hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 50.İsra (Gece yürüyüşü) suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 28. September 2008, 01:54 AM   #1
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart ısra sûresi’ne giriş

Adını 1. ayetteki “ أسرىesra” fiilinin mastarı olan “ إسراءisra” sözcüğünden alan sure Mekke’de 50. sırada inmiştir. Surenin 26’ıncı, 32’inci, 33’üncü, 57’inci ve 73-80’inci ayetlerinin Medenî olduğu (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb;Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) nakledilmesine rağmen, tahlillerini yaparken açıklayacağımız gibi, biz, 73-77. ayetlerin Mekkî olduğunu düşünüyoruz. Medeni oldukları belirtilen diğer ayetlerin Mekkî bir sure olan İsra suresi içinde yer almasının sebebini de Mushaf’ı tertip eden sahabe heyetinin ayetleri bu şekilde tertip etmesi olarak görüyoruz.
Surenin giriş bölümünde “İsrailoğulları”ndan bahsedildiği için sureye “Benû İsrail Suresi” de denmektedir.
Allah’ın koyduğu hikmetlerden birçoğunun sayılıp döküldüğü surenin ana ekseni “iman”dır. Surede Allah’ın varlığı, birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilme konuları üzerinde çokça durulmuş, bu konularla bağlantılı olarak peygamberimizin kimliği, Allah’ın ona desteği ve çeşitli mucizeler hakkında çeşitli bilgiler verilmiştir.
Surede ayrıca İsrailoğullarının yakın tarihine de değinilmiş, azmaları ve fesat çıkarmaları sonucu esaret, sürgün gibi cezalara çarptırıldıkları açıklanmıştır. Hatırlanacak olursa, bundan evvelki surelerde çeşitli yönlerden İsrailoğullarının üzerinde durulmuş, bir önceki sure olan Kasas suresinde ise Ehlikitap’ın akıllı ve adil olanlarının Kur’an’a inandıkları ve böyle bir kitap beklentisi içinde oldukları bildirilmişti. Bu surede de İsrailoğullarının bilginlerinin peygamberimizi gözetim altında tuttukları; onun hak elçi, getirdiği kitabın da hak olduğuna kanaat getirerek teslimiyetle yere kapandıkları anlatılmaktadır.
Surenin 1. ayetinin tahlilinde açıklanacağı gibi, İsra suresi Kasas suresinin devamı mahiyetindedir. Özellikle 1. ayeti Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamı olarak okunduğunda, hem Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin oluşturduğu pasaj hem de İsra suresinin 1. ayeti daha iyi anlaşılmaktadır.

https://youtu.be/lQR40oRa988 Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 307. Bölüm İsra Suresi 1. Bölüm

https://youtu.be/EII5Xu77NqA Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 308. Bölüm İsra Suresi 2. Bölüm

https://youtu.be/Ghh97UZL6Ig Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 309. Bölüm İsra Suresi 3. Bölüm.

https://youtu.be/cC2J-K04KgM Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 310. Bölüm İsra Suresi 4. Bölüm

https://youtu.be/Q0GmtNNAlH0 Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 311 Bölüm İsra suresi 5. Bölüm.

https://youtu.be/aJpnL4oOVzo Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 312. Bölüm İsra Suresi 6. Bölüm.

https://youtu.be/pM0ieQprHcc Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 313. Bölüm İsra suresi 7. Bölüm.

https://youtu.be/CASMDsD0S4A Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 314. Bölüm İsra Suresi 8. Bölüm.

https://youtu.be/3MDnv2jUOjg Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 315. Bölüm İsra Suresi 9. Bölüm.

https://youtu.be/7zk5pb2U1UI Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 316. Bölüm İsra Suresi 10. Bölüm

https://youtu.be/J2vvr4tUfBw Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 317. Bölüm İsra Suresi 11. Bölüm

https://youtu.be/aLhQ9Ek0qAc Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 318. Bölüm. İsra Suresi 12. Bölüm.

RAHMAN RAHİM ALLAH ADINA

MEAL:

1 - Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
2, 3 – Musa’ya da kitap verdik ve Benim astlarımdan “vekil” edinmeyiniz diye onu [Kitap’ı], İsrail oğulları; Nuh`la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar için kılavuz kıldık. Şüphesiz o [Nuh] çok şükredici bir kuldu.
4 - Ve Biz İsrailoğullarına Kitap’ta / yazgıda şunu gerçekleştirdik: “Kesinlikle siz, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız / fesat bulacaksınız [bozguna uğrayacaksınız] ve kesinlikle büyük bir yükselişle yükseleceksiniz.”
5 – İşte o ikisinden birincisinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik de onlar, evlerin aralarına girip araştırdılar. Ve o yerine getirilmesi gereken bir vaat idi.
6 - Sonra sizi tekrar onların [güçlü kulların] üzerine galip kıldık ve size mallarla ve oğullarla yardım ettik. Ve sizi işe yarayanlar açısından daha çok kıldık.
7 - -Eğer iyilik ettiyseniz, kendinize iyilik etmişsinizdir ve eğer kötülük ettiyseniz o da onun [kendisi] içindir.- Artık diğer fesadınızın zamanı gelince de yüzlerinizi kötülemeleri [size kötülük yapmaları], ilk kez girdikleri gibi yine mescide [Beytü’l-Makdis’e] girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri için (üzerinize güçlü kullarımızı tekrar göndereceğiz).
8 - Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ve eğer siz döndüyseniz Biz de döndük. Ve Biz cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan kıldık.
9, 10 - Şüphesiz ki bu Kur`an, insanları en doğru ve en sağlam şeye [rüşde, yola] kılavuzlar. Ve salihatı işleyen müminlere kendileri için kesinlikle ve kesinlikle büyük bir ecir olduğunu ve ahirete inanmayan kişiler için Bizim can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler.
11 – Ve insan, hayrı davet eder gibi kötülüğü davet eder. Ve insan çok acelecidir.
12 – Ve Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Sonra Rabbinizden bir lütuf aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin ayetini silip, bir gördürücü olarak, gündüzün ayetini kıldık [getirdik]. Ve Biz her şeyi detaylandırdıkça detaylandırdık.
13, 14 – Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”-
15 - Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.
16 - Ve Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine emrederiz de onlar orada fasıklık ederler. Artık oranın üzerine Söz hakk olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz.
17 – Ve Biz Nuh`tan sonraki nesillerden nicelerini helâk ettik. Ve kullarının günahlarını hakkıyla haberdar olan ve en iyi gören olarak Rabbin yeter.
18 - Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi kılarız [hazırlarız]; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
19 - Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
20 - Hepsine; onlara [dünyayı isteyenlere] ve bunlara [ahireti isteyenlere] Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.
21 - Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür.
22 - Allah ile birlikte başka bir ilâh kılma [edinme, tanıma]! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.
23, 24 - Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.”
25 - Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.
26, 27 - Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. - Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.-
28 - Ve eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan [akraba, yoksul ve yolda kalmıştan] yüz çevirirsen, o vakit de kendilerine yumuşak ve tatlı [onların ağırına gitmeyecek] bir söz söyle.
29 - Ve elini boynuna bağlanmış kılma [cimri olma], onu büsbütün de saçma [israf etme]. Aksi hâlde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın.
30 - Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediği için rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.
31 - Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızklandırırız/ besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
32 - Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, iğrençliktir ve kötü bir yoldur.
33 - Ve hakk ile olmadıkça, Allah`ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. Ve kim zulüm edilerek öldürülürse, Biz onun velisine bir güç [yetki] vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Şüphesiz o [öldürülen/ veli] yardım olunmuştur.
34 - Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması müstesna. Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde] sorumluluk vardır.
35 - Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve tevil [sonuç, uygulama] olarak daha güzeldir.
36 - Ve hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Şüphesiz kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan sorumludurlar.
37 - Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla yeri yaramazsın ve boyca dağlara erişemezsin.
38 - Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir.
39 - İşte bunlar [yukarıda belirlenen ilkeler, emirler], Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerden [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden] bazılarıdır. Allah’la beraber başka bir ilâh edinme. Aksi halde kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın.
41 - Biz, bu Kur`an`da, akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip çevirdik [açıkladık]. Ve bu [açıklamalar] ancak onların nefretini artırmıştır.
42 - De ki: “Eğer dedikleri gibi O’nun [Allah] ile birlikte ilâhlar olsaydı, o zaman bunlar [ilâhlar] Arş`ın sahibine bir yol ararlardı.”
40 - Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Şüphesiz ki siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz.
43 – O [Allah], onların dediklerinden büyük bir yücelikle münezzeh ve pek yücedir.
44 - Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halimdir, çok bağışlayandır.
45 - Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez/ gizli bir perde kıldık.
46 - Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık kıldık. Ve sen Kur’an’da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler.
47 - Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zalimlerin “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz.
48 - Senin için nasıl misaller verdiklerine bir bak! Böylece sapıklığa düştüler! Artık bir yola da güçleri yetmez.
49 – Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?”
50–52 - De ki: “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun.” Sonra onlar; “Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa yaratmış olan.” Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve “Ne zamandır bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olması umulur! Sizi çağıracağı [diriltileceğiniz] gün, O’nu överek çağrıya uyacaksınız ve sadece pek az kaldığınızı zannedeceksiniz.”
53 - Kullarıma söyle de en güzel olanı söylesinler. Şüphesiz şeytan aralarına fesat sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.
54 – Sizin Rabbiniz sizi daha iyi bilendir. Dilerse tövbeniz sebebiyle size merhamet eder veyahut dilerse azap eder. Seni de onların üzerine vekil göndermedik.
55 - Ve Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Ve ant olsun ki Biz, peygamberlerin kimini kiminin üzerine fazlalıklı kıldık. Biz, Davud’a da Zebur’u verdik.
56 - De ki: “Allah`ın astlarından, ilâh olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri çağırın. Göreceksiniz ki onlar, sizden sıkıntıyı kaldırmaya ve değiştirmeye güç yetiremezler.
57 - İşte onlar [ilâh olduğunu iddia ettiğiniz şeyler]; hangisi Rabblerine daha yakın olmak için vesile arayarak yalvaran ve O`nun merhametini uman ve O’nun azabından korkan kimselerdir. Gerçekten senin Rabbinin azabı korkunçtur.
58 – Ve hiç bir şehir yoktur ki, kıyamet gününden önce Biz onu helâk etmeyelim yahut şiddetli bir azap ile azaplandırmayalım. Bu, Kitap’ta satırlaştırılmıştır
59 - Ve Bizi, ayetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semud’a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.
60 – Ve hani Biz sana; “Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır” demiştik. Ve sana açıkça gösterdiğimiz o görüntüyü ve Kur`an`da lânet edilen ağacı da, yalnız insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Ve Biz onları, korkutuyoruz, fakat bu, onlara, sadece büyük bir tuğyanı arttırıyor.
61 – Ve hani Biz bir vakit meleklere; “Âdem`e secde edin” demiştik de İblis`ten başka hepsi secde etmişlerdi. O; “Ben bir çamur olarak [madde olarak] yarattığın kimseye mi secde ederim?” demişti.
62 – O [İblis] dedi ki: \\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\"Şu benden üstün kıldığın şu kişiyi gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun zürriyetini kendi buyruğum altına alacağım.\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\"
63-65 – O [Allah] dedi ki: \\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\"Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” -Ve şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.- Şüphesiz ki, Benim kullarım; senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” -Vekil olarak da Rabbin yeter.-
66 – Sizin Rabbiniz, kendi lütfundan nasip arayasınız diye, sizin için denizde gemileri yürüten zattır. Şüphesiz ki O, size çok merhametlidir.
67 - Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür!
68 – O’nun sizi kara tarafından yerin dibine geçirmesinden yahut üzerinize bir kasırga göndermesinden güvende misiniz? Sonra kendinize bir Vekil de bulamazsınız.
69 – Ya da sizi tekrar oraya [denize] döndürüp de üzerinize kasırgalar göndermesinden ve böylece ettiğiniz nankörlük sebebiyle sizi boğmasından güvende misiniz? Sonra bu yaptığımıza karşı, Bizim aleyhimize size yardım edecek bir koruyucu bulamazsınız.
70 – Ve ant olsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık ve karada, denizde taşıtlara yükledik ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık.
71 - O gün Biz bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir haksızlığa uğratılmayacaklar.
72 - Her kim de burada [dünyada] kör ise işte o, ahirette de kördür. Ve yolca daha şaşkındır.
73 - Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halil [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi.
74 - Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.
75 - O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.
76, 77 - Ve yakında seni arzdan [yurdundan] çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız edecekler. O takdirde senden önce elçilerimizden gönderdiğimiz kişiler hakkındaki sünnetimize göre onlar da senin ardından pek az kalacaklardır. -Bizim sünnetimizde herhangi bir değişme göremezsin.-
78 - Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah Kur’an’ını da.. Çünkü sabah Kur’an’ı görülecek şeydir.
79 - Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece namazını] teheccüd et [uyanıp gece namazını kıl]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur.
80 – Ve de ki: “Rabbim! Beni, doğruluk girişiyle girdir ve doğruluk çıkışıyla çıkar. Ve bana katından yardımcı bir kuvvet ver.”
81 – Ve de ki: “Hakk geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olup gider.”
82 - Ve Biz Kur’an’dan, inananlar için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Ve [bu], sadece zalimlerin yıkımını artırıyor.
83 – Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe düşer.
84 - De ki: “Herkes bulunduğu hâl üzerine iş yapar. Bu durumda Rabbin, yol olarak kimin en doğru olduğunu daha iyi bilendir.
85 - Ve sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir/ işindendir. Size ise az bilgiden başka, bir şey verilmemiştir.”
86 – Ve ant olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra Bize karşı kendine bir Vekil bulamazsın.
87 - Rabbinden bir rahmet olarak ayrı [Biz bunu yapmadık]. Gerçekten O`nun senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.
88 - De ki: “Ant olsun ki ins ve cinn [herkes], bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini, kesinlikle getiremezler.”
89 – Ve ant olsun ki Biz bu Kur`an`da insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasından kaçındılar.
90-93 - Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
94 – Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.
95 – De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”
96 - De ki \\\\\\\\\\\\\\\"Benim aramda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarına Habir’dir [en iyi haberi olan, bilendir], Basîr’dir [en iyi görendir].
97, 98 – Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah`ın astlarından hiçbir veliy bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir yaratılışla mutlaka diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.
99 - Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah`ın, kendilerinin aynı olan insanları yaratmaya da kadir olduğunu ve onlar için şüphe edilmeyen bir ecel takdir etmiş olduğunu da görmediler mi? İşte bu zalimler, “inkârcılık”tan başkasından kaçındılar.
100 - De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcanır endişesiyle kesinlikle elinizde tutardınız [kimseye bir şey vermezdiniz]. Ve insan çok cimridir.
101 – Ve ant olsun Biz Musa’ya apaçık dokuz mucize verdik -işte İsrailoğullarına soruver-. Hani o [Musa], kendilerine geldi de Firavun ona “Ey Musa! Ben senin büyülenmiş olduğunu kesinlikle biliyorum” demişti.
102 – O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri], birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin helâk olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.”
103 – Bunun üzerine o [Firavun], onları [Musa`yı ve İsrailoğullarını] Mısır`dan sürmek istedi de Biz onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.
104 – Ve ondan sonra Biz İsrailoğullarına, “O arza [topraklara] siz iskân edin! Sonra ahiret vaadi geldiği vakit, sizi toplayıp bir araya getireceğiz” dedik.
105 – Ve Biz onu [Kur’an’ı] sadece hakk ile indirdik, O da sadece hakk ile indi. Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık.
106 – Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik!
107, 108 - De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler.
109 - Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.
110 – De ki: “Allah diye çağırın veyahut Rahman diye çağırın. Hangi şeyle çağırırsanız çağırın en güzel isimler O’nundur. Salatını açıkça yapma, gizli de yapma. Ve bu ikisi arasında bir yol ara.”
111 - Ve de ki: “Hamd [övgü], hiçbir çocuk edinmeyen, mülkte kendisi için herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan, Allah’a özgüdür.” Ve O’nu [Allah’ı] büyükledikçe büyükle [ululadıkça ulula]!
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:55 AM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

TAHLİL:

1 - Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

Mushaf tertip heyeti tarafından İsra suresinin ilk ayeti olarak tertip edilen bu ayet, “giriş” bölümünde söylediğimiz gibi, Kur’an, elçi ve Kur’an-elçi ilişkisi üzerinde duran Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamıdır:

Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi [Allah], elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: “Benim Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir.”
Ve sen Kitap’ın sana ilka edileceğini [indirileceğini] umuyor değildin. [O] ancak Rabbinden bir rahmet olarak [verildi]. Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma [yardımcı olma].
Ve onlar [müşrikler] sana indirildikten sonra, sakın seni Allah’ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla müşriklerden olma!
Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun yüzünden [zatından] başka her şey yok olacaktır. Hüküm [yasa-ilke] yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz.
Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir. (Kasas/85-88 ve İsra/1)

İslam toplumları arasında özel bir yeri olan bu ayet, gerçek ifadelerinden uzaklaştırılmış ve “Mi’raç” diye ortaya konulan bir efsaneye kaynak yapılmıştır.
Biz, ayetin doğru anlaşılabilmesi için ayetteki ifadelerin değerlendirmesinin topluca değil de sözcükler bazında yapılmasının daha yararlı olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi buna göre sürdürüyoruz.

