüphesiz Biz şu, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalmışlardır. 5- İşte bunlar, azabın kötüsü kendileri için olan kimselerdir ve bunlar, ahirette en çok ziyana uğrayacakların ta kendileridir. 6- [Şuara suresinin 224. ayeti olarak verildi] 7- Hani Musa, ehline: “Şüphesiz ben bir ateş gördüm, ondan size bir haber getireceğim yahut ısınmanız için bir kor ateş getireceğim” demişti. 8- Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: “Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi mübarek kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden münezzehtir! 9- Ey Musa! Şüphesiz Ben, Aziz [mutlak galip] ve Hakîm [hikmet sahibi] Allah’ım! 10, 11- Ve asanı bırak!” - Onu yılan gibi deprenir görüverince dönüp, arkasına bakmadan kaçtı.- Ey Musa korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda gönderilmişler [elçiler] korkmaz. - Ancak, kim zulüm yapar, sonra kötülüğün sonunda iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.- 12- Ve elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır; dokuz ayet içinde Firavun’a ve onun kavmine. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır.” 13- Sonra da ayetlerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, “Bu apaçık bir sihirdir” dediler. 14- Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. - Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!- 15- Ve ant olsun ki, Biz Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. O ikisi de: “Bizi mümin kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah’a hamd olsun” dediler. 16- Ve Süleyman Davud’a vâris oldu. Ve o [Süleyman]: “Ey insanlar! Bize kuşların mantığı öğretildi ve bize her şeyden verildi” dedi. - Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.- 17- Ve cinn, ins [yerli ve yabancılardan] ve kuşlardan [oluşturulmuş] orduları Süleyman için bir araya getirildi. - Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.- 18- Nihayet Karınca Vadisi’ne geldikleri zaman, bir karınca: “Ey karıncalar! Meskenlerinize [evlerinize] girin; Süleyman ve orduları bilinçsizce sizi kırıp geçirmesin!” dedi. 19- Sonra da o [Süleyman], dişi karıncanın sözünden [kararından] dolayı, gülerek tebessüm etti. Ve “Rabbim, bana, anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağın salihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni salih kullarının içine kat” dedi. 20, 21- Ve o [Süleyman] kuşları gözden geçirdi de sonra “Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Onu mutlaka çetin bir azap ile azaplandıracağım yahut onu boğazlayacağım yahut da bana apaçık bir delil / güç getirecek” dedi. 22–26- Derken, çok beklemeden o [Hüdhüd] geldi de “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, onlara [Sebelilere] hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve kavmini, Allah’ın astlarından Güneş’e secde ederler buldum. Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar. -Allah; kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir.-” dedi. 27, 28- O [Süleyman] dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak, neye dönecekler.” 29–31- O [Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi]: “Ey ileri gelenler! Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın / şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o [mektup], Süleyman’dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek / Müslüman olarak bana gelin!’ diye Rahman ve Rahîm Allah adınadır” dedi. 32- O [Melike] dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana fetva verin. Siz bana tanık olmadan hiçbir işi kestirip atmam.” 33- Onlar [İleri gelenler] dediler ki: “Biz, kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaş erbabıyız, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün!” 34, 35- O [Melike]: “Hiç şüphesiz ki krallar bir memlekete girdikleri zaman hemen orayı bozarlar ve halkının ulularını hakir kılarlar. Onlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de bakalım gönderilenler [elçiler] ne ile dönecekler!” dedi. 36, 37- O [Elçi] Süleyman’a gelince o [Süleyman]; “Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? İşte, Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Bilakis siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. Onlara geri dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları, kesinlikle hor ve hakir olarak çıkarırız!” dedi. 38- O [Süleyman] dedi ki: “İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?” 39- Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” dedi. 40- Kitap’tan yanında bilgi olan kimse: “Ben onu sana bakışın kendine dönmeden önce getiririm” dedi. Sonra o [Süleyman] onu [Melike’nin tahtını] yanında durur bir hâlde görünce: “Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin fazlındandır. Ve kim şükrederse hiç şüphesiz kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse hiç şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve Kerim’dir.” 41- O [Süleyman] dedi ki: “Onun için tahtını belirsizleştirin, bakalım o, doğru yolu bulanlardan mı yoksa doğru yolu bulmayanlardan mı olacak!” 42- O [Melike] geldiği zaman, “Senin tahtın böyle mi?” dendi. O [Melike]: “Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz teslim olanlar / Müslümanlar olmuş idik.” 43- Ve onu, Allah’ın astlarından taptığı şeyler alıkoymuştu. Şüphesiz ki o inkârcılar kavmindendi. 44- Ona “köşke gir!” denildi. Sonra o, onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. O [Süleyman]; “Bu billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir” dedi. O [Melike]; “Rabbim! Ben gerçekten kendime zulüm etmiştim. Süleyman ile beraber, âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” dedi. 45- Ant olsun ki, Allah’a ibadet edin diye Semud’a da kardeşleri Salih’i elçi gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler. 46- O [Salih] dedi ki: “Ey kavmim! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah’a istiğfar etseniz ne olur!” 47- Onlar; “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi / seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz” dediler. O [Salih]; “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, fitnelenen [kendini ateşe atan / imtihana çekilen] bir topluluksunuz” dedi. 48- Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuzlu bir grup vardı. 49- Allah’a yeminleşerek “Gece ona ve ailesine baskın yapacağız; sonra da velisine [yakınlarına] ‘Biz, o ailenin yok edilişine şahit olmadık [olay sırasında orada değildik] ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler. 50- Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. 51- İşte bak! Onların tuzaklarının akıbeti nice oldu; şüphesiz Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. 52- İşte, onların, işledikleri zulümler yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için bir ayet [gösterge] vardır. 53- İman eden ve takvalı olan kişileri de kurtardık. 54, 55- Lut’u da [elçi olarak kavmine gönderdik]. Hani o, kavmine; “Göz göre göre hâlâ o aşırılığı [hayâsızlığı] yapacak mısınız? Şehvet yönünden kadınlardan aşağı olan erkeklere yaklaşacak mısınız? Aslında siz cahillikte devam edegelen bir kavimsiniz!” demişti. 56- Sonra da kavminin cevabı sadece “Lut ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demeleri oldu. 57- Bunun üzerine onu ve geride kalmasını takdir ettiğimiz karısı dışındaki yakınlarını kurtardık. 58- Ve onların üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Ne kötü idi uyarılanların yağmuru! 59- De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. Selâm [esenlik, güvenlik] de seçip arı duru hâle getirdiği kullarınadır. Allah mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştuğu şeyler mi?” 60- (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, gökleri ve yeryüzünü yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Sonra da Biz onunla, bir ağacını bile bitirmenizin söz konusu olmadığı güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilâh mı var! Aksine onlar zulümde devam eden bir kavimdir. 61- (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, yeryüzünü barınak kılan, aralarında nehirler kılan, onun için sabit dağlar kılan ve iki deniz arasına engel kılan mı? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Bilakis onların çoğu bilmiyorlar. 62- (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilâh mı var? Çok az düşünüyorsunuz! 63- (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir. 64- (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, önce yaratan, sonra onu iade edecek olan ve sizi hem gökten, hem yerden rızklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: Eğer doğru kimseler iseniz, kesin delilinizi getiriniz! 65- De ki: “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Ve onlar, ne zaman diriltileceklerinin bilincine varmazlar. 66- Aslında onların ahiret hakkında bilgileri art arda gelmektedir. Fakat onlar bundan bir şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar bundan kördürler. 67, 68- Şu inkâr edenler de; “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız. Ant olsun, bu [azap ve dirilme tehdidi], bize ve daha önce atalarımıza vaat olunmuştu. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” dediler. 69- De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da günahkârların [suçluların] sonlarının nasıl olduğuna bir bakın!” 70- Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma! 71- Ve onlar “Eğer doğru kimseler iseniz, bu vaat olunan [azap] ne zaman?” diyorlar. 72- De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile.” 73- Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar. 74- Ve şüphesiz ki, senin Rabbin, onların göğüslerinin gizli tutmakta olduklarını ve açığa vurduklarını kesin olarak bilmektedir. 75- Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın. 76- Hiç şüphesiz ki, bu Kur’an İsrailoğullarına, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır. 77- Ve hiç şüphesiz gerçekten o [Kur’an], kesinlikle müminler için bir kılavuz ve bir rahmettir. 78- Şüphesiz ki senin Rabbin onların arasında kendi hükmünü gerçekleştirir. Ve O [Allah], Aziz’dir [üstün olandır], Alîm’dir [en iyi bilendir]. 79- Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; şüphesiz ki sen apaçık olan hakk üzerindesin. 80- Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. 81- Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin. 82- Ve Söz üzerlerine vaki olduğu / gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan [anlatan], arzdan bir dabbeh çıkardık. 83- Ve her ümmetten [önderli topluluktan] ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar. 84- Ve geldikleri zaman, O [Allah] der ki: “Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından onu kavramadığınız hâlde yalanladınız mı? Ya da ne yapıyordunuz? 85- Ve zulmetmelerine karşılık, Söz kendi aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar. 86- Onlar görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi kıldık, gündüzü de gördürücü. Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için kesinlikle ayetler vardır. 87- Ve Sur’a üflendiği gün; artık Allah’ın diledikleri hariç olmak üzere göklerde ve yerde kimler varsa hepsi dehşete kapılırlar. Ve hepsi hor-hakirler olarak O’na gelirler. 88- Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır. 89- Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı / getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. 90- Ve kim kötülükle gelirse artık yüzleri ateşte sürtülür. - Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılıklandırılacaksınız?- 91, 92- “Ben ancak her şeyin sahibi olan ve burayı haram [dokunulmaz] kılan bu şehrin [Mekke’nin] Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Ve ben Müslüman olmamla ve Kur’an’ı okumamla emrolundum. Artık kim doğru yolu bulursa, yalnız kendisi için bulmuş olur; kim de saparsa hemen ‘Ben sadece uyarıcılardanım’” de. 93- Ve Hamd, Allah’a mahsustur. O, ayetlerini size gösterecek de siz onları tanıyacaksınız. -Ve Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.- |
28. September 2008, 01:41 AM | #2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
TAHLİL: 1–3. Ayetler: Ta, sin. Bunlar, salatı ikame eden, zekâtı veren ve ahirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için hidayet rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur’an’ın ve apaçık / açıklayıcı bir kitabın ayetleridir. Bu sure de daha evvel hakkında birçok kez açıklamada bulunduğumuz “kesik harfler” ile başlamaktadır. Ancak surenin başındaki “ طta” ve “ سsin” harfleri burada diğer surelerdeki “kesik harfler” gibi bağımsız bir ayet şeklinde değil, bir ayetin parçası olarak yer almaktadır. Henüz rakamların kullanılmadığı ve sayıların harflerle ifade edildiği dönemde, her harfin ifade ettiği sayıyı gösteren Ebcet tablosuna göre 9 ve 60 sayılarına tekabül eden “ta” ve “sin” harflerinin ne anlama geldiği konusunun çözümü ise, hep söylediğimiz gibi, kendilerini Kur’an’ın anlaşılmasına adamış kişilerin gayretlerini beklemektedir. 1. ayetteki “Bunlar … Kur’an’ın ve apaçık / açıklayıcı bir kitabın ayetleridir” ifadesinde, Kur’an iki yönüyle tanıtılmış olmaktadır. Bunlardan biri, Kur’an’ın ezberden okunuş hâli, diğeri de yazılmış kitap hâlidir. Aslında her ikisi ile de aynı şey kastedilmiş olup bu ifadenin bir başka örneği de Hicr suresindedir: Hicr 1: Elif, lam, ra. Bunlar, Kitap’ın ve apaçık / açıklayan Kur’an’ın ayetleridir. Ancak, yukarıda görüldüğü gibi Hicr suresinde buradakinden farklı olarak önce “Kitap”, sonra “Kur’an” zikredilmiştir. 3. ayette yer alan “zekât” sözcüğü, Mekkî ayetlerde geçen ilk “zekât” sözcüğüdür. Gerçi Mekkî surelerin üçüncü sırasında inmiş olan Müzzemmil suresinin 20. ayetinde de bu sözcük geçmektedir ama Müzzemmil suresinin 20. ayeti Medenî’dir ve bu ayetin orada yer alması sahabenin tertibi sonucudur. “Zekât” emrinin Müslümanların henüz teşkilâtlanmamış bir yapıda oldukları dönemde verilmesi ve verilen emrin de dolaylı olarak verilmiş olması, “zekât” uygulamasının önceki toplumlarda da var olduğunu göstermektedir. Bazılarının yaptığı gibi, buradaki “zekât” sözcüğü ile ahlâkî temizliğin kastedildiğini ileri sürmek bize göre isabetli değildir. Çünkü Kur’an’da ahlâkî temizliğin kastedildiği yerlerde “tezkiye [arınma]” kavramı, cümle içinde yalın halde “zeka” fiili ve türevleriyle ifade edilmiş; “zekât”ın söz konusu olduğu yerlerde ise sözcüğün yanına “i’ta [vermek]” fiili getirilmek suretiyle “zekâtı verin” şeklinde ifade edilmiştir. Zaten içinde “zekât” sözcüğünün yer aldığı “salatı ikame eden, zekâtı veren ve ahirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, burada müminler, salatın ikamesine ve zekâtın verilmesine özendirilmektedirler. Kur’an, aslında tüm insanlar için kılavuz olmasına rağmen bu kılavuzluk 2. ayette müminlere özgü kılınmış ve Kur’an “sadece müminlere kılavuz” olarak nitelenmiştir. Bunun sebebi, “kılavuz” ifadesinin ayette “müjde” ile beraber yer almasıdır. Çünkü Kur’an’ın içerdiği tüm müjdeler sadece müminlere özgüdür. Zaten Kur’an’dan da genellikle müminler yararlanmaktadır: Nisa 175: Allah’a inanıp O’na sımsıkı sarılanları (Allah), kendisinden bir rahmete ve fadle [bol nimete] sokacak ve kendisine; dosdoğru yola kılavuzlayacaktır. Naziat 45: Sen ancak ona [Saat’e; kıyametin kopuşuna] haşyet duyan kişilerin uyarıcısısın. Meryem 76: Ve Allah, hidayete erenlere kılavuzunu artırır. Ve kalıcı olan salihat, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da daha iyidir. Ya Sin 11: Şüphesiz sen o zikire [Kur’an’a] uyan ve gaybde Rahman’a haşyet duyan kimseyi uyarırsın. Sen hemen onu bir bağışlanma ve çok şerefli bir ödül ile müjdele. Fussılet; 44: Ve eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık, elbette: “Ayetleri detaylandırılmalı değil miydi? İster yabancı dilde ister Arapça!” diyeceklerdi. De ki: “O, iman edenler için bir kılavuz ve bir şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve Kur’an onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.” Meryem 97: İşte şüphesiz Biz onu [Kur’an’ı], kendisiyle takva sahiplerini müjdeleyesin, inat eden kavmi de uyarasın diye senin lisanın üzere kolaylaştırdık. En’âm 110: Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız. Müminlerin yararlandığı Kur’an [vahiy], kâfirlerin ise küfürlerini artırmaktadır: Nahl 22: Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkârcıdır ve onlar müstekbir [büyüklenmekte] olanlardır. Müminun 73, 74: Ve şüphesiz sen, kesinlikle, onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun. Şu, ahirete inanmayan kimseler ise, bu yoldan kesinlikle sapmaktadırlar. Furkan 60: Ve onlara “Rahman’a boyun eğin!” dendiği zaman, “Rahman da neymiş? Senin bize emrettiğin şey için mi boyun eğeceğiz?” dediler. Ve bu [boyun eğme emri], onların nefretlerini artırdı. Maide 64: Ve Yahudiler; “Allah’ın eli sıkıdır” dediler. - Söyledikleri şeyler sebebiyle onların elleri bağlandı ve onlar lânetlendi.- Aksine O’nun [Allah’ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve ant olsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. Maide 68: De ki: “Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni ikame etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz. Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık artırır. Öyleyse kâfirler kavmi için üzülme! İsra 41: Biz, bu Kur’an’da akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip çevirdik [açıkladık]. Ve bu (açıklamalar) ancak onların nefretini artırmıştır. İsra 60: Ve hani Biz sana: “Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır” demiştik. Ve sana açıkça gösterdiğimiz o görüntüyü ve Kur’an’da lânet edilen ağacı da, yalnız insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Ve Biz onları korkutuyoruz, fakat bu, onlara, sadece büyük bir tuğyanı artırıyor. Bu konuda ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: İsra/82, Fatır/42, Hud/101, Nuh/6. 4, 5. Ayetler: Şüphesiz Biz şu, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalmışlardır. İşte bunlar, azabın kötüsü kendileri için olan kimselerdir ve bunlar, ahirette en çok ziyana uğrayacakların ta kendileridir. Ahirete inanmanın mümin olmanın gereklerinden biri olduğu bir önceki ayette vurgulandıktan sonra, 4. ayette de insanların ahirete inanmama sebebi açıklanmakta ve insanların kendi yaptıkları işlerin kendilerine süslü görünmesi, yani yaptıklarını hoş, güzel ve doğru kabul etmeleri dolayısıyla ahirete inanmadıkları bildirilmektedir. İnsanoğlunun kendi yaptıklarını güzel ve doğru kabul etme yönündeki bu fıtrî özelliği Kur’an’da birçok kez yer almış, kullarını imtihan amaçlı olarak bu özellikle yaratan Rabbimiz de fıtrattan gelen bu eğilimi bildirmek suretiyle insanları birçok kez uyarmıştır. Ancak bu özelliğin fıtrî olduğu konusunun doğru anlaşılması gerekir. Aşağıdaki ayette olduğu gibi, Rabbimiz “süsleme” işini kendisine izafe etmiştir: En’âm 108: Ve Allah’ın astlarından olanlara yalvaran kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah’a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rabblerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir. Hâlbuki bu işin şeytanlara izafe edildiği ayetler de vardır: Ankebut 38: Ad ve Semud’u da (helâk ettik). (Bu,) Onların meskenlerinden [yurtlarından] size besbelli olmuştur. Şeytan onlara kendi işlerini süslemiş de onları doğru yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi. En’âm 43: Onlara zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi [süsledi]. Nahl 63: Allah’a yemin olsun ki, Biz kesinlikle senden önce bir takım ümmetlere elçiler gönderdik de şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan, bu gün onların veliysidir. Ve onlar için acı bir azap vardır. Rabbimizin süsleme işini kendisine izafe etmesi aslında yaratma açısından olup bu eylemi yapan, işi gerçekleştiren ise kulun kendisidir. Kişilere amellerinin süslü gösterilmesi konusunun iyi anlaşılması için, Tin suresinin tahlilinde bulunan “Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması” başlıklı bölümün okunmasını tavsiye ediyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:564-572) Kur’an’ın bu ana kadar inmiş olan ayetlerinden anlaşılmaktadır ki, ahirete inanmak imanın “olmazsa olmaz” esasıdır ve Allaha inanan kişi mutlaka ahirete de inanır. 