Bir gece,

Ayette sözü edilen olayın bir gece vakti meydana geldiği tartışmasızdır. Ama bu gecenin hangi gece olduğu, ayette geçen diğer sözcüklerin açıklamaları yapıldıktan sonra, ileride belirtilecektir.

Kul

Olayın kahramanı olarak ayette bahsi geçen kulun, adı sanı açıklanmamasına rağmen ittifakla peygamberimiz Muhammed (as) olduğu kabul edilmiş ve bu konuda farklı bir görüş ileri sürülmemiştir. Çünkü eski ve yeni tüm din bilginleri, Alak ve Cinn surelerinde geçen “ عبدkul”un, Necm suresinin 3. ve Tekvir suresinin 22. ayetlerinde geçen “ صاحبكم sahibüküm [arkadaşınız]” ifadesi ile kastedilenin ve Kadir suresinin 2. ayetindeki “ وما ادراكve ma edrake [… sana]” şeklindeki hitabın muhatabının peygamberimiz Muhammed olduğunda, dolayısıyla buradaki “kul”un da yine peygamberimize yönelik olarak kullanıldığında en başından beri aynı fikirde olmuşlardır.

Mescid-i Haram’dan

Gerek tüm din ve dil bilginlerine, gerek tüm tarih ve coğrafya kaynaklarına göre ve gerekse hem Arap hem Rum şair ve yazarlarının eserlerinde yer aldığına göre, Mescid-i Haram, Kâbe’dir. Çünkü Kâbe’nin haram, yani savaşın, kavganın yapılmadığı, yapılmayacağı “güvenli bölge / güvenli mescit” olarak bilinmesi İslâm öncesine dayanmaktadır. Bu sebeple ayette geçen “Mescid-i Haram” tartışmasız olarak “Kâbe”dir.

Mescid-i Aksa’ya

Konumuzu aydınlatacak hususlardan biri, sıfat tamlaması şeklindeki bu ifadedir. Peygamberimizin bir gece Mescid-i Haram’dan yürütüldüğü [yürüyerek gittiği] Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun doğru bilinmesi önem arz etmektedir.
Rivayetlere dayalı yorum yapanlar, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa’nın bugün Kudüs’te bulunan mabet olduğunu ileri sürerek kitaplara bu şekilde yazılmasını sağlamışlar ve bu yanlışı âdeta dayatmışlardır. Dolayısıyla bugün Mescid-i Aksa denilince çoğunluğun aklına Kudüs’teki mescit gelmektedir. Bu yanlış bilginin üstüne bir de bu konuda uydurulmuş çok sayıdaki rivayetin etkisi eklenince, Müslümanlar arasında peygamberimizin Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yürüyerek gittiği, hatta oradan da göklere çıktığı yolunda bir inanç oluşmuştur.
Hâlbuki “Mescid-i Aksa” ismi sadece üç rivayette yer almakta, o rivayetlerde de bu mescidin nerede olduğu hakkında herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Diğer taraftan, Kudüs’te bulunan tapınağın kastedildiği rivayetlerde ise, bu tapınak hep Beytü’l-Makdis adıyla anılmaktadır.
Bu rivayetlere geçmeden önce, her Müslüman tarafından mutlaka iyice ve doğru olarak bilinmesi gerektiğine inandığımız aşağıdaki hususları hatırlatmakta yarar görüyoruz:

UYARI:

Hadis ıstilâhında “sahih” kavramı bir isnadın mutlak doğru ve sağlam olduğunu değil, o isnadın Hadis ilmi otoritelerince belirlenmiş belli kural ve kriterlere uygun olduğunu ifade etmektedir. Hadis İlmi’nin bu kural ve kriterlerine göre;adalet ve zabıt sahibi kişilerin birbirlerinden naklederek getirdikleri, kesintisiz senetle rivayet edilen, şazz olmak ve illetli bulunmak gibi vasıflardan uzak hadislere “sahih” denir. Bu kurallar içerisindeki hadislerin sahih olduğu söylenebilirse de kesinkes peygamberimize ait oldukları söylenemez. Ayrıca muhaddislerden bazısının sahih gördüğünü bir başkası sahih görmeyebilir.
Hadis konusunda Müslüman bilginlerin geliştirdikleri yöntem o gün için ileri bir metodolojik çalışmayı ifade etse de, ilgi alanı mahza “din” olan “sünnet” gibi bir konuda Allah Resulü’nün sözlerini doğru tespit etme anlamında çok daha güvenli bir metodolojinin belirlenmesine ihtiyaç vardır. Rivayet edilen hadis metinlerine bu evsafta bir metodolojik yaklaşımla eğilinememesinin nedeni Hadis bilginlerinin konuya olan duyarsızlıkları değil, araştırma teknikleri bakımından modern çağlardaki araçsal imkanlara o gün sahip olunamamış olmasıdır. İslam egemenliğinin ilk yüzyılında hızlı ve yaygın bir İslamlaşma trendi izlenmiş, pozitif istikrarsızlığın [sosyal ve dinî hareketliliğin] hızla devam ettiği bu dönemde tüm Müslümanların Kur’an değerlerini gereği gibi içselleştirdikleri varsayılarak peygamberimizden rivayet edilen bir sözün mutlaka ona ait olması gerektiği şeklindeki iyimser kanaate sımsıkı bağlı kalınmıştır. Bu iyimser kanaatle bir Müslümanın kendi yalan ya da yanlış sözünü peygamberimize isnat edebileceğine pek az ihtimal verilmiştir. Bu nedenle, ravi güvenilirliğini ön planda tutan Ehli Hadis, rivayet ettiği hadislerin “metin tenkidi”niyapmayı hiç düşünmemiştir. Böylece hadislerin “akla, bilime, Kur’an’a, fıtrata, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına” uygun olup olmadığı hiç dikkate alınmamıştır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi bile dikkatleri çekmemiştir.
Ancak Hadis bilginlerinin bu dikkatsizliklerini, sıradan ve kolayca anlaşılabilir yalan rivayetleri bile hakikat zannedecek kadar saf ve zekasız oldukları şeklinde değerlendirmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Düştükleri açmaz, insanların kendi inanç ve bakış açılarını teyit etme yönündeki beşeri zaaflarını gözlemleyememeleri, önlerine gelen rivayetleri kesin güvene değil, kesin kuşkuya öncelik vererek değerlendirme gerekliliğini kavrayamamış olmalarıdır. Onlar sadece “sahih” tanımı içindeki kriterleri göz önüne almışlar ve rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmekle yetinmişlerdir.
Bazı mezhep mensupları ise Bakara suresinin 143’üncü, Âl-i Imran suresinin 110’uncu, Enfal suresinin 64’üncü, Tövbe suresinin 100’üncü, Fetih suresinin 18’inci, Haşr suresinin 8’inci ayetlerini kendi siyasî görüşleri doğrultusunda çarpıtmışlar, ayrıca çok sayıda hadis uydurarak sahabe sıfatlı kişilerin hatasız, kusursuz, yalansız, yanlışsız, art niyetsiz ve yüzde yüz güvenilir olduklarını kabul etmişlerdir. Öyle ki, sahabe sayılanlardan bir bölümünün münafık olduğu hiç dikkate alınmadan hepsine dokunulmazlık zırhı giydirilmiştir. Durum böyle olunca da, hiç kimse önüne konulan rivayeti sorgulama cesaretini gösterememiştir. Dolayısıyla yalan ve yanlışın üstüne gidilememiş, “Hazretin böyle deyişinde, böyle yapışında mutlaka bir hikmet vardır” denilerek pek çok rivayet “sahih” kabul edilmiştir. Hâlbuki sahabe de olsa, beşerin masumluğu söz konusu olamaz. Ayrıca İslâm literatüründe “münafık” denilen kesimin peygamberimizin çevresinde bulunan, bizim de sahabe dediğimiz kimselerden oldukları unutulmamalıdır. Bu tür kimselerin her türlü hainliği, sinsi düşmanlığı yapabileceği göz ardı edilmemelidir.
Bu hatalı ön kabullerin sonucu olarak hem bazı kimselerin uydurdukları yalanlarla arı duru İslâm dinini yozlaştırma çabalarına destek olunmuş, hem de o kimselerin haksız olarak elde ettikleri saltanatları ve gayrimeşru icraatları meşrulaştırılmıştır. Peygamberimiz döneminde iktidarları ellerinden alınıp sus pus olanlar, hırs ve hınçlarını peygamberimizin vefatından yıllar sonra bu yolla almışlardır.
Bu safsataları gören din büyüklerimiz ise “Bu, yalan veya yanlıştır” deyip reddetmek yerine, onlara uygun kılıflar bulunabilmesi için yüzlerce yeni yalan ve yanlışın ortalığa yayılmasına vesile olmuşlardır.
Bu uyarıdan sonra, konumuz olan ayetteki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu hakkındaki araştırmamıza rivayetlerle devam edebiliriz.

RİVAYETLERDEKİ MESCİD-İ AKSA:

Yukarıda da belirtildiği gibi, “Mescid-i Aksa” ismi sadece üç rivayette geçmektedir.

1. Rivayet:

“... Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: “İbadet için şu üç mescitten başkasına yolculuk edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Rasülillah ve Mescid-i Aksâ.” (Sahih-i Buharî, 21 kitab, 1. Bab, 1 numaralı hadis: 3.cilt/1130)


2. Rivayet:

“… Bize Şu’be, Abdulmelik b. Umeyr’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben, Ziyâd’ın himayesinde olan Kazaa’dan işittim, o şöyle dedi: Ben Ebu Said Hudri’den işittim; o, peygamberden dört şey tahdis ediyordu ki, bu dört şey hem beni hayrete düşürdü, hem de sevindirdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Eşi veya bir mahremi kendisiyle beraber bulunmayan kadın, iki günlük mesafeye sefer etmesin. Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününden ibaret olan ramazan ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak yoktur. İki namazdan sonra da namaz yoktur; biri sabah namazından sonra güneş doğup yükselinceye kadar, öbürü ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar. Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim.” (Sahih-i Buharî 21. Kitab, 8 numaralı hadis)


Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, saray beslemelerinden Şihab ez-Zühri tarafındano günkü iktidara yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla peygamberimizin “Ancak üç mescit için sefere çıkılır. İbrahim’in mescidi [Kâbe], şu benim mescidim ve Süleyman’ın mescidi” şeklindekiifadesinin: “Ancak üç mescit için ziyaret seferine çıkılabilir. Bunlar, Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa’dır” şekline sokulması suretiyle tahrif edilmiştir. (Geniş bilgi Ezrakî’de mevcuttur.)

Bu iki rivayet aslında aynı olmasına rağmen ravileri farklıdır; birinci rivayet Ebu Hüreyre menşeli iken, ikincide ara ravi Ebu Said el-Hudri olmuştur. Bu konudaki başkalarının farklı rivayetleri de Şihab tarafından tahrif edilmiştir. Biz ise, orijinal olarak ileri sürülen rivayetin de uydurma olduğu kanaatindeyiz. Çünkü Kur’an’da bir çok ayette [Âl-i Imran/137, En’am/6, 11, Yusuf/109, Nahl/36, Hacc/46, Neml/69, Ankebut/20, Rum/9, 42, Fatır/44, Mümin/21, 82, Muhammed/10] seyrüsefer emredilmektedir ve bu ilâhî emirleri yasaklamak ya da sınırlamak, peygamberimizin asla yapmayacağı bir eylemdir.

3. Rivayet;

İbrahim İbn Yezid et-Teymî anlatıyor: Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur’ân öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine: “Babacığım yolda niye secde ediyorsun?” diye sordum. Dedi ki: “Ben Ebu Zerr (ra)’ın şöyle dediğini işittim: Rasülüllah’a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: Mescid-i Haram olduğunu söyledi. Ben: Sonra hangisi? dedim, Mescidi Aksâ! diye cevap verdi. Ben: İkisi arasında kaç yıl fark var? dedim. Kırk yıl! dedi ve ilave etti: Yeryüzü sana mescittir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını kıl, çünkü fazilet ondadır.”

Bu rivayet, Sahih-i Buharî’nin Kitabu’l-Enbiya bölümünde 40 ve 98 numara ile yine Ebu Zerr kaynaklı, ama son ravileri farklı olarak yer almıştır. Oradaki metinlerde de “Mescid-Aksa” adı geçmektedir. Bu üçüncü rivayette dikkat edilmesi gereken nokta, Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa’nın yapımları arasında 40 sene olduğu şeklindeki ifadedir. Ne var ki, bu ifade tarihî gerçeklere uymamaktadır. Çünkü milâttan önce 2. bin yılın başlarında yaşamış olan İbrahim peygamberin (Ana Britannica, c:16, s:234) inşa ettiği Mescid-i Haram’ın inşa tarihi ile milâttan önce 1000-962 yıllarında hüküm sürmüş olan Davud peygamber (Ana Britannica, c:9, s:340) ve ondan sonra tahta geçen Süleyman peygamber tarafından yapılmış olan mescidin inşası arasında yaklaşık 1000-1200 sene olması gerekmektedir. Bu bilgiler ışığında, rivayetlerdeki Mescid-i Aksa’nın Davud ve Süleyman peygamberler tarafından Kudüs’te yapılan mescit olmadığı, üçüncü rivayette ortaya atılmış olan 40 senelik sürenin de uydurma olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Her ne kadar rivayetlerdeki bu uydurma -hâşâ- peygamberimize mal edilmişse de, gerçekte uyduranların kim veya kimler olduğu ortadadır.
Tarihî bir gerçektir ki, gerek Kuran’ın indiği dönemde ve gerekse daha sonraki yıllarda Kudüs’teki mescit “Beytü’l-Makdis” olarak bilinir, öyle anılır ve öyle yazılırdı. Nitekim peygamberimize ve sahabeye mal edilen sahih rivayetlerin tümünde de Kudüs’teki mescit için “Beytü’l-Makdis” ifadesi kullanılmıştır:

1. Rivayet:

… Rasülüllah’ın azatlısı Meymune (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasülü! Bize Beytü’l-Makdis hakkında fetva ver!” demiştim. Şöyle buyurdular: “Orası mahşer ve menşer yeridir. [İnsanların kıyamet gününde toplanacağı ve defterlerin yayılacağı yer.] Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılacağınız bin namaz gibidir.”
Ben tekrar sordum: “Oraya gitmeye muktedir olamazsam ne yapmalıyım?” Şu cevabı verdi: “Ona kandil yağı bağışlarsın, aydınlatılmasında kullanılır. Böyle yapan da oraya varan gibidir.” (Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 95. sayfası)

Not: Bu rivayetin birçok ta’n noktası vardır. Ancak biz bu rivayeti sadece konumuz sadedinde yani Beytü’l-Makdis konusunda ele aldığımız için diğer hususlara değinmiyoruz.

2. Rivayet;

… Abdullah b. Amr (ra) anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Hz.Davut’un oğlu Süleyman, Beytü’l-Makdis inşaatını tamamlayınca Allah’tan üç şey talep etti: Allah’ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları.”
Sonra dedi ki: “İlk ikisi verilmiştir, üçüncünün de verildiğini ümit ediyorum.” (Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:17, s:96)

Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, Kudüs’teki mescidin adı o dönemde “Mescid-i Aksa” değil, “Beytü’l-Makdis”dir.
Kudüs’tekiBeytü’l-Makdis’in İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır. Zira peygamberimiz Medine’ye hicretinde Beytü’l-Makdis’i kıble edinmiş ve bu durum uzun süre devam etmiştir.
Tarih ve rivayet kitaplarında yer aldığına göre, peygamberimiz kendisine vahiy gelmemiş olan birçok konuda Ehlikitap’ı esas almış, yani Ehlikitap’ı müşriklerden üstün tutmuştur. Hatta müşriklere muhalefet olsun diye saçlarının şeklini bile Ehlikitap’ınkine benzetmiştir. Hakkında herhangi bir vahiy bulunmayan kıble konusunda da peygamberimiz Medine’ye gelince Ehlikitap’a uymuş ve onların kıblesi olan Beytü’l-Makdis’i kıble edinmiştir. Peygamberimizin fayda umarak yaptığı bir içtihadı olan bu uygulama, rivayetlere göre 16-18 ay kadar sürmüştür. Ne var ki, bu süre zarfında bu uygulamadan beklenen fayda sağlanamamış ve peygamberimiz bu konuda Allah’tan vahiy beklemeye başlamıştır. Nitekim çok geçmeden vahiy gelmiş ve Mescid-i Haram kıble olarak belirlenmiştir. Bazıları peygamberimizin Beytü’l-Makdis’i kıble olarak seçmesinin de vahiy ile olduğunu ve sonradan bu vahyin neshedildiğini ileri sürmüşlerse de bu iddia doğru değildir.
Müminlerin Mekke dönemindeki kıbleleri ile ilgili iki farklı rivayet vardır. Konunun aslı Bakara suresinin 142-145. ayetlerde yer almakta olup oradan tetkik edilmesi daha uygundur.

BEYTÜ’L-MAKDİS’İN KIBLE OLMASI İLE İLGİLİ RİVAYETLER:

1. Rivayet:

el-Berâ anlatıyor: Rasülüllah ile birlikte Beytü’l-Makdis’e doğru on sekiz ay namaz kıldık. Medineye girişinden iki ay sonra kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi. Rasülüllah Beytü’l-Makdis’e müteveccihen namaz kılarken yüzünü çokça semaya çeviriyordu. Allah Teala hazretleri, peygamberinin kalbinden geçeni, yani, Kâ’be’ye yönelme arzusunu bildi. Bir gün Cebrail Aleyhisselam yükseldi. Rasülüllah, o, yerle gök arasında yükselirken onu gözüyle takip etmeye başladı, onun nasıl bir vahiy getireceğini gözetliyordu. Derken Aziz ve Celil olan Allah “Biz senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz ...” [Bakara suresi 144. âyet] âyetini indirdi. Biz, Beytü’l-Makdis’e doğru farzın iki rekatını kılmış tam rükuda iken, bir adam gelip: “Kıble, Kâ’be’ye doğru çevrilmiştir!” haberini getirdi. Derhal yönlerimizi çevirdik. Namazımızı yenilemeyip kıldığımız kısmın devamını tamamladık. Rasülüllah: “Ey Cibril! Beytü’l-Makdis’e doğru kıldığımız namazların hali ne olacak?” diye sordu. Bunun üzerine de Allah Teala Hazretleri: “Allah sizin imanınızı [daha önce Beytü’l-Makdis’e doğru kıldığınız namazları] zayi etmeyecektir” âyetini [Bakara suresi/143] inzal buyurdu. (Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:17, s: 26, 27)

2. Rivayet;

… el-Berâ b. Âzib buyurdular ki: Rasülüllah Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan ecdadının -veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca Beytü’l-Makdis’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâ’be’ye doğru olmasını arzuluyordu. Kâ’be’ye doğru kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Rasülüllah ile beraber ashaptan bir grup kimse kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: “Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber’le Kâ’be’ye doğru namaz kıldık” dedi. Cemaat oldukları yerde Kâ’be’ye yöneldiler. Müslümanların Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kılmaları Yahudileri memnun ediyordu. Yüzler Kâ’be’ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar. Arkadan hemen şu âyet nazil oldu: “İnsanlar içinden bazı beyinsizler … [Bakara suresi âyet 142- 145].” (Prof. İbrahim Canan; Kütübü Sitte, c:2, s:154)

Bu hadis Buhari’de dört kez, Müslim’de bir kez, Tirmizi’de üç kez, Nesaî’de dört kez yer almıştır.

3. Rivayet;

Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir:

Onlar Beytü’l-Makdis’e doğru yönelmiş halde sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve “Kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi” dedi. Bu sözünü iki kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken Kâbe’ye yöneldiler. (Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi,Kütübü Sitte, c:2, s:157)


4. rivayet;

İbnü Abbas anlatıyor: Âyeti kerimenin emriyle Rasülüllah kıbleyi Kâ’be’ye yöneltince Müslümanlar sordular: “Ey Allah’ın rasülü, Beytül Makdis’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?” Bunun üzerine Cenabı Hakk şu âyeti indirdi: “ Senin yöneldiğin istikameti, peygamberlere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık… [Bakara suresi 143. âyet].” (Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:2, s:157)

Bu rivayet Ebu Davut ve Tirmizî’de yer almıştır.

Görüldüğü gibi Kudüs’teki mescidin adı bütün rivayetlerde Beytü’l-Makdis olarak geçmiş, birinde bile Mescid-i Aksa adı anılmamıştır. Zaten konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa gerçekten de Kudüs’teki mescit olsaydı, başta peygamberimiz olmak üzere tüm Müslümanlar Kudüs’teki mescit için “Mescid-i Aksa” ifadesini kullanırlar, Beytü’l-Makdis adını ağızlarına bile almazlardı.

BEYTÜ’L-MAKDİS’E MESCİD-İ AKSA ADINI KİM VERDİ?

Burada, muhtemel bir yanılgıyı önlemek için hemen belirtmek gerekir ki, “ لاقصا Aksa” sözcüğü ile “ مُقدّسmukaddes” ve “ مَقدِسmakdis” sözcükleri arasında anlam ve yapı yönünden herhangi bir bağ ve yakınlık yoktur.
Çoğunluk tarafından yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Kudüs’teki mescit, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılmış olan mescidin [Kudüs Tapınağı] M.S. 70 yıllarında Romalılar tarafından yıkılmasından sonra yıkıntıların hemen yanına yapılmıştır. Yapılışından itibaren de adına uzun yıllarca Yahudiler tarafından “İlya Mescidi”, Araplar tarafından ise “Mescid-i Mukaddes” veya “Beytü’l-Makdis” denilmiştir:

Kudüs Tapınağı, … Birinci tapınak, Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında inşa edilerek İÖ 957’de tamamlandı. … Babil kralı II. Nabukadnezar İÖ 586’da … yapıyı tümüyle yıktırdı. … Babil fatihi II. Kyros [Büyük], İÖ 538’de … Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Çalışmalar İÖ 515’te tamamlandı. Özgün yapının gösterişsiz bir benzeri olarak yapılan İkinci Tapınak’ın ayrıntılı plânı günümüze ulaşamadı. … İS 66’da Roma’ya karşı çıkan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde odaklaştı ve İS 70’de … Romalıların tapınağı yıkmasıyla sonuçlandı. İkinci Tapınak’tan geriye yalnızca batı duvarının bir parçası, bugün Ağlama Duvarı diye anılan bölüm kaldı. …(Ana Britannica, c:19, s:420)

Görüldüğü gibi, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılan tapınak 70 yılında yerle bir olmuş ve bugüne de sadece bir duvarı kalmıştır. Ama bugün o duvardan başka 6. ve 7. yüzyıllarda tapınağın yıkıntılarının bir bölümü üzerinde inşa edilmiş iki yapı da ayaktadır. Bunlardan biri, 527-565 yılları arasında hüküm sürmüş olan Bizans imparatoru I. İustinianos tarafından yaptırılan bir bazilikadır ki, bu yapı 638 yılında halife Ömer’in Kudüs’ü almasından sonra camiye çevrilmiştir. (Ana Britannica, c:22, s:304, 305) Diğer bina ise 691 yılında Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan tarafından ve halife Ömer’in camiye çevirttiği yapının hemen kuzeyinde yaptırılan Kubbetü’s-Sahra’dır. (Ana Britannica, c:19, s:411)
Bazı kaynaklara göre Abdülmelik b. Mervan, kendisine karşı Mekke’de halife ilân edilen Abdullah b. Zübeyr (Ana Britannica, c:1, s:32) ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak Halife Ömer tarafından camiye çevrilen yapının adını, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye “Mescid-i Aksa”koymuştur. Abdülmelik b. Mervan’ın koyduğu isim meşhurlaşınca, geriye, konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa’nın bu mescit olduğunu kitaplara yazdırmak kalmıştır. Tahmin edileceği gibi, bu da pek zor olmamıştır. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler ve bunun aksini söylemek, açıklamak hatta düşünmek bile imkânsız hâle gelmiştir.
Yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Beytü’l-Makdis hakkındaki bu tahlilimizden sonra, 1. ayetteki ifadelerle ilgili değerlendirmemize kaldığımız yerden devam edelim.
Ayetin orijinalinde yer alan “ حولhavl” kelimesinin gerçek anlamı “bir yan, bir kenar, kıyı” demek olup, çevre demek değildir. Önemine binaen, A’râf suresinin tahlilinin sonundaki “Cehennem ile İlgili Meseleler” başlığı altında verilen “havl” sözcüğü ile ilgili detayın yeniden okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:3, s:148-149)
Ancak kısaca özetlemek gerekirse, “havl” sözcüğünün esas anlamı “bir şeyin değişmesi, değişime uğrayıp başkasından ayırt edilmesi” demektir. Bir şeyin “havl”i, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. Yani bir şeyin değiştiğini gösteren, belli eden tarafı [dış yüzü, dış kenarı] o şeyin havlidir.“Hile” sözcüğü de “havl” sözcüğünden gelmektedir. (Tacü’l-Arus; c:14 s:179–186, Lisanü’l-Arab; c:2 s:664–673, Müfredat; s:137, 138)


“Havl” sözcüğü Kur’an’da 17 kez geçmektedir. Bunlardan ikisi [Bakara/233, 240] “sene” anlamında, 15 tanesi de [Meryem/68, Zümer/75, Âl-i Imran/159, Tövbe/101, 120, Ahkaf/27, Bakara/17, İsra/1, Şuara/25, 34, Mümin/7, En’âm/92, Ankebut/67, Neml/8, Şura/7] “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu [avlu; yapının yanı başında duvarla çevrili yer]” olarak geçmiştir.

Bir kenarını mübarek kıldığımız

“Havl” sözcüğünün yukarıdaki açıklamaları çerçevesinde, ayette geçen “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesinden, Mescid-i Aksa’nın coğrafî olarak mübarek kılınmış yerin dışında, bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda yapılması gereken, önce mübarek yerin neresi olduğunu bulmak, sonra da bu yerin kenarının neresi olduğunu tespit etmektir.
Mübarek yerin neresi olduğu Kur’an’da bildirilmiştir:

İnsanlar için konulan ilk ev, Bekke [Mekke]’deki mübarek ve âlemlere rahmet olan evdir. (Âl-i Imran/96)

Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram, “Haram bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu haram/mübarek/bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin kenarlarının nereleri olduğu da tespit edilebilsin.
Mekke ve Kâbe’yi konu alan tüm belgelerde haram/mübarek/bereketli bölgenin sınırları şöyle belirlenmiştir:
- Kâbe’den Medine yolu istikametine dört mil,
- Kâbe’den Yemen yolu istikametine altı mil,
- Kâbe’den Taif yolu istikametine on bir mil,
- Kâbe’den Irak yolu istikametine yedi mil,
- Kâbe’den Ci’rane vadisi istikametine dokuz mil,
- Kâbe’den Cidde yolu istikametine on mil.
Bu durumda, konumuz ayette sözü edilen Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin hemen dışında, kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik b. Mervan tarafından bu ayetlerin inişinden en az 50 sene sonra Mescid-i Aksa olarak konulmuş Kudüs’teki mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa olması mümkün değildir.

TARİHÎ KAYNAKLARDAKİ MESCİD-İ AKSA:

“Mescid-i Aksa”, “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dilbilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.
İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitabü’l-Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbâru’l-Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir.Bu mescidi Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken namaz kılmışlardır.

UYARI:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da, namaz, secde, rükû ve hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, namaz kılmak ya da toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan yapılarının şekli değil, kullanım amaçlarıdır.
Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında, artık ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi değerlendirilerek Mescid-i Aksa’nın haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmış olmalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakikî Mescid-i Aksa Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.
Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh ve haşiye yazanlar, bu rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için çeşitli teviller ileri sürmüşlerdir. Birçoğu gülünç olan bu tevilleri görmek için klasik kitapların orijinallerine veya tercümelerine bakılabilir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
ÖmerFurkan Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
Miralay (1. May 2010)
Alt 28. September 2008, 01:55 AM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

PEYGAMBERİMİZİN YÜRÜTÜLÜŞ NEDENİ:

Ayetlerimizden gösterelim diye ...

Ayette bildirildiğine göre; Allah’ın kulu [Muhammed (as)], kendisine bir takım ayetler gösterilmek üzere, bir gece, Mescid-i Haram’dan, mübarek kılınmış yerin kenarındaki Mescid-i Aksa’ya yürütülmüştür.
Rabbimiz hem bu gösteriyi hem de ayetlerini “nerede” ve “nasıl” gösterdiğini Necm suresinde açıklamıştır. Konunun öneminden dolayı, Necm Suresi’nin ilgili bölümünün yeniden okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:405-415)
Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve Allah`a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kur`an`ı vahyedenin Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Bu sıfatlar Yüce Allah’ın sıfatlarıdır. Halbuki rivayetçiler bu sıfatları Cebrail`e vermişler, 10. ayette peygamberimizin Cebrail`e kul olması anlamı ortaya çıkınca da işin içinden çıkamayarak bin bir safsata uydurmuşlardır. Kur`an`ı öğretenin Cebrail olduğunu söylemek, Kur`an`a tamamen terstir.
Tekrar konumuza dönersek; Kulunu [Muhammed (as)’ı] ... Mescid-i Aksa’ya yürüten” ifadesinden, peygamberimizin yürümesinin ve mucizelerden en büyüğünü görmesinin geceleyin gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Yürüyüşün bir gece vakti vuku bulduğu, hem “leylen [geceleyin]” zarfıyla hem de “gece yolculuğu” anlamına gelen “esra” fiili ile vurgulanmaktadır
Bu gecenin nasıl bir gece olduğu hakkında Kur’an’da şu bilgiler verilmiştir:

- Bu gece mübarek bir gecedir:

Hâ Mîm. O ayan-beyan gösteren Kitap’a yemin olsun ki, Biz onu mübarek/ kutlu/ bereketli bir gecede indirdik. Hiç kuşkusuz biz uyarıcılarız. (Duhan/1-3)

- Bu gece Kadir gecesidir:

Biz o Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik. (Kadr/1)

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İsra suresinin 1’inci, Duhan suresinin 4’üncü ve Kadir suresinin 1’inci ayetlerinde geçen “gece” aynı gecedir.
Bakara/185’te ise bu gecenin Ramazan ayında olduğu açıklanmıştır. Ancak hangi yıldaki Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu Kur’an’da bildirilmemiştir. Rabbimizin bilgi vermediği birçok konuda olduğu gibi bu konuda da rivayetler ortaya çıkmış, bunların en sağlam kabul edilenlerinin birinde “Hicretten bir sene evvel olduğu” (Mükatil); diğerinde ise Enes ve Hüseyin’den naklen “Muhammed (as) henüz peygamber olmazdan evvel” (Zemahşerî; Keşşaf) denmiştir. Pek tabiîdir ki, bu olay peygamberimizin elçilik görevi almasından 1-2 saat önce gerçekleşmiştir. Çünkü ayette bildirildiğine göre, peygamberimiz, Mescid-i Haram’dam Mescid-i Aksa’ya, kendisine bir takım ayetler gösterilmek, yani peygamber yapılmak, vahyedilmek için yürütülmüştür. Nitekim Necm suresinden öğrendiğimize göre, peygamberimiz, bu yürüyüşün sonunda,Mescid-i Aksa’daki son sidre ağacının yanında ilk vahyi almış ve “Kul Muhammed” olarak geldiği “Cennetü’l-Meva”dan “Elçi Muhammed (as)” olarak ayrılmıştır.

Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

Bu ayette Allah’ın “ السّميعsemi’” ve “ بصيرbasîr” sıfatlarıyla yer almasının sebebi, bize göre, Allah’ın toplumun cehaletinden ileri gelen sıkıntılarını görmesi ve mevcut düzenlerdeki zulümden kaynaklanan feryatları duymasıdır. Yüce Allah, bu sıkıntıları ve feryatları görmezlikten, duymazlıktan gelmemiş, toplumu aydınlatacak, insanları mutlu kılacak, onların Allah’ın rahmetine kavuşmalarını sağlayacak bir elçi görevlendirmek için o kişiyi Mescid’i Haram’dan Mescid’i Aksa’ya yürütmüştür.
Yüce Allah’ın elçi göndermesindeki bu gerekçeler, Musa peygamberin elçi yapılması ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te de varittir:

Çıkış, 3. Bab; 7-12:

7- RAB, "Halkımın Mısır`da çektiği sıkıntıyı çok iyi biliyorum" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
8- Bu yüzden aşağıya indim. Onları Mısırlılar`ın elinden kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal ülkesine, Kenanlılar`ın, Hititler`in, Amorlular`ın, Perizliler`in, Hivliler`in, Yevuslular`ın topraklarına götüreceğim.
9- İsrailliler`in feryadı bana erişti. Mısırlılar`ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
10- Gel, halkım İsrail`i Mısır`dan çıkarmak için seni Firavun`a göndereyim."
11- Musa, "Ben kimim ki Firavun`a gidip İsrailliler`i Mısır`dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
12- Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır`dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapacaksınız."