4. ayette vurgulanan nokta, ahirete inanmayan kimselerin Kur’an’ın öğrettiği yolu takip etmeyecekleridir. Çünkü ahirete inanmayan kimselerin ölçüleri bu dünyada görülenlerle sınırlıdır. Onlar, yapılan bir işin fayda ve zararını sadece bu dünyadaki sonuçları ile değerlendirirler ve bu değerlendirmeyi ahiretteki kazanç veya kayıpları hesap ederek yapmayı hedef alan herhangi bir nasihati veya hidayeti asla kabul etmezler. 5. ayette geçen “azabın kötüsü” ifadesi hakkında, azabın şekli, zamanı ve yeri bakımından herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Ancak Kur’an’daki yüzlerce ayetten anlaşılmaktadır ki, azap fizikî ve psikolojik yönleri olan bir olgudur ve hem ferdî hem de grup olarak uygulanabilmektedir. Bu fiziki veya psikolojik ceza hem dünyada, ölüm anında, hem de mahşerde ve cehennemde gerçekleşebilmektedir. 6. Ayet: Şüphesiz bu Kur’an ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından bırakılmaktadır [senin içine işletilmektedir]. Hatırlanacak olursa, Şuara suresinin tahlilinde, bu ayetin ne anlam ne de teknik bakımdan, içinde bulunduğu pasajla bir bağlantısının olmadığını belirtmiş ve ayetin Şuara suresinin 221–223. ayetlerinin sonrasında yer alması gerektiğini söylemiştik. (Ayetin, önerdiğimiz yerdeki uygunluğunu görmek için Şuara suresinin 221–223. ayetleri ile ilgili tahlilimizi okuyabilirsiniz.) 7–14. Ayetler: Hani Musa ehline; “Şüphesiz ben bir ateş gördüm, ondan size bir haber getireceğim yahut ısınmanız için bir kor ateş getireceğim” demişti. Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: “Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi mübarek kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden münezzehtir! Ey Musa! Şüphesiz Ben, Aziz [mutlak galip] ve Hakim [hikmet sahibi] Allah’ım! Ve asanı bırak!” - Onu yılan gibi deprenir görüverince dönüp, arkasına bakmadan kaçtı.- “Ey Musa korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda gönderilmişler (elçiler) korkmaz. - Ancak, kim zulüm yapar, sonra kötülüğün sonunda iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.- Ve elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır; dokuz ayet içinde Firavun’a ve onun kavmine. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır.” Sonra da ayetlerimiz onlara parlak bir şekilde gelince; “Bu apaçık bir sihirdir” dediler. Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. - Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!- Bu ayetlerde, çok kısa olarak Musa peygambere ilk vahyin verilişinden Firavun ve ordusunun helâkine kadarki olaylara değinilmektedir. Kısa bir hatırlatma şeklindeki bu anlatımla ibret aldırma amacı güdüldüğü açıkça belli olmaktadır. Mucizeler karşısında inanacakları yerde kibirlenen ve zulme yönelen Firavun ve avenesinin durumu pasajda özellikle göze çarpmaktadır. Onların bu hâlleri, 4. ayette tanıtılmış olan “yaptıkları işler kendilerine süslü görünen” kişilerin ilk somut örneğini teşkil etmektedir: Müminun 45, 46: Sonra da Musa ve kardeşi Harun’u ayetlerimizle ve apaçık bir güç ile Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik [elçi yaptık]. Bunun üzerine onlar kibre kapıldılar [kendilerinin büyüklüğüne inandılar] ve ululuk taslayan bir kavim oldular. Firavun ve avenesinin bu durumları, daha evvel Fatır suresinde yer alan ayetlerdeki ifadelere benzemektedir: Fatır 42, 43: Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın. 8. ayette geçen “Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi …” nitelemesi ile merkezde Musa peygamber olmak üzere, ona inanacak ve etrafında toplanacak insanlar kastedilmekte ve onların mübarek kılındığı bildirilmektedir. 11. ayetteki istisna bir “istisna-i muttasıl” olup cümlenin anlamı şöyle olmaktadır: “Benim yanımda elçiler korkmazlar ama zulüm yapmış olan elçiler korkarlar.” Burada Musa peygamberin gençliğinde işlemiş olduğu cinayete gönderme yapılmaktadır. Musa peygamberin de evvelce işlediği suç yüzünden korkması gayet normaldir ama Rabbimiz zulüm işlemiş Musa’yı affetmiştir: Kasas 15–18: Ve Musa, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi tarafından diğeri düşman tarafından savaşan [birbirlerini öldürmeye çalışan] iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı ondan [Musa’dan] yardım diledi. Musa da ötekine hemen bir yumruk indirdi de onun aleyhine gerçekleşti [o öldü]. O [Musa]: “Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır” dedi. O [Musa]: “Rabbim! Şüphesiz kendime zulüm ettim. Artık beni bağışla!” dedi de O [Allah], onu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir. O [Musa]: “Rabbim! Bana nimet olarak verdiği şeylere ant olsun ki, artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım” dedi. Sonra da o [Musa], şehirde korku içinde, kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse feryat ederek ondan imdat istiyor. Musa ona “Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!” dedi. Aslında Rabbimizin affı sadece elçilere değil, tüm tövbe eden kullarına yöneliktir: Ta Ha 80–82: Ey İsrailoğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve dağın sağ yanında size söz verdik / dağın sağ yanını size buluşma yeri olarak belirledik. Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın / bal indirdik. -Sizi rızklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o iner [düşer mahvolur]. Ve şüphe yok ki Ben, tövbe eden, iman edip salihi işleyen, sonra da hakk yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.- Nisa; 110: Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. Rabbimizin insanları tövbeye davet etmesi, tövbe edenlerin tövbelerini kabul etmesi ve tövbe edenleri sevdiği hususu Kur’an’da birçok ayette açıklanmıştır. Musa peygamberin elçilikle görevlendirildiğinin ve görevlendiriliş amacının bildirildiği 12. ayette, daha evvel A’râf ve Ta Ha surelerinde detaylı olarak yer almış olan “asanın yılana dönüşmesi” ve “elin bembeyaz parlaması” mucizelerine ilâve olarak bir de “dokuz mucize”den bahsedilmiştir. MUSA PEYGAMBERE VERİLEN “DOKUZ MUCİZE” 12. ayetteki “… dokuz ayet içinde Firavun’a ve onun kavmine” ifadesi, “Dokuz mucize ile Firavun’a ve onun kavmine git” anlamına gelmektedir. Daha önce inmiş olan surelerden bildiğimiz “asa” ve “yed-i beyza” mucizelerinin burada sözü edilen dokuz mucizeye dâhil olduğu söylenebileceği gibi, diğer ayetlerin yardımı ile Musa peygambere bu mucizelerden başka dokuz mucize daha verildiği ve bunların “denizin yarılması”, “tufan”, “çekirge”, “bit”, “kurbağa”, “kan”, “silme kör edilme”, “kuraklık”, “tarlalarında eksilme” mucizeleri olduğu da söylenebilir. Bizim kanaatimize göre ise buradaki “dokuz” sayısı çokluktan kinaye olup İsrailoğullarına dokuzdan daha çok mucize gösterilmiştir. Kasas suresinin 30. ayetinde, Musa peygamberin ilk vahiy alışının ağaçtan yükselen bir ses ile olduğu bildirilmiştir. Musa peygamber vadinin kenarında bir yerde bir çeşit ateşin yandığını görmüş, oraya gittiğinde ise şöyle bir manzara ile karşılaşmıştır: Ortada yanan bir şey olmamasına ve bir duman çıkmamasına rağmen ateş yanmakta ve ateşin ortasında yemyeşil bir ağaç durmaktadır. Birden bu ağaçtan kendisini çağıran bir ses yükselmiş ve böylece Musa peygamber ilk vahyini almıştır. Peygamberlerin hayatlarında bu tür olağanüstü hadiselerin vuku bulması normal karşılanmalıdır. Nitekim peygamberimize de nübüvvetle şereflendirildiği zaman benzer bir şekilde Mescid-i Aksa’da, Cennetü’l-Me’va denilen yerdeki son sidre ağacından vahyedilmiştir. Bu durum Necm suresinde ayrıntılı olarak bildirilmiştir. (Tebyînü’l-Kur’an; c.1, s:410-414) 15. Ayet: Ve ant olsun ki Biz, Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. O ikisi de; “Bizi mümin kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah’a hamd olsun” dediler. Ayette Davud ve Süleyman peygamberlerin “Bizi mümin kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah’a hamd olsun” sözleriyle verilen mesaj, üstün nimetlere sahip olanların bu nimetleri veren Allah’a hamd ve şükür etmelerinin gerektiğidir. Firavun ve avenesi kendilerine verilen nimetler ile şımarıp zorbalaşırlarken, Davud ve Süleyman peygamberler kendilerini fazlalıklı kılan Allah’a hamd ve şükür etmektedirler. Böylece surenin başında konu edilen inanan ve inanmayanların davranışlarındaki farklılık da örneklendirilmiş olmaktadır. Bu ayet aynı zamanda bilginin ve bilgi sahiplerinin üstünlüklerine de işaret etmektedir: Mücadile 11: Ey iman etmiş olan kimseler! Size “Meclislerde yer açın!” denilince hemen yer açıverin ki Allah da size yer açsın [size genişlik versin]. Ve size “Kendinizi büyük gösterin” denilince de kendinizi büyük gösterin. Ki Allah, sizden inanmış olan kimseleri, onları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Ve Allah yaptıklarınıza iyice haberi olandır. Daha önce birkaç yerde de belirttiğimiz gibi, Davud ve Süleyman peygamberler, haklarında en çok asılsız söylenti çıkarılmış olan peygamberlerdir. Maalesef bu asılsız söylentiler Müslümanlar tarafından da gerçekmiş gibi kabul görmüştür. Bize göre bu, Kur’an’ı iyi tanımamak, Kur’an’daki müteşabih [birbirine benzer birçok anlamla ifade edilen] anlatımları dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü kitaplara kadar giren bu asılsız efsanelerin tümü, ayetlerdeki mecazların hakikat yapılması sonucu uydurulmuştur. Sad suresinde bazı örneklerini nakletmiş olduğumuz bu uydurmalardan bazıları, yeri geldikçe ibret amacıyla burada da nakledilecektir. 16. Ayet: Ve Süleyman Davud’a vâris oldu. Ve o [Süleyman]:; “Ey insanlar! Bize kuşların mantığı öğretildi ve bize her şeyden verildi.” dedi. - Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.- Davud ve Süleyman peygamberlerin “hamd”leri ile başlayan kıssa, 16. ayetin ifadesinden de anlaşılacağı gibi, bundan sonra Süleyman peygamber ağırlıklı olarak devam edecek ve ilerideki ayetlerde Sad suresinde verilen bilgilere ilâveten Süleyman peygambere ait yeni ve çarpıcı bilgiler verilecektir. |
28. September 2008, 01:41 AM | #3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
SÜLEYMAN PEYGAMBERİN DAVUD PEYGAMBERE MİRASÇILIĞI
15. ayetin delâletiyle anlaşılmaktadır ki, Süleyman peygamberin babası Davud peygambere mirasçılığı mal-mülk mirasçılığı değil, bilgi mirasçılığıdır. Bu, Davud peygamberin bütün bilgi birikimini oğlu Süleyman’a öğrettiği anlamına gelmektedir. Meselenin daha iyi anlaşılması için Davud peygamberin hayatına ait bazı ayrıntıların bilinmesi gerekmektedir. DAVUD PEYGAMBER … İsrail’in ilk kralı Saul’un sarayında yaverlik yaptı. Saul’un oğlu ve vârisi Yonatan’la yakın dostluk kurdu ve Saul’un kızı Mikal’la evlendi. Filistinlilere karşı yapılan savaşlarda üstün yararlıklar göstererek büyük bir ün kazandı. Bu durumu çekemeyen Saul onu öldürmek isteyince, saraydan kaçarak Filistin’in kıyı ovasındaki Güney Yahuda’ya ve Filistin’e gitti; orada büyük bir beceri ve öngörüyle krallığın temelini atmaya koyuldu. … (Ana Britannica, c:9, s:340) Davud’un kral olmadan önce yaşamını çok zor şartlarda sürdürdüğüne, Allah’ın izniyle ordusunu en iyi şekilde donatıp yönetmeyi becerdiğine ve uzun savaşçılık yıllarında yaşadığı diğer bazı olaylara Kur’an’da Bakara suresinin 246-252. ayetlerinde ve Tevrat’ın I. ve II. Samuel bölümlerinde değinilmiştir. Davud’a verilen fazlalıkların anlatıldığı Kur’an ayetleri şunlardır: Sebe’ 10, 11: Ant olsun ki, Biz Davud’a tarafımızdan bir fazilet verdik. “Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin!” dedik ve bunu kuşlara da [emrettik] ve ona demiri yumuşattık. Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçüyü gözet dedik. Siz de iyi işler yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum. Sad 17–20: Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Davud’u hatırla. Şüphesiz o, (Rabbine) çokça dönendi. Gerçekten Biz dağlara boyun eğdirdik; akşam ve sabah [daima, her zaman] onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak (ona boyun eğdirmiştik). Hepsi ona dönücü idi. Biz onun mülkünü de pekiştirdik. Ve ona hikmeti [yasayı] ve fasl-ı hıtabı [hakkı batıldan ayıran sözü söyleme imkânını] verdik. Enbiya 79: Biz onu Süleyman’a hemen iyice kavratmıştık. Ve hepsine yasa ve ilim vermiştik. Davud’la beraber tespih etsinler diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve Biz Fail’lerizdir. Sebe’ suresinin yukarıdaki 10. ayetinde geçen “Ey dağlar!” seslenişi, bize göre Davud’un Tevrat’taki “Mezmurlar” içinde yer alan (94–98. mezmurlar) “Ey dağlar, taşlar, nehirler, ormanlar, kuşlar, ağaçlar! Coşun, tesbih edin. Çünkü O, yeryüzüne geliyor, hükmetmeye geliyor. Dünyaya adaletle ve kavimlere doğrulukla hükmedecek” şeklinde özetlenebilecek ifadesine atıfta bulunmaktadır. Mezmurlar arasında yer alan ve dağlarda yaşarken Davud’un Rabbine yönelik olarak terennüm ettiği bu ilâhîler, övgüler, dualar, yakarışlar Yüce Allah tarafından beğenilmiş olmalı ki, Kur’an’da da bunlara işaret edilmektedir. Yine aynı ayette geçen “demirin yumuşatılması” eylemi, demirin eritilerek kalıplara dökülmesini ya da ateşte yumuşatılarak çeşitli alet yapımında kullanılmasını ifade etmektedir. Davud’un birçok güçlü düşmanla savaştığı ve bu savaşlarda başarılı olduğu dikkate alındığında, askerlerini günün şartlarına göre en iyi silâh ve teçhizatla donattığı ve bu donanımı da demirin yumuşatılması tekniği ile sağladığı söylenebilir. Ancak ayette zırhın ilk defa Davud tarafından yapılmış olduğuna dair herhangi bir işaret olmadığı gibi, demirin Davud’un elinde mum gibi eridiği ve onu istediği gibi kullandığı yönündeki söylentiler de birer uydurmadan ibarettir. KUŞ MANTIĞI “Mantık” “ses” demektir: ancak bu sözcükle genelde “meram ve maksatlar” kastedilir. (Lisanü’l-Arab, c.8, s. 601, 602, “ntk” mad.) Her yaratık türü ise bir ümmettir: En’âm 38: Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. … Bu duruma göre, her canlı gurubundaki yaratıkların, hayatlarını devam ettirebilmeleri için nasıl kendi türlerine has özellikleri varsa, aynı şekilde bunların kendi aralarında bir anlaşma ve haberleşme dilleri de olmalıdır. Nitekim insanlar uzun zamandan bu yana kedileri, köpekleri, çeşitli kuşları, yunus balıklarını ve diğer hayvanları gözlemleyerek, onların çıkardıkları seslerin, kuyruk hareketlerinin ne anlama geldiği hakkında bazı sonuçlara varmışlardır. Meselâ, yem aramak için eşinen bir horozun. yemi bulduğu zamanki tavukları çağıran sesi ile sabahları herkesi uyandıran ötüş sesinin farklı olduğu tespit edilmiş ve tavukların da yumurtladıklarını farklı bir ses çıkararak bildirdikleri görülmüştür. Ya da bir kedinin acıktığı, su istediği veya hapsedildiği zamanki miyavlama sesi ile çiftleşme anındaki sesinin birbirinden tamamen farklı olduğu gözlenmiştir. Diğer taraftan, farklı yaratıklardaki kuyruk hareketleri değişik anlamlara gelmekte, bugün artık insanlar kuşların, yunus balıklarının, kedi, köpek gibi hayvanların kuyruk hareketlerinden manalar çıkarabilmektedir. Bu durum göstermektedir ki, yaratıkları iyi gözlemleyen herkes, ses ve kuyruk hareketlerine bakarak onların ihtiyaç ve arzularını anlayabilir, bazı manalar çıkarabilir. İşte bu duruma “o yaratığın mantığını bilmek” demek mümkündür. Kur’an üzerinde emek vermiş kişilerden Zemahşeri, Keşşaf adlı eserinde bu konu için şöyle demiştir: Mantık, konuşmak, bir mana ifade etsin ya da etmesin, tek tek kelimeleri ya da cümleleri söylemek, sesle ifade etmektir. Ya’kûb, kitabına, Islahu’l Mantık başlığını koymuştur. Hâlbuki o, o kitabında sadece müfret kelimeleri düzeltmiştir. Araplar şöyle derler: “Güvercin nutketti, seslendi.” Süleyman’ın kuşların diline dair öğrendiği şey ise, kuşların maksat ve gayelerinden bazısını bazısından ayırıp seçmesi, fark etmesidir. (Keşşaf, c:3 , s:140 ) Konumuz olan ayetteki “Bize kuşların mantığı öğretildi” ifadesini bu doğrultuda değerlendirdiğimizde, ifadeden Davud ve Süleyman peygamberlerin kuşların bir kısmına ait özellikleri bildikleri anlamı çıkmaktadır. Yani, Davud ve Süleyman peygamberler, meselâ “hüthüt”ün [çavuşkuşunun] yerüstü ve yeraltı sularını tespit yeteneğini, “güvercin”in uzun süreli uçma ve salındığı yere dönme yeteneğini, “şahin”in ve “doğan”ın avcılık yeteneğini, “akbaba”nın leş bulma yeteneğini öğrenmişler ve bu bilgilerden yararlanmışlardır. Ayetteki ifadenin Süleyman peygambere ait olduğuna bakarak bu bilgilerin sadece Süleyman peygambere özgü olduğu düşünülmemelidir. Çünkü ifadede “ben” yerine “biz” zamiri kullanılmış ve dolayısıyla konuya Davud peygamber de katılmıştır. İşin aslında bu bilgileri önce savaşlar yüzünden uzun yıllar dağda yaşamak zorunda kalan Davud peygamber öğrenmiş, sonra da o, oğlu Süleyman peygambere öğretmiştir. Demek oluyor ki,Süleyman peygamber kuşlardan yararlanmayı ve demiri işlemeyi babası Davud peygamberden öğrenmiştir. Süleyman peygamberin babası Davud peygambere mirasçı olmasının anlamı da budur. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz Sebe’ suresinin 10. ve Enbiya suresinin 79. ayetlerinden de bu anlaşılmaktadır. “Bize kuşların mantığı öğretildi” cümlesinde dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, bu cümlenin tek taraflı bir olayı ifade ediyor olmasıdır. Yani, Davud ve Süleyman peygamberler, kuşların seslerinden, hâl ve hareketlerinden onların ne demek istediklerini ve diğer özelliklerini keşfetmişler, dolayısıyla kuşların mantığını öğrenmişlerdir. Buna karşılık kuşlar Davud ve Süleyman peygamberlerin mantığını, yani insan mantığını bilmemektedirler. Ayrıca buradaki “kuşlar” sözcüğünün yeryüzündeki tüm kuşları kapsadığını düşünmek de doğru değildir. Çünkü “üç-dört kuş” anlamı, sözcüğün yapısal anlamını karşılamaktadır. KONU İLE İLGİLİ ABARTILAR Mukatil bu ayet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Bir gün Süleyman (a.s) oturur iken yanında belli bir şeyin etrafında dönen bir kuş geçti. Yanın*da bulunanlara “Bu kuşun ne dediklerini biliyor musunuz? Bu kuş bana şun*ları söyledi: ‘Ey saltanat sahibi hükümdar ve ey Israiloğullarının peygambe*ri, selam sana! Yüce Allah sana ikramda bulunmuştur. Seni düşmanlarına kar*şı muzaffer kılmıştır. Ben şimdi yavrularımın yanına gideceğim, ikinci bir de*fa sana geleceğim.’ O biraz sonra bize ikinci defa gelecek” derken, kuş dön*dü, Süleyman (a.s) dedi ki: “Bu kuş şöyle diyor: ‘Ey saltanat sahibi hükümdar, selam sana! Eğer izin verirsen ben yavrularım için bir şeyler kazanayım; ta ki yetişsinler, sonra senin yanına geleyim, o vakit bana istediğini yap.’ Süley*man onlara kuşun söylediklerini bildirdi, ondan sonra da ona izin verdi, kuş da gitti. Ferkad es-Sebehî dedi ki: Süleyman bir ağacın üzerinde kafasını oynatan, kuyruğunu hareket ettiren bir bülbülün yanından geçiyordu. Arkadaşlarına “Bu bülbülün ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır, ey Al*lah`ın peygamberi” dediler. Süleyman dedi ki: “Bu bülbül şöyle diyor: ‘Ben bir meyvenin yarısını yedim. Artık bundan sonra dünya umurumda değil.’ Yine bir ağacın üstünde bir hüdhüd kuşu gördü, küçük bir çocuk da ona bir tu*zak kurmuştu. Süleyman: “Ey hüdhüd, dikkat et!” dedi, kuş: “Ey Allah`ın peygam*beri, bu akılsız bir çocuktur, ben de onunla dalga geçiyorum” dedi. Daha sonra Süleyman geri döndüğünde kuşun çocuğun tuzağına yakalan*mış olduğunu ve çocuğun elinde bulunduğunu gördü. “Ey hüdhüd, bu da ne?” dedi. Hüdhüd: “Ey Allah`ın peygamberi, ben o tuzağı göremedim ve nihayet ona düştüm” dedi. Süleyman: “Yazık sana, sen yerin altındaki suyu görüyor*sun da sana kurulan tuzağı görmüyor musun?” Hüdhüd dedi ki: “Ey Allah`ın peygamberi, tedbirin takdire karşı faydası yoktur.” Ka`b dedi ki: Süleyman b. Davud`un yanında bir yaban güvercini (ya da erkek kumru) öttü. Süleyman: “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sor*du. Onlar “Hayır” dediler, dedi ki: “Bu kuş diyor ki, ‘ölmek için doğunuz, so*nunda yıkılsın diye bina yapınız.’ Bir üveyik kuşu öttü; “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. On*lar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu kuş şöyle diyor: ‘Keşke bu mahlûkat yaratıl*mamış olsaydı, madem yaratıldılar keşke ne için yaratıldıklarını bilmiş olsa*lardı.’ Yine onun önünde bir tavus kuşu öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musu*nuz?” diye sordu. Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu, ne şekilde davranırsan sa*na öyle muamele yapılır demektedir.” Yanında bir hüdhüd kuşu öttü, “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu, merhamet etmeyene merhamet olunmaz dedi.” Yine yanında bir göçeğen kuşu öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır” dediler. “Dedi ki: ‘Ey günahkârlar, Allah`tan mağfiret dileyin.” İşte bundan dolayı Rasûlullah (sav) o kuşun öldürülmesini yasakla*mıştır. Huzurunda bir bağırtlak kuşu öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu diyor ki, her yaşayan ölür, her yeni eskir.” Yanında dişi bir kırlangıç öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu kuş diyor ki, önden hayır gönde*riniz, onu bulacaksınızdır.” Bundan dolayı Rasûlullah (sav) kırlangıç kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır. Denildiğine göre, Âdem cennetten çıktı, Yüce Allah`a yalnızlıktan şikâyet etti. Yüce Allah ona kırlangıç kuşu ile teselli verdi ve bu kuşun evlerde ba*rınmasını takdir buyurdu. O bakımdan bu kuşlar teselli vermek için Âdemoğullarından ayrılmazlar. Bu kuş Yüce Allah`ın kitabından dört âyet-i kerimeyi de bilir: "Şayet Biz bu Kur’ân`ı bir dağa indirseydik..." buyruğundan sûrenin sonuna kadar bi*lir ve yüce Allah`ın "O Azîzdir, Hakîmdir." (el-Haşr, 59/21-24) buyruğunu da okurken sesini uzatır. Süleyman (a.s)`ın huzurunda bir güvercin öttü. “Ne dediğini biliyor musu*nuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu güvercin diyor ki, semavât ve arzında mevcut olan varlıkların sayısınca subhane rabbiye`l-a`lâ...” Yine Süleyman (a.s)`ın yanında bir kumru öttü. “Bunun ne dediğini bili*yor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu kuş, subhane rabbiye`l-aziym el-Müheymin [pek büyük ve her şeye mutlak egemen olan Rabbimin şanı ne yücedir!] demektedir. Ka`b dedi ki: Yine Süleyman onlara anlatmaya devam etti. Dedi ki: “Karga şöyle diyor: ‘Allah`ım, gümrük ve vergi memurlarına lanet eyle!’ Çaylak da şöy*le diyor: ‘O`nun zatı müstesna, her şey helak olacaktır.’ Keklik, ‘Susan esen*liğe kavuşur’ der. Papağan, ‘Bütün çabası dünya için olanın vay haline!’; kur*bağa, ‘Subhane Rabbiye`l-Kuddus’; kartal, ‘Subhane Rabbiy ve bi hamdihi’; yen*geç, ‘Her mekanda her dil ile adı anılanın şanı ne yücedir!’ diyor dedi. Mekhût dedi ki: Süleyman`ın yanında turaç kuşu öttü. “Bu ne diyor biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu kuş, Rahman (olan Allah) Arşa istiva etti, diyor.” el-Hasen dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Horoz öttüğü vakit ‘ey gafiller Allah`ı anın!’ der." el-Hasen b. Ali b. Ebi Talib dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kerkenez öttüğünde der ki: ‘Ey Âdemoğlu, istediğin kadar yaşa, sonunda ölecek*sin.’ Tavşancıl kuşu da öttü mü der ki: ‘İnsanlardan uzak kalmak rahattır.’ Kam*ber kuşu öttü mü şöyle der: ‘Allah`ım, Muhammed soyundan gelenlere buğzedenlere lanet et!’ Kırlangıç kuşu öttü mü, ‘Elhamdu lillahi Rabbi`1-alemîn’i sonuna kadar okur ve ‘vele`d-dâlliyn’ diyerek Kur`ân okuyan kimse*nin yaptığı gibi sesini uzatır.” Katâde ve eş-Şa`bî dedi ki: Bu husus sadece kuşlara mahsustur. Çünkü Sü*leyman (a.s) "Bize kuşların dili öğretildi" demiştir. Karınca da uçan bir var*lıktır, çünkü bazılarının kanatları bulunabilir. eş-Şa`bî dedi ki: İşte bu karın*ca da iki kanatlı bir karınca idi. Bir kesim de şöyle demiştir: Süleyman (a.s)`a bütün hayvanların dili öğ*retilmişti. Özellikle kuşların söz konusu edilmesi, Süleyman (a.s)`ın güneşe karşı gölgelenmek, bir takım işler için onları göndermek hususunda onları duyduğu ihtiyaç dolayısıyla zikredilmişlerdir. Kuşların bu şekilde çokça müdahaleleri olduğundan ötürü bilhassa anılmışlardır, Diğer taraftan; diğer hayvanların bu gibi özellikleri nadirdir ve kuşlarda görüldüğü gibi çokça tek*rarlanmaz. Ebu Ca`fer en-Nehhâs dedi ki: Mantık [dil] bazen söz söylemeksizin de anlaşılabilen şeyler hakkında kullanılır. Bununla birlikte neyi murad ettiğini en iyi bilen Yüce Allah`tır. İbnu`l-Arabî dedi ki: Süleyman (a.s) için o sadece kuşların dilini biliyor*du diyen kimselerin bu bilgileri büyük bir eksikliktir. Çünkü insanlar ittifak*la şunu kabul etmişlerdir: O, konuşmayan varlıkların sözlerini anlardı. Hat*ta bitkilerde dahi onun için konuşma kabiliyeti halk edilirdi. Her bir bitki ona ‘Ben filan bitkiyim, filan ağacım, şu şu işe yararım ve şöyle şöyle zararlarım vardır’ derlerdi. Durum böyle olduğuna göre ya hayvanlar hakkında ne de*nilir!” (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) Ayetteki “Bize her şeyden verildi” ifadesi, Süleyman peygambere verilen şeylerin çokluğunu anlatmaktadır. Çünkü “her şey” ile “her şeyin çoğu”, çok olma bakımından müşterektirler. Bunun bir benzeri de 23. ayette “Ona [Melike’ye] her şey verildi” şekliyle gelecektir. 17. Ayet: Ve cinn, ins [yerli ve yabancılardan] ve kuşlardan (oluşturulmuş) orduları Süleyman için bir araya getirildi. -Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.- Ayetten anlaşıldığına göre Süleyman peygamberin ordusu “ins”, “cinn” ve “kuşlar”dan oluşmuş üç takımdan ibarettir: a- İns takımı: Bu takım, Süleyman peygamberin kendi milletinden olan ve ordunun savaşçı gurubunu meydana getiren askerlerdir. b- Cinn takımı: “Angaryacılar” da denilen ve yabancılardan oluşmuş bu takım, ordunun levazım ve ordu donatım işlerini görmekte, orduya lojistik destek sağlamaktadır. Bu takıma mensup kişiler, Sebe’/13’te anlatıldığı üzere, kaleler ve yüksek sağlam binalar yapmakta, ağacı, demiri, bakırı işlemektedirler. Bunlar, Davud peygamber döneminden beri ülkede bulunan, komşu ülkelerden getirilmiş zanaat sahibi kimselerdir. Süleyman peygamberin fethettiği yerlere sağlam bir alt yapı, sanat ve kültür götürmesinde büyük payları olan bu kişiler, iş bilir ve sanatçı özellikte olmalarına karşılık, Süleyman peygamber hakkında kötü plânlar yaptıkları ve plânlarını uygulamaya çalıştıkları için Kur’an’da bazı ayetlerde “şeytanlar” olarak nitelenmişlerdir. “Cinn” kavramı ve “Süleyman peygamberin cinnleri” ile ilgili olarak daha evvel birçok açıklamada bulunduğumuz için (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:392-397) fazla ayrıntıya girmiyor, sadece Tevrat’tan bu konunun yer aldığı ilgili bölümü nakletmekle yetiniyoruz: (Tevrat; II. Tarihler bölümü, 11. Bab) 1- Süleyman Yahve adına bir tapınak, kendisi için de bir saray yaptırmaya karar verdi. 2- Yük taşımak için yetmiş bin, dağlarda taş kesmek için seksen bin, bunlara gözcülük etmek için de üç bin altı yüz kişi görevlendirdi. 3- Sur Kralı Hiram`a da şu haberi gönderdi: "Babam Davut`un oturması için saray yapılırken kendisine gönderdiğin sedir tomruklarından bana da gönder. 4- Tanrım RAB`be adamak üzere, O`nun adına bir tapınak yapıyorum. Bu tapınakta hoş kokulu buhur yakıp adanan ekmekleri sürekli olarak masaya dizeceğiz. Sabah akşam, her Şabat Günü, her Yeni Ay ve Tanrımız RAB`bin belirlediği bayramlarda orada yakmalık sunular sunacağız. İsrail`e bunları sürekli yapması buyruldu. 5- "Yapacağım tapınak büyük olacak. Çünkü Tanrımız bütün tanrılardan büyüktür. 6- Ama O`na bir tapınak yapmaya kimin gücü yeter? Çünkü O göklere, göklerin enginliğine bile sığmaz. Ben kimim ki O`na bir tapınak yapayım! Ancak önünde buhur yakılabilecek bir yer yapabilirim. 7- "Bana bir adam gönder; Yahuda ve Yeruşalim`de babam Davut`un yetiştirdiği ustalarımla çalışsın. Altın, gümüş, tunç ve demiri işlemede; mor, kırmızı, lacivert kumaş dokumada, oymacılıkta usta olsun. 8- "Bana Lübnan`dan sedir, selvi, algum[i] tomrukları da gönder. Adamlarının oradaki ağaçları kesmekte usta olduklarını biliyorum. Benim adamlarım da seninkilerle birlikte çalışsın. 9- Öyle ki, bana çok sayıda tomruk sağlayabilsinler. Çünkü yapacağım tapınak büyük ve görkemli olacak. 10- Ağaç kesen adamlarına yirmi bin kor bulgur[ii], yirmi bin kor arpa[iii], yirmi bin bat[iv] şarap, yirmi bin bat zeytinyağı vereceğim." 11- Sur Kralı Hiram Süleyman`a mektupla şu yanıtı gönderdi: "RAB halkını sevdiği için, seni onların kralı yaptı." 12- Hiram mektubunu şöyle sürdürdü: "Yeri göğü yaratan İsrail`in Tanrısı RAB`be övgüler olsun! Kral Davut`a bilge bir oğul verdi; RAB için bir tapınak, kendisi için de bir saray yapacak akıllı ve anlayışlı bir oğul. 13- "Sana Huram-Avi adında usta ve akıllı birini gönderiyorum. 14- Anası Danlı, babası Surlu`dur. Altın, gümüş, tunç, demir, taş ve tahta işlemekte; ince keten, mor, lacivert ve kırmızı kumaş dokumakta ustadır. Her türlü oymacılıkta usta olduğu gibi her tasarımı uygulayabilecek yetenektedir. Ustalarınla ve babanın, efendim Davut`un yetiştirdiği ustalarla çalışacak. 15- "Efendim, sözünü ettiğin buğday, arpa, zeytinyağı ve şarabı kullarına gönder. 16- Biz de sana gereken bütün tomrukları Lübnan`da keser, deniz yoluyla, sallarla Yafa`ya kadar yüzdürürüz. Sonra sen tomrukları alıp Yeruşalim`e götürürsün." 17- Babası Davut`un yaptığı sayımdan sonra, Süleyman da İsrail`de yaşayan bütün yabancılar arasında bir sayım yaptı. Yabancıların sayısı yüz elli üç bin altı yüz kişi olarak belirlendi. 18- Bunlardan yetmiş binine yük taşıma, seksen binine dağlarda taş kesme, üç bin altı yüzüne de işçileri çalıştırma görevi verildi. c- Kuşlar takımı: Muhabere / iletişim ve yol güzergâhında askerin su ihtiyacı için orduda bulundurulmakta olan kuşlardan ve onların bakıcılarından müteşekkildir. Süleyman peygamberin çok önem verdiği ve büyük çapta istifade ettiği bir takımdır. Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının kuşlardan oluşması, işte budur.Yoksa Süleyman peygamber dağdaki kuşları toplayıp onları asker olarak kullanmamıştır. Rabbimiz Kur’an’da Süleyman (as)’ın da bir peygamber olduğunu ve vahiy aldığını bildirmiş fakat ona vahyettiklerinin neler olduğuna dair herhangi bir bilgi vermemiştir. Tevrat’ta ise “Süleyman’ın Meselleri” adlı bir bölüm bulunmaktadır. Tevrat’ın bu bölümünde yazılı olanların Süleyman peygambere yapılmış vahiyler olarak kabul edilmesi belki İsrailoğulları için mümkündür ama Kur’an muhataplarının bunlara inanması söz konusu olmamalıdır. Çünkü Kur’an ile desteklenmemiş bu olayların Süleyman peygambere yapılan vahiyler olduğuna dair ne elde kesin bir delil vardır, ne de bu olaylar ve konuları vahiy özelliği taşımaktadır. Fakat ne yazık ki, orada yazılanların birçoğu Müslümanlar arasına “Hadis-i Kutsi” veya “hadis” diye sokulmuş durumdadır. Meselâ, iyi tanıdığımız, hadis diye bildiğimiz “Hikmetin başı Allah korkusudur” ifadesi, Süleyman’ın Meselleri Bölümü’nün 1. Bab’ın 7. cümlesidir. Süleyman peygamber ile ilgili bilgiler, bu sureden başka Sad, Enbiya, Sebe’ ve Bakara surelerinde de yer almaktadır. Sad suresinin tahlilinde yeterli açıklamada bulunduğumuzu düşünüyor ve daha fazlası için o bölümün okunmasını öneriyoruz. 18. Ayet: Nihayet Karınca Vadisi’ne geldikleri zaman, bir karınca; “Ey karıncalar! Meskenlerinize [evlerinize] girin; Süleyman ve orduları bilinçsizce sizi kırıp geçirmesin!” dedi. Bu ayette, Karınca Vadisi’nde yaşayanlardan birisinin halkına yaptığı uyarı yer almaktadır. Ayetin ifadesinden, uyarıda bulunan kişinin sözü geçen birisi olduğu, muhtemelen de o yerleşim biriminin yöneticisi olduğu anlaşılmaktadır. Neml [Karınca] Vadisi: Ayette geçen Karınca Vadisi, karıncaların bol olduğu bir vadi olmayıp özel bir isimdir. İmam Zebidi Araplarca bilinen vadileri eserinde toplamıştır. Buna göre, “Karınca vadisi”, Jirben ile Askalân arasında bir bölgenin adıdır. (Tacu’l-Arus; 20/286) Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre, bu, Şam topraklarında bir vadidir. Ka`b ise Taif’dedir demiştir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) Nemle [karınca] sözcüğü tekil bir sözcük olup müzekker ve müennesi aynı sözcükle ifade edilir. Ancak konumuz olan bu ayette cümlenin fiili “kâlet [dedi]” şeklinde müennes olunca, fiilin öznesini de dişi olarak anlamak zorunludur. Yani, karınca vadisinde halkı uyaran kişi ister sıradan biri, isterse halkın yöneticisi olmuş olsun, erkek değil bir bayandır. NEML VADİSİ HALKI Karıncaya “nemle” adının verilmesi, “geliş gidişte çokça hareket edip az duraklamasın*dan, hafif yürümesinden, toplayıcılığından” dolayıdır. (Tacü’l-Arus; c: 15, s: 755-757 Nml mad) Söz konusu vadide yaşayan halkın yaşam biçimlerindeki benzerlikten dolayı karıncaya benzetildiği, bundan dolayı da bu isim ile adlandırıldığı anlaşılmaktadır. Bugün dünyanın değişik bölgelerinde hem Neml Vadisi halkı gibi yaşamlarındaki bir özelliği isim olarak taşıyan birçok kavim yaşamakta, hem de kuş, haşere, ağaç, kaya isimleriyle adlandırılmış değişik kavimler, kabile ve oymaklar bulunmaktadır. Meselâ Arabistan’da “karınca yumurtası” demek olan “mazîn” sözcüğü, aynı zamanda Temim boyundan bir kavmin babasının da [Mazin b. Malik b. Amr b. Temim] adıdır. (Tacü’l-Arus; c: 18, s: 534 mzn mad. Lisanü’l-Arab; c:8, s:275 mzn mad.) Neml Vadisi’ndeki halkın bilinen karıncalar olmadığı, halkına seslenen karıncanın ayette kullandığı “meskenlerinize [evlerinize]” ifadesinden de anlaşılmaktadır. Çünkü “mesken [ev]” sözcüğü insanlar için kullanılan bir sözcük olup karınca, kertenkele türünden yaratıkların barınakları Arapçada “cuhr” sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca ayetteki ifadeye dikkat edildiğinde, sözcüğün “mesakineküm [evleriniz]” şeklinde çoğul olarak kullanıldığı görülür. Hâlbuki karıncalar komün hâlinde yaşarlar ve her birinin ayrı bir meskeninin olması söz konusu değildir. Süleyman peygamberin Karınca Vadisi’nden geçişi ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te herhangi bir anlatım yoktur. Buna karşılık bazı Yahudi ansiklopedilerinde abartılı ve bir peygambere yakışmayacak olaylar nakledilmiştir. İşte bunlardan bir tanesi: Süleyman, karıncası bol vadiden geçerken karıncalardan birinin diğerine şöyle seslendiğini işitti: "Yuvalarınıza giriniz! Yoksa Süleyman`ın orduları sizi çiğneyecektir." Bu anda Hz. Süleyman karıncanın önünde büyüklük tasladı. Bunun üzerine karınca, "Siz de kim oluyorsunuz, siz kimsiniz? Bir damla sudan meydana gelmiş mahlûk! " diye sert bir karşılık verdi. Bunu duyan Süleyman, bu durum karşısında çok utandı ve mahcup oldu.(Yahudi Ansiklopedisi, c:11, s:440) |
28. September 2008, 01:43 AM | #4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
BU KONUYA AİT MESNETSİZ SÖYLENTİLER
eş-Şa`bî dedi ki: Bu karıncanın iki kanadı vardı. Dolayısıyla bu da uçan kuşlardan sayılmıştır. Bundan dolayı Sü*leyman (a.s) bu karıncanın dilini bilmişti. Durum böyle olmasaydı, onun di*lini anlayamazdı. Ka`b dedi ki: Süleyman (a.s) Taif vadilerinden es-Sedîr vadi*sinden geçti ve bu arada yolu karıncalar vadisine uğradı. Bu arada kurt ka*dar büyük, topal bir karınca tek bir ayağı üzerinde yükselerek "Ey karınca*lar!" diye [âyet-i kerimede belirtildiği şekilde] seslendi. ez-Zemahşerî dedi ki: Süleyman bu karıncanın sözlerini üç millik mesa*feden duydu. Bu karınca topal olduğu halde tek ayak üzerinde yürürdü. De*nildiğine göre bu karıncanın adı Tâhiye imiş. es-Süheylî dedi ki: Süleyman (a.s)`ın konuşmasını duyduğu karıncanın is*mini zikretmişler ve Harmiyâ olduğunu söylemişlerdir. Şöyle de söylenmiştir: Bu olayın cereyan ettiği vadi Yemen`de idi. Bu söz*leri söyleyen karınca da alışılmış türden küçük bir karınca idi. Bu açıklama el-Kelbî`ye aittir. Nevf eş-Şamî ile Şahik b. Seleme dedi ki: Bu vadideki karıncalar, kurt ka*dar büyüktüler. Bureyde el-Eslemi, “koyun kadardılar” demiştir.(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) Halkına uyarıda bulunan [yönetici] karıncanın konumuz olan 18. ayetteki ifadesinden, Süleyman (as) ve ordularının kendilerini farkında olmadan çiğneyebileceklerini, bunu kasten yap*mayacaklarını dile getirdiği anlaşılmaktadır. Bu ifadesiyle karınca onların zulmeden kimse*ler olmadıklarını ima etmiş ve Süleyman peygamberi övmüş olmaktadır. “Kuşların mantığı”, “hüdhüd” ve “Karınca Vadisi’ndeki karıncalar” ile ilgili anlatımı “mucize” gözüyle görmek ve Allah’ın kudretiyle ifade etmeye yeltenmek yanlıştır. Çünkü bu anlatılanlarda mucizeden söz edebilmek için gerekli şartlar mevcut değildir. Tüm İslâm bilginlerinin üzerinde ittifak ettikleri tespitlere göre, mucize ancak aşağıdaki şartlar gerçekleştiği takdirde söz konusu edilebilmektedir: 1- Mucize, Allahu Teâlâ`nın fiili olmalıdır. Çünkü Allah, fâil-i muhtar`dır; yani dilediğini yaratır. Ancak, kendi tarafından yaratılan bir fiilin doğruluğunu tasdik eder. Meselâ, Musa`nın (as) elindeki asayı yılana çevirmek, İsa`nın ölüyü diriltmesi gibi mucizelerdeki fiiller, Hak Teâlâ’nın irade ettiği ve yarattığı fiillerdir. Bunların peygamberlere nisbeti mecazîdir. 2- Mucize, bilinen tabiat kanunları ve âdetler üstü bir harika olmalıdır. Ancak o zaman o fiil Allah katından bir tasdik derecesine ulaşır. Tabiat kanunlarına ve kâinatın normal nizamına göre meydana gelen “güneşin doğması” gibi hadiselerde bir olağanüstülük yoktur. 3- İtiraz edilmesi imkânsız olmalıdır. Çünkü icazın [mucize oluşun] fonksiyonu, karşı çıkan muarızların aczini ortaya koyarak onları susturmaktır. 4- Mucize, Allah`ın tasdikine bir delil olarak, peygamberlik iddiasında bulunan zatın elinde meydana gelmelidir. 5- Gösterilen mucize peygamberin iddiasına, yani yapacağını ilân ettiği şeye uygun olmalıdır. İddiasına uymayan başka bir harika gösterse, mucize sayılmaz. 6- İddiasına uygun olarak gösterdiği mucize, kendisini tekzip ederek yalanlamamalıdır. 7- Mucize, iddiadan önce veya çok sonra olmamalı, peygamberlerin sözünü [iddiasını] müteakip hemen meydana gelmelidir.(el-Cürcânî, Şerhu`l-Mevâkıf, III, 177–179) Yukarıdaki şartlar dikkate alındığında, bu surede Davut ve Süleyman peygamberle ilgili anlatılanların mucize olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. 19. Ayet: Sonra da o [Süleyman], dişi karıncanın sözünden [kararından] dolayı gülerek tebessüm etti. Ve “Rabbim, bana, anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmemi, hoşnut olacağın salihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni salih kullarının içine kat” dedi. “Tebessüm” sözcüğünün aslı “şimşeğin çakmasıyla bulutun parlaması” demektir. Sessiz olarak, dudakların arasından dişlerin görünecek şekle gelmesi de “tebessüm” sözcüğüyle ifade edilir ki, bu, mutluluğun dışa vurması, dıştan fark edilmesi anlamına gelir. (Lisanü’l-Arab; c:1, s: 423) GÜLEREK TEBESSÜM Ayette geçen “gülerek tebessüm etti” ifadesi, tebessümün en üst sınırını belirtmekte, yani Süleyman peygamberin memnuniyetini anlatmaktadır. Bilindiği gibi aşırı gülme ve kahkaha, toplumsal yaşamda pek hoş karşılanmayan bir davranıştır. SÜLEYMAN PEYGAMBERİN GÜLME SEBEBİ Süleyman peygamberin gülme sebebi, Karınca Vadisi’ndeki bayan yöneticinin kararından / kavlinden (hukuk dilinde “ القولkavl”, “karar, hüküm” demektir) kaynaklanmaktadır. Çünkü Karınca Vadisi halkı onlara engel olmaya kalkmamış, zorluk çıkarmamıştır. Süleyman peygamber, bu vadiden savaşarak, maddî ve manevî kayıplar vererek geçebileceğini sanıyor olmalıydı ki, yöneticinin kararı ile rahatça ve sorunsuz olarak geçme imkânının ortaya çıkması onu çok mutlu etmiştir. Bu mutlu sonuç karşısında “Rabbim, bana, anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağım barışçıl bir iş yapmama imkân ver. Ve rahmetinle beni barışsever kullarının arasına sok” diye dua etmiştir. BU OLAYA AKLÎ BİR YAKLAŞIM Kıssada söz konusu edilen karıncaların gerçek karınca olduğunun ileri sürülmesi ve Süleyman peygamberin onlarla ilgili durumunun “mucize” ile açıklanmaya çalışılması karşısında bu yaklaşımın bir an için doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda konunun akılcı bir yaklaşımla şöyle değerlendirilmesi gerekir: Süleyman peygamberin karıncanın söylediklerini duymasının ve anlamasının peygamberliği sebebiyle gösterdiği bir mucizeyle mümkün olduğunun kabulü durumunda, karıncanın üzerlerine doğru gelenin “Süleyman ve ordusu” olduğunu bilmesinin ve kendilerini ezip perişan edeceklerini anlamasının da bir mucize olarak değerlendirilmesi gerekir. Oysa karıncanın da Süleyman peygamber gibi bir mucize gösterdiği ileri sürülemez. Kaldı ki, ortada herhangi bir mucizevî durum da yoktur. Bizim görüşümüz şudur: Kıssada Süleyman peygamberin Karınca Vadisi halkının bayan yöneticisi ile neler görüşüp konuştuğu bize anlatılmamış, sadece görüşmelerden sonra Karınca Vadisinin bayan yöneticisinin halka duyurduğu, “Süleyman ve ordusuna karşı çıkılmayacağı, onlara geçip gitmeleri için yol verileceği” kararı aktarılmıştır. 20, 21. Ayetler: Ve o [Süleyman] kuşları gözden geçirdi de sonra; “Hüdhüd`ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Onu mutlaka çetin bir azap ile azaplandıracağım yahut onu boğazlayacağım yahut da bana apaçık bir delil / güç getirecek” dedi. KUŞLARIN TEFTİŞİ Hatırlanacak olursa, 17. ayette Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının kuşlardan ve onların bakıcılarından oluştuğu açıklanmış idi. Dolayısıyla 20. ayette sözü edilen “gözden geçirme” işlemi, hem çeşitli konularda kendilerinden yaralanılan kuşların, hem de onlardan sorumlu bakıcıların teftişi anlamına gelmektedir. Ancak burada asıl teftiş edilenler, mecazî anlam itibariyle “kuşçular”dır. Süleyman peygamber seferdeki ordunun iletişimini sağlayan ve yol boyunca ordunun av ve su ihtiyacını karşılamakta kullanılan kuşları sevk ve idare eden görevlileri denetlemiş, kuşların ve kuşçuların sefere hazır olup olmadıklarını kontrol etmiştir. HÜDHÜD Bir kuş cinsinin ismi olmasına rağmen “Hüdhüd” sözcüğü burada o kuş için kullanılmamıştır. Bize göre, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediği Hüdhüd kuşun kendisi değil, müşebbeh ile müşebbehünbih arasında kurulan alâka sebebiyle o kuşun bakıcısıdır. Benzer şekilde, doğan, şahin, kartal gibi kuş cinslerinin isimleri de bugünkü toplumlarda insan ismi olarak kullanılır hâle gelmiş, bazı kuş cinslerinin isimleri ise sembolleşmiştir. Meselâ “sarı kanaryalar” denilince ülkemizde “sarı renkli kanarya kuşları” değil, bir futbol takımı anlaşılmaktadır. Bu tür isimlendirmelere her toplumda çokça rastlanmakta olup bunlar mecazî, müteşabih anlatımlardır. Dolayısıyla, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediğini söylediği Hüdhüd’ün ordunun su ihtiyacını gidermekle, ordunun gideceği güzergâhtaki su ve su kaynaklarını araştırmakla görevli kişinin müstear adı olması ve bu ismi de görevini yaparken “Hüdhüd kuşundan [Çavuşkuşu / Upupa Epops]” yararlanması sebebiyle almış olması mümkündür. Nitekim bir kimseye yaptığı işe uygun ad koyma, lâkaplarla anma geleneği günümüz toplumlarında da hâlâ sürdürülmektedir. Örnek olarak, ordularda ordunun su ihtiyacını gidermekle görevli memurlara “Saka” (Aslı sakkâ’ olup su getirip götüren, su işleriyle uğraşan kimse demektir) adı verilir. Bu isim, aslında bir kuş cinsinin [carduelis carduelis] ismidir ve o kuşa bu ismin verilme sebebi de gagası ile çevreye su sıçratmasıdır. Diğer taraftan, Hüdhüd’ün aşağıdaki 22–26. ayetlerdeki konuşmalarından, onun kuşların bilgi ve sorumluk sınırlarının ötesinde, iradeli, akıllı hatta din bilgisi kuvvetli biri olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hüdhüd bu ayetlerde iman, küfür, tevhit, şirk gibi konularda ve ancak akıllı, bilinçli ve imanlı insanların harcı olacak şekilde konuşmaktadır. Bunlardan başka bir de Süleyman peygamberin Hüdhüd’ü cezalandırmak istemesi dikkate alınınca, Hüdhüd’ün bir kuş olmayıp bir insan olduğu kanaati kesinleşmektedir Süleyman peygamberin 21. ayetteki “onu muhakkak keseceğim” ifadesi ise, bakıcının kuş ismi taşımasındandır. Bugün de kızgınlık duyulan kişilere karşı yöneltilen tehditler, lâyık görülen cezalar ifade edilirken, onların meslekleriyle alâka kurulabilmektedir. Meselâ, bir kaptanın denizde boğulması, bir pilotun uçaktan atılması, bir kasabın satırla doğranması, bir berberin usturayla çentilmesi, bir fırıncının fırında pişirilmesi akla hemen geliveren ceza ve tehdit ifadeleridir. Süleyman peygamberin buradaki ifadesi de, kuşlara yönelik olarak söylenebilecek bir ifade olup yukarıda söylediğimiz gibi sırf bakıcının kuş ismi taşıması sebebiyledir. 22–26. Ayetler: Derken, çok beklemeden o [Hüdhüd] geldi de: “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, onlara [Sebelilere] hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve kavmini, Allah’ın astlarından Güneş’e secde ederler buldum. Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar. -Allah; kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir.-” dedi. SEBE Sebe, Güney Arabistan`da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de şimdiki Kuzey Yemen`in merkezi Sana`nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma`rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca Arabistan`da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan`da Yemen ve Hadramut, Afrika`da Habeşiştan`ı idare etmiş olan Güney Arabistan`ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan`ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Suriye, Yunanistan ve Roma`ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhur olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunan tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. (ANSİKLOPEDİLER) Hüdhüd’ün ayetteki “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim” ifadesinden, Süleyman peygamberin Sebe’ hakkında hiç bilgisi olmadığı değil, Sebeliler hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı anlaşılmalıdır. Zira Süleyman peygamberin babasının [Davud peygamberin] mezmurlarında “Sebe’”den bahsedilmektedir: Mezmurlar; 72/1- 12: 1- Ey Tanrı, adaletini krala, doğruluğunu kral oğluna armağan et. 2- Senin halkını doğrulukla, mazlum kullarını adilce yargılasın! 3- Dağlar, tepeler, halka adilce gönenç getirsin! 4- Mazlumlara hakkını versin, yoksulların çocuklarını kurtarsın, zalimleriyse ezsin! 5- Güneş ve ay durdukça, kral kuşaklar boyunca yaşasın] 6- Yeni biçilmiş çayıra düşen yağmur gibi, toprağı sulayan bereketli yağmurlar gibi olsun! 7- Onun günlerinde doğruluk serpilip gelişsin, Ay ışıdığı sürece esenlik artsın! 8- Egemenlik sürsün denizden denize, Fırat`tan yeryüzünün ucuna dek! 9- Çöl kabileleri diz çöksün önünde, düşmanları toz yalasın. 10- Tarşiş`in ve adaların kralları ona haraç getirsin, Saba ve Seva kralları armağanlar sunsun! 11- Bütün krallar önünde yere kapansın, bütün uluslar ona kulluk etsin! 12- Çünkü yardım isteyen yoksulu, dayanağı olmayan düşkünü o kurtarır. SEBE’ HÜKÜMDARININ SAHİP OLDUĞU İMKÂNLAR Hüdhüd’ün Sebe’ hükümdarı için kullandığı “Kendisine her şeyden verilmiş” ifadesi bir mübalağa olup bu ifadeden, krallığa ülkenin ihtiyacı olan her şeyden bir miktar verilmiş olduğu anlaşılmalıdır. Hatırlanacak olursa, böyle mübalâğalı bir ifade 16. ayette de Süleyman peygamber için kullanılmış idi. SEBE’ MELİKESİNİN TAHTI Hüdhüd, Sebe melikesinin tahtını “ العظيمazîm [çok büyük]” olarak nitelemek suretiyle, ülkenin genişliğini, zenginliğini ve idarecisinin üstün seviyeli ve dirayetli birisi olduğunu anlatmak istemiştir. Ancak bazıları bu ifadeyi “fiziksel büyüklük” ve “güzellik” olarak anlamış ve ortaya bu anlayışa uygun abartılı nakiller çıkmıştır: İbn Abbas dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira`, eni de kırk zira` idi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zira` idi. İnci, kırmızı yakut ve ye*şil zebercetle süslü idi. Katâde dedi ki: Ayaklan inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. Üzerinde de yedi tane kilit vardı. Mukatil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira` idi, yerden yüksekliği de sek*sen zira` idi. Mücevherlerle süslenmişti, İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altı yüz kadın vardı. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) Hüdhüd’ün Sebe’ hakkında verdiği bu bilgiler, yukarıda söylediğimiz gibi onun din ve siyaset yönünden donanımlı bir kimse olduğunu göstermektedir. 27, 28. Ayetler: O [Süleyman] dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak, neye dönecekler.” Süleyman peygamberin ayetteki ifadesine dikkat edilecek olursa, onun Sebe’ ülkesinin zenginliğiyle ilgilenmediği, yalnızca şeytanın onları Allah’a secdeden engelleyerek güneşe taptırdığı ile ilgilendiği görülmektedir. Süleyman peygamber, Sebe’ halkını saptırmış olan şeytana karşı bir girişim başlatmış ve yolladığı mektupla halkı şeytana karşı tavır almaya yöneltmiştir. Süleyman peygamberin mektubu götürecek olan görevliye verdiği talimat, “Onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak” şeklindedir. Bu ifadede kullanılan “kendileri” ve “onlardan” zamirlerinin çoğul olması, mektubun sadece Melike’ye değil, tüm Sebe’ halkına yönelik olduğunu anlatmaktadır. Kur’an’da sadece bu kadar bilgi verilmişken bazıları Hüdhüd’ün mazgal deliğinden Melike’nin odasına girdiğini, mektubu onun yanına attığını, sonra da pencerede saklanıp neticeyi gözlediğini ileri sürmüşlerdir. 29–31. Ayetler: O [Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi]: “Ey ileri gelenler! Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın / şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o [mektup] Süleyman’dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek / Müslüman olarak bana gelin!’ diye Rahman ve Rahîm Allah adınadır” dedi. Süleyman peygamberin mektubunda yer alan “Bana karşı büyüklük taslamayın” cümlesi, Allah’a karşı büyüklük taslamayı ifade etmektedir. Çünkü mektup, elçi tarafından Allah adına yazılmıştır. Zaten ayetin teknik yapısından çıkan gerçek anlam da budur. Rabbimiz bu mesaja benzer bir ifadeyi başka bir ayette şöyle bildirmiştir: Duhan 17–21: Ve ant olsun ki, Biz onlardan önce Firavun kavmini fitnelendirdik. Ve onlara çok saygın bir elçi gelmişti: “Allah’ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah’a karşı üstünlük taslamayın. Şüphesiz ki ben size apaçık bir güç getiriyorum. Ve Şüphesiz ben, beni taşlamanızdan dolayı benim Rabbime, sizin Rabbinize sığındım. Eğer siz bana inanmazsanız hemen yanımdan uzaklaşın.” Burada mektubun içeriği kadar, niteliği ve Hüdhüd’ün bu mektubu nasıl taşıdığı da önemlidir ve üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü piyasada bu konuya dair birçok abartılı nakil mevcuttur: ABARTILAR Rivayet olunduğuna göre, Hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gür*dü. Belkıs`ın güneşe ibadeti dolayısı ile doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti. Rivayete göre Belkıs uy*kuda iken mektubu bıraktı. Belkıs, uyandığında mektubu gördü ve bundan dola*yı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uyku*dan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğ*renmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, Hüdhüd’ü gördü ve böylelikle du*rumu anladı. Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine ba*kan bir duvar boşluğu vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, gü*neşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğ*di. Çünkü Süleyman (a.s)`ın mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan son*ra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (âyette) daha sonra gelecek olan söz*lerle onlara hitabetti. Mukatil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerle*ri ve kumandanları bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uç*tu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) Yukarıda verilen nakillerdeki abartıların boyutlarını görmek için konuya akılcı yaklaşmak ve önce şu soruların cevaplarını aramak gerekmektedir: Bu mektup neyin üzerine, hangi yazı ile ve hangi yazı malzemesi ile yazılmıştır? Fazla araştırma yapmaya gerek kalmadan, bu soruların cevaplarını “yazı”nın tarihî gelişimi ile ilgili bilgiler arasında bulmak mümkündür. Olayların geçtiği çağda kullanılan yazı çivi yazısı veya hiyeroglif, yazı malzemesi de taş levha, kil tablet, papirüs veya hayvan derisidir. Çinliler tarafından M.S. 1. yüzyılda icat edilecek olan kâğıt henüz o dönemde mevcut değildir. Bu faktörler yüzünden Süleyman peygamberin Melike’ye yazdığı mektup Hüdhüd kuşunun taşıyamayacağı bir hacimde olmak durumundadır. O çağdaki hangi yazı malzemesi üzerine yazılırsa yazılsın, bu mektubu güvercin büyüklüğündeki bir kuşun Filistin’den Yemen illerine taşıyabilmesi mümkün değildir. Arkeolojik araştırmalar sonucu bu mektup bulunup gerçek anlaşılıncaya kadar bizim ağırlıklı kanaatimiz şu yöndedir: O günkü yazı malzemelerinden birine yazılmış olan bu mektup muhtemelen Yemen’e at, eşek, deve gibi o zamanın ulaşım araçlarından biriyle ve Hüdhüd’ün himayesinde gönderilmiş olmalıdır. 32. Ayet: O [Melike] dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana fetva verin. Siz bana tanık olmadan hiçbir işi kestirip atmam.” Bu ayette “şûra” yönteminin güzel bir örneği anlatılmaktadır. Süleyman peygamberden Allah adına İslâm’a girme daveti içeren mektubu alan bayan yönetici, durumu derhal şûra üyelerine bildirmiştir. Ayetteki ifadesinden, kraliçenin şura üyelerine son derece itibar ettiği anlaşılmaktadır. Ayette “ileri gelenler” olarak çevirdiğimiz “mele’” sözcüğü aslında “depo” demektir. İleri gelenler burada, yönetim bilgileriyle dolu olmaları sebebiyle mecazen “depo” sözcüğüyle adlandırılmışlardır. “Mele’” sözcüğü ile ilgili geniş açıklamamız Sad suresinin tahlilinde verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.321, 322 ) DANIŞMA [MÜŞAVERE] Bu ayette işaret edilmek suretiyle önemi belirtilen şûra, Rabbimiz tarafından peygamberimize, dolayısıyla da bizlere açıkça emredilmiştir: Âl-i Imran 159: İşte sen (o zaman), sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever. Şûra 38, 39: Ve onlar, Rabblerinin çağrısına cevap verirler, salatı ikame ederler; onların işleri de kendi aralarına şûra iledir. Ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak ederler. Ve onlar, kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşırlar. Müşavere özellikle savaşta çok eskiden beri uygulana gelen bir usuldür. Çünkü şûradan güç doğar. 33. Ayet: Onlar [ileri gelenler] dediler ki: “Biz, kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaş erbabıyız, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün!” İleri gelenlerin buradaki ifadeleri, onların beden güçlerine, alet edevatlarına, silâhlarına güvendiklerini göstermekte ve savaştaki yiğitliklerini, sebatlarını anlatmaktadır. Rivayetçiler bu konuyu da abartmışlardır: İbn Abbas dedi ki: Onlardan herhangi birisi, gücünün bir göstergesi ola*rak atını koşturur, nihayet en hızlı koştuğu bir sırada bacaklarını kapatır ve gücü ile atını durdururdu. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) 34, 35. Ayetler: O [Melike]: “Hiç şüphesiz ki krallar bir memlekete girdikleri zaman hemen orayı bozarlar ve halkının ulularını hakir kılarlar. Onlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de, bakalım gönderilenler [elçiler] ne ile dönecekler?” dedi. İleri gelenlerin savaş yanlısı fikirlerine karşı Melike’nin meseleye sulh ile bir çıkış yolu bulmak istemesi, tüm insanlığa ve tüm zamanlara ibret olacak niteliktedir. Bu ayetler açık ifadelerle başka ülkelere giren zalim işgalci ve sömürgecilerin o ülke halkına karşı uyguladıkları baskı ve şiddeti en mükemmel bir şekilde nakletmektedir. Bu anlayış tarih boyunca hiçbir zaman değişmemiştir. Beş bin sene evvelki emperyalist zihniyet ile bugünkü emperyalist zihniyet ve bunların kullandıkları yöntemler arasında fark gözükmemektedir. İşgaller hiçbir zaman müstemlekelerin yararına olmamış, işgal edilen ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ele geçirilmesi işgalcilerin değişmez amaçları olmuştur. Sömürgecilerin bu amaçlarına ulaşması ise sömürgelerdeki halkların yok olması anlamına gelmektedir. Şöyle ki: Sömürgeler önce yerli işbirlikçilerin de yardımıyla kendi imkânlarından pay alamaz duruma getirilir. Bu yolla kuvvetsiz bırakılan, zayıflayan sömürge her türlü direncini kaybeder. Kendisine refah, güç sağlayacak kaynaklardan yoksun bırakılan sömürge için artık yok olma süreci başlamış demektir. İkinci aşamada ülkenin saygınlığını sağlayan bağımsızlık ilkeleri yok edilir. Bunlar yapılırken bir taraftan da ülke halkına kölelik, dalkavukluk, ihanet, jurnalcilik gibi aşağılık davranışlarla köşe dönme felsefesi benimsetilir. Böylece halkın iyice yozlaşıp soysuzlaşması sağlanır. Artık her türlü insanî değerini yitiren bir halkta sömürücü emperyalistlerin kültürlerine karşı hayranlık uyandırmak çok kolaydır. Hayranlıkla başlayan bu süreç zamanla asimilasyonu getirir, asimilasyon tamamlandığında ise o toplum artık ecelini tamamlamıştır; tarihten silinir, yok olur gider. 36, 37. Ayetler: O [Elçi] Süleyman’a gelince, o [Süleyman]: “Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? İşte, Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Bilakis siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. Onlara geri dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları kesinlikle hor ve hakir olarak çıkarırız!” dedi. Ayetlerden anlaşıldığına göre, Sebeliler Süleyman peygamberin karar değiştireceğini sanarak ona bir takım hediyeler göndermişlerdir. Ne var ki, Süleyman peygamber kendi adına değil de Allah adına hareket ettiği için, gönderilen bu hediyelerle ilgilenmemiştir. Onun amacı, Allah’ın astlarından güneşe tapan bu topluluğa doğru yolu göstermektir. Hiç bir Allah elçisinin tebliğine karşılık bir ücret alması mümkün olmadığı gibi, Süleyman peygamberin de Sebelilerden hediye kabul etmesi söz konusu değildir. Kur’an’da Melike’nin gönderdiği hediyelerin neler olduğundan söz edilmemesine karşılık, rivayet mekanizması yine boş durmamış ve hediyelerin ne kadar altından, ne kadar gümüşten oluştuğu hakkında listeler üretilmiştir. Bu olayda, “dinde zorlama yoktur” ilkesine göre dileyenin Allah’a, dileyenin de aya, güneşe tapabileceği; buna karşılık, Süleyman peygamberin ise gönderdiği mektupla dinde zorlama yaptığı düşünülebilir. Fakat bu düşünce doğru değildir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ayetteki “Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar” ifadesidir. İfadeden kolayca anlaşıldığı gibi, orada bir şeytan vardır ve o şeytan halkın özgür iradesiyle davranmasını engelleyerek onları Allah’tan uzaklaştırmakta ve güneşe taptırmak için faaliyet göstermektedir. Allah’a savaş açmak anlamına gelen bu durum ise müdahale edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken bir fitnedir. Ayette şeytan olarak nitelenen kişinin kimliğine ait henüz bir bilgimiz yoktur. 38, 39. Ayetler: O [Süleyman] dedi ki: “İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?” Cinlerden bir ifrit: “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” dedi. Bu ayetlerde, gönderilen hediyeleri reddettikten sonra Süleyman peygamberin Melike’nin tahtını kimin getireceği hususunda kurmaylarıyla yaptığı görüşmeler nakledilmektedir. 39. ayette cinlerden bir ifritin “Sen makamından kalkmadan” şeklindeki ifadesi, klâsik kaynaklardaki ve bu kaynakları peşinen doğru kabul edenlerin eserlerindeki gibi “sen yerinden kalkmadan” anlamında olmayıp “sen iktidar koltuğundan kalkmadan”, yani “sen iktidarda iken, sen iktidardan düşmeden, senin iktidarın döneminde” demektir. “ مقامMakam” sözcüğü, “ قومkavm [oturur durumdan ayağa kalkma]” sözcüğünün ism-i mekân kalıbı olup sözcüğün esas şekli “ مقومmakvem”dir. Dolayısıyla “ مقامmakam” sözcüğünün anlamı “kalkılan, ayakta durulan yer” demektir. Bu sözcük tek başına kullanıldığında, verdiğimiz sözcük anlamına; izafetli kullanıldığında ise “mevki, konum” anlamına gelir. Sözcüğün Arapçadaki kullanımı aynen Türkçede de söz konusu olup “makam arabası”, “makam odası”, “başbakanlık makamı”, “savcılık makamı”, “şahitlik makamı”, “adlî makamlar”, “idarî makamlar”… gibi hep izafelidir. “ قومKavm” sözcüğünün karşıt anlamlısı “ جلوسcülûs [ayakta duranın oturması]” sözcüğü olup “bir makama tayin olma, göreve başlama, makam koltuğuna oturma” anlamında kullanılır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişahların tahta çıkışlarına “cülûs-u hümayun” denmiş ve bu olaylar için “cülûs törenleri” düzenlenmiştir. “Makam” sözcüğü Kur’an’da 14 yerde geçmektedir. Sözcük altı yerde yalın hâlde ve “yer” anlamında kullanılmıştır. Diğer sekiz yerde ise izafetli olarak “mevki, konum” anlamında kullanılmıştır. Konumuz olan 39. ayetten başka, sözcüğün “mevki, konum” anlamında kullanıldığı ayetler şunlardır: Bakara/125, Âl-i Imran/97, Rahman/46, Naziat/40, Maide/107, Yunus/71, İbrahim/14. Bunlardan iki tanesinin meali aşağıdadır: Âl-i Imran 97: Onda apaçık deliller; İbrahim’in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. Rahman 46: Ve Rabbinin makamından korkan kimseler için iki cennet vardır. Sonuç olarak, 39. ayette izafetli kullanılmış olan “makam” sözcüğü de, yukarıda meallerini sunduğumuz ayetlerdeki “makam” sözcükleri gibi “mevki, konum” anlamındadır. “ عفريتİfrit” sözcüğü, özet bir ifadeyle, “akranlarını ezip geçen, onları zelil kılan kötü adam” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.6, s.326-331, “afr” mad.) İsrail ülkesindeki yabancılardan olan bu kişinin (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:392-397) ayetteki “Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” ifadesi, “Onu taşıyabilirim, hiçbir şeyi kırmadan, dökmeden, olduğu gibi getirebilirim; alıp kaçmam, ihanet etmem” anlamına gelmektedir. 40. Ayet: Kitap’tan yanında bilgi olan kimse: “Ben onu sana bakışın kendine dönmeden önce getiririm” dedi. Sonra o [Süleyman] onu [Melike’nin tahtını] yanında durur bir hâlde görünce: “Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin fazlındandır. Ve kim şükrederse hiç şüphesiz kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse hiç şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve Kerim’dir.” “Kitaptan bilgisi olan kişi”nin ayette nakledilen “ قبل ان يرتدّ اليك طرفكKable enyertedde ileyke tarfuke”şeklindekiifadesi, klâsik meal ve tefsirlerde görüldüğü gibi “gözünü açıp kapamadan”demek olmayıp “senin bakışın kendine dönmeden önce” demektir. Yani; “Sen bu işi kafandan silmeden önce; sen şimdi aklına Sebe’ melikesi ve ülkesini taktın, başka bir şey düşünmüyorsun ve gözün hiçbir şey görmüyor; başka bir konuyla ilgilenmiyorsun, kendine dönüp bakmıyorsun ya, işte ben bunu sen kendine bakmadan yani bunu kafandan silmeden, gündemden düşürmeden sana getiririm” demektir. “İfrit” ve “bilgin kişi”nin özel kimlikleriyle ilgili olarak da mesnetsiz birçok rivayet üretilmiştir. Bunların şu ya da bu kişi olmalarının bir önemi yoktur. Asıl önemli olan ve dikkate alınması gereken, ayetlerin temel mesajlarıdır. Ayrıca bu ayetlerin keramet ve mucize gibi şeylerle hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla bu ayetlerin kerametin varlığına delil gösterilmesi ve velâyetin nübüvvetten üstün olduğu iddiası yanlış ve abestir. Kur’an’da olayların gelişimlerindeki zaman aralıkları belirtilmemiş ve tahtın ne zaman, nasıl ve kim tarafından getirildiği hususlarında bilgi verilmemiştir. Ancak tahtın Süleyman peygambere getirilişinin “bilgin kul”un konu edildiği ayette yer almasına bakılarak onun “bilgin kul” vasıtasıyla getirilmiş olduğu söylenebilirse de, “bilgin kul”un konuşması ile tahtın getirilişi arasında geçen zaman konusunda bir şey söylemek mümkün değildir. Muhtemeldir ki, tahtın getirilişi bir anda olmamış, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. |