2, 3 – Musa’ya da kitap verdik ve Benim astlarımdan “vekil” edinmeyiniz diye onu [Kitap’ı], İsrail oğulları; Nuh`la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar için kılavuz kıldık. Şüphesiz o [Nuh] çok şükredici bir kuldu.

Surenin 2. ayetinden başlayıp 9. ayetine kadar devam edecek olan bu bölümde, peygamberimizin çağdaşı olan İsrailoğulları, geçmişte başlarına gelenler hatırlatılarak uyarılmaktadır. Bu uyarı, hem uzak hem de yakın tarihî geçmişleri dile getirilerek yapılmaktadır.
Konumuz olan 2, 3. ayetlerdeki uyarılarda; Allah’ın astlarından “vekil” edinmesinler diye onlara kılavuz olarak kitap yollandığı bildirilmekte, ayrıca Nuh peygamber gibi çok şükreden bir atanın soyundan olmaları sebebiyle, onların da ataları Nuh gibi çok şükreden ve “vekil” olarak sadece Allah’ı tanıyan kullar olmaları istenmektedir.
“Vekil” sözcüğü “Rabb” sözcüğüyle eş anlamlı olup “var eden, varlığı sürdüren, gelişim ve evrimi programlayan, rızk veren ve koruyan” demektir. Bu sözcüğün anlamı ile ilgili ayrıntı, Furkan suresinin sonunda bulunan “Vekâlet - Vekil - Tevekkül” başlıklı yazımızda mevcuttur. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 391-400)
Nuh peygamber, tarih öncesi çağda yaşadığı için aslında tüm insanların atası durumundadır. Burada İsrailoğullarının atası olarak nitelenmesi, İsrailoğullarına verilen özel mesaj sebebiyledir. Bu nitelemeyle sanki İsrailoğullarına: “Sizin dedeniz olan Nuh çok şükreden bir kuldu. Kendisine verilen her nimeti Rabbinden bilir ve karşılığını Allah için öderdi. Siz, onun zürriyetisiniz. Öyleyse atanız gibi yapın” denilmiştir.


4 - Ve Biz İsrailoğullarına Kitap’ta/ yazgıda şunu gerçekleştirdik: “Kesinlikle siz, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız/ fesat bulacaksınız [bozguna uğrayacaksınız] ve kesinlikle büyük bir yükselişle yükseleceksiniz.”
5 – İşte o ikisinden birincisinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik de onlar, evlerin aralarına girip araştırdılar. Ve o yerine getirilmesi gereken bir vaat idi.
6 - Sonra sizi tekrar onların [güçlü kulların] üzerine galip kıldık ve size mallarla ve oğullarla yardım ettik. Ve sizi işe yarayanlar açısından daha çok kıldık.
7 - -Eğer iyilik ettiyseniz, kendinize iyilik etmişsinizdir ve eğer kötülük ettiyseniz o da onun [kendisi] içindir-. Artık diğer fesadınızın zamanı gelince de yüzlerinizi kötülemeleri [size kötülük yapmaları], ilk kez girdikleri gibi yine mescide [Beytü’l-Makdis’e] girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri için (üzerinize güçlü kullarımızı tekrar göndereceğiz).
8 - Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ve eğer siz döndüyseniz Biz de döndük. Ve Biz cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan kıldık.

Bu ayetlerde kısaca geçmişte İsrailoğullarının güçlenip kibirlendikleri ve zorbalığa yöneldikleri zaman Allah’ın onları değişmez sünneti gereği terbiye ettiği, terbiye ederken de başlarına kendilerinden daha güçlü olan kullarını musallat ettiği anlatılmaktadır.
Ayetlerdeki anlatımlara göre, bi*rinci felâketten sonra İsrailoğulları tövbe etmişler ve ülkelerini yeniden onararak eski güçlü durumlarına dönmüşlerdir. Bu dönemde Allah onları “Eğer iyilik ettiyseniz, kendinize iyilik etmişsinizdir ve eğer kötülük ettiyseniz o da onun [kendisi] içindir. Artık diğer fesadınızın zamanı gelince de yüzlerinizi kötülemeleri [size kötülük yapmaları], ilk kez girdikleri gibi yine mescide [Beytü’l-Makdis’e] girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri için (üzerinize güçlü kullarımızı tekrar göndereceğiz)diyerek uyarmıştır.
Bu uyarılar ismen İsrailoğullarına yapılmış görünse de, ilk muhatap Mekkeli müşriklerdir. Ancak ayetlerin genel mesajı Arabıyla, Yahudisiyle, Hıristiyanıyla, tüm zamanların insanlarınadır. Dolayısıyla bu ayetlerde Rabbimiz, İsrailoğullarını örnek göstererek tüm insanlara rahmet kapılarını kullarının yüzüne kapatmaya*cağını, durumunu düzeltip samimî olan herkesin rahmetinden yararlanabileceğini bildirmekte, buna karşılık taşkınlık, zulüm ve inkâr etmeleri hâlinde, dünyadaki azabın başlarına tek*rar geleceğini, ahirette de cehennemin kâfirlere ait olacağını ihtar etmektedir.
Kur’an’daki kıssaların genel bir özelliği olarak, bu ayetlerde yer alan kıssada da tarihî olayları açıklama amacı güdülmemiş, sadece İsriloğullarının başına gelen olayların sebebi ortaya konmuş ve bu sebep, farklı zaman ve mekânda yaşayan bütün insanlara örnek ve ibret olsun diye toplumsal yasa şeklinde açıklanmıştır. Ama örnek ve hatırlatma amaçlı olarak anlatılması da bu olayların dinleyenlerce meçhul olmadığına delâlet etmektedir.
İsrailoğullarının tarihinde onlarca felâket söz konusu olduğu hâlde burada “iki kez” ifadesinin kullanılması, bunların en şiddetli iki tanesine dikkat çekmek içindir. Derveze, bu iki olayı, klâsik İslâm ve Yahudi kaynaklarında yer alan birçok felâket arasından seçmiş ve İsrailoğullarının başına gelen başka olayları şöyle tespit etmiştir:

İsrailoğullarının Cezalandırılışına Dair İki Önemli Olay:

1- M. Ö. 8. yüzyılın sonlarında Asur Kralı`nın Yahudilerle savaşarak Filistin bölgesinin geneline hükmeden İsrail devletine son vermesi; onları yurtlarından sürmesi, yerlerine dışarıdan getirdikleri grupların yerleşmesidir.
2- M. Ö. 6. asrın ilk çeyreğinde, Babil kralı Buhtunnasır’ın [Nabukadnazar], İsrailoğullan`yla savaşarak "Yahuda" devletini ikinci kez yerle bir etmesi, başkentleri Orşilim`i [Beyt-i Makdis] yakıp yıkması, tapınaklarını harabeye çevirmesi, halkın genelini Babil`e sür*mesidir.
Aynı şekilde tarihin belgelediği bir başka olay daha vardır: İsrailoğulları bu iki önemli darbeden başka bir diğer darbeyi de M. Ö. 3. asırdan 1. asra kadar Şam bölge*sinde hüküm süren Yunan devletinden, ardından M. Ö. 1. asrın ilk yarılarında aynı böl*geyi hükmü altına alan Roma devletinden yediler. Filistin`e kadar Babil devletini yöne*timi altına alan Pers kralı Kurus, İsrailoğulları`na yeniden itibar kazandırdı. Bunun üze*rine başkent ve mabetlerini yeniden imar ettiler. Fakat yönetim Yunanlılar`ın eline ge*çince İsrailoğulları tekrar taşkınlıkta bulundular ve zulme başladılar. Bunun üzerine Yunan devleti onlara tavır aldı ve onları yenilgiye uğrattı. Ardından yeniden güçlendiler. Yöne*tim Roma devletine geçince isyan ettiler ve taşkınlıkta bulundular. Bunun üzerine Roma onlara dersini verdi, onları yenilgiye uğrattı. Başkentlerini ve tapınaklarını yerle bir etti. M. S. 1. asırda onlardan büyük bir topluluğu öldürdü. Geri kalan halkı darmadağın etti, mabetleri harap oldu. Bu ayetler ininceye dek durum böyle devam etti. (Derveze; Tefsirü’l-Hadis)


Yasaları çiğnedikleri takdirde İsrailoğullarının başına neler geleceği hakkında Kitab-ı Mukaddes’te şunlar yazılıdır:

Levililer; 26. Bab:

26 "Put yapmayacaksınız. Oyma put ya da taş sütun dikmeyeceksiniz. Tapmak için ülkenize putları simgeleyen oyma taşlar koymayacaksınız. Çünkü Tanrınız RAB benim.
2 Şabat günlerimi kutlayacak, tapınağıma saygı göstereceksiniz. RAB benim.
3 "Kurallarıma göre yaşar, buyruklarımı dikkatle yerine getirirseniz,
4 yağmurları zamanında yağdıracağım. Toprak ürün, ağaçlar meyve verecek.
5 Bağ bozumuna kadar harman dövecek, ekim zamanına kadar bağlarınızdan üzüm toplayacaksınız. Bol bol yiyecek, ülkenizde güvenlik içinde yaşayacaksınız.
6 "Ülkenize barış sağlayacağım. Korku içinde yatmayacaksınız. Tehlikeli hayvanları ülkenizden kovacağım. Savaş yüzü görmeyeceksiniz.
7 Düşmanlarınızı kovalayacaksınız. Kılıç darbeleriyle önünüzde yere serilecekler.
8 Beşiniz yüz kişinin, yüzünüz on bin kişinin hakkından gelecek. Düşmanlarınız kılıç darbeleriyle önünüzde yere serilecek.
9 Size iyilikle bakacağım. Sizi verimli kılıp çoğaltacağım. Sizinle yaptığım antlaşmaya hep bağlı kalacağım.
10 Eski ürününüz yemekle tükenmeyecek. Yeni ürüne yer bulmak için eskisini boşaltmak zorunda kalacaksınız.
11 Konutumu aranızda kuracak, size sırt çevirmeyeceğim.
12 Aranızda yaşayacak, Tanrınız olacağım. Siz de benim halkım olacaksınız.
13 Ben sizi Mısır`da köle olmaktan kurtaran Tanrınız RABB`im. Boyunduruğunuzu kırdım. Sizi başı dik yaşattım.

Tanrı`dan Uzaklaşmanın Cezası

14 "Ama beni dinlemez, bütün bu buyrukları yerine getirmezseniz, cezalandırılacaksınız.
15 Kurallarımı çiğner, ilkelerimden nefret eder, buyruklarıma karşı çıkar, antlaşmamı bozarsanız,
16 sizi şöyle cezalandıracağım: Üzerinize dehşet salacağım. Verem ve sıtma gözlerinizin ferini söndürecek, canınızı kemirecek. Boşa tohum ekeceksiniz, çünkü ürünlerinizi düşmanlarınız yiyecek.
17 Size öfkeyle bakacağım. Düşmanlarınız sizi bozguna uğratacak. Sizden nefret edenler sizi yönetecek. Kovalayan yokken bile kaçacaksınız.
18 "Bütün bunlara karşın beni dinlemezseniz, günahlarınıza karşılık cezanızı yedi kat artıracağım.
19 İnatçı gururunuzu kıracağım. Gök demir, yer bakır olacak.
20 Gücünüz tükenecek. Topraklarınız ürün, ağaçlarınız meyve vermeyecek.
21 "Eğer karşı çıkmaya devam eder, beni dinlemek istemezseniz, günahlarınıza karşılık cezanızı yedi kat artıracağım.
22 Üzerinize yabanıl hayvanlar göndereceğim. Çocuklarınızı öldürecek, hayvanlarınızı yok edecekler. Sayınız azalacak, yollarınız ıssız kalacak.
23 "Bununla da yola gelmez, bana karşı çıkmaya devam ederseniz,
24 ben de size karşı çıkacağım, günahlarınıza karşılık sizi yedi kez cezalandıracağım.
25 Bozduğunuz antlaşmamın öcünü almak için başınıza savaş getireceğim. Kentlerinize çekildiğinizde aranıza öldürücü hastalık salacağım. Düşman eline düşeceksiniz.
26 Ekmeğinizi kestiğim zaman, on kadın ekmeğinizi bir fırında pişirecek. Ekmeğiniz azar azar, tartıyla verilecek. Yiyecek ama doymayacaksınız.
27 "Bütün bunlardan sonra yine beni dinlemez, bana karşı çıkarsanız,
28 bu kez ben de öfkeyle size karşı çıkacağım ve günahlarınıza karşılık sizi yedi kat cezalandıracağım.
29 Açlıktan çocuklarınızın etini yiyeceksiniz.
30 Tapınma yerlerinizi yıkacak, buhur sunaklarınızı yok edeceğim. Cesetlerinizi devrilen putların üzerine serecek, sizden nefret edeceğim.
31 Kentlerinizi viraneye çevirecek, tapınaklarınızı yıkacağım. Beni hoşnut etmek için sunduğunuz kokuları duymayacağım.
32 Ülkenizi viran edeceğim, oraya yerleşen düşmanlarınız bile şaşkına dönecek.
33 Sizi öbür ulusların arasına dağıtacak, kılıcımla peşinize düşeceğim. Ülkeniz viran olacak, kentleriniz harabeye dönecek.
34 Siz düşmanlarınızın ülkesinde yaşarken, ülke ıssız kaldığı yıllar boyunca Şabatlar`ın sevincini yaşayacak. Ancak o zaman dinlenip Şabatları`nın tadına varacak.
35 Üzerinde yaşadığınız Şabat yıllarında görmediği rahatı ıssız kaldığı yıllarda görecek.
36 "Düşman ülkelerinde sağ kalanlarınızın yüreğine öyle bir korku düşüreceğim ki, rüzgarın sürüklediği yaprakların sesinden bile kaçacaklar. Savaştan kaçarcasına kaçacaklar. Peşlerinde kovalayan olmadığı halde düşecekler.
37 Kovalayan yokken savaştan kaçarcasına birbirlerinin üzerine yıkılacaklar. Düşmanlarınızın karşısında ayakta duramayacaksınız.
38 Öbür ulusların arasında yok olacaksınız. Düşman ülkeler sizi yutacak.
39 Artakalanlarınız gerek kendi, gerekse atalarının suçlarından ötürü düşman ülkelerde eriyip gidecekler.
40 "Ama işledikleri suçları, atalarının suçlarını, bana karşı geldiklerini, ihanet ettiklerini itiraf eder
41 [bu yüzden onlara karşı çıkıp kendilerini düşman ülkelerine sürmüştüm], inadı bırakıp alçakgönüllü olur, suçlarının bedelini öderlerse,
42 ben de Yakup`la, İshak`la, İbrahim`le yaptığım antlaşmayı ve onlara söz verdiğim ülkeyi anımsayacağım.
43 Ülke önce ıssız bırakılacak ve ıssız kaldığı sürece Şabatlar`ın tadına varacak. Onlar da işledikleri suçların bedelini ödeyecekler; çünkü ilkelerimi reddettiler, kurallarımdan nefret ettiler.
44 Bütün bunlara karşın, düşman ülkelerindeyken yine de onları reddetmeyecek, onlardan nefret etmeyeceğim. Böylece hepsini yok etmeyecek, kendileriyle yaptığım antlaşmayı bozmayacağım. Çünkü ben onların Tanrısı RABB`im.
45 Tanrıları olmak için öbür ulusların önünde Mısır`dan çıkardığım atalarıyla yaptığım antlaşmayı onlar için anımsayacağım. RAB benim."
46 RABB`in Sina Dağı`nda Musa aracılığıyla kendisiyle İsrail halkı arasına koyduğu kurallar, ilkeler, yasalar bunlardır.

Kitab-ı Mukaddes’in yukarıda verdiğimiz bölümünde yapılan uyarılar, başka bölümlerinde de defalarca tekrar edilmiştir:
Mezmurlar: 106, 34-38, 40, 41
İşaya Bab 1: 4-5; 21-24: Bab 2: 6, 8 Bab 3: 16-17; 25-26; Bab 8-7; Bab 30: 9-10, 12-14
Yeremya, Bab: 2: 5-7, 20, 26-28; Bab 3: 6-9; Bab 5: 1, 7-9, 15-17; Bab 7: 33, 34; Bab 15: 2, 3.
Hezekiel; Bab 22: 3, 6-12, 14-16
Matta; Bab 23: 37, 38; Bab 24: 2
Luka; Bab 23: 28-30

9, 10 - Şüphesiz ki bu Kur`an, insanları en doğru ve en sağlam şeye [rüşde, yola] kılavuzlar. Ve salihatı işleyen müminlere kendileri için kesinlikle ve kesinlikle büyük bir ecir olduğunu ve ahirete inanmayan kişiler için Bizim can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:56 AM   #4
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

2. ayette İsrailoğullarına kılavuz olarak Kitap verdiğini söyleyen Rabbimiz, burada da Müslümanlara Kur’an’ı verdiğini bildirmekte, Musa’ya verilen kitabın insanları tevhide yönelttiği gibi Kur’an’ın da en doğru, en sağlam şeye kılavuzladığını, iman edip salihatı işleyenleri büyük bir ödülle, ahirete inanmayanları ise can yakıcı bir azapla müjdelediğini açıklamaktadır.
Dikkat edilirse burada teşvik ve korkutma bir arada yapılmış, “müjde” ile başlayan cümle “tehdit” ile bitirilmek suretiyle çok farklı bir üslup kullanılmıştır. Arap edebiyatının önemli yöntemlerinden biri olan bu üslup, Kur’an’da sık sık görülmektedir.

9. ayette Kur’an için kullanılan “en sağlam şeye kılavuzlar” ifadesindeki “en sağlam şey”in ne anlama geldiğini bulmak için Cinn suresinin 3. ayetini hatırlamak gerekmektedir. Çünkü orada Kur’an için “rüşde kılavuzlar” ifadesi kullanılmıştır. Böylece bu ayette “en sağlam şey” ile kastedilenin “rüşd” olduğu ortaya çıkmaktadır.

RÜŞD

“Rüşd” sözcüğü “doğru ve eğriyi ayırt etme bilinci, zihinsel olgunluk, doğru yolu bulup ona girmek, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilme olgunluğuna ulaşmak” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.4, s. 148, 149 “rşd” mad.) Sözcük, Kur’an’da farklı türevleriyle 19 kez yer almaktadır [Bakara/186, 256, A’râf/146, Nisa/6, Kehf/10, 17, 24, 66, Enbiya/51, Cinn/3, 10, 14, 21, Mümin/29, 38, Hucurat/7, Hud/78, 87, 97].
“Reşit olma”, “rüşdüne erme”, “irşat etme”, “mürşit” gibi türevleri Türkçede de kullanılan “rüşd” sözcüğünün Kur’an ayetlerindeki manasını kısaca “İslâm’ın öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek mümkündür.
Buna göre “rüşde kılavuzluk eden Kur’an” ifadesi, “Kur’an’ın insanları akıl kullandırtarak bilinçlendirdiği, olgunluğa ulaştırdığı, -başka bir ifade ile- kimseyi büyülemediği, kimsenin beynini yıkamadığı” anlamına gelmektedir.
Bu ayetlerde Kur’an’ın çok önemli özelliklerinden biri ortaya konularak Kur’an’ın rüşde, en sağlama iletme işini, müjde ve uyarma yöntemlerinin ikisiyle birden yaptığını göstermektedir. Kur’an’da nerede bir uyarı yapılmışsa, hemen arkasından cennet ve cehennem sahneleri verilmektedir.

SALİHATI İŞLEMEK:

“عملوا الصّلحات Salihatı işleyenler” olarak çevirdiğimiz kalıp, Kur`an`da toplam 62 ayette yer almıştır. Bu kalıbın pek çok meal ve tefsirde olduğu gibi “amel-i salih işleyenler” şeklinde çevrilmesi yanlıştır.
“اصلاح Islah” sözcüğünden türemiş olan “salihat” düzeltmek demektir. “Salihat işlemek” ise bozuk olan şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik işler yapmak anlamlarına gelir.
Kur`an, bozuklukları düzeltme faaliyetinde bulunanları tek kelime ile ifade etmiş ve bu kimseleri “muslih” olarak isimlendirmiştir [Bakara; 11, 220 , A`râf; 56, 85, 170 , Hud; 117 ve Kasas; 19].
Diğer taraftan Kur`an; bu ayette geçen “hakkı ve sabrı tavsiyeleşme”, Bakara/277’de geçen “namaz kılma ve zekât verme”, Hud/23’te geçen “edep ve gönülden Allah`a boyun eğme” kavramlarını aynı ayet içinde ayrı ayrı zikretmek suretiyle “salihat”tan ayırmıştır. Yani “hakkı ve sabrı tavsiyeleşme”, “namaz kılma ve zekât verme”, “edep ve gönülden Allah`a boyun eğme” gibi hasenat, Kur`an`a göre “salihat”tan sayılmamaktadır.
Kur`an`daki bu hususlar dikkate alınarak “salihat” konusunda şunları söylemek mümkündür: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, salihatı işlemek değildir. Ama öğüt verme yolu ile namaz kılmayanı namaz kılar hale getirmek, zekât vermeyeni zekât verir hale getirmek, oruç tutmayanı da oruç tutar hale getirmek, salihatı işlemektir. Kavramın toplumsal boyutunun ise şu şekilde tanımlanması mümkündür: Bulunduğumuz zaman ve zeminde adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve diğer alanlarda her türlü bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek çaba, yapılacak uygulama, salihatı işlemektir.
Bu konuda, “dışa yansımayan işler” demek olan hasenat ile salihat arasındaki fark iyi anlaşılmalıdır. Rabbimiz bu iki konu arasındaki farkı her bir haseneye on karşılık verirken [En`âm/60], salihat karşılığında cenneti vaat etmek suretiyle çok açık bir şekilde belirlemiştir [Bakara/25, 82, Nisa/57, 122, 124; Hud/23, İbrahim/23, Kehf/107 ve daha birçok ayet].


11 – Ve insan, hayrı davet eder gibi kötülüğü davet eder. Ve insan çok acelecidir.

Bu ayette, insanların sanki hayra davet ediyormuşçasına şerre davet etmeleri gündeme getirilmiş ve insanoğlu her şeyin hemen oluvermesini isteme yönündeki bu fıtri eğilimi denetleme konusundaki dikkatsizliği sebebiyle eleştirilmiştir. Bu ayet aynı zamanda “kılavuz”un önemine işaret etmektedir. Çünkü kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmeyen insan, Allah tarafından verilen kılavuz sayesinde iyiyle kötüyü birbirinden ayırıp kendisine zarar veren davranışlardan sakınabilir.
İnsanın hayrı çağırır gibi şerri çağırması, Kur’an’ın diğer ayetlerinden yararlanılarak iki şekilde anlaşılabilir:
a- İnsan, yaptığı bir davranışın ne sonuç vereceğini kesin olarak bilmediği için, bazen kendisine zarar verecek olan bir şeyi yararlıymış gibi isteyebilir:

Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen o size yazıldı [farz kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için şerli olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara/216)

Bu duruma verilebilecek bir diğer örnek de şudur: İnsanların pek çoğu, başlarına gelen sıkıntı verici herhangi bir olay üzerine “Ölsem de kurtulsam” der. Böyle söylemekteki amacı, kendisine sıkıntı veren o olayın etkisinden kurtulmaktır. Halbuki küçük sıkıntı ve eziyetlerden kurtulmak için ölümü isterken, o güne kadar yaptıkları yüzünden ahirette sürekli azabı hak edip etmediğinin hesabını yapmayı aklına bile getirmemiştir. Kendini Allah’a affettirmek için tövbe edip O’nun istediği gibi bir insan olmaya çabalayacağı yerde, sadece o andaki azaptan kurtulmayı düşünerek kısa yoldan ölümü istemektedir. Oysa bu düşüncesiz ve aceleci tavrıyla azabın en korkunç ve sürekli olanını tercih etmiş olmaktadır.

b- İnsan, eski kavimlerin yaptığı gibi, inanmadığı için azabı isteyebilir:

Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk [gerçek] ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. (Enfal/32)

Bir de onlar [duyarsız kavim]; “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen [tehdit] ne zaman?” diyorlar. (Ya Sin/48)

Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/ adı konmuş bir ecel [vade] olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir.
Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Hâlbuki cehennem, o kâfirleri kesinlikle kuşatıcıdır. (Ankebut/53, 54)

Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde; “Ha işte!” dediler, “Bu bize yağmur getirecek bir bulut!” Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi; Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden içinde acıklı bir azap olan rüzgâr. Sonunda o hâle geldiler ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız biz. (Ahkaf/24, 25)

Yahut onlar dolaşıp dururlarken [Allah`ın azabının] kendilerini yakalayıvermesinden emin mi oldular? Üstelik onlar, aciz bırakanlar da değillerdir. (Nahl/46)

Ve onlar senden, iyilikten önce kötülüğü çabuklaştırmanı isterler. Hâlbuki onlardan önce onlara misal olacak cezalar gelip geçmiştir. Ve gerçekten senin Rabbin, zulümlerine karşılık insanlar için cidden mağfiret sahibidir. Ve kesinlikle senin Rabbin, azabı cidden çok çetin olandır. (Ra’d/6)


12 – Ve Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Sonra Rabbinizden bir lütuf aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin ayetini silip, bir gördürücü olarak, gündüzün ayetini kıldık [getirdik]. Ve Biz her şeyi detaylandırdıkça detaylandırdık.

Bu ayette, gece ve gündüzün düşünenler, akıllarını kullananlar için Allah’ı tanımaya kanıt ve bir ibret olduğu açıklanmaktadır. Bu açıklama değişik ifadelerle başka ayetlerde de yapılmıştır:

Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de bir geçim zamanı yaptık. (Nebe’/10, 11)

O [Allah], içinde dinlenesiniz diye sizin için geceyi, göresiniz diye de gündüzü kılandır. Şüphesiz bunda kulak verecek bir kavim için ayetler vardır. (Yunus/67)

Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın semadan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesi ve onda, deprenen canlıları yaymasında, rüzgarları evirip çevirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllarını çalıştıran bir kavim için elbette ayetler vardır. (Bakara/164)

De ki: “Gördünüz mü [Düşündünüz mü hiç], eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size ışık getirecek ilâh kimdir? Hâlâ kulak vermeyecek misiniz?”
De ki: “Gördünüz mü [Düşündünüz mü hiç], eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilâh kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?”
Ve O’nun [Allah’ın] rahmetindendir ki O, geceyi ve gündüzü geceleyin dinlenesiniz, [gündüzün] ise O’nun lütuf ve kereminden arayasınız diye kıldı. Ve umulur ki şükredersiniz [karşılığını ödersiniz]. (Kasas/71-73)

Gökte burçlar kılan, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir Ay kılan ne cömerttir.
Ve O, öğüt almayı veya şükretmeyi dileyen kimseler için gece ile gündüzü hılfeten [birbiri ardınca] kılandır. (Furkan/61, 62)

Ve O [Allah], diriltir ve öldürür. Gece ile gündüzün birbirini takip etmesi de yalnızca O’nun içindir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? (Müminun/80)

O [Bir tek, Kahhar; Allah], gökleri ve yeri hakk ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne bürüyor, gündüzü de gecenin üstüne bürüyor. Güneş’i ve Ay’ı emre amade kılmıştır. Hepsi de adı konmuş bir ecele akıp gitmektedir. İyi bilin ki, O, çok güçlü ve çok bağışlayıcıdır. (Zümer/5)

Gece de onlara [duyarsız kavme] bir delildir. Biz ondan [geceden] gündüzü sıyırırız da onlar hemen karanlığa dalıverirler.
Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden Güneş de [duyarsız kavim için bir delildir]. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir [ayarlamasıdır]. (Ya Sîn/37, 38)


VAKTİN ÖNEMİ

Saat, gün, ay ve yıl ile ifade edilen “vakit”, toplumsal hayatta olduğu kadar dinî hayatta da büyük öneme sahip bir kavramdır. Çünkü dinî hayatta salat, zekat, oruç, hacc gibi ibadetler mevkutedir, yani belli bir zamana göre düzenlenmiştir. İşte, Allah’ın bir ayeti olduğu bildirilen gece ile gündüz, diğer birçok hayatî konuda olduğu gibi “vakit” konusunda da temel bir öge niteliğindedir. Öyle ki, zamanın ölçülmesi ancak gece ile gündüzün varlığı ile mümkün olur.

O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için ayetleri detaylandırır.
Şüphesiz gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve Allah`ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde ittika eden bir kavim için nice deliller vardır. (Yunus/5, 6)

Sana hilallerden [yeni aylardan] soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hacc için, zaman ölçmeye yarar.” Evlerinize arka taraflarından girmeniz “birr” değildir. Ama “birr”, takvalı davranmaktır. Öyleyse, evlerinize kapılarınızdan girin. Ve Allah’a takvalı davranın. Belki başarıya erenlerden [kurtulanlardan] olursunuz! (Bakara/189)

Tan yerini yarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı zaman ölçüsü kılmıştır. Bu, Güçlü Olan’ın, Bilen’in takdiridir [belirlemesidir]. (En`âm/96)

Ayette geçen “gecenin ayetini silip, bir gördürücü olarak, gündüzün ayetini kıldık [getirdik]” ifadesi, bir zamanlar Ay’ın da Güneş gibi ısı ve ışık veren bir durumda olduğunu, daha sonra da bu özelliğini kaybedip sadece yansıtan niteliğe büründüğünü düşündürmektedir. Bilindiği gibi, Ay’ın oluşumu ve evrimi hakkında ortaya atılan üç varsayım da [Yer’in bölünmesi, Yer çevresinde yoğunlaşma, Yer yörüngesine yakalanma gibi teoriler] bugüne kadar ispatlanamamış, onlar ışığında Ay’ın ve Yer’in mevcut durumlarına yeterli açıklamalar getirilememiştir. Belki ilerideki zamanlarda Ay’ın oluşumu kesin kanıtlarla izah edilebilir hâle gelecek ve ayetteki ifadenin nasıl anlaşılması lâzım geldiği ortaya çıkacaktır. Bu takdirde bir gerçeğin daha asırlar önceden Kur’an’da açıklanmış olduğu görülecek ve Kur’an’ın bir mucizesi daha gözler önüne serilmiş olacaktır.
Ayetin son cümlesi olan “Ve Biz her şeyi detaylandırdıkça detaylandırdık” ifadesi, “Dininiz ve dünyanız için ihtiyaç duyduğunuz her şeyi detaylıca izah ettik, ortaya koyduk” anlamında olup bu husus Kur’an’da farklı ifadelerle başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh/ canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır. (En’âm/38)

Ve Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi aleyhlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit getireceğiz. Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik. (Nahl/89)

Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın semadan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesi ve onda, her dabbeden [deprenen canlılardan] yaymasında, rüzgarları evirip çevirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllarını çalıştıran bir kavim için elbette ayetler vardır. (Bakara/164)

Ayetin son bölümündeki ifadeler ile “gece” ve “gündüz”ün mecaz anlamları ön plâna çıkmaktadır. Buna göre, “gece” cehaleti ve küfrü, “gündüz” de imanı ve bilgiyi ifade etmektedir.

13, 14 – Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”-
15- Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.