28. September 2008, 01:43 AM | #5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Ayette “Kitap’tan yanında bilgi olan kimse” olarak nitelenen “bilgin kul” hakkında, onun:
- Meleklerden biri, - Cebrail, - Hızır, - Süleyman peygamberin teyzesini oğlu ve veziri Asaf b. Berhiya, - İsm-i Azamı bilen bir insan, - Denizdeki bir adada yaşayan ve o gün Süleyman peygambere bakmak için gelmiş salih bir kimse, - Yemliha adında, İsrailoğullarından ve Yüce Allah’ın ism-i azamını bilen birisi, - İsrailoğulları arasında çok ibadet eden Ustum adında bir zat ve - Süleyman peygamberin bizzat kendisi olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüştür. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Süleyman peygamber ile Melike’nin mülâkatından anladığımıza göre, bizim görüşümüz bu kişinin kendisine vahyedilen bir elçi olduğu yönündedir. “Lut peygamberin kavmine giderken İbrahim peygambere uğrayan elçiler” örneğinden de hatırlanacağı gibi, o dönemlerde yeryüzünde birçok elçi bulunmaktadır. “Kitap’tan yanında bilgi olan” bu kişi de bir elçidir ve o sırada Süleyman peygamberin yanındadır. Ayette nakledilen sözlerinden sonra Sebe’ ülkesine gidip onların İslâm’la şereflenmesini sağlamış ve Sebe’ ülkesini Süleyman peygamberin ülkesine katarak Melike’yi ve tahtı Süleyman peygambere getirmiştir. TAHT İLE İLGİLİ ABARTILAR Rivayet edildiğine göre taht, kırmızı yakut ve mücevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Taht o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, iç içe yedi odanın içinde bulunuyordu. “TAHTIN GETİRİLMESİ” NE DEMEKTİR? “ العرشArş [taht]”, bir memleketin kudretini simgeleyen bir şeydir. Dolayısıyla tahtın getirilmesi, o ülkenin fethedilip topraklarının fethedenin ülkesine katılmış olmasını ifade etmektedir. Bu konunun Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı farklıdır. Kur’an’da yer alan hususlar orada mevcut değildir: Krallar; Bab; 10: 1- Saba Kraliçesi, RABB`in adından ötürü Süleyman`ın artan ününü duyunca, onu çetin sorularla sınamaya geldi. 2- Çeşitli baharat, çok miktarda altın ve değerli taşlarla yüklü büyük bir kervan eşliğinde Yeruşalim`e gelen kraliçe, aklından geçen her şeyi Süleyman`la konuştu. 3- Süleyman onun bütün sorularına karşılık verdi. Kralın ona yanıt bulmakta güçlük çektiği hiçbir konu olmadı. 4, 5- Süleyman`ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin oturup kalkışını, özel giyimli hizmetkârlarını, sakilerini ve RABB`in Tapınağı`nda sunulan yakmalık sunuları gören Saba Kraliçesi hayranlık içinde kaldı. 6- Krala, "Ülkemdeyken yaptıklarınla ve bilgeliğinle ilgili duyduklarım doğruymuş" dedi, 7- "Ama gelip kendi gözlerimle görünceye dek inanmamıştım. Bunların yarısı bile bana anlatılmadı. Bilgeliğin de, zenginliğin de duyduklarımdan kat kat fazla. 8- Ne mutlu adamlarına! Ne mutlu sana hizmet eden görevlilere! Çünkü sürekli bilgeliğine tanık oluyorlar. 9- Senden hoşnut kalan, seni İsrail tahtına oturtan Tanrın RABB`e övgüler olsun! RAB İsrail`e sonsuz sevgi duyduğundan, adaleti ve doğruluğu sağlaman için seni kral yaptı." 10- Saba Kraliçesi krala yüz yirmi talant altın, çok büyük miktarda baharat ve değerli taşlar armağan etti. Saba Kraliçesi Kral Süleyman`a o kadar baharat armağan etti ki, bir daha hiçbir zaman bu kadar çok baharat görülmedi. 11- Bu arada Hiram`ın gemileri Ofir`den altın ve büyük miktarda almug kerestesiyle değerli taşlar getirdiler. 12- Kral, RABB`in Tapınağı`yla sarayın tırabzanlarını, çalgıcıların lirleriyle çenklerini bu almug kerestesinden yaptırdı. Bugüne dek o kadar almug ağacı ne gelmiş, ne de görülmüştür. 13- Kral Süleyman Saba Kraliçesi`nin her isteğini, her dileğini yerine getirdi. Ayrıca ona gönülden kopan birçok armağan verdi. Bundan sonra kraliçe adamlarıyla birlikte oradan ayrılıp kendi ülkesine döndü. 41–44. Ayetler: O [Süleyman] dedi ki: “Onun için tahtını belirsizleştirin, bakalım o, doğru yolu bulanlardan mı yoksa doğru yolu bulmayanlardan mı olacak!” O [Melike] geldiği zaman, “Senin tahtın böyle mi?” dendi. O [Melike]: “Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz teslim olanlar / Müslümanlar olmuş idik.” Ve onu, Allah’ın astlarından taptığı şeyler alıkoymuştu. Şüphesiz ki o inkârcılar kavmindendi. Ona “köşke gir!” denildi. Sonra o, onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. O [Süleyman] “Bu billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir” dedi. O [Melike] “Rabbim! Ben gerçekten kendime zulüm etmiştim. Süleyman ile beraber, âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” dedi. TAHTIN GÖRÜNÜŞÜNÜN DEĞİŞTİRİLMESİNDEKİ AMAÇ Süleyman peygamber, yanına getirilen Melike’nin tahtının tanınmayacak kadar değiştirilmesini istemesindeki sebebi 41. ayette “bakalım o, doğru yolu bulanlardan mı yoksa doğru yolu bulmayanlardan mı olacak?” diyerek açıklamıştır. Fakat genellikle Süleyman peygamberin bu ifadesiyle “Melike’nin kendi tahtını tanıyıp tanıyamayacağını” kastettiği ileri sürülmüştür. Bizim kanaatimize göre ise Süleyman peygamber burada Melike’nin “mülk ile imandan hangisini tercih edeceğini” kastetmiştir. Çünkü ayetin orijinalindeki gibi “hidayet” köklü sözcükler Kur’an’da hep “ciddî ve doğru yolu, sırat-ı müstakimi [Allah’ın yolunu] bulup bulmama” anlamlarında kullanılmıştır. Nitekim Melike de tahtı görünce pek umursamamış,“Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz teslim olanlar / Müslümanlar olmuş idik” diyerek Müslüman olduğunu haykırmıştır. Süleyman peygamberin Melike’nin girmesini istediği köşkün ne zaman ve hangi amaçla yapıldığı bildirilmemiştir. Söylentilerde, bu köşkün özel olarak Melike’yi etkilemek için yapıldığı ileri sürülmüş olsa da bize göre bu doğru değildir. Çünkü Allah’ın elçileri böyle savurganlık yapmazlar, yapamazlar. Melike’nin, köşke girerken zeminin şeffaf olması sebebiyle orayı su zannedip eteğini yukarı çekmesinin gayet normal olmasına karşılık rivayetçiler bu konuya da el atmış ve uzun senaryolar üretmişlerdir: Cinler, Süleyman’ın melike ile evlenmesini istememişler. Bunun üzerine de, cinler, Süleyman’a Sebe` Kabilesi’nin sırlarını iletmişlerdir. Çünkü melike, cin taifesine mensup bir kız idi. Denildiğine göre, cinler, Süleyman’ın melikeden bir çocuk sahibi olmasından, böylece de o çocukta cin ve insan zekâsının bir araya gelmesi sebebiyle kendilerinin Süleyman’ın idaresinden daha sıkı bir idareye çatmalarından endişe ettiler. "Melikenin aklında bir noksanlığı var", "onun bacakları kıllı olup, ayakları da tıpkı eşek ayağı gibidir ..." şeklinde sözler yaydılar. İşte bu sebepten dolayı, Süleyman, o tahtın şeklini ve şemailini değiştirmek suretiyle onun aklını sınadı. O köşkü de bacaklarının durumunu öğrenmek için yaptırmıştır. Saf camın durumunun tıpkı bir su gibi olduğu malumdur. Binaenaleyh melike bunu görünce onu durgun bir su sandı da ona girmek için baldırlarını açtı. Bir de ne görsünler, o, baldır ve ayak cihetinden insanların en güzeli! Bu, Süleyman`ın o kadınla evlendiğini söyleyenlere göre, yapılan bir tuzaktır. (Razi; el Mefatihu’l Gayb) Bu kıssada bahsi geçen Melike’nin adı Kur’an’da bildirilmemiştir. Ne var ki, Melike’nin adı “Belkıs” olarak meşhurlaşmış ve ondan bahsedilirken genellikle “Belkıs” adı kullanılır olmuştur. Yine Kur’an’da yer almamasına rağmen hikâyeciler Süleyman peygamberin Melike ile evlendiğini kesin bir şekilde iddia etmişler, fakat bu evliliğin Melike’nin bacaklarını sıvamasından önce mi yoksa sonra mı olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn-i Abbas’tan gelen rivayette ise daha farklı bir hikâye vardır: Belkıs Müslüman olunca Süleyman ona, “Kavminden seni evlendireceğim birisini seç” demiş. Bunun üzerine kadın, “Böylesi bir saltanatı olan benim gibi bir kadınla sıradan adamlar evlenemez” demiş. Bunun üzerine Süleyman, “Nikah İslam’dandır” deyince, kadın da “Eğer durum böyleyse, beni Hemdan hükümdarı Tübbâ ile evlendir” demiş. Bunun üzerine Süleyman onu evlendirir. Sonra Yemen’e gönderir. O da, orada Kraliçeliğini sürdürür. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Bu konu Kitabı Mukaddes’te I. Krallar, 10. Bab, 1–13. cümlelerde ve II. Tarihler, 9. Bab, 1–12. cümlelerde yukarıda 40. ayetin tahlilinde verdiğimiz metinle, Matta ve Luka İncillerinde ise aşağıdaki metinlerle geçmektedir: Matta; 12/42 42Güney Kraliçesi, yargı günü bu kuşakla birlikte kalkıp bu kuşağı yargılayacak. Çünkü kraliçe, Süleyman`ın bilgece sözlerini dinlemek için dünyanın ta öbür ucundan gelmişti. Bakın, Süleyman`dan daha üstün olan buradadır. Luka, 11/31: 31Güney Kraliçesi, yargı günü bu kuşağın adamlarıyla birlikte kalkıp onları yargılayacak. Çünkü kraliçe, Süleyman`ın bilgece sözlerini dinlemek için dünyanın ta öbür ucundan gelmişti. Bakın, Süleyman`dan daha üstün olan buradadır Sonuç olarak, bütün bu teferruatın hiçbir önemi yoktur. Önemli olan ve bizi ilgilendiren, Kur’an’da verilen bilgilerin doğru dürüst öğrenilip ona göre davranılması ve mecazların hakikatleştirilip sembollerin kişileştirilmesi sonucunda ortaya çıkan hurafelerin bertaraf edilmesidir. 45–53. Ayetler: Ant olsun ki, Allah’a ibadet edin diye Semud’a da kardeşleri Salih’i elçi gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler. O [Salih] dedi ki: “Ey kavmim! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah’a istiğfar etseniz ne olur!” Onlar; “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi / seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz” dediler. O [Salih]: “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, fitnelenen [kendini ateşe atan / imtihana çekilen] bir topluluksunuz” dedi. Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuzlu bir grup vardı. Allah’a yeminleşerek; “Gece ona ve ailesine baskın yapacağız; sonra da velisine [yakınlarına], ‘Biz, o ailenin yok edilişine şahit olmadık [olay sırasında orada değildik] ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler. Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. İşte bak! Onların tuzaklarının akıbeti nice oldu; şüphesiz Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. İşte, onların, işledikleri zulümler yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için bir ayet [gösterge] vardır. İman eden ve takvalı olan kişileri de kurtardık. Bu surede örnek gösterilen toplumların üçüncüsü Semud kavmidir. Yukarıdaki ayetlerde, Salih peygamberin kavmini uyarmak için gösterdiği çaba ile kavminin ona büyüklenerek karşılık vermesi ve bu yüzden de belâsını bulması anlatılmaktadır. Ayrıntıları A’râf suresinde geçmiş olan kıssanın eski anlatımlara ek olarak buradaki anlatımında, Salih peygambere karşı olan grup içinden dokuz kişilik bir çetenin ona suikast düzenlemek üzere yeminleştikleri bildirilmiştir. Dikkat edilirse, Salih peygamber ile kavmi arasında geçen olaylar ile peygamberimiz ve Mekkeliler arasında geçen olaylar bire bir benzerlik arz etmektedir. Salih peygamberin kavmi de tıpkı Mekke halkı gibi iki gruba ayrılmış ve aralarında çekişmişlerdir. A’râf 75, 76: Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Salih`in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?” (Onlar da “Kesinlikle biz onunla gönderilene inananlarız [inanıyoruz]!” dediler. O büyüklük taslayan kimseler; “Biz, sizin inandığınızı kesinlikle inkâr edenleriz [ediyoruz]!” dediler. 47. ayette geçen “ تطيّرtatayyür” sözcüğü, “ طيرtayr [kuş]” sözcüğünün türevlerindendir ve “uğursuzluk” anlamında kullanılır. Bu anlayış, hurafeler ve kuruntular peşinde sürüklendikleri için imanın netliğine kavuşamamış cahil toplumların geleneklerinden biri hâline gelmiş ve bu anlayışın pençesine düşmüş bilinçsiz insanlar, bir iş yapmak istediklerinde bir kuşa sığınmayı alışkanlık edinmişlerdir. Araplar ise uğursuzluğa en düşkün toplum olup bir yolculuğa çıkacaklarında bile özel olarak ürküttükleri kuşun sola doğru uçması hâlinde bunu uğursuzluk sayarak yolculuğa çıkmazlar, ancak kuş sağa doğ*ru uçarsa bunu uğur sayar ve yollarına koyulurlardı. Salih peygamber karşıtlarının 47. ayetteki sözleri, peygamberlerini uğursuz kimseler olarak telâkki eden müşrik kavimlerin sözleri ile aşağı-yukarı aynıdır: Ya Sin 18: Onlar [o kentin halkı] dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.” A’râf 131: Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir” dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu bilmezler. 48. ayette geçen “yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuzlu bir grup” ifadesinden Arap örfüne göre anlaşılmaktadır ki, Salih peygamberi yok etme işine dokuz sülaleden dokuz kişi kalkışmıştır. Rivayetlerde bu dokuz kişiye farklı adlar bulunmuştur: el-Kaznevi dedi ki: Bunların isimleri şöyledir: Kudar b. Salif, Misda`, Eşlem, Desmâ, Züheym, Za`mâ, Zuaym, Kattal ve Saddâk. İbn İshak dedi ki: Bunların başı Kudar b, Salif île Misda` b. Mehra` idi, bun*ların arkasından da yedi kişi gelirdi ki, bunlar da Bel` b. Meylâ, Duayr b. Ğunm, Züâb b. Mehrec ile isimleri bilinmeyen dört kişi daha vardı. ez-Zemahşerî, Vehb b. Münebbih`den naklen onların isimlerini şöylece zik*retmektedir: el-Hüzeyl b. Abdi Rabb, Gunm b. Gunn, Riyâb b. Mehrec, Mis*da` b. Mehrec, Umeyr b. Kerdube, Âsim b. Mahreme, Sübeyt b. Sadaka, Sem`an b. Safî, Kudar b. Salif. Dişi devenin öldürülmesi için çalışanlar da bun*lardı. Bunlar Salih kavminin azgınları idiler. Bunlar kavmin en soylularının oğullanndandılar. es-Süheylî dedi ki: en-Nekkaş yeryüzünde bozgunculuk çıkartıp ıslah et*meyen dokuz kişiyi zikretmiş ve onların isimlerini tek tek saymıştır. Ancak bunun bir rivayet ile tesbiti söz konusu değildir. Şu kadar var ki ben bu isim*leri içtihad ve tahmine binaen kaydediyorum. Şu kadar var ki bizler Muham-med b. Habib`in kitabında bulduğumuz şekilde bu isimleri veriyoruz. Bun*lar: Misda` b. Dehr -ki Dehm de denilir-, Kudar b. Salif, Hureym, Savab, Ri-yab, Dabb, Da`ma, Herma, Duayn b. Umeyr`dir. Derim ki; el-Maverdî, İbn Abbas`tan rivayetle onların isimlerini şöylece zik*retmektedir: Bunlar Da`ma, Duayn, Herma, Hureym, Dâbb, Savab, Riyab, Mistah ve Kudar idiler. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) 49. ayette geçen “velisine” ifadesi ile Salih peygamberin mensup olduğu kabilenin reisi kastedilmiştir. Çünkü eski kabile geleneğine göre kabile reisi, kabilenin fertlerinin kan davalarını güdebilen kişidir. Bu ayetlerin vahyedildiği tarihlerde Mekke’de de benzer bir durumun ortaya çıkmış olması dikkate değer bir durumdur. Peygamberimiz görevini sürdürürken Mekke ahalisi de Semud kavmi gibi iki ayrı fırkaya ayrılmış ve bunlar arasında bir mücadele başlamıştır. Salih peygamber gibi peygamberimizin de karşı fırka içinden oluşturulan bir çete güruhunun toplu saldırısı ile öldürülmesi plânlanmıştır. Plân gerçekleştiği takdirde, Salih peygamber gibi, peygamberimizin de cinayetin arkasını arayacak bir “velisi” vardır ve bu “veli” amcası Ebutalib’tir. Yani, eğer Mekke müşrikleri tasarladıkları saldırıyı gerçekleştirip emellerine ulaşabilirlerse, peygamberimizin mensup olduğu Beni Haşim kabilesinin reisi Ebutalib, kabilesi adına bu cinayeti işlemiş olanlara karşı bir kan davası iddiası ile ortaya çıkabilecektir. Ama cinayet, çeşitli kabilelerden müteşekkil bir çete tarafından işlenirse fail bulunamayacak, dolayısıyla Haşimoğulları’nın da olaya karışan kabilelerin hepsiyle birden savaşması mümkün olmayacağından olay kapanacaktır. Mekke ileri gelenlerinin düzenledikleri ama başarısızlıkla sonuçlanan bu komplo, benzer şekilde peygamberimizin hicreti sırasında da düzenlenmiştir. Görüldüğü gibi, Salih peygamberin kıssası, bu ayetlerin nazil olduğu zamandaki peygamberimizin şartlarına mükemmel bir şekilde işaret etmiş olmaktadır. Semud kavminin helâkine dair daha evvel birçok surede ayrıntı verildiği için burada onları tekrarlamıyor ve bu konuda rivayetçilerin ürettikleri senaryoları da nakletmiyoruz. 54, 55. Ayetler: Lut’u da (elçi olarak kavmine gönderdik). Hani o, kavmine; “Göz göre göre hâlâ o aşırılığı [hayâsızlığı] yapacak mısınız? Şehvet yönünden kadınlardan aşağı olan erkeklere yaklaşacak mısınız? Aslında siz cahillikte devam edegelen bir kavimsiniz!” demişti. Lut peygamber ve kavmi ile ilgili detaylar daha evvel Kamer, A’râf ve Şuara surelerinde yer aldığından, burada gayet kısa bir açıklama ile yetinilecektir. Ayrıca bu kıssa ileride Hicr suresinde tekrar gündeme gelecektir. Yüce Rabbimizin bildirdiğine göre, Lut kavminin “kadınlardan aşağı olan erkeklere şehvetle yaklaşma” eylemi, onlardan önce hiçbir toplumun yapmamış olduğu bir hayâsızlıktı. Bu sapkın toplum, söz konusu hayâsızlığı grup hâlinde yapıyorlardı: Ankebut 28, 29: Lut’u da (gönderdik). Hani o kavmine; “Şüphesiz siz, kesinlikle âlemlerden sizden önce geçmiş olanların yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz! Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” dedi. İşte, kavminin cevabı da sadece “Doğru söyleyenlerden isen Allah’ın azabını bize getir!” demeleri oldu. Ayette geçen “cehalet” sözcüğünün burada “ahmaklık, budalalık” olarak anlaşılması bize göre daha isabetlidir. Ama anlam “cahillik, ilimden yoksunluk” olarak kabul edilse bile, sözcüğün içinde yer aldığı ifade şu manaya gelir: “Siz bu aşırı eğlenmenin, cinsel sapkınlığın kötü sonuçlarını bilmiyorsunuz.” 56–58. Ayetler: Sonra da kavminin cevabı sadece “Lut ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demeleri oldu. Bunun üzerine onu ve geride kalmasını takdir ettiğimiz karısı dışındaki yakınlarını kurtardık. Ve onların üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Ne kötü idi uyarılanların yağmuru! Bu ayet grubunda, Lut peygamberin tebliğine alaylı ifadelerle karşı koyan kavminin onu ve yakınlarını anayurtlarından kovma niyetinde olduğu bildirilmiş ve bu davranışları sonrasında kavmin başına gelen felâket açıklanmıştır. 58. ayette sözü edilen yağmurun volkanik patlamaya bağlı bir taş yağmuru olduğu daha önce de ifade edilmişti. Bu dehşetli olayın ayrıntıları A’râf, Kamer ve Hicr surelerindedir. Bu olay Kitab-ı Mukaddes’te şöyle geçmektedir: Tekvin, 19. Bab, 24–28. cümleler RAB Sodom ve Gomora`nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı. Bu kentleri, bütün ovayı, oradaki insanların hepsini ve bütün bitkileri yok etti. Ancak Lut`un peşi sıra gelen karısı dönüp geriye bakınca tuz kesildi. İbrahim sabah erkenden kalkıp önceki gün RABB`in huzurunda durduğu yere gitti. Sodom ve Gomora`ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu. |
28. September 2008, 01:44 AM | #6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
59. Ayet:
De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. Selâm [esenlik, güvenlik] da seçip arı duru hâle getirdiği kullarınadır. Allah mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştuğu şeyler mi?” Azabın kötüsüne lâyık olan inkârcılardan örnekler verildikten sonra, bu ayette de Mekkelilerin şahsında bütün insanlığa mesaj verilmektedir. Bu mesaj, tüm övgülerin Allah’a mahsus olduğu ve selâmın da başta elçiler olmak üzere Allah’ın seçtiği kullara olacağıdır. Bu mesajla Allah dışında hiç kimsenin, hiçbir şeyin övülmeye değer bir yanının bulunmadığı; Allah’ın seçtiği ve güvenliğini sağladığı elçiye Allah dışında hiçbir şeyin zarar veremeyeceği vurgulanmıştır. “Hamd”in Allah’a özgü olduğu ve elçilerin selâmette olduğu başka ayetlerde de belirtilmiştir: Saffat 181: Ve selâm gönderilenlere [elçilere]! Ayrıca Saffat/79, 109, 120 ve 130. ayetler. Bu mesaj verildikten sonra da ayetin son bölümünde insanlara akıllarını kullanarak Allah mı, yoksa müşriklerin Allah’a ortak koştukları mı daha yararlıdır diye mukayese etmeleri emredilmektedir. Bu soru cümlesinin asıl muhatabı müşrikler olup Allah’ın mı yoksa taptıkları tanrıların mı daha hayırlı olduğu hususunda düşünmeye sevk edilmeleri amaçlanmaktadır. Çünkü hiç kimsenin az da olsa hayır görmediği bir işi yapmayacağında şüphe yoktur. Müşriklerin Allah yerine kendi tanrılarına yalvarmaları ve adaklar sunmaları, o tanrılarda hayır bulunduğuna boş yere inanmalarından kaynaklanmaktadır. Buna inanmamış olsalardı, yaptıkları işler kendilerine de manasız ve saçma gelirdi. Ayrıca Allah ile kendi tanrıları arasında bir mukayese yapmalarının istenmesi, söz konusu müşriklerin Allah’ı tanıyıp bildiklerini de göstermektedir: Zühruf 9: Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan kesinlikle “Onları çok güçlü ve çok iyi bilen (Allah) yarattı” diyeceklerdir. Zühruf 87: Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara “Onları kim yarattı?” diye sorsan kesinlikle “Allah” diyeceklerdir. Buna rağmen nasıl çevriliyorlar? Ankebut 63: Ve ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” Mutlaka “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a özgüdür.” Bilakis onların çoğu akıllarını kullanmazlar. 60–64. Ayetler: (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, gökleri ve yeryüzünü yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Sonra da Biz onunla, bir ağacını bile bitirmenizin söz konusu olmadığı güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilâh mı var! Aksine onlar zulümde devam eden bir kavimdir. (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, yeryüzünü barınak kılan, aralarında nehirler kılan, onun için sabit dağlar kılan ve iki deniz arasına engel kılan mı? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Bilakis onların çoğu bilmiyorlar. (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilâh mı var? Çok az düşünüyorsunuz! (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir. (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, önce yaratan, sonra onu iade edecek olan ve sizi hem gökten, hem yerden rızklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: Eğer doğru kimseler iseniz, kesin delilinizi getiriniz! Bir önceki ayette müşriklerden mukayese yapmasını isteyen Rabbimiz, bu ayet grubunda da afak ve enfüsteki [dış ve iç dünyadaki] birçok mucizesine işaret etmiş ve her biri bin mucize içeren bu ayetlerle sanki müşriklere mukayesenin nasıl yapılacağı konusunda yol göstermiştir. Bu ayet grubuyla ilgili olarak Merhum Mevdudi’nin Rabbimizin afak ve enfüsteki mucizeleri hakkında yaptığı yol gösterici nitelikteki tespitlerini aşağıda naklediyoruz: Sayısız ve çeşitli mahlûkat türünün yerküresi üzerinde bulunması ve yaşaması basit bir olay değildir. İnsan, yerkürede tesis edilmiş olan bu hakîmâne uyum ve koordinasyonu tetkik ederse, sadece hayrette kalır ve bu fevkalâde uyum, ilişki ve oranların ancak Alîm, Hakîm ve Kadir-i Mutlak olan bir Tanrı`nın yaratıp düzenleyebileceği hissini duyar ve kabul eder. Üzerinde yaşadığımız yerküre, uzay boşluğunda çok hassas bir hareketle seyrediyor. Hareketinde henüz herhangi bir sarsıntı ve sapma görülmemiştir. Dünyanın bu hareketinde şayet depremler esnasında gördüğümüz cinsten en ufak bir sarsıntı olmuş olsaydı, gezegenimizde hayat olamazdı. Son derece hassas bir biçimde bu küre hem kendi hem de güneş etrafında düzenli olarak dönüyor. Kendi etrafında dönmesi ve dolayısıyla her yüzünün düzenli olarak güneşi görmesi veya görmemesi, gece ve gündüzün oluşmasına sebep olur. Dünyanın bir yüzü sürekli olarak güneşe bakmış olsa, diğer cephesi de hiç güneş almamış olsaydı, bu ikinci yüzünde hiç hayat bulunmaz ve yaşamak mümkün olmazdı. Çünkü devamlı güneş alan kısmı, hiçbir canlının yaşamasına elverişli olmayacak şekilde kururdu. Bunun aksine sürekli karanlıkta kalan yüzünde ise, canlı denecek bir şeyin yaşamasına imkân vermeyecek derecede dondurucu soğuk hüküm sürmüş olurdu. Üstünde yaşadığımız yerküresini, milyonlarca meteorun sürekli bombardımanına karşı koruyan beş yüz mil kalınlığında bir atmosfer tabakası çevreler. Aksi halde, saniyede otuz mil hızla dünyaya doğru fırlamakta olan ortalama yirmi milyon meteor, dünyayı, üzerinde insan, hayvan ve bitki türünden hiçbir canlının yaşamasına müsait olmayacak derecede tahrip etmiş olurdu. Yine aynı atmosfer tabakası hava ısısını ayarlar, okyanuslardaki suların buharlaşmasından meydana gelen yağmur bulutlarının yukarılara doğru yükselmesini temin eder, dünyanın çeşitli yerlerine bu yağmur bulutlarını taşır ve insan, hayvan ve bitki hayatı için lüzumlu çeşitli gazları sağlar. Atmosfersiz dünya hiçbir canlı varlık için yaşamaya uygun bir yer değildir. Aynı şekilde, bu tabiî kaynakların bulunmadığı yerlerde toprak hiçbir canlıyı besleyemez. Yeryüzünde okyanus, nehir, kaynak, yeraltı su rezervleri ve eriyip çaylar şeklinde akan dağlar üzerindeki karlar halinde bol miktarda su depolanmış bulunuyor. Bu şekilde bir su düzenlemesi olmasaydı yeryüzünde hayat olmazdı. Yerküresine, üstünde bulunan su, hava ve çevresindeki şeyleri kendisine doğru cezbeden uygun bir çekim gücü ihsan edilmiştir. Bu çekim gücü şayet normalden biraz daha az olsaydı, hava ve suyun yer küresinden ayrılıp uzay boşluğuna doğru akışı durdurulamazdı. Yine yer küresindeki ısı şimdikinden fazla olmuş olsaydı, hayatın devamı oldukça zorlaşmış olurdu. Diğer yandan, yerçekimi kuvveti normalden biraz daha fazla olsaydı, atmosfer daha yoğun olmuş olacak, neticede basınç yükselmiş, buharlaşma zorlaşmış ve dolayısıyla yağmur yağması imkansız hale gelmiş olacaktı; soğuklar artmış ve yeryüzünün oturulabilir yerleri daha da azalmış olacaktı; insan ve hayvanlar hacim bakımından daha küçük, buna mukabil daha ağır hale gelmiş olacaklardı. Bu durumda hareket kabiliyetleri de iyice azalmış olacaktı. Ayrıca yerküresi güneşten, üzerinde insan ve canlıların yaşamasına elverecek uygun bir uzaklıkta yer almış bulunuyor. Bu mesafe biraz daha uzun olsaydı, yerküresi daha az ısı alacak, iklim daha soğuk, mevsimler daha uzun olacak, yeryüzü yaşanmaz bir yer haline dönüşecekti. Diğer taraftan, bu mesafe daha kısa olmuş olsaydı, diğer faktörlerle beraber yüksek ısı, üzerinde halen yaşamakta olan insan hayatına imkân vermeyecek dereceye ulaşacaktı. Bunlar, yerküresini insanların yaşadığı bir mekân haline getiren tabiî kaynaklar arasında mevcut olan uyum ve ahenkten sadece birkaçıdır. Bu olaylara dikkatle bakan insaf sahibi her insan, bunlar arasındaki uyumun hakîm bir yaratıcının bir planı olmaksızın sadece bir tesadüfün eseri olarak meydana gelmiş olduğunu bir an bile düşünemez. Ayrıca Allah’tan başka bir tanrı veya tanrıçanın, bir cin veya peygamberin, bir veli veya meleğin bu var oluşa müdahil olduğunu ve bu muazzam nizamı işler hale soktuğunu da asla kabul edemez. Yeryüzünde tatlı ve tuzlu su kütleleri vardır ve bunlar birbirine karışmazlar. Yeraltı su rezervleri, tatlı ve tuzlu su halinde yan yana bir arada bulunur ve fakat çoğunlukla ayrı ayrı akarlar. Hatta tam denizin ortasında, tatlı su kaynaklarının bulunduğu bazı yerler vardır; bunların akıntıları deniz suyundan ayrı olarak, ona karışmadan kalır ve denizde seyahat edenler, içme suyu ihtiyacını buralardan temin ederler. Arap müşrikleri, bela ve felaketleri sadece Allah`ın kaldırıp uzaklaştırdığını bizatihi biliyor ve anlıyorlardı. Bundan dolayı bir musibetle karşılaştıkları zaman yardım için yalnız Allah`a yalvardıklarını, Kur`an-Kerîm onlara tekrar tekrar hatırlatır. Ama kötülük üzerlerinden kaldırılıp uzaklaştırıldığında, Allah`ın yanında daha başka tanrılara dua ve yakarmaya başladıklarını da ifade eder. Bu durum sadece Arap putperestler için değil, aynı zamanda diğer bütün putperestler hakkında da doğrudur. Hatta o kadar ki, dine karşı düzenli bir propaganda sürdüren dinsiz sosyalist Ruslar bile İkinci Dünya Savaşı`nda Alman kuvvetleri tarafından sarıldıkları zaman Tanrı`ya yalvarmak mecburiyetinde kaldılar. …… Bir cümle şeklinde ifade edilen bu basit gerçek, mânâ ve detay olarak çok geniştir. Bunun üzerinde iyice düşünen bir kimse, Allah`ın varlığı ve birliği hakkında yeni ve hiç eskimeyen deliller elde eder. Görüldüğü gibi, ilk merhalede, yaratma işinin bizatihi kendisi bile başlı başına cevaplanması gereken bir sorudur. Hayatın ne olduğunu, nasıl ve nereden geldiğini insan kendi bilgisi ile keşfedemez. Şu ana kadar gelip dayanılan bilimsel gerçek şudur: Cansız maddenin sadece bir araya getirilip düzenlenmesiyle bizatihi hayat denilen gerçek ortaya konamaz. Bilimsel olmamasına rağmen tanrıtanımazlar, varlık için gerekli temel maddelerin, rasgele uygun oranlarda bir araya geldiği zaman, hayat denilen olgunun varlık olarak ortaya çıkacağını sanırlar, yeter ki, şansın matematiksel kanunu buna el vermiş olsun. Yine de böyle bir şeyin meydana geliş imkânı sıfırdır. Laboratuarlarda cansız bir maddeden deneme yolu ile canlı bir varlık meydana getirmek üzere şu ana kadar yapılan bütün teşebbüsler, mümkün olan her türlü ihtimamın da gösterilmesine rağmen tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Neticede meydana getirilen şey, sadece canlı hücrenin temel yapısını teşkil eden DNA`dır. Bu ise hayatın özü ve fakat hayatın bizatihi kendisi değildir. Hayat olayı bugün bile bilimsel olarak izah edilemeyen bir mucizedir. Bu noktada yaratılışın ancak Yaratıcı`nın iradesi, emri ve tasvirinin bir sonucu olduğunu söylemekten öte bir şey yapılamaz. Bir de hayat, sadece bir şekilde değil, sayısız farklı şekillerde bulunur. İnsanoğlu şu ana kadar yeryüzünde aşağı-yukarı bir milyon hayvan ve iki yüz bin bitki türü keşfetmiş bulunuyor. Bunların tümü, yapısı ve özel karakterleri bakımından, son derece açık ve kesin olarak birbirinden tamamen farklıdır. Ayrıca sahip oldukları farklı yapılarını, bilinen ilk zamandan beri öyle ısrarla sürdürmektedirler ki, hiçbir Darwinci buna, bir olan tanrının yaratıcı planının bir neticesi olduğu şeklindeki itiraf dışında herhangi bir aklî izah getiremez. Bir türün yapısı ve şeklini değiştiren ve başka bir türün yapı ve özelliklerini ona kazandırmış olan bir bağ, şu ana kadar keşfedilmemiştir. Var olan hiçbir türün hiçbir mensubu, kendi türünden farklı özellikler taşımaz. Gözden kaçan bir bağın keşfine dair zaman zaman uydurulan ve yaygarası koparılan hikâyeyi, bizzat olayların kendileri yalanlıyor. Dolayısıyla kaçınılmaz gerçek şudur ki, bu yaratma işini yapan, sayısız farklı şekilleri ile hayatı ihsan eden hakîmâne düzenleyici yaratma eylemini planlayıcı, üstün ve musavvir bir varlık vardır. Yukarıda verilen malumat, yaratılışın başlangıcı hakkındadır. Şimdi biz, mahlûkatın birbirinden üremesi, Allah`ın onları birbirinden yaratması üzerinde biraz düşünelim. Halik, her çeşit hayvan ve bitki türünün yapısı ve düzeninde mükemmel bir mekanizmayı yerleştirmiştir. Hayvan ve bitki türleri bu özellikleriyle tamamen kendi türünün yapı, şekil ve karakterine sahip fertlerini sonsuz bir akış ile üretmeye devam ederler. Türlerin hayatiyetini sürdürmesini ve üremelerini sağlamak için gerekli olan bu element, her canlı ve bitki hücrelerinin bir parçasında ayrı ayrı mevcuttur. (Bu harika görevi üstlenen genler, son derece güçlü mikroskopla ancak görülebilir.) Modern genetik bilimcilerin bu konudaki gözlemleri, önümüze harika gerçekler sunuyor. Bunlara göre, her bitkiye sadece kendi türünü üretme yeteneği lütfedilmiştir. Öyle ki, her nesil kendi türünün tüm farklı özelliklerine sahip olur. Özel yapıları bakımından her türün fertleri, diğer bütün fertlerden ayrılır, farklı olur. Türlerin bekası için gerekli olan bu unsur ve üreticilik, bütün canlı ve bitkilerin her hücresinde ayrı ayrı vardır. Harikalara vesile olan bu genler ancak çok güçlü mikroskoplarla görülebilir. Bu ufacık harika mühendis, bitkinin gelişmesini özellikle de kendi farklı türü istikametinde olmasını temin eder. Dünyanın her yanında, buğday tanesinden elde edilenin yine buğday tanesi olması bundandır. Nitekim dünyanın hiçbir yerinde ve ikliminde bir buğday tohumunun cinsinden bir tane bile olsa arpa elde edildiği görülmemiştir. Hayvan ve insan türleri için de aynı şey söz konusudur. Türlerin hiçbiri bir defada yaratılmış değildir. Aksine büyüklüğü tasavvur edilemeyecek kadar büyük bir üretim fabrikası her yerde çalışmakta ve aynı türün sayısız fertleri arasından bazılarını varlık âlemine çıkarmaktadır. Canlı dediğimiz varlıkların en küçük parçasının bir bölümünde yer alan ve kendi türünün tüm farklı yapısını ve kalıtım özelliklerini de beraberinde taşıyan mikroskobik geni bir kimse düşürür ve sonra da son derece hassas, aynı zamanda kompleks psikolojik sistem ve her türün her bir ferdinin, aynı türün bir ferdini meydana getiren üretici genin geçtiği çok derin ve girift sürecine bakacak olursa, böyle mükemmel ve dakik bir nizamın kendi kendine (tesadüfen) olabileceğini ve daha sonra çalışmaya devam ederek çeşitli türlerin milyarlarca fertlerini kendiliğinden üretebileceğini bir an bile kabul edemez. Bu mükemmel nizamın, sadece başlangıçta değil, aynı zamanda bu sistemin muntazam ve daimî çalışması için de Hakîm, Ebedî ve bu tezgâhlardaki işleri gözeten ve sevk eden Kayyûm bir Müdebbir`e ihtiyacı vardır. Bu gerçekler, şirk inancını yıktığı gibi, ateistlerin Tanrı’yı inkâr etmekte hareket noktası olarak kabul ettikleri temelleri de yok eder. Melek, cin, peygamber veya bir velinin, Allah`ın bu işinde dahli olduğuna ancak aptal bir insan inanabilir. Fakat biraz vicdan sahibi ve tarafsız hiçbir kimse, temelinde tümüyle hikmet ve intizam bulunan bu kocaman yaratma ve üretme fabrikasının sadece bir tesadüf eseri olarak çalışmaya başladığını ve o andan itibaren aynı şekilde otomatik olarak çalışmakta olduğunu asla söyleyemez. Bu kısa cümlenin gelişigüzel incelenmesinden, kişi, beslenme için gerekli gıda maddelerinin tedariki meselesinin pek basit bir iş olmadığını anlayabilir. Yerküremiz üstünde milyonlarca hayvan ve bitki türü vardır. Her tür milyonlarca ferdi ihtiva eder ve bunların çeşitli gıda maddelerine ihtiyacı vardır. Halik ve Rezzak, hiçbir türün mensubunun gıdasız kalmayacağı beslenme imkânlarını bol ve kolayca ulaşılabilir şekilde ayarlamıştır. Böylece can taşıyan hiç bir varlık gıdasız kalmaz. Sonra bu sistem içinde birleşip birlikte çalışan, yer ve gökteki koordineli faaliyetler, çeşitli ve sayısızdır. Isı, ışık, hava, su ve yeryüzündeki maddeler arasında gerekli koordinasyon ve uyum olmadıkça, gıda maddelerinin bir teki dahi üretilemez. Hakîm bir yaratıcının hakîmâne bir plan ve programı olmaksızın, fevkalade mükemmel olan bu sistemin sadece bir tesadüf eseri olarak meydana geldiğini bir kimse düşünebilir ve kabul edebilir mi? Yine bir insan, bu sistemin işleyişinde cin, melek veya bir velinin elinin bulunduğunu tahayyül edebilir mi?” (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an) Rabbimiz, mukayese isteğini başka ayetlerde de dile getirmiştir: Nahl 17: Öyleyse yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Hâlâ düşünmeyecek misiniz? Zümer 9: Ya da o, gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima ahireti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse mi? De ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar. Zümer 22: Peki, Allah kimin göğsünü İslâm’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte onlardır, açık seçik sapıklık içindekiler. Ra’d 33: Peki, kazandığı şeyler ile birlikte her bir nefsin [kişinin] üzerinde ayakta duran O kişi kimdir? Onlar ise Allah’a ortaklar kıldılar. De ki: “Onları isimlendirin! Yoksa siz O’na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Yoksa sözden açık olanı mı? Aslında şu, küfre sapmış olan kişilere plânları güzel gösterildi de Yol’dan saptırıldılar. Allah kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur. 62. ayette Rabbimiz, kendi zatı hakkında haber vermekte ve kendisine dua etmesi hâlinde bunalmış olanın duasını kabul edeceğini taahhüt etmektedir. Çünkü bunalmış, zorda kalmış bir kimsenin Allah’a sığınması “ihlâs”ın bir neticesidir ve kal*binin O’ndan başka her şeyle ilişkisini kopardığının bir belirtisidir. Rabbimiz rahmeti gereği sıkıntıda olanı sıkıntıdan kurtarmaktadır. Ama insan, genel karakteri ve fıtrî özelliği itibariyle nankör olduğu için rahata erdiğinde Rabbini hemen unutuvermektedir: Hud 9, 10: Ve eğer insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. Tövbe 75, 76: Ve onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye Allah’a söz verenler vardır. Sonra, ne zaman ki Allah onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. Yunus 22, 23: O, size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür, (yolcular) neşelendiklerinde şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındırarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden oluruz.” Sonra O, onları kurtarınca, bir de bakarsın ki, yeryüzünde haksız yere azgınlık ederler. Ey insanlar! Gerçekten, şimdiki hayatın geçici yararları için azgınlığınız, bizzat kendi zararınızadır! Sonra dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size bildireceğiz. Nahl 53, 54: Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız. Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir grup, Rabblerine şirk koşarlar. Lokman 31, 32: Ayetlerini size göstermek için, geminin denizde, Allah’ın nimetiyle kayıp gittiğini görmedin mi? İşte gerçekten bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için ayetler vardır. Ve gölgeler gibi bir dalga onları kapladığında, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı muktesıttır. Ve ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. |
28. September 2008, 01:45 AM | #7 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Rum 33: Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabblerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir grup, Rabblerine şirk koşarlar.