Bu ayetlerde birçok uyarıcı noktaya değinilmiştir. Anlaşılması gereken ilk nokta, “ طائرtair” sözcüğü ile neyin kast edildiğidir. Daha önce de açıklandığı gibi, “tair” kuş demektir. “Kuş”, iğretiliği ifade eder. Nitekim Türkçede “kuş misali” deyimi ile konu edilen şeyin kısa zaman sonra ayrılıp gideceği kastedilir.
Ayetteki “boynuna” ifadesi ise gereklilikten kinayedir. Meselâ, “Bu işi senin boynuna borç kıldım, bu işi bırakamazsın, bu iş için mutlaka sen gereklisin” anlamındaki bir cümleyi, “Bu işi senin boynuna doladım” şeklinde ifade etmek mümkündür.
Ayette geçen “kuşun boyuna dolanması” deyimi, bu durumda, insanın bir anda yapıp geçiverdiği amellerinin bile kendisinden ayrılmayacağı, bu amellerin her zaman insanla birlikte olduğu ve ahirette de birlikte olacağı anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan, Arapların “tair” ve “tatayyur” sözcüklerini uğur-uğursuzluk anlamında kullanmalarından hareket ederek “Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık” ifadesini şu şekilde anlamak da mümkündür: “Biz herkesin kaderini [kısmetini] kendi boynuna doladık, yapacağı iyi davranışlarla iyi sonuçlara, kötü davranışlarla da kötü sonuçlara ulaşır, yani iyi veya kötü işler sebep ve sonuçlarıyla kişinin kendisindedir.” Çünkü Araplar, yapmak istedikleri herhangi bir işin kendilerini hayra mı şerre mi götüreceğini anlamak için kuşların hâllerine bakarlar; ürkütüldüklerinde veya kendi kendilerine uçtuklarında kuşların sağa, sola veya yukarı doğru uçmalarından manalar çıkarırlar, buna göre de yapacakları işin kendileri için mutluluk veya mutsuzluk doğuracağına karar verirlerdi.
Sonuç olarak şöyle söylenebilir: Ayette geçen “tair”, insandan sadır olan her türlü davranışlardır. Bunlar kuş gibi uçup gitmezler, kolye gibi herkesin boynuna asılı durumdadırlar:

Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/ 7-8)

Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tespitçi tespit edip dururken,
o [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/17, 18)

Oysa üzerinizde koruyucular var.
Değerli yazıcılar
Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler
Ebrar/ iyiler/ yardımseverler, elbette Mutluluk Cenneti’nde olacaklar,
füccar/ inançsızlar ise kesinlikle Cahim’de [Cehennemde] olacaklar. (İnfitar/10-14)

“Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin artık sizin için birdir. Siz sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız!” (Tur/16)

O [Bu iş], sizin kuruntularınızla ve Ehlikitap’ın kuruntularıyla değildir.Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah’ın astlarından bir Yakın Kimse ve bir yardımcı bulamaz. (Nisa/123)

15. ayetteki “Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez” ifadesi, 14. ayette tahlilini yapmaya çalıştığımız “Her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık” ifadesinin bir açılımı, farklı bir şekilde anlatımıdır. Her iki ifade de, hiç kimsenin başkasının işlediği suçtan sorumlu tutulmayacağını, hiç bir suçlunun işlediği suçları bir başkasına yükleyemeyeceğini; buna karşılık, güzel ve iyi amelin mükâfatının onu yapana ait olduğunu, bu mükâfattan da bir başkasının yararlanamayacağını anlatmaktadır. Bu ilke Kur’an’da değişik ifadelerle birçok ayette belirtilmiştir:

Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez.
Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur.
Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. (Necm/38-40)

De ki: O [Allah] her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka Rabb mi arayayım? Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O [Allah], ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belâlandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Enam/164, 165)

Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiç bir şey yüklenilmeyecek -bir akrabası olsa bile-. Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salatı ikame edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah’adır. (Fatır/18)

Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiç bir [suçlu] günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir. (Zümer/7)

Tabiî ki, bu ilke, kişinin önderlik yapmak, teşvik etmek suretiyle sebep olduğu ama fiilen başkaları tarafından işlenen suçlardaki payını ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü “herkesin eserlerinden sorumlu tutulacağı” ilkesi, suça azmettirenlerin ve kötü eser bırakanların da suçu işleyenlerin cezasından ayrıca pay alacaklarını bildirmektedir:

Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! (Nahl/25)

Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı mübin”de sayıp tespit etmişizdir. (Ya Sin/12)

DİNDE KUR’AN DIŞI BİR KAYNAK YARATILMAMASI HAKKINDA TARİHTEN BİR OLAY:

İbn Ömer, Rasülullah (as)’ın "Ölü, ehlinin, çoluk çocuğunun ağlaması sebebiyle azâb görür" dediğini rivayet etmiştir. Halbuki Aişe, bu haberin sıhhatini ta`n etmiş, tenkidinin doğruluğuna da, Cenâb-ı Hakk`ın “bir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez" ayetiyle istidlal etmiştir. Çünkü çoluk-çocuğunun ağlaması sebebiyle kişiye azap etmek, kişiyi başkasının suçu sebebiyle sorgulamak olur ki, bu da bu ayetin hükmünün hilafınadır. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb;Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:56 AM   #5
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

OKUNACAK KİTAP

Burada konu edilen kitap, insanın tüm amellerinin kaydedildiği kitaptır. Öyle ki, amellerin kaydından oluşan bu kitap, tıpkı bir uçağın kara kutusu, bir bilgisayarın ana belleği gibi, insanın içinde bir yerinde dürülü, kapalı durumdadır. Ahirette ise bu kitap açılacak, ekrana taşınacak ve kişiye “Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!” (İsra/14) denilecektir. Eğer kitapta kayıtlı bilgiler mutluluğu gerektiren şeyler ise, mutluluk; mutsuzluğu gerektiren şeyler ise mutsuzluk baş gösterecek, böylece kişi, yargılama için kendisinden başka kimseye ihtiyaç olmayan bir mahkemede, hem sanık hem tanık hem savcı hem de yargıç olacak ve kendi kendisini yargılayacaktır.
15. ayetteki “Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur” ifadesiyle kesin ve açık olarak insanın seçme kabiliyetinin bulunduğu vurgulanmakta, nimet veya azap olarak göreceklerinin de onun bu seçiminin sonucu olduğu bildirilmektedir.

ELÇİSİZ, KİTAPSIZ, YASA KONULMADAN CEZALANDIRMA OLMAZ

15. ayetin son bölümündeki “Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık” ifadesiyle, yasasız [şeriatsız] suç olmayacağı; dolayısıyla da yasa konmadan kimsenin cezalandırılmayacağı beyan edilmektedir. Bu ilke aynı zamanda elçilerin ilâhî adaletin uygulanmasındaki önemini belirtmektedir. Çünkü ceza veya mükâfat, elçinin getirdiği bu mesaja göre belirlenmekte ve kişilerin lehinde veya aleyhinde delil olarak bu mesaj kullanılmaktadır. Eğer ortada elçi vasıtasıyla getirilmiş bir mesaj yoksa, insanların adil olarak cezalandırılmaları veya mükâfatlandırılmaları mümkün olmaz. Çünkü böyle bir durumda insanlar doğru yola uymalarını gerektiren bilginin kendilerine ulaşmadığı özrünü ileri sürebilirler. Bu mazeret, onların cezalandırılmamaları talebini haklı kılan bir mazeret olur. Fakat elçinin daveti bir topluluğa ulaştıktan sonra, eğer bu davet o toplum tarafından reddedilmişse, artık insanların böyle bir özür imkânı kalmayacaktır.

Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi anakente göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir. Zaten Biz, halkı zalim olmayan memleketleri helâk edici değiliz. (Kasas/59)

Bu, Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helâk edici değildir. (En’am/131)

Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helâk ettik.
Öğüt! Ve Biz, zulmedenler değiliz. (Şuara/208-209)

Hâlbuki senin Rabbin, kıyamet günü, “Biz, bunlardan gafildik” demeyesiniz yahut “Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz / kuşaklarız, batılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz diye, âdemoğullarının sulbünden onların soylarını çıkarır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.” (A’raf/172, 173)

Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada; "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz diye, size teybin yapan [açıkça ortaya koyan] elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. (Maide/19)

Ve bu [Kur`ân], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [yahudi ve hıristiyanlara] indirildi; Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. (En’am/155, 157)

Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah’ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her halde ben müttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman, “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin.” (Zümer/55, 58)

16 - Ve Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine emrederiz de onlar orada fasıklık ederler. Artık oranın üzerine Söz hak olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz.

Bu ayet, “Allah’ın sebepsiz yere bir topluluğu helâk etmek istediği” şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah’ın emrettiği “fısk” değil, “maruf”tur. Toplumun varlık ve güç sahibi önde gelenlerinin ayette dile getirilen fasıklıkları, Allah’ın onlara “fısk”ı emretmesi sebebiyle değil, onların, Allah’ın emrettiği “maruf”u yerine getirmeyerek sapıklık etmeleri sebebiyledir. Dolayısıyla burada toplum, önderlerini ve yöneticilerini seçerken çok dikkatli ve titiz olmaları konusunda uyarılmaktadır. Çünkü suçlu ve sapık önderlerin, kendileriyle beraber içinde yaşadıkları toplumu da felâkete sürüklemeleri kaçınılmazdır:

Ve “sadece sizden zalim olanlara isabet etmeyen fitnelerden” korunun ve hiç şüphesiz Allah’ın, azabı çetin olan olduğunu bilin. (Enfal/25)

Mealini “varlık ve güç sahibi önde gelenler” olarak verdiğimiz sözcüğün orijinali “mütref”tir. “Mütref” sözcüğü “nimet ve refahın kendisini şımarttığı kimse” demektir. Ayette sözü edilen bu tür insanlar, zenginlikleri ve sosyal konumları sayesinde toplumlarında fiilî liderler hâline gelen ve sıradan insanlar tarafından benimsenerek kendilerine uyulan kimselerdir. Ayette dile getirilen yasa [Sünnetullah], bu kimselerin, uyguladıkları zulüm ve fesatla, işledikleri türlü kötülüklerle, Allah’ın koyduğu kurallara karşı sergiledikleri isyanla diğer insanlara örnek olmaları ve onları da kendilerine benzetmeleri durumunda, Allah’ın azabını o toplumun üzerine çekecekleri ve sonuçta da toplum olarak helâk edilecekleri gerçeğidir.


17 – Ve Biz Nuh`tan sonraki nesillerden nicelerini helâk ettik. Ve kullarının günahlarını hakkıyla haberdar olan ve en iyi gören olarak Rabbin yeter.

Bu ayetten, 16. ayette bildirilen sosyolojik yasanın işlediği ve Nuh peygamberden itibaren nice helâkin bu yasa çerçevesinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Ayette Allah’ın, kullarının suçlarını hakkıyla bildiğinin ve en iyi gördüğünün vurgulanması ise, O’nun kimseye zulmetmediğini, bu helâkleri herkesin kendi davranışları ile hak ettiğini göstermektedir. Yani, yoldan çıkmış önderler kendilerine uyan halkı da yoldan çıkarmakta, bu sapkınlıklarının bir sonucu olarak ülkelerinin gerilemesine, hatta yıkılmasına yol açmaktadır. Bu, bir toplumun bütün kesimleriyle beraber azaba maruz kalması demektir.


18 - Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi kılarız [hazırlarız]; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
19 - Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
20 - Hepsine; onlara [dünyayı isteyenlere] ve bunlara [ahireti isteyenlere] Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.

13. ayetin devamı ve açıklaması durumunda olan bu ayetlerde insanlar iki gruba ayrılmıştır. Birinci grubu teşkil eden peşincilere [dünyacılara], bu dünyada kendi istedikleri kadar değil, Allah’ın dilediği kadar verileceği; ancak sonunda hor ve hakir olarak cehenneme girecekleri ihtar edilmektedir. Ahireti isteyip de oraya yaraşır bir çaba gösteren ikinci gruba ise, bu çalışmalarının karşılığının verileceği müjdelenmektedir. Ancak Rabbimiz, bu dünyada yapılacak çalışmaların [amellerin] kabulünü “iman” şartına bağlamış ve bu şartın olmazsa olmazlığını “Kim ahreti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir” ifadesi ile vurgulamıştır.
İmansız amelin hiçbir işe yaramayacağı, Kur’an’da pek çok ayette açık ve net olarak ifade edilmiştir:

Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın -onu fidye verseler bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âli Imran/91)

İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmişlerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir değer vermeyiz]. (Kehf/105)

Bu gün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Müminlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini/ mehirlerini ödediğiniz takdirde- size helâl kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide/5)

Ve ant olsun ki, sana ve senden öncekilere vahyedildi ki: “Ant olsun ki, eğer şirk koşarsan amelin kesinlikle boşa gidecek ve mutlaka kaybedenlerden olacaksın. Onun için, tam aksine yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. (Zümer/65, 66)

Size karşı kıskanç olarak. Derken o korku gelince, sen onları, ölümden baygınlık sarmış kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlarken gördün. Sonra o korku gidince, iyiliğe kıskançlık ederek size keskin keskin diller sıyırdılar. İşte bunlar iman etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Ve bu, Allah üzerine çok kolaydır. (Ahzab/19)

Birbirlerine gösterilmiş oldukları hâlde suçlu o günün azabından kurtulmak için oğullarını, eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye vermek ister. Sonra kendini kurtarabilsin. (Mearic/11-14)

Bugün artık sizden fidye alınmaz, kâfirlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir! (Hadid/15)

İşte bu, Allah’ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti. (Enam/88)

İşte onlar, kendiler için, ahirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Sanayi ürünleri de orada boşuna gitmiştir. Yaptıkları şeyler de batıldır. (Hud/16)

Sana haram aydan ve onda [o haram ayda] savaşmaktan soruyorlar. De ki: Onda savaşmak, büyüktür ve Allah yolundan alıkoymaktır, O’nu ve Mescid-i Haram’ı inkâr etmektir. Ve onun [Mesci-i Haram’ın] halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve fitne, öldürmekten daha büyüktür. Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashabıdır. Onlar orada sürekli kalanlardır. (Bakara/217)

Buna karşı seninle münakaşaya kalkışırlarsa artık de ki: “Ben, yüzümü [tüm benliğimi] Allah’a teslim etmişimdir, bana uyan kimseler de.” Ve kendilerine kitap verilenlere ve Ümmîlere [Anakentlilere] de ki: “Siz de teslim oldunuz mu/ İslâm’ı kabul ettiniz mi?” Eğer teslim olurlarsa/ İslâm’a girerlerse artık hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse de artık, sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Ve Allah kulları en iyi görendir.
Şüphesiz Allah’ın ayetlerini inkâr edenler ve haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlardan hakların verilmesini emreden kimseleri öldürenler… Hemen bunları acıklı bir azapla müjdele!
İşte bunlar, dünyada ve ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiş olan kimselerdir. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i Imran/20-22)

Ve iman etmiş kişiler; “Kesinlikle, sizinle beraber olduklarına dair, Allah’a bütün güçleriyle yemin edenler bunlar mı?” derler. Onların amelleri boşa gitmiştir ve onlar kaybedenler olmuşlardır. (Maide/53)

Ayetlerimizi ve ahiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri hepten boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar? (Araf/147)

Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, salatı ikame eden/ kılan, zekatı veren ve sadece Allah’a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidayet üzere olanlardan olmaları umulur. (Tövbe/18)

Siz de tıpkı kendinizden önceki, sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlâtça sizden daha varlıklı ve de paylarına düşen kadar yararlanan kimseler gibisiniz. İşte siz de sizden öncekiler paylarına düşen kadarıyla nasıl yararlanmak istedilerse siz de onlar gibi payınıza düşen kadarıyla yararlanmak istediniz. Siz de dalanlar gibi daldınız. İşte bunların, dünyada ve ahirette amelleri boşa gitti ve işte bunlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Tövbe/69)

İnkâr eden kişiler ise, artık yıkım onlara! Ve O [Allah], onların amellerini saptırmıştır.
Bu, onların, Allah’ın indirdiklerini beğenmediklerinden dolayıdır. Artık O [Allah] da onların amellerini boşa çıkarmıştır. (Muhammed/8, 9)

Şüphesiz doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenler, şeytan, hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.
Bu, onların, Allah’ın indirdiğini beğenmeyen kimselere; “Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz.” demeleri sebebiyledir. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyor.
Artık melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken nasıl olacak!
Bu, onların Allah’ı gazaplandıran şeylere uymaları ve O’nun rızasını beğenmemelerinden dolayıdır. Artık Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır. (Muhammed/25-28)

Şüphesiz ki, şu inkâr eden, Allah yolundan meneden ve kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelen kişiler, Allah’a hiçbir şeyce zarar veremezler. Ve O [Allah], onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. (Muhammed/32)

Ve eğer ki zulüm yapmış olan herkes, yeryüzünde ne varsa kendisinin olsa onu feda ederdi [kurtulmalık verirdi] ve onlar azabı görünce pişmanlık duyardı. Ve aralarında adalet gerçekleştirildi. Ve onlar haksızlığa uğramazlar. (Yunus/54)

Rabblerine uyanlar için daha güzeli vardır. O’na uymayanlar ise, yeryüzünde bulunan ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha kendilerinin olsa, onu kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. İşte onlar, hesabın kötüsü kendileri için olanlardır. Varacakları yer de cehennemdir. Orası da ne fena yataktır. (Ra’d/18)

Ve eğer bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı da o zulmeden kişilerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka kurtulmalık verirlerdi. Ve onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılır. (Zümer/47)

Şüphesiz, bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı daha, kıyamet gününün azabından kurtulmalık vermek için inkâr eden kişilerin olsa, onlardan kabul edilmez. Ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. (Maide/36)

İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmişlerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir değer vermeyiz]. (Kehf/105)

Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz, [o şey] bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz. (Enbiya/47)

Sur’a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy sop ilişkisi yoktur. İstekleşemezler de [kimse kimseden bir şey isteyemez].
Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.
Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde sürekli kalıcıdırlar.
Orada onlar dişleri sırıtır hâlde iken ateş yüzlerini yalar.
Benim ayetlerim size okunmadı mı? Siz ise onları yalanlıyordunuz.
Dediler ki: “Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz zalimleriz.”
O [Allah] dedi ki: “Alçaldıkça alçalın orada! Bana konuşmayın da. (Müminun/101-108)


21 - Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür.