Ankebut 65: İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. İsra 67: Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, yalvardıklarınız kaybolup giderler. O, kaybolmaz. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! Zümer 6–8: O sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini yaptı. Ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratır. İşte bu, Rabbiniz Allah’tır. Mülk [hükümranlık, hâkimiyet] yalnız O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? Eğer inkâr ederseniz, gerçekten Allah, size muhtaç değildir. Bununla birlikte, kulları için, inkârdan hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz, sizden bunu hoşnutlukla karşılar. Hiçbir taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez. Sonunda, dönüşünüz Rabbinizedir. O yaptıklarınızı size bildirecektir de. Kuşkusuz O, göğüslerde olanı bilir. Ve insanın başına bir belâ gelince, Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, katından bir iyilik verince, önceden niçin O’na yalvarmış olduğunu unutuverir. Allah’ın yolundan saptırmak için, O’na bir takım ortaklar koşar. De ki: “İnkârından bir süre yararlan! Evet, sen Ateş halkındansın.” 65. Ayet: De ki: “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Ve onlar, ne zaman diriltileceklerinin bilincine varmazlar. Bu ayette bildirilen “göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimsenin bilmediği” gerçeği, aynı zamanda, ilâhlıkta ortak kabul edilen kişi ve nesnelerin bizzat kendi geleceklerinden haberlerinin olmadığı anlamına gelmektedir. Nitekim bu anlam, ayetin son cümlesinde, onların ne zaman diriltileceklerinin bilincine varamayacaklarının ifade edilmesi suretiyle somut bir örnekle pekiştirilmiş olmaktadır. Aşağıdaki alıntı, gaybın sınırlarının ne olduğunu göstermesi bakımından açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır: Anlatıldığına göre, zamanın Emiri Haccac, tutuklatıp huzuruna getirttiği müneccime [astrolog, falcı], avucunda tuttuğu ve sayısını bildiği çakıl taşlarının kaç tene olduğunu sormuş. Müneccimin bilmesi üzerine onu tekrar denemek istemiş ve sayısını kendisinin de bilmediği kadar çakıl taşını avuçlayarak müneccimden avucundaki taşların sayısını tekrar söylemesini istemiş. Bu kez Münec*cim tahmininde yanılmış ve Emire: “Ey Emir, zannederim sen de bunların kaç tane ol*duklarını bilmiyorsun” demiş. Haccac’ın “Evet bilmiyorum” cevabı üzerine, müneccim şunları söylemiş: “Birinci seferde avucunda kaç taş olduğunu saymıştın. Dolayısıyla bu bilgi gaybın sınırları dışına çıkmış oldu. İkinci seferde ise saymadın ve bu bilgi gayb bilgisi hâline geldi. Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) Kur’an’da pek çok ayette vurgulanmış olan bu gerçek hakkında daha fazla ayrıntı isteyenlere A’râf suresinin sonunda bulunan “Gayb Meselesi” başlıklı yazımızın okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l Kur’an; c. 3, s:125-136) 66–68. Ayetler: Aslında onların ahiret hakkında bilgileri art arda gelmektedir. Fakat onlar bundan bir şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar bundan kördürler. Şu inkâr edenler de “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız? Ant olsun, bu [azap ve dirilme tehdidi], bize ve daha önce atalarımıza vaat olunmuştu. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” dediler. 66. ayette, müşriklere ve inançsızlara ahiret hakkında sürekli bilgiler verilip inanmaları için deliller, örnekler getirildiği, fakat onların bu delilleri incelemedikleri, verilen haberlere şüpheyle yaklaştıkları, ahiretin geleceğine inanmadıkları bildirilmiş, bütün bunlardan dolayı da gerçeklerden gafil kaldıkları, körce hareket ettikleri ifade edilmiştir. 67, 68. ayetlerde ise söz konusu körlüklerinden dolayı inkârcıların ahireti nasıl inkâr ettikleri kendi sözleriyle aktarılmıştır. İnkârcıların buradaki inkârları başka ayetlerde de dile getirilmiştir: Müminun 82, 83: Onlar; “Biz, ölüp de bir toprak ve kemikler olunca mı, mutlaka diriltileceğiz? Ant olsun ki, gerek biz ve atalarımız bundan önce bununla vaat olunmuştuk [korkutulmuştuk]. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir” dediler. 69. Ayet: De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, günahkârların [suçluların] sonlarının nasıl olduğuna bir bakın!” Bu ayet de körce davranan kimselere bir uyarı ve yol gösterme mahiyetindedir. Onlara “Atalarınızın körü körüne inkârlarına bağlanıp kalacağınıza, ahireti inkâr edenlerin akıbetlerini, ölümden sonraki hayat gerçeğini ve dolayısıyla bilerek yapıp-ettiklerinin sonunda hesaba çekileceklerini inkâr edenlerin sonunu görün!” denilmiştir. |
28. September 2008, 01:45 AM | #8 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
70. Ayet:
Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma! Bu ayette, Şuara/3’te “Onlar iman edenler olmuyorlar diye sen kendini helâk edeceksin!” denilmek suretiyle teselli edilen peygamberimize, aleyhinde kurulan tuzaklar sebebiyle sıkılmaması buyrulmaktadır. Bu ifadeden, 49. ayette Salih peygamber için kurulduğu bildirilen tuzağın benzerlerinin peygamberimiz için de kurulmakta olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimize üzülmemesini telkin eden başka ayetler de vardır: Hicr 88, 89: Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de. Sen kanatlarını müminler için indir. Ve “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. 71. Ayet: Ve onlar; “Eğer doğru kimseler iseniz, bu vaat olunan (azap) ne zaman?” diyorlar. İnkârcıların bu ayetteki sözleri zımnen şu anlama gelmektedir: “Kendisiyle korkuttuğun felâket başımıza ne zaman gelecek? Seni sadece reddetmekle kalmayıp vazifene engel olmak üzere elimizden gelen her şeyi yaptığımız hâlde neden hala cezalandırılmıyoruz?” İnkârcıların bu alaylı ifadeleri Kur’an’da harfi harfine birçok kez (Ya Sin/48, Yunus/48, Enbiya/38, Sebe’/29, Mülk/25) yer almıştır. 72. Ayet: De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile.” Bu ayet, Allah’ın vaat ettiği azabın ne zaman geleceğini soran inkârcılara, Rabbimizin elçisi aracılığı ile verdiği cevaptır. Zira vaat edilenlerin bir kısmı, ölmeden, hayatta iken “vicdan azabı, bela, musibet, bir takım acabalar, keşkeler” olarak insanın beynini kemirirken bir kısmı da ölüm anında yaşanmaktadır: Kıyamet 7–30: İşte, göz şimşek gibi çaktığı, Ay tutulduğu ve Güneş ve Ay bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan “Kaçış nereye / Kaçacak yer neresi?” der. Hayır… Hayır… Sığınak diye bir şey yoktur. O gün varıp durmak sadece Rabbinedir. / O gün varılıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. Tüm mazeretlerini koysa bile de/ Tüm perdelerini koysa bile de. Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! Kuşkusuz onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. O hâlde Biz onu [yaptıklarını-yapmadıklarını] topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! Sonra, onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] beyanı [kanıtlarıyla ortaya konması] da sadece Bizim üzerimizedir. Hayır… Hayır… İşin aslında siz aceleciyi [dünyayı] seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz. Yüzler var ki o gün apaydınlıktır. Rabblerine nazar edicidirler. Ve yüzler de var ki o gün asıktırlar. Zannederler ki kendilerine belkıran yapılır. Hayır… Hayır… Köprücük kemiklerine dayandığı zaman ve “Kim tedavi edicidir [çare bulan kimdir]?” denildiği (zaman), ve can çekişen bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı (zaman), ve bacak bacağa dolaştığı (zaman), işte o gün sevk [sürülüp götürülmek], sadece Rabbinedir. Hicr 2: Zaman zaman şu inkâr etmiş olan kişiler, ‘keşke Müslüman olsaydık’ temennisinde bulunacaklar. 73–75. Ayetler: Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar. Ve şüphesiz ki, senin Rabbin, onların göğüslerinin gizli tutmakta olduklarını ve açığa vurduklarını kesin olarak bilmektedir. Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın. Bu ayet grubunda Rabbimiz, inansın inanmasın, tüm insanlara lütufkâr davrandığına dikkat çekmekte ve çoğu insanın bu lütfa gereği gibi karşılık vermediğini bildirmektedir. Rabbimiz, insanın bu konudaki duyarsızlığının Rabbini gereği gibi tanımamasından kaynaklandığını ima edercesine kendini alîm sıfatıyla tanıtmakta ve nankörleri [kafirleri] uyarmaktadır. Bu uyarıya göre, onların her yaptıkları bilinmekte ve kaydı tutulmaktadır. Zamanı gelince mahşerde bu kayıtlar ortaya konulacak ve hesabı sorulacaktır. 75. ayette konu edilen kitap, “levh-ı mahfuz” denilen Allah’ın bilgisidir: Hacc 70: Gökte ve yerde olan şeyleri Allah’ın kesinlikle bildiğini bilmez misin? Şüphesiz bu bir kitaptadır. Şüphesiz bu Allah’a çok kolaydır. Ta Ha 7: Sen sesini yükseltirsen; O (Rahman) şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. Hud 5: Haberiniz olsun! Şüphesiz onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini dürüp bükerler. Haberiniz olsun! Onlar örtülerine bürünürlerken, gizledikleri şeyleri, açığa vurdukları şeyleri Allah biliyor. Şüphesiz O [Allah], göğüslerdekileri en iyi bilendir. 76, 77. Ayetler: Hiç şüphesiz ki, bu Kur’an İsrailoğullarına, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır. Ve hiç şüphesiz gerçekten o [Kur’an], kesinlikle müminler için bir kılavuz ve bir rahmettir. Bu ayetlerde surenin başındaki ana konuya dönülerek Kur’an’ın iki özelliği tekrar hatırlatılmıştır: Kur’an’ın 76. ayette belirtilen birinci özelliği, İsrailoğullarının hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin aktarılması ve anlatılmasıdır ki, bunları iki temel başlık altında değerlendirmek mümkündür. Ayrılığa düşülen konulardan biri “Kitap” hakkında, diğeri de Meryem suresinin 34. ayetinde “İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları Meryem oğlu İsa’dır” ifadesiyle doğrusu bildirilmiş olan, İsa peygamber ve annesi hakkındadır: “KİTAP” HAKKINDAKİ AYRILIK Maide 15: Ey kitap ehli! Kesinlikle Kitap’tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah’tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. Maide 19: Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada; “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyiniz diye, size tebyin yapan [açıkça ortaya koyan] elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. Maide 48: Sana da kendisinden öncekilerini doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitap’ı [Kur’an’ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belâlandırmak [denemek] için (böyle yapmadı). Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. Bu konu ile ilgili olarak Bakara/79, 85, 213, Âl-i Imran/79, Fatır/31 ayetlerine de bakılabilir. İSA PEYGAMBER VE ANNESİ MERYEM HAKKINDAKİ AYRILIK Onlardan bir grup, "İsa, sadece normal bir insandır" derler. Bir başka grup da şöyle demiştir: "Baba, oğul ve Kutsal Ruh ayrı ayrı üç şekilden ibarettir. Bunlarla Yüce Allah kendisini insanlara tanıtmıştır." Bunların inançlarına göre; Allah ekanim-i selaseden [üç temel unsurdan] oluşmaktadır. Bunlar; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tur. Oğul ise İsa`dır. Baba olan Yüce Tanrı, Kutsal Ruh kılığında yere inmiş, Meryem`de bir insan şeklinde bürünmüş ve Meryem`den Yesri [İsa] şeklinde doğmuştur. Bir başka grup ise şöyle demektedir: "Oğul, Baba gibi ezeli değildir. Yalnız O, varlık âleminden önce yaratılmıştır. Bu nedenle O, Baba`dan daha geridedir. Ve O`na boyun eğer.” Bir grup da Kutsal Ruh`un bir unsur olmasını reddetmiştir. M. 325 yılında İznik’te toplanan Konsül ile 381’de İstanbul’da toplanan Konsül, Oğul ve Kutsal Ruh’un lâhûtî bütünlük içinde Baba’ya eşit olduğunu, Oğul’un ezelden beri Baba’dan kaynaklanarak oluştuğunu kararlaştırmıştır. Tulaytula’da 589’da yapılan Konsülde ise Kutsal Ruh’un Oğul’dan da kaynaklanarak oluştuğuna karar verilmiştir. Doğu ile Batı Kilisesi bu konularda ayrılığa düşmüş ve bu ayrılıklar hala devam etmektedir. ... (Seyyid Kutub; Fi Zılali’l Kur’an) Kur`an-ı Kerim, bu grupların hepsini, sorunlarını çözecek apaçık bir söze çağırmıştır. Zühruf 59: O [İsa], ancak kendisine nimet verdiğimiz ve kendisini İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. Hıristiyanlar, İsa`nın (as) asılması konusunda da buna benzer bir ayrılığa düşmüşlerdir. Onlardan bazıları şöyle demiştir. "İsa Allah`ın sözüdür. Onu Meryem`e vermiştir."Diğer bir grup ise şöyle demiştir: "Havarisi olan Simon ona benzetilmiş ve O`nun yerine cezalandırılmıştır." Kur`an-ı Kerim ise bu konuda kesin haberi bildirmiştir: Nisa 157: Ve: `Biz, Allah`ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa`yı gerçekten öldürdük` demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (bir) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Âl-i Imran 55: Hani Allah: “Ey İsa, şüphesiz ki Ben seni öldürücüyüm, seni kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyanları, kıyamete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim” demişti. |
28. September 2008, 01:46 AM | #9 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Kur’an, Meryem oğlu İsa’ya ilişkin efsanevî kabulleri düzelttiği gibi, Yahudi kültürünün ve mitolojisinin Allah tarafından gönderilmiş olan Tevrat’a ilâve ettiği pislikleri de temizlemiştir.
Maide 45: Ve Biz onda [Tevrat’ta] onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için keffaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Yukarıdakilere benzer şekilde, Yüce Allah insanların vahiy, nübüvvet ve din alanlarında uydurduğu pek çok konuyu Kur’an’da düzeltmiş, buna bağlı olarak bir kısım peygamberlerini de üzerlerine çalınmaya çalışılan karalardan arındırmıştır. Pek tabiîdir ki, burada konu edilen ayrılıklar ve sapmalar, Kur’an’ın indiği dönemdeki ayrılıklar ve sapmalardır. Bugünkü ehlikitabın o dönemden farklı olarak birçok yeni mezhep ve meşrebe daha bölündüğü bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bugün Kur’an’a hizmet etmek isteyenlerin, onlara Kur’an’ı [İslâm’ı] tanıtmak için, bu mezhepler ve meşrepler bazında çalışma yapmaları gerekmektedir. Kur’an’ın indiği dönemden itibaren insanlar, önceki toplumlara verilmiş kitaplara hâkim olan ve bu kitaplar üzerinde ayrılığa düşülmüş konularda, bu ayrılıkları sona erdirici hükümler getiren Kur’an’a karşı hep mücadele içinde olmuşlar ve onu tartışmışlardır. Hâlbuki Kur’an, tartışılan bütün bu konularda kesin hükmü belirleyen kitabın kendisidir. Kur’an’ın konumuz olan 77. ayette belirtilen ikinci özelliği ise müminler için bir kılavuz ve rahmet oluşudur. Gerçekten de Arabistan çölünün bir köşesinde yaşayan başıbozuk, yağmacı insanlar, Kur’an’a inanıp ona sarılmaları sayesinde, toplum hayatında kısa sayılabilecek bir süre içinde, bütün dünyaya yol gösterici rehberler, insanlık medeniyetinin mimarları, dünyanın büyük bir kısmının hâkimleri ve özetle tüm dünyanın gıpta ettiği insanlar olup çıkmışlardır. 78–81. Ayetler: Şüphesiz ki senin Rabbin onların arasında kendi hükmünü gerçekleştirir. Ve O [Allah], Aziz’dir [üstün olandır], Alîm’dir [en iyi bilendir]. Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; şüphesiz ki sen apaçık olan hakk üzerindesin. Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin. Bu ayet grubunda peygamberimize dönülerek ona görevleri hatırlatılmakta ve haklarında Allah’ın hükmü gerçekleşecek olan inkârcılardan kendisinin sorumlu olmadığı bildirilmektedir. Hatırlanacağı üzere, Neml suresi “Ta, Sin. Bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren ve ahirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için hidayet rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur’an’ın ve apaçık / açıklayıcı bir kitabın ayetleridir” ifadeleriyle başlamıştı. Şimdi aynı konuya dönülerek “Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; Şüphesiz ki sen apaçık olan hak üzerindesin. Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin”denilmek suretiyle konu pekiştirilmektedir. Yani peygamberimize zımnen şöyle denilmektedir: “Onları zorla doğru yola getirmek ve bu yolda yürümelerini sağlamak senin işin değildir. Sen onlara sadece tebliğ edebilir ve bu yolun doğru, kendilerinin takip etmekte oldukları yolun ise yanlış olduğunu örneklerle anlatabilirsin. Ama gözlerini kapamış ve kesinlikle hiçbir şey görme arzusunda olmayan birine sen nasıl doğru yolu gösterebilirsin?” 80. ayette geçen “ölüler” ifadesiyle gerçek ölüler değil, vicdanları dumura uğramış ve inatçılıkları, dik kafalılıkları, geleneklerine körü körüne bağlılıkları kendilerini Hakk ile bâtılı birbirinden ayırma duygusundan mahrum bırakmış kimseler kast dilmiştir. “Sağırlar” ifadesiyle kast edilenler de söylenenlere kulaklarını tıkayanlar değil, aynı zamanda, davetini duyarız korkusuyla arkalarını dönüp bulundukları yerden uzaklaşanlardır. Sözü edilen “körler” ve “sağırlar” sadece peygamberimiz döneminde değil, ayetlerde belirtilen genel karakterleriyle her devirde mevcut olan vahye karşı duyarsız kimselerdir. 82. Ayet: Ve Söz üzerlerine vaki olduğu / gerçekleştiği zaman, onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan [anlatan], arzdan bir dabbeh çıkardık. Bu ayette geçen “ دابة من لأرضdâbbetün min el arz” ifadesi çarpıtılmış ve ortaya birçok hurafe inanç çıkarılmış olduğu için, konunun daha iyi anlaşılmasına yardım edeceği düşüncesiyle, bu konudaki özel çalışmamızı aynen naklediyoruz: DÂBBETÜN MİNE’L-ARZ Kur’an’da yer alan bu ifade, izlenme oranlarını arttırma peşinde olan görsel medya tarafından ele alınarak zaman zaman gündeme getirilmektedir. Bu konu hakkında bilir bilmez birçok kişi ahkâm yürütmüş, ancak görülmüştür ki, taşıdıkları unvan itibariyle bilgi sahibi olması gereken bu kişiler ilgili ayet üzerinde herhangi bir çalışma ve araştırma yapmadan konuya yaklaşmışlar, sadece gelenekçiliğin ve kulaktan dolma, mesnetsiz bilgilerin üzerlerinde bıraktığı sağlamasız bilgi ve anlayışlarını ortaya koymuşlardır. Başka bir ifade ile; bu işe karışan kişilerin, bu konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi oldukları ve ayetlerdeki gerçekleri fark edemedikleri kendi sözleriyle açığa çıkmıştır. Bu durumda, konunun doğru bir şekilde ortaya konması ve hurafelerden temizlenmesi hususunda, bilgi sahibi her Müslüman gibi bu fakire de işe karışmak görevi düşmüştür. Konunun açıklığa kavuşturulması için harcayacağımız çabada Yüce Allah’tan, yardım ve tevfikini esirgememek suretiyle bizi desteklemesini diliyor ve Rabbimizin bize nasip ettiği bilgileri herkesle paylaşıyoruz. “ دابّةDABBEH” NEDİR? 1- Sözcük Anlamı: “ دابّةDabbeh” sözcüğü, “ دبّdebb” mastarından türemiş ism-i fail kalıbında bir sözcüktür. Kök sözcük olan “debb”; “hafif yürüme, debelenme” anlamındadır. (Lisanü’l-Arab, c.3, s. 281-284,”dbb” mad., el İsfehani; el Müfredat, “dbb” mad.) Bu sözcük genellikle vücuttaki bir çürüğün büyümesi, alkol veya uyuşturucunun bedene yayılması, manyetik yayılma, ışınım [radyasyon; bir kaynaktan çevreye parçacık akışı ya da dalga biçiminde enerji salınımı] gibi gözle takibi zor veya imkânsız olan hareketler ile haşerelerin, böceklerin hareketleri için kullanılır. “Debb” kökünden türemiş olan “dabbeh” sözcüğü de “hafif hafif yürüyen, kıpırdayan [debelenen], gözle takip edilemeyecek kadar yavaş hareket eden veya hareketi gözle izlenemeyen şey” anlamına gelmektedir. 2- Kur’an’da “Dabbeh”: Bu sözcük Kur’an’da tekil ve çoğul olarak birçok kez yer almıştır: En’âm 38: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh / canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır. Hud 6: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh / canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) Onun yerleşik yerini de, geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. Hud 56: Ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh / canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. Nahl 49: Göklerde ve yerde olan dabbehden / canlılardan ne varsa ve melekler Allah’a secde ederler [boyun eğerler] ve onlar büyüklük taslamazlar. Nahl 61: Eğer Allah zulümleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun üstünde dabbehden / canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince de ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. Nur 45: Allah her dabbehi / canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimileri iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayak) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. Ankebut 60: Kendi rızkını taşıyamayan nice dabbeh / canlı da vardır ki onları da, sizi de Allah rızklandırır. Ve O, işitendir, bilendir. Lokman 10: (O) Gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dabbehden / canlıdan türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim olan çiftten bir bitki bitirdik. Fatır 45: Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiçbir dabbehi / canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir. Şûra 29: Göklerin ve yerin yaratılması ve onlarda [yerde ve gökte] her dabbehden/canlıdan türetip yayması da O’nun ayetlerindendir. Ve O, dilediği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir. Casiye 4: Ve sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı dabbehlerde / canlılarda da kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. Enfal 22: Çünkü yeryüzünde devabbın / canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağır-dilsizlerdir. Görüldüğü gibi, bu ayetlerin hepsinde de “dabbeh” sözcüğü irili ufaklı tüm canlı yaratıklar için kullanılmıştır. Sebe’ 14: Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara değneğini yiyen dabbetü’l-arzdan [arz canlısından] başka hiçbir şey delâlet etmedi [Onun öldüğünü onlara sadece değneğini yiyen dabbetül arz / yer canlısı / kurt bildirdi gösterdi, yani anlamalarına sebep oldu]. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü ortaya çıktı ki: Cinnler gaybı [Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü] bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap [hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk] içinde kalmazlardı. Bu ayette ise “dabbeh” sözcüğü, diğerlerinden farklı olarak “ دابّة لآرض dabbetü’l-arz” tamlaması hâlinde geçmektedir. Bu, farklı bir kullanım olup “yer canlısı” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu ayetin de “dabbeh” sözcüğünün farklı bir tamlama içinde kullanıldığı Neml/82. ayeti gibi, bağımsız olarak ele alınması ve incelenip açıklanması gerekir. 