Ayette geçen “Onların bir kısmını bir kısmı üzerine” ifadesindeki “kısım” sözcüğü ile cennetliklerin ve cehennemliklerin kastedildiği kabul edilirse; bu iki kesim arasındaki fazlalıkların dünyaya ait mal-mülk, makam-mevki, yeme-içme konularında değil, cehennemliklerde bulunmayan onur, saygı, merhamet, şefkat, sevgi, sorumluluk, sosyal destek, iyi niyet, hakkı ve sabrı tavsiyeleşme gibi meziyetler konusunda olduğu söz konusu olur.
Eğer ayette geçen “kısım”ların, cennetlikler ile cehennemliklerin kendi içlerindeki bir ayırım olduğu kabul edilirse, ayetin birinci cümlesinin takdiri şu şekilde yapılabilir: “Bizim her iki gruba da dünyada iken mubah olan şeyleri nasıl verdiğimize bir bak! Nasıl bazısını bazısına fazlalıklı kılmış ve bir mubahı bir mümine verirken bir diğerine vermemişiz! Yine nasıl bir kâfire verirken bir diğerine vermemişiz!”
Bu farklı vermelerin sebebi Kur’an’da Rabbimiz tarafından şöyle açıklanmıştır:

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz! Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zühruf/32)

Ve O sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, bazınızı bazınızın üstüne yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve O, kesinlikle çok bağışlayandır, Rahîm’dir. (En’am/165)

Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O hâlde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar? (Nahl/71)

Konumuz olan ayetin ikinci cümlesinde ahiretin dereceler ve fazlalıklar bakımından daha büyük olduğunun bildirilmesi, dünya nimetlerini elde etmek için gösterilen gayretten daha fazlasının ahiret nimetleri için gösterilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Çünkü ahiret yurdundaki nimetler, dünyadakilere göre çok daha mükemmeldir:

Cennet ashabı, o gün kalacak yer açısından çok iyi, dinlenecek yer bakımından da daha güzeldir. (Furkan/24)

Diğer taraftan, ahiret yurdunun dereceler bakımından büyük olması, cennet ve cehennemdeki dereceler arası farklılıkların dünyadakine kıyasla daha büyük olduğunu göstermektedir. Yani, dünyadaki en üst derecenin nimetleri ile ahiretteki en üst derecenin nimetleri birbirine denk olmayacağı gibi, dünyadaki en alt derecenin rezilliği ile ahiretteki en alt derecenin rezilliği de birbirine denk değildir. Her iki kıyaslamaya göre de ahiretin nimet veya rezilliğinin dünyadakinden daha büyük olduğuna kuşku yoktur. Kişilerin, farkları büyük olan bu uhrevî derecelerden hangisine girecekleri ise onların dünyada iken ortaya koydukları amellere bağlıdır. Dünyada farklı ameller ortaya koyan insanlar ahirette de farklı dereceler elde edecekler, ya cehennemin değişik tabakalarında zincirler, bukağılar, ateş ve daha nice azap dereceleriyle karşılaşacaklar, ya da cennette değişik nimetlerin bulunduğu sefa derecelerine nail olacaklardır.

22 - Allah ile birlikte başka bir ilâh kılma [edinme, tanıma]! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.

19. ayette amellerin işe yaraması kişinin imanlı olması şartına bağlandıktan sonra, bu ayette imanın izahına başlanmış ve imanın olmazsa olmazı olan “tevhit”e, şirkten arınmaya dikkat çekilmiştir. Zira şirk, kişinin amellerinin yok sayılmasına yol açan küfrün yegâne affedilmeyecek türüdür.
Bu pasajdaki hitap 18. ayette geçen “ منmen [her kim]”e yönelik iken, bu ayette İltifat sanatı yapılarak söz doğrudan muhataba yöneltilmiştir. Ayetin ilk muhatabı ise peygamberimizdir. Böyle olunca, Kur’an’ın genel üslûbu ve ilkeleri gereği, muhatap tüm zamanların insanları olmaktadır. Dolayısıyla ayeti şöyle takdir etmek mümkünüdür: “Ey insanlar! Allah ile birlikte başka bir ilâh kılmayın [edinmeyin, tanımayın]! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsınız.”

23, 24 - Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.”

22. ayette tevhidin önemine dikkat çekildikten sonra, bu ayetlerden itibaren tevhidin yansıması niteliğinde olan sosyal, ekonomik, kültürel ve cinsel ahlaka ilişkin ana ilkeler sıralanmaktadır. Bu ilkelerin toplu olarak bir genelge mahiyetinde bildirildiği bir başka yer de En’am suresidir:

De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştiriliriz korkusuyla] çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmayın. Haksız yere Allah`ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir.
Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar [malına] en güzel biçimde [yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı tam adaletle yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah`a verdiğiniz sözü tutun. Öğüt alıp düşünesiniz diye [Allah] bunları size vasiyet etmiştir.
Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun ve Yollar’a uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, takvalı davranırsınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir. (En’am/151-153)
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 28. September 2008, 01:56 AM   #6
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

ANAYA BABAYA İYİ DAVRANMAK

Yüce Rabbimiz, imanın ilkelerini belirtirken hem En’am suresinde hem de burada, şirkten arınmaktan hemen sonra ana-babaya iyilikle davranmayı saymıştır. Lokman suresinde de ana-babayı şükredilecekler arasında kendisinden sonraki sıraya koymuştur:

Ve Biz insana, anası ve babası hakkında tavsiyede bulunduk: -Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.– “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak banadır. (Lokman/14)

Anaya babaya iyilik yapmak onların sadece karınlarını tok, sırtlarını pek tutmak olarak anlaşılmamalıdır. Onlara iyilik yapmak ve iyi davranmak, rabbimizin önemle üzerinde durduğu bir ahlaki tutumdur. Bu ahlaki tutum, onların her türlü maddî ihtiyaçlarının giderilmesinden başlayıp yaşlılıklarında daha da ihtiyaç duydukları manevi ve duygusal ihtiyaçlarının giderilmesine kadar bir çok davranışı içeren bir süreçtir. Sevdiklerinin sevilmesi, ahbaplarının aranıp sorulması, meşru taleplerine karşı çıkılmaması, kırgınlıklarına neden olabilecek kaba söz ve davranışlardan kaçınılması, mutluluklarını sağlayacak yakın ilgiden mahrum bırakılmamaları, hayatlarını hoş ve tatlı bir aile atmosferi içinde yaşamalarının sağlanması bu tür davranışlar cümlesindendir.
Ana-babaya iyi davranmak, onların Müslüman olmaları durumuna bağlı değildir. Eğer ana-baba müminler ile savaşmıyorlarsa, kâfir de olsalar, evlâtlarının onlara karşı yukarıda sayılan görevleri yerine getirmeleri gerekir:

Allah, sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah adalet yapanları sever. (Mümtehine/8)

Konumuz olan ayette Rabbimizin ana-babanın yaşlılık hâlleri üzerinde durmuş olması özellikle dikkate değer bir noktadır. Çünkü yaşlılık sebebiyle meydana gelen değişikliklerden ötürü, insan, evlâtlarının göstereceği iyiliklere daha fazla muhtaçtır. Rabbimiz, bu durumdaki ana-babaya, değil kaba davranıp azarlamayı, “öf!” demeyi bile yasaklamıştır.
Ayetteki “Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir” buyruğu, İstiare sanatıyla onlara merhamet edilmesini emretmektedir ki, sanat diliyle verilmiş olan bu talimat, sıradan bir emir cümlesiyle verilecek olandan daha fazla etki uyandırmaktadır.
Buradaki hitap peygamberimize olduğu ve o dönemde peygamberimizin ana-babası olmadığı için, “onlar” ile kastedilenler onun ümmetidir:

Ve müminlerden sana uyan kimselere kanadını indir. (Şuara/215)

24. ayetin sonunda öğretilen duada özellikle ana-babanın evladını terbiye etme işlevinin söz konusu edilmesi, bize göre, insanın ana-babasının kendisini büyütürken gösterdikleri sevgi ve şefkati, çektikleri sıkıntı ve yorgunlukları hatırlamasını sağlamak içindir.
Ayette verilen bir diğer mesaj da, insan üzerinde Allah’tan sonra en büyük hak sahibinin ana-baba olduğudur. O hâlde müminlere düşen de kendi üzerlerinde hak sahibi olan ebeveynlerine saygıda, itaatte, hizmette kusur etmemeleridir.

25 - Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.

Bu ayetle Allah’ın önceki ayetlerde konu edilen ilkelerine uymakta gösterilecek samimiyetsizliğe, riyakârlığa set çekilmekte, ancak daha evvel yapmış oldukları hatalardan samimiyetle dönmek isteyenlere de yeşil ışık yakılmaktadır.

26, 27 - Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. -Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.-
28 - Ve eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan [akraba, yoksul ve yolda kalmıştan] yüz çevirirsen, o vakit de kendilerine yumuşak ve tatlı [onların ağırına gitmeyecek] bir söz söyle.

Tevhit inancının yansıması niteliğindeki temel ahlakî ilkelerin sayılmasına bu ayetlerde de devam edilmektedir. Müminlerin sahip olması gereken ekonomik ahlakın bir göstergesi olarak bu ayette servet ve kazançların sadece onları kazananlara ait olmadığı, bu ekonomik değerlerde akrabanın, yoksulun ve yolda kalmışın da haklarının bulunduğu bildirilmektedir. Bu hakların mutlaka sahiplerine tediye edilmesi gerektiği bilincinin kazanılması, Kur’an’ın temel öğretilerinden birisidir. Burada en dikkat edilecek nokta, ekonomik değerlerin boşa harcanması demek olan kaynak israfının [savurganlığın] men edilmiş olmasıdır. Allah’ın lütfettiği helal kazançlar ve diğer temiz nimetler harcanmalı, tüketilmeli fakat asla israf edilmemelidir. Çünkü saçıp savuranlar, bu yaptıklarıyla “şeytanların kardeşi” olma durumuna düşmektedirler. Ekonomik değerleri bencilce saçıp savurmak, bir çok ihtiyaç sahibinin bu ekonomik değerlerden mahrum kalmasına neden olan bilinçsizce bir tutumdur. Bu bilinçsizce tutum, gerek kişilerin iç dünyalarındaki bencillik ve hodgâmlığı pekiştirerek, gerekse diğer insanların içlerindeki haset ve yoksunluk krizlerini tetikleyerek toplumun ahlakî rotasını bozucu etkiler yapmaktadır. Toplumların huzur ve mutluluğunu bozan birçok sosyal problem, bozuk, bencilce ve savurganlığa dayalı bir mal ve servet kullanımının komplikasyonları olarak ortaya çıkmaktadır.
Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakları verilmeli, ancak verecek bir şeyi olmayanlar da hiç olmazsa bu insanlara hoş, tatlı ve gönül alıcı sözler söylemelidir.
Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa haklarının verilmesi gerektiği ilkesi başka surelerde de tekrarlanmış, Bakara suresinde ise bu ilkenin “birr [cennete lâyık nitelik] kapsamında olduğu belirtilmiştir:

Ve onların mallarında dilenen ve mahrum [yoksun; istemeyen yoksul] için bir hak vardı. (Zariyat/19)

Ve [o musalliler [destekçiler], kendi mallarında, isteyen ve mahrumlar [istemekten utanan yoksullar] için belli bir hak olan kimselerdir. (Mearic/24, 25)

İsteyeni azarlama. (Duha/10)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz Birr değildir. Ama Birr, Allah’a, Ahiret Günü’ne/ Son Gün’e, meleklere, Kitap’a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve namazı ikame etmek, zekatı vermektir. Ve sözleştiklerinde sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvalı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Ekonomik ahlak ile ilgili “verme” ilkesinin dile getirildiği ayetlerin ifadelerinden de kolayca anlaşıldığı gibi, her birey, sahip olduğu varlıklar üzerinde diğer insanların da hakları olduğunu kabul etmeli ve onlara bir şey verirken iyilik yaptığını değil, sadece onların hakları olanı verdiğini düşünmelidir. Yardımların ancak bu duygu içinde yapılması ile “Birr” denen ahlakî tutuma ulaşılabilir.
Geçmişte ifrat içinde olanlar, Bakara/177’deki “yakınlık sahibi” ifadesiyle peygamberimizin yakınlarının, özellikle de kızı Fatıma ve soyunun kastedildiğini ileri sürmüşler, onlara verilecek olanın da Fedek arazisi olduğunu iddia etmişlerdir. Hâlbuki Fedek arazisi Medine döneminin son yıllarında ganimet olarak elde edilmiş ve taksimi yapılmış bir arazidir; bu ayet ise Mekkîdir.
26. ayette geçen “ آتِati [ver]” emri, önce peygamberimize sonra da herkese yöneliktir. Zira bu emrin geçtiği cümle, 23. ayette sözü edilen hükümler üzerine atfedilmiştir.
Bizim “saçıp savurmak” olarak çevirdiğimiz sözcüğün aslı “israf” değil, “ تبذير tebzir” sözcüğüdür. “Tebzir”, “malı ifsad etmek, yersiz, masiyete harcamak” demektir. Bu anlam, savurganlığın miktarı ile değil, malın harcandığı yer ile ilgilidir. (Lisanü’l-Arab; c.1, s. 361, “bzr” mad.)
Buna göre; eğer harcama normal yerlere yapılıyorsa, varlığın tümünün harcanması hâlinde bile bu davranış “tebzir” kapsamına girmez. Ancak harcama hakk olmayan bir yere yapılıyorsa, bu özellikteki tek kuruşluk harcama bile “tebzir” kapsamındadır. Dolayısıyla Rabbimiz, harcamaları kötü yollarda yapmayı, yani mal veya serveti insanların zararına kullanılabilecek yerlere ve kişilere harcamayı yasaklamış, bu yasağa uymayan mübezzirleri [saçıp savuranları] de “şeytanların kardeşleri” olarak nitelemiştir. Mübezzirlerin “şeytanların kardeşleri” olarak nitelenmesi; bu kişilerin, mallarını şeytanların [insanlara zarar veren, onları Allah’ın yolundan saptıran, yeryüzünde fesat ve kargaşa çıkarmak için uğraşanların] güçlenmeleri ve işlevlerini sürdürmeleri yolunda harcamaları sebebiyledir. Zaten malın tebziri de tam olarak malın bu şekilde harcanmasıdır. Bu sebeple, her mümin harcadığı kuruşun nerelere gittiğini takip etmeli, Allah’ın rıza göstermediği konularda iş yapanlarla ilişkiyi kesmeli, bu gibi kişilerle başka konularda da olsa alış veriş yapmamalı, onların güçlenmesine yardım etmemelidir.
Şeytanın arkadaşlığı, Zühruf suresinde değişik bir ifade ile dile getirilmiştir:

Ve her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o onun için karindir [yaştaş, yakın arkadaştır]. (Zühruf/36)


EN AZINDAN “YUMUŞAK SÖZ”

28. ayetteki “Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak” ifadesi, fakirlikten kinayedir. Çünkü Allah’ın rahmet ve ihsanını daha ziyade malı olanlar değil de malı olmayanlar talep ederler. Böyle olduğu için de sebebin ismi müsebbebe verilmiş ve fakirlik “Allah’ın rahmetini talep etmek” olarak isimlendirilmiştir. Buna göre, 28. ayetin manası “Eğer fakirsen, malın azsa, onlarla olan ilişkilerini güzel sözlerle devam ettir. Onlara malının olmadığını söyleyerek mazeretini bildir ve güzel ifadelerle onlara iyi temennilerde bulun. Onları ‘Allah yardımcı olur, bu günler de geçer, Allah kimseyi darda bırakmaz’ gibi sözlerle teselli et” şeklinde olur.

Maruf söz [Bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Ganiyy’dir [Zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], Haliym’dir [yumuşak davranandır]. (Bakara/263)

29 - Ve elini boynuna bağlanmış kılma [cimri olma], onu büsbütün de saçma [israf etme]. Aksi hâlde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın.

Ayetteki “Ve elini boynuna bağlanmış kılma!” ifadesi cimrilikten kinaye olup meal metninde parantez içinde belirttiğimiz gibi, anlamı “cimri olma!” demektir. “Onu büsbütün de saçma!” ifadesi de “Savurgan, müsrif olma!” anlamına gelir. 27. ve 29. ayetler birlikte okunduğunda, Rabbimizin harcamalarımızda ifrat ve tefrite gitmeden orta yolu takip etmemizi istediği açıkça anlaşılmaktadır. Cimrilik ve savurganlık gibi aşırılıklar hem maddî hem de manevî yönlerden insan için zararlı davranışlardır. Cimrilik insana saygınlık ve itibar kaybettirirken, savurganlık da insanın muhtaç ve zelil durumlara düşmesine yol açar. Harcamalarda orta yolun takip edilmesi ilkesi Furkan suresinde şu şekilde belirtilmiştir:

Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur. (Furkan/67)

Ayetteki “Aksi hâlde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın” ifadesi, malını tamamen kaybeden insanın kendini ve ailesini sıkıntıya düşürmesi yüzünden çevresi tarafından kınanacağını ve yaptıklarından kendinin de pişmanlık duyacağını bildirmektedir. Öyleyse ne servetin dönüşümünü ve dağılımını engelleyecek kadar cimri, ne de kendi ekonomik durumunu çökertecek şekilde savurgan olunmalıdır.

30 - Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediği için rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.