3- Hadislerde “Dabbeh”: Başta Buharî olmak üzere, “sahih [sağlam]” kabul edilen hadis kitabı musanniflerinin birçoğu “dabbeh” rivayetlerine itibar etmemiştir. Bunlar içinden Tirmizi ise, kitabının “Tefsir” bölümünde “dabbeh” hakkında Ebu Hüreyre’den şu rivayeti nakletmiştir: Ebu Hüreyre’den nakledildi ki: O şöyle dedi: “Dabbeh, beraberinde Musa’nın asası ve Süleyman’ın mührü olduğu halde çıkar. Asa ile mü’minlerin yüzünü cilalar, mührü ile de kâfirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine “Ey mü’min!” der, diğeri de “Ey kâfir!” der.” İmam Tirmizi bu rivayeti Neml suresinin 82. ayetinin tefsiri ile ilgili olarak açıklamaya çalışsa da, ayet incelendiğinde bu rivayetin ayetle uzaktan yakından bir münasebetinin olmadığı görülmektedir. Diğer taraftan bu rivayet, İmam Ahmed, Tayalisî, Nâım İbn Hammad, Abd İbn Hâmid, Hasen, İbn Mâce, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatım, İbn Mevdüye ve Beyhakî tarafından hep kıyamet alâmetleri bahsinde konu edilmiştir. İbni Cerir’in Huzeyfe İbn Esid’den yaptığı rivayette ise söz konusu “dabbeh”in üç kere çıkacağı, çıkacağı yerler, ne zamanlar çıkacağı gibi kesin delilsiz, mesnetsiz açıklamalar da bulunmaktadır. Bu konudaki bir diğer rivayet de şudur: “İbn-ü Amr İbn-ül-As anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Çıkış itibariyle, kıyamet alâmetlerinden ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbehin çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir.” (Müslim, Fitneler, 118; Ebu Davud, Melahim, 12) Görüldüğü gibi, bu rivayet de kıyamet alâmetlerini konu almaktadır ve Neml/82. ayeti ile hiçbir alâkası yoktur. Birçok hadisçinin itibar etmediği bu rivayetler, cahil zümrelerce allanıp pullanıp çeşitli şekillere sokulmuştur. Allama pullama işlemlerinin ilki, rivayetlerin asıllarında olmamasına rağmen “dabbeh” sözcüğünün hep “el-arz” eklenerek “dabbet-ül-arz” şeklinde tercüme edilmiş olmasıdır. Daha sonraki allayıp pullamaların tümü de bu uydurulmuş “dabbet-ül-arz” ifadesi üzerinden yapılmıştır. Dolayısıyla bu açıklamaların tamamı mesnetsizdir ve yapanların kişisel anlayışını yansıtmaktadır; dinî değeri yoktur, olamaz. “DABBEH” KIYAMET ALÂMETLERİNDEN MİDİR? Bu sözcük tamamen kıyamet alâmetlerinden biri olarak bahse konu edilmiş ve hakkında uydurulan asılsız açıklamalar hep bu yönde olmuştur. Bu sebeple sözcük bu anlam ekseninde kabul edilmiştir. Aslında Neml/82 ayetinin yanlış anlaşılmasında “dabbeh” sözcüğünün yanlış anlamda kabulü kadar, yabancı kültürlerin de payı vardır. Meselâ Yuhanna İncili’nin Vahiy bölümünün 18. kısmı ve devamı böyle bir yaratıktan [yerden çıkan canavardan] bahsetmektedir. Diğer taraftan Yahudilikte de buna benzer bir inanç mevcuttur. Nitekim yukarıda örneklerini verdiğimiz türdeki rivayetleri Müslümanlar arasına sokanlar, Ebu Hüreyre ve Vehb b. Münebbih gibi İsrailiyat etkisinde kalan kimselerdir. Sebebi ne olursa olsun, sonuç olarak “dabbeh” sözcüğü gerçek anlamı dışında zorlama ve uydurma anlamlar kazanmış, hatta kişileştirilmiştir. Ancak asıl konumuz Neml/82 ayetidir. Neml 82: Ve Söz üzerlerine vaki olduğu / gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan arzdan bir dabbeh çıkardık. Dikkat edilirse, bu ayet bağımsız bir cümle olmayıp bir paragrafın cümlelerinden birisidir. Yani ayetteki konunun bu ayetten evvel ve sonra başka cümleleri de vardır. Bu ayet, konuyla ilgili diğer ayetler dikkate alınmadan tek başına değerlendirmeye alınırsa, ne zamirler mercilerine gönderilebilir, ne de ayetin ilk sözcüğü olan “ وvav-ı atıfe [vebağlacı]” ilgili yere bağlanabilir. Bize göre, şimdiye kadar yapılmış olan hatalar hep bu yüzden meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ayetin ve içinde geçen “ دابّة من لأرضdabbetün-mine’l-arz” ifadesinin iyi anlaşılabilmesi için, ayetin içinde bulunduğu paragrafın tümünün [Neml/67–85. ayetler] ele alınması gerekir: Neml 67–85: Şu inkâr edenler de, “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız. Ant olsun, bu [azap ve dirilme tehdidi], bize ve daha önce atalarımıza vaat olunmuştu. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” dediler. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, günahkârların [suçluların] sonlarının nasıl olduğuna bir bakın.” Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma! Ve onlar; “Eğer doğru kimseler iseniz, bu vaat olunan (azap) ne zaman?” diyorlar. De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile.” Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar. Ve şüphesiz ki, senin Rabbin, onların sinelerinin gizli tutmakta olduklarını ve açığa vurduklarını kesin olarak bilmektedir. Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın. Hiç şüphesiz ki, bu Kur’an İsrailoğullarına, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır. Ve hiç şüphesiz gerçekten o [Kur’an], kesinlikle müminler için bir kılavuz ve bir rahmettir. Şüphesiz ki senin Rabbin onların arasında kendi hükmünü gerçekleştirir. Ve O [Allah], Aziz’dir [üstün olandır], Alîm’dir [en iyi bilendir]. Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; Şüphesiz ki sen apaçık olan hakk üzerindesin. Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin. Ve Söz üzerlerine vaki olduğu / gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan arzdan bir dâbbeh çıkardık. Ve her ümmetten [önderli topluluktan] ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar. Ve geldikleri zaman, O [Allah] der ki: “Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından onu kavramadığınız hâlde yalanladınız mı? Ya da ne yapıyordunuz?” Ve zulmetmelerine karşılık, Söz kendi aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar. |
28. September 2008, 01:46 AM | #10 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Görüldüğü gibi, bu paragrafta Yüce Allah bizleri uyarmak için mahşer ile ilgili ayrıntılar bildirmekte ve konumuz olan ayet de bu uyarı pasajının bir cümlesini teşkil etmektedir. Ancak ayetin ve konunun anlaşılabilmesi için önceden öğrenilmesi lâzım gelen bir ifade vardır ki, o da “Söz”ifadesidir. Bu ifade Kur’an’ın başka ayetlerinde de geçmektedir:
Ya Sin 7: Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hakk olmuştur. Artık onlar inanmazlar. Ya Sin 70: Diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hakk olması için. Neml suresinin 82. ve 85. ayetlerinde “gerçekleşmiş olan Söz” olarak vurgulanan “Söz”ün ne olduğunu ise yine Kur’an açıklamıştır: Secde 13: Ve eğer Biz dileseydik her nefse [kişiye] hidayetini verirdik. Velâkin Benden “Bütün insanlar ve cinlerden (herkesten) cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hakk olmuştur. Hud 118–119: Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet [önderli topluluk] kılardı. Oysa onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç. Onları işte bunun için yarattı. Ve Rabbinin Söz’ü; “Ant olsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan, onların tümünden dolduracağım”tamamlanmıştır. Ayetlerden açıkça görülüyor ki, Yüce Allah bir karar vermiş, bir takdirde bulunmuştur. Buna göre Rabbimiz kâfirleri cezalandıracak, cehennemi ins ve cinnden [herkesten] dolduracaktır. Bunun için de insanları mahşerde toplayıp onlardan hesap soracaktır.İşte ayette konu edilen “Söz” budur, yoksa birçok mealdeki gibi kıyamet değildir. “NEML/82” AYETİNİN TAHLİLİ Ayet “ وve” bağlacıyla başlamaktadır. Bu, yukarıda vurguladığımız gibi, ayetin bir başlangıç kelâmı olmayıp işlenmekte olan bir konunun devamı olduğunu gösterir. Mevcut tefsir ve meallerde bu hususun maalesef dikkate alınmadığı görülmektedir. Ayetteki “vaka’a” sözcüğü “geçmiş zaman [mazi]” kipinde bir fiildir. Demek ki, kıyamet kopmuş, yeryüzü yok olmuştur. Zaman “haşr” zamanı, gün hesap verme günüdür. Suçlular, cehennemi doldurmak üzere hesaba çekilmektedir. Ayetteki ifadelerin kıyametle veya kıyametin yaklaştığı bir zaman dilimiyle hiç mi hiç alâkası yoktur. Mevcut meal ve tefsirlerin “vaka’a” fiiliyle kurulan bu cümleyi “gelecek zaman [istikbal]” anlamıyla çevirmiş olanları kesinlikle yanlıştır. Zaten “dabbeh”i kıyamet alâmetlerinden sayan kabul de bu yanlıştan kaynaklanmaktadır. Kur’an’da “dabbeh”in kıyamet alâmeti olduğuna dair hiçbir veri olmadığı gibi, “dabbeh”i kıyamet alâmeti olarak gösteren ilmî nitelikten yoksun eserler de bu asılsız iddialarına “sahih sünnet” denilen rivayetlerden tek bir destek bile bulamamışlardır. Bu nedenle bu tür iddiaların hepsi de mesnetsizdir. Kıyametin kopması sürecindeki olaylar, yani kıyamet alâmetleri, Kur’an’ın Kamer, Kıyamet, Tekvir, İnfitar, İnşikak, Ğaşiye ve Kaariah surelerinde bizzat Allah tarafından açıklanmıştır. Neml suresinin 67–85. ayetlerinden oluşan paragrafta ise “mahşerdeki hesap sorma ve hesap verme”den bahsedilmektedir. Bu ayetlerde uygulanan anlatım tekniği şudur: Mahşer anındaki olaylardan bir safha, insanlarca iyi anlaşılsın diye sanki bir tiyatro sahnesi gibi gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi, bir konuyu temsilî bir anlatımla iyice anlaşılır hale getirmek Kur’an’da sık başvurulan bir metottur. Yüce Allah, bizleri inzar etmek [uyarmak] için mahşer sahnelerini oyuncularıyla, dekorlarıyla, aksesuarlarıyla ve replikleriyle Kur’an’ın birçok yerinde tekrarlamıştır. İşte iki örnek: Fussılet 19–25: Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip toplandıkları gün artık onlar, ateşe dağıtılırlar. Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. Ve onlar kendi derilerine “Niye aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. Dediler ki: “Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülmektesiniz. Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğine inandınız. İşte bu sizin inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayanlardan oldunuz.” Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer özür bildirmeye çalışsalar onlar özrü kabul edilecekler değildirler. Biz onlara karinleri [bir takım yakınları / İblislerini] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinnlerden ve insanlardan [herkesten] kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan Söz onların üzerine hakk oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. Ya Sin 63–65: İşte bu, size vaat edilmiş olan cehennemdir. İnkâr etmiş olduğunuz şeylere karşılık olmak üzere bugün oraya girin. Bugün Biz onların ağızları üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. “من ا لارض MİNE’L-ARZ [YERYÜZÜNDEN]” İFADESİ Ayetteki bu ifadede geçen “ منmin” edatı [harf-i cerri] için gelenekçiler “çıkardık” fiilini müteallek olarak kabul etmişler ve ifadeyi “Yeryüzünden bir dabbeh çıkardık” şeklinde anlamışlardır. Bize göre, ayeti anlamaya engel olan yanlışlardan biri de budur. Çünkü mahşer gününde bildiğimiz bu yeryüzü olmayacaktır ki ondan “dabbeh” denilen şey çıkarılsın. Arapça dilbilgisi kuralları gereği, her “harf-i cerr”e mutlaka bir müteallek gerektiğine göre, bizim düşüncemiz, ifadedeki “min” “harf-i cerr”ine müteallek olarak “ كائنةkâineten” veya “ معمولة ma’muleten” mana fiillerinden birininin takdir edilmesi gerektiği yönündedir. Bu durumda ifadenin anlamı “yeryüzünden yapılmış bir dabbeh” şeklinde olur. Yani “dabbeh” denen varlık Arz [Yeryüzü] maddelerinden yapılmıştır; canlı değildir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi “melek” cinsinden de değildir. “İnsanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını” konuşur Dikkat edilecek olursa, “dabbeh” insanlar ile değil, insanlara konuşacaktır. Bunun anlamı, söz konusu konuşmanın insanlarla yapılacak karşılıklı bir konuşma olarak değil, “dabbeh” tarafından tek taraflı olarak yapılacak bir konuşma şeklinde gerçekleşeceğidir. Konuşmanın içeriği sadece insanlara Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarının duyurulmasından ibarettir. “Dabbeh” olarak isimlendirilen bu konuşmacının ne olduğuna gelince: Gerek sözcüğün hareketliliği içeren kök anlamı, gerekse söz konusu varlığın yeryüzü kökenli oluşu gibi nedenler zihne bazı ihtimalleri çağrıştırmaktadır. Cansız maddelerden yapılmış, hareket eden, konuşan bir şey? Sanki bir teyp, televizyon, video, bilgisayar, robot ya da günümüzden kıyamete kadar olan zamanda geliştirilecek başka bir cihaz? Tefsirciler arasında “dabbeh” üzerinde en fazla duran ve meseleyi önemseyen kişi İbn-i Kesir’dir. Ne var ki, o da “dabbeh” sözcüğünü kıyamet alâmetleri sadedinde açıklamış ve bu konudaki mesnetsiz söylentilere geniş yer vermiştir. Neticede o da söylenti niteliğindeki bu rivayetleri aşamamış, konunun sonunu da “Bütün bunlar tartışma götürür” diye bitirmiştir. İbn-i-Abbas ise ayette geçen “ تكلّمهمtükellimühüm [onlara konuşur; anlatır]” ifadesini iyi anlayamadığından olsa gerek, işin içinden çıkamamış ve ifadeyi “ تَكَلّمهم tekellimühüm [onları yaralar]” şeklinde okumuştur. İbn-i-Abbas’ın söz konusu ifadeyi bu şekilde okuması, muhtemeldir ki, yaşadığı çağda cansız maddelerden yapılmış bir aletin, bir makinenin konuşmasının, hareket etmesinin hayal bile edilememesinden kaynaklanmaktadır. Bugünkü bilgimizle yukarıda saydığımız duyuru cihazları da mutlaka ilerideki çağlarda “ilkel” olarak nitelenecek, “dabbeh” sözcüğü o çağda yine cansız maddelerden yapılmış ve insanlara duyuru yapan, o günün modern araçları olarak ifade edilecektir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “Dabbeh”, mahşerde ortaya çıkarılacak yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracı olup kendisine yüklenmiş olan “insanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıkları” duyurusunu anons edecektir. 83, 84. Ayetler: Ve her ümmetten [önderli topluluktan] ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar. Ve geldikleri zaman, O [Allah] der ki: “Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından onu kavramadığınız hâlde yalanladınız mı? Ya da ne yapıyordunuz?” Bu ayetlerde mahşere ait sahneler yer almakta ve duyarsızları uyarmak için kendilerine sayısızca bilgi ve kanıt gösterilmiş olan inkârcıların akılsızlık ederek, temelsizce, herhangi bir bilgi ve kanıta dayanmadan, ayetleri yalanlamalarının yüzlerine vurulacağı bildirilmektedir. Aynı zamanda ahireti de inkâr etmiş olan inkârcılar bu akılsızlıklarını ahiret gerçekleştiğinde artık kendileri de anlamış olacaklardır. 82. ayette bildirildiği gibi, bu inkârcıların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıkları“Dabbeh” aracılığıyla mahşer halkına ilân edilecek olması, onların bir de rezillik azabı tadacaklarını göstermektedir. Saffat 22, 23: O zulmetmiş olan kişileri, eşlerini ve Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri bir araya toplayın. Sonra da onlara cehennemin yolunu gösterin. 85. Ayet: Ve zulmetmelerine karşılık, Söz kendi aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar. Artık olan olmuş, Söz onların aleyhine gerçekleşmiştir. “Dabbetün mine’l-arz” ifadesiyle ilgili açıklamamızda ve Kaf suresinin 29. ayetinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, ayette geçen “Söz”, Rabbimizin insanlarla ilgili olan bir ilke kararıdır ve O’nun kesinlikle cehennemi dolduracağı anlamına gelmektedir. Mürselat 35–37: Bu, onların konuşmayacakları gündür [andır]. Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. O gün, yalanlayanların vay hâline! 86. Ayet: Onlar görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi kıldık, gündüzü de gördürücü. Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için kesinlikle ayetler vardır. Bu ayette Yüce Rabbimiz, insanların sadece her gün yaşamakta oldukları gece ve gündüzü incelemeleri hâlinde bile bu düzende birçok ayet bulacaklarını bildirerek uyarıda bulunmaktadır. Gerçekten de gece ve gündüzün bu düzeni yeryüzündeki o kadar çok şeyle ilişkilidir ki, bu düzen ile yeryüzündeki yaşamlar arasında var olan uyumu “tesadüf” olarak açıklamak mümkün değildir. Çünkü bu uyumu sağlayacak düzen mutlaka bir tasarımı gerektirmektedir. Bu tasarım ise öyle muhteşem bir tasarımdır ki, hesaplamalardaki herhangi bir değişme, meselâ gece ve gündüzün sürelerinin şimdikinden birkaç kat daha uzun olması veya yeryüzünün bir kısmında devamlı gündüz diğer kısmında gece olması, şu anda yeryüzündeki yaşamın tümüyle değişmesi anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile, Güneş ışınlarının çok uzun süreli veya sürekli olması sebebiyle her şeyin kavrulduğu bir gündüz veya Güneş ışınlarının hiç olmaması sebebiyle her şeyin donduğu bir gece, şu andaki yaşamın tamamen bitmesi demektir. İnkârcılar ise bir körün bile görmezden gelemeyeceği bu ayetleri görmezler ve bütün ihtiyaçlarını Güneş ile yeryüzü arasında ancak hâkim bir varlık tarafından plânlanabilecek bu sistem sayesinde karşıladıklarını hiç düşünmezler. Gece ile gündüzün mucizevî niteliğine Kur’an’da birçok kez değinilmiş ve konu hakkında başka detaylar da verilmiştir: Furkan 45–47: Rabbinin o gölgeyi nasıl uzatmış olduğuna bakmadın mı? Dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra Biz Güneş’i, ona delil kıldık. Sonra da onu kolay bir çekişle kendimize doğru çektik. Ve O, sizin için geceyi elbise, uykuyu da rahatlık kılandır. Ve O, gündüzü yayılış kılandır. 87, 88. Ayetler: Ve Sur’a üflendiği gün; artık Allah’ın diledikleri hariç olmak üzere göklerde ve yerde kimler varsa hepsi dehşete kapılırlar. Ve hepsi hor-hakirler olarak O’na gelirler. Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır. Bu iki ayette inkârcılar, yalanlayıcılar ahirete ait ürkütücü sahnelerle uyarılmaktadır. Daha sonra da Saat’e [kıyametin kopuş anına] ait sahneler getirilmekte ve evrenin mevcut düzeninin mutlaka bozulacağı, herkesin hor ve hakir olarak Allah’ın huzuruna varacağı; akıl verilmiş, birçok nimetlerle donatılmış, peygamberler gönderilmiş ve kitap verilmiş olanların davranışlarının görmezlikten gelinemeyeceği bildirilmektedir. Sur’un üflenmesi olayı ile ilgili olarak Kaf suresinin 20. ayetinin tahlilindeki açıklamalarımıza ve ayrıca şu ayetlere bakılabilir: Ta Ha/102, Kehf/99, Nebe’/18, Hakkah/13, Zümer/68, Ya Sin/51. Konumuz olan ayetteki üfleme, insanların dehşete kapılacakları birinci üflemedir. Bundan sonraki üflemede her şey yıkılacak ve bütün canlılar ölecektir. Son üfleme ise âlemlerin Rabbine kalkış üfürmesi olup bu üfleme ile diriliş gerçekleşecek ve bütün yaratıklar kabirlerinden çıkacaklardır. İsra 50–52: De ki: “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun. Sonra onlar “Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa yaratmış olan.” Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve “Ne zamandır bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olması umulur! Sizi çağıracağı [diriltileceğiniz] gün, O’nu överek çağrıya uyacaksınız ve zannedeceksiniz ki, pek az kaldınız.” Rum 25: Göğün ve yeryüzünün kendi emriyle durması da O’nun ayetlerindendir. Sonra sizi yeryüzünden bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki siz çıkarılıyorsunuz. Mearic 42–44: Sen onları hemen bırak da vaat edilen günlerine kavuşuncaya dek dalsınlar ve oynayadursunlar. O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir hâlde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür! Kıyamet anında dağların durumları ile ilgili olarak da birçok yerde bilgi verilmiştir: Tur 9, 10: O gün gök sarsıldıkça sarsılır, dağlar da yürüdükçe yürür. Ta Ha 105–107: Sana dağlardan soruyorlar, de ki: “Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin.” Kehf; 47: Ve Bizim dağları yürüttüğümüz gün; ve sen yeryüzünü çırılçıplak / dümdüz göreceksin. Ve Biz onları bir araya topladık. Böylece onlardan hiçbir kimseyi bırakmadık. 89, 90. Ayetler: Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı / getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. Ve kim kötülükle gelirse artık yüzleri ateşte sürtülür. -Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılıklandırılacaksınız?- Bu ayetlerde bir genelleme yapılarak inananların korkudan güvende olacakları, inanmayanların da yaptıkları kötülüğün karşılığını kötülük olarak bulacakları bildirilmektedir. Buradaki genelleme başka ayetlerde de yapılmıştır: Enbiya 103: O en büyük korku onları üzmez ve kendilerini melekler “İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür” diye karşılarlar. Fussilet 40: Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir. 89. ayette konu edilen “iyilik, güzellik getirenlerin getirdiklerinden daha hayırlısını bulacakları” hususu, En’am suresinin 160. ayetinde “her bir hasene için on misli” şeklinde, Sebe’ suresinde ise aşağıdaki şekilde ifade edilmiştir: Sebe’ 37: Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlâtlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve salihatı işlerse, işte onlar için yaptıklarına karşı kat kat karşılık vardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler. İnkârcıların hâline gelince; onlar da yaptıklarının karşılığını ceza olarak mutlaka göreceklerdir. Şuara 94, 95: Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblisin askerleri toptan onun [cehennemin] içine fırlatılmışlardır. 90. ayetin son cümlesi olan “Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılıklandırılacaksınız?” ifadesine gelince; burada iltifat sanatı yapılarak sanki cehennemliklere cehenneme girdikleri anda dönülüp “Ne var yani, yoksa siz, yaptıklarınızdan başkasıyla mukabele edileceğini mi sanıyordunuz?” denilmektedir. 91–93. Ayetler: “Ben ancak her şeyin sahibi olan ve burayı haram [dokunulmaz] kılan bu şehrin [Mekke’nin] Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Ve ben Müslüman olmamla ve Kur’an’ı okumamla emrolundum. Artık kim doğru yolu bulursa, yalnız kendisi için bulmuş olur; kim de saparsa hemen; ‘Ben sadece uyarıcılardanım’” de. Ve hamd, Allah’a mahsustur. O, ayetlerini size gösterecek de siz onları tanıyacaksınız. -Ve Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.- Peygamberimize bu ayetlerde verilen talimat ve bilgiler, başka ayetlerde değişik üslûplarla da tekrarlanmıştır: Âl-i Imran 58: İşte bu; Biz onu sana ayetlerden ve hikmet içeren Öğüt’ten okuyoruz. Kasas 3: Biz, iman edecek bir kavim için Musa ve Firavun’un önemli haberlerinden bir kısmını sana hak ile okuyoruz. Ra’d 40: Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. Hud 12: Şimdi sen, “Ona bir hazine indirilse, ya da beraberinde bir melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye Vekil’dir. Fussilet 53: Onun hakk olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış dünyada], hem enfüslerine [kendi içlerinde] ayetlerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanık olmuş olması yetmedi mi? Zariyat 20, 21: Ve inananlar için, yeryüzünde ve kendi içinizde nice ayetler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz? Dikkat edilecek olursa, 91, 92. ayetlerde geçen “Ben ancak her şeyin sahibi olan ve burayı haram [dokunulmaz] kılan bu şehrin [Mekke’nin] Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Ve ben Müslüman olmamla ve Kur’an’ı okumamla emrolundum” ibaresinde Rabbimiz kendisini “Bu şehrin [Mekke’nin] Rabbi” olarak nitelemiş ve Mekke şehrini dokunulmaz kılışını da kendisinin bir özelliği olarak ifade etmiştir. Bu husus değerlendirilirken, bu surenin İslâm davetinin henüz Mekke şehrinin sınırları içinde yapıldığı ve muhatapların da Mekke ahalisiyle mahdut kaldığı bir dönemde indiği unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken bir diğer husus da, Rabbimizin kendisi için Kureyş suresinde “Bu Ev’in Rabbi [Rabbü’l-Beyt]” ifadesini kullanmış olmasıdır. “Bu şehrin [Mekke’nin] Rabbi” ifadesinin ne anlama geldiğinin daha iyi anlaşılması için Kureyş suresindeki “Rabbü’l-Beyt” ifadesi ile ilgili tahlilimizin yeniden okunmasının yararlı olacağına inanıyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:582, 583) Allah doğrusunu en iyi bilendir. |
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, neml, sûresi’ne |
|
|