Bu ayette, insanlar arasındaki rızk farklılığının belli bir sebebe dayandığı, Allah’ın rızkları dağıtırken kullarının durumlarından haberdar olduğu ve dilediğini zengin, dilediğini fakir kılmak üzere rızkları bilerek dağıttığı açıklanmaktadır.
Allah’ın biz kulları arasında böyle bir farklılık yaratması, imtihana vesile olması sebebiyledir:

Hayır… Hayır… Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)

Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa; “Rabbim beni aşağıladı.” der.
Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! (Fecr/16-20)

Ve eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velâkin O [Allah] dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından en çok haberi olandır, onları en iyi görendir görür. (Şûra/27)

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar arasındaki ekonomik farklılıklar Rabbimizin koyduğu kural gereği gerçekleşmektedir. Böyle olmakla birlikte, Rabbimiz kendi yarattığı bu farklılığın insanlar tarafından giderilmesini istemiş ve fazlalıklı olan insanlara Kur’an’da emirler vererek fazlalıklarını diğerleriyle paylaşmalarını bildirmiştir. Her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da ahlakiliği gözeten Rabbimiz, fazlalıkların diğerleriyle paylaşılmasını da “arınmanın gereği” bir davranış olarak nitelemiştir. Ancak kişilerin ahlakî tutumlarının açığa çıkarılmasında çok önemli bir husus olan bu ilâhî eşitsizliğin bir takım zorlayıcı yollarla ortadan kaldırılması [servet dağılımının bir otorite tarafından değiştirilmesi], ne gerçekten adil bir eşitlik sağlayabilmekte, ne de Rabbimizin amacına uygun bir davranış olmaktadır. Çünkü dünyadaki pek çok örneğinde görüldüğü gibi, bu tarz zorlama yöntemler yeni eşitsizlikler ortaya çıkarmakta, gönül rızası ile olmadığı için de ilâhî amaca hizmet etmemektedir. İlâhî sistem, bireyin bu eşitsizliği meydana getiren fazlalıklarından başkalarına da vererek kurtulmasını amaçlamakta, böylece bireylerin dünyadaki ekonomik düzenin daha adil olmasına katkıda bulunmalarına imkân tanımaktadır. Dolayısıyla, insanların tam bir rıza içinde olmadığı zorakî paylaşım sistemlerinin Rabbimizin bu konudaki amacına hizmet etmesi mümkün değildir.


31 - Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızklandırırız/ besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.

Ayette geçen “ إملاقimlak” sözcüğü “bir şeye sahip olamamak, yoksulluk” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.8, s. 360, 361) Bu sözcük hem geçişsiz hem de geçişli olduğundan, “yoksulluk” anlamına geldiği gibi, “yoksul bırakılmak” anlamına da gelir. Dolayısıyla ayetteki “imlak haşyeti” ifadesi hem “yoksulluk korkusu”, hem de “yoksul bırakılmak korkusu” demek olur. “İmlak” sözcüğünün geçişsiz anlamına göre “Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde meallendirilen ifade, “Çocuklara yapacağınız harcamalardan dolayı fakirleşeceğinizden korkarak çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde anlaşılmış olur.
“İmlak” sözcüğünün geçişli olduğu kabul edildiğinde ise aynı ifade “Yoksul bırakılacağınız korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin” şeklinde de anlaşılabilir. “Fakir bırakılma korkusu”, putlardan medet uman, onlara kurbanlar sunan müşrik Arapların hissettiği “putlar tarafından fakirleştirilme” korkusudur:

Ve onlar, O’nun [Allah’ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a bir hisse kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte ortakları için olan şey [hisse] Allah’a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
Ve onlar [ortakları], kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye müşriklerden çoğuna evlâtlarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak! (En’am/136, 137)

“İmlak” sözcüğünün geçişsiz anlamına göre ayetteki ifadeden çıkan “fakirleşme korkusu”, aile mevcuduna bir boğazın eklenmesiyle oluşacağı düşünülen “yitecek sıkıntısı” korkusudur ki, bu da başka ayetlerde şöyle yer almaktadır:

Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir.
Kendisine verilen müjdenin kötülüğü dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet ve horluğa rağmen onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin onların verdikleri hüküm [töreleri] ne kötüdür! (Nahl/58, 59)

... diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,
“Hangi günahtan dolayı öldürüldü?” diye... (Tekvir/8, 9)


Gerçekten de Arap cahiliye tarihine bakıldığında, Arapların kendi kız çocuklarını yukarıda belirtilen iki sebeple öldürdükleri görülmektedir. Rabbimiz “imlak” sözcüğünü kullanarak her iki sebebi de kapsayacak şekilde çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Rabbimizin kullarına olan merhametinin bir babanın evlâdına olan merhametinden daha fazla olduğunu gösteren bu yasak, bir başka ayette de tekrarlanmıştır:

De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştiriliriz korkusuyla] çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmayın. Haksız yere Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir. (En’am/151)

Bugünkü dünyada kız çocuklar o günkü gibi doğrudan öldürülmemektedir. Ne var ki, ayetteki “evlâtlarınızı öldürmeyin” ifadesinin modern zamanlarda da tekabül ettiği anlam ortadan kalkmış değildir. İslami hiçbir gerekçesi olmadan bir takım geleneksel gerekçelerle kız çocuklarının sosyal ayrımlara uğratılması kısmen bugün de devam etmektedir. Ayetin mesajını, bu ayetin gözettiği ahlakî ilkeyi eksen alarak anlamak daha doğru bir yaklaşım olur. Bu bağlamda, “çocukların öldürülmemesi” emrine, kız-erkek ayrımı yapılmaksızın onların cahil, eğitimsiz, mesleksiz bırakılmamasını da kapsayacak şekilde bakılmalıdır. Çünkü bu sosyal alanlarda onları donanımsız bırakmak, bize göre, onları öldürmek demektir.
Burada konu edilen “çocuk öldürme” eyleminin doğum kontrolü ile bir ilgisi yoktur. Zira “evlât” sözcüğü doğum sonrası aşamayı ifade eden bir sözcüktür. Dolayısıyla doğum kontrolünün “evlâtlar” ile ilişkilendirilmesi doğru değildir.

32 - Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, iğrençliktir ve kötü bir yoldur.

Ayetteki “yaklaşmayın” ifadesiyle, zina denen toplumsal ateşe, tabir yerinde ise, “dış kapının kapatılması” suretiyle ileri derecede önlem alınmaktadır. Çünkü “yaklaşmayın” ifadesi, başkalarının bulunmadığı yerlerde baş başa kalmak, kaş göz işareti yapmak, davet ya da tahrik edici söz söylemek, dokunmak, öpmek gibi zinaya yol açabilecek her türlü davranışı kapsamaktadır.
İğrençlik ve aşırılık olarak nitelenen zina fiiline yaklaşılmaması emrinin ayette çoğul olarak gelmesi, bu talimatın topluma verildiğini göstermektedir. Yani, Rabbimiz zinaya karşı önlem alma amacıyla yasa çıkarma ve insanlara eğitim verme görevlerini topluma yüklemektedir. (Surenin sonunda “zina” konusu ile ilgili detaylı açıklama içeren bir ek yazı mevcuttur.)

33 - Ve hakk ile olmadıkça, Allah`ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. Ve kim zulüm edilerek öldürülürse, Biz onun velisine bir güç [yetki] vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Şüphesiz o [öldürülen/ veli] yardım olunmuştur.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 29. July 2012, 12:38 PM   #7
galipyetkin
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
galipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud of
Standart

Mekke'den Yesrib'e(Medineye) göç etmiş, "Haşr suresi-9. ayete" dayalı ve "Bakara:219-Nahl:71 ve Muminun:4-5"de ifadesini bulan, medeni bir sosyal ve ekonomik, İslam şartlarına uygun bir düzeni kurmaya, oturtmaya çalışmakta....

Bu arada fetih emri gelmiş ve Yesrib'de rayına oturtulmaya çalışılan ekonomik ve sosyal yaşamdan değişik bir sosyo ekonomik oluşum gösteren Mekke'de fetihten sonra tutması gereken ekonomik ve sosyal yol için yüzünü, düşüncelerini, ''gökyüzüne/semaya/yani beyninin içine'' çevirmiş, yani tefekkürde, kafasında çözüm arıyor.

Ve Allah yüzünü/düşünce sistemini'' mescidi'l haram''a çevir der(Bakara-144 ve devamı);
ve ''İbrahim Makamı''ndan bir yer edinmiş olan Peygamber, İbrahim Peygamber'in Beyt'ini/Beyt'i Atiyk'i, Mekke'de belli ki bir kısım halk tarafından eskiden beri gizliden uygulanan, üretim ve bölüşüme dayanan sosyal ve ekonomik bir kollektif YAŞAM TARZI olan ''MESCİD'İL HARAM"ı ihya ve uygulama yönünde karar kılar.
Bunu da Tevbe Suresi'nin 7. ayetinde geçen ''....indel mescidi'l haram fe MESTEKAMU....'' ifadesinden, yani ''mescidi'l haram İSTİKAMETİnde olarak'' yaşam sürenlerle anlaşma yapmasından/himaye altına almasından anlıyoruz. Bu yaşam tarzı Müslümanların uydukları ve ''Hacc-ı Ekber'' ile müşriklerden uygulamaları, uymaları istenecek yaşam tarzıdır.

Fakat Peygamber için bir esra/sır, giz, gizem, bir gizlilik, üstü kapalılık; Peygamber yönünden ulaşılamayan, anlaşılamayan, karanlıkta kalan bir yön, bir problem yani Peygamber için bir "GECE" var. Peygamber için o devam etmekte.....

O da şu: ''Evet biz Yesrib'de/Medine'de "mescidi'l haram"a dayalı/üretime ve adil bölüşüme dayalı kollektivist bir ekonomik ve sosyal bir yol tuttuk veya tutuyoruz. Fakat aynı dini paylaştığımız Yahudiler ekonomik ve sosyal yaşamları bizim yaşam tarzımızdan, yani ''mescidi'l haram'' kollektif ekonomik ve sosyal yaşam tarzından değişik bir ekonomik ve sosyal yaşamdalar. Onlar niye mescidi'l haramdan uzak, "mescidi aksa'ya/ticarete, sömürüye dayalı, kapitalist bir yaşam sürüyorlar'' gizemi hala sürmekte ve Peygamber yüzünü gökyüzünde gezdirmekte, yani Onların yaşadıkları bu ekonomik ve sosyal düzeni sürdürmelerinin nedenleri için tefekkür etmekte/üzerinde düşünmekte......

İşte Isra-1 ayeti ile bu esra/sır açıklanmakta, Peygamber'deki bu çelişki (düşüncelerindeki karanlık, "gece", aydınlatılmakta) giderilmekte ve ''mescidi aksa'' yaşam tarzına peygamber düşünce bazında yürütülmekte, bilgilendirilmektedir.

Daha etraflı olarak, daha önce de şurada tıklayın: ''http://www.hanifler.com/showthread.php?t=2323&page=4"
ısra 1 ve 2 ayetlerine değinmiştim.

Sanki gündüzler çuvala girmiş de, şakilerin, haramilerin, müşriklerin, peygamber düşmanlarının kol gezdiği bir yerde, gece vakti ve tek başına gönderdikleri, Allah'ın ayet olarak gödermeyi unuttuğu ve bu nedenle de Peygamber'in Kur'an'a yazmadığı ''kutsal Cirane vadisindeki bir mescid'' hikayesini bir hakikatmış gibi algılayıp ve algılatıp meallerde yer verenleri, ve bu mealler yolu ile, insanların beyninde algıladıkları dini, ''mabet dini''ne çevirenleri, ve ''zihinsel yükseliş-zihnî açılma, aklı çalıştırma'' adamları kesmediğinden, içimizdeki Allah'ı alıp, Yunanlıların Zeus'u Olympos'a oturttukları gibi, kişileştirip gökyüzünün 7. katına oturtup da Peygamber'i de Burak adlı ata bindirip Allah'la pazarlık için oraya gönderenleri kınıyorum.

Şimdi gelelim kur'an'ın ''necm'' ayrımına tabi tutularak yazılmasına. Isra-1 ayetinin kaydırılıp ''Kasas Suresi''ne aktarılması gerekli miydi?, veya Kasas Suresi'nin o ayetleri ''Isra''ya mı eklenmeliydi? gibi eleştiriler beni aşar. Fakat konu birliği gösteren üretime-emeğe dayalı değil de ticarete-kapitale-sömürüye dayalı ''mescidi aksa'' sosyal ve ekonomik yaşam tarzını anlatan Isra ayetinin, ayete giriş cümlesinin yeri, yani Isra-1. ayetinin yeri boş kalmıştır. Çünkü: ''Musa'ya DA kitap verdik...' diye başlayan bir surenin bir başlangıcı olmalıydı diye düşünüyorum. Fakat denilebilir ki Isra Suresi, Kasas'ın peşindekidir ve Kur'an'da sure sure bir ayırım yoktur, dolayısı ile değişen bir şey yoktur; sure biriminin kaldırılıp da ''necm'' ''necm'' ayırımda da değişen bir şey yoktur, isteyen resmi düzene uyar isteyen bu ayırıma.....; çünkü şekli bir ayrımdır. Takdir yazarın, meal sahibinin. Ötesi dediğim gibi bizi aşar.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Konu galipyetkin tarafından (27. December 2022 Saat 03:21 PM ) değiştirilmiştir.
galipyetkin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 1. November 2016, 11:35 PM   #8
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun aleyküm, değerli Hasan Akçay kardeşim,

Hakkı Yılmaz'ın sözkonusu Nisa Suresinin ayet mealleri şöyledir:
101 Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin size bir kötülük yapacağından korkarsanız salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma çalışmanızdan] kısaltmanızda [eğitimi öğretimi kısa kesmenizde] sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, sizin için apaçık düşmandırlar.
102 Ve sen seferde olanların içinde bulunup da onlar için eğitim-öğretim verdiğin zaman içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler/eğitime katılsınlar. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar, yeterli bilgi alıp ikna olduklarında arka tarafınıza geçsinler. Sonra eğitim-öğretim almamış diğer bir kısmı gelsin seninle beraber eğitim-öğretim yapsınlar ve tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan habersiz durumda olsanız da size ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
103 Sonra eğitim-öğretimi tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/ güvene erdiğinizde, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun]. Hiç şüphesiz salât [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma görevi], eskiden beri mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır.
104 Ve o düşman toplumu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyor idiyseniz, artık şüphesiz onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Ve siz, Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

Tebyinül Kur'an'da iniş sırasına göre ilk 35 surenin düzenlenmesini ancak yapabildim. Geri kalanları da zaman içinde inşallah yenileyeceğim.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen sadece Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 2. November 2016, 05:39 AM   #9
Hasan Akçay
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 811
Tesekkür: 0
155 Mesajina 223 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
Hasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud ofHasan Akçay has much to be proud of
Standart

Alıntı:
dost1 Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Selamun aleyküm, değerli Hasan Akçay kardeşim,

Hakki Yilmaz'in
sözkonusu Nisa Suresinin ayet mealleri
söyledir:

101 Ve yeryüzünde sefere çiktiginiz zaman, kâfirlerin; Allah'in ilâhligini ve rabligini bilerek reddeden kimselerin size bir kötülük yapacagindan korkarsaniz salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açidan destek olma; toplumu aydinlatma çalismanizdan] kisaltmanizda [egitimi ögretimi kisa kesmenizde] sizin için bir sakinca yoktur. Süphesiz kâfirler; Allah'in ilâhligini ve rabligini bilerek reddeden kimseler, sizin için apaçik düsmandirlar.

102 Ve sen seferde olanlarin içinde bulunup da onlar için egitim-ögretim verdigin zaman içlerinden bir kismi seninle beraber dikilsinler/egitime katilsinlar. Silâhlarini da yanlarina alsinlar. Bunlar, yeterli bilgi alip ikna olduklarinda arka tarafiniza geçsinler. Sonra egitim-ögretim almamis diger bir kismi gelsin seninle beraber egitim-ögretim yapsinlar ve tedbirlerini ve silâhlarini alsinlar. Kâfirler; Allah'in ilâhligini ve rabligini bilerek reddeden kimseler, silâhlarinizdan ve esyanizdan habersiz durumda olsaniz da size ani bir baskin yapsinlar isterler. Eger size yagmurdan bir eziyet erisir veya hasta olursaniz, silâhlarinizi brakmanizda sizin için bir sakinca yoktur. Tedbirinizi de alin. Süphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhligini ve rabligini bilerek reddeden kimselere alçaltici bir azap hazrlamistir.

103 Sonra egitim-ögretimi tamamlayinca, artik Allah'i ayakta, oturarak, yan yatmisken anin. Sükûnet buldugunuzda/ güvene erdiginizde, salâti ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açidan destek olma; toplumu aydinlatma kurumlari olusturun, ayakta tutun]. Hiç süphesiz salât [mâlî yönden ve zihinsel açidan destek olma; toplumu aydinlatma görevi], eskiden beri mü’minler üzerine vakti belirlenmis bir yazgidir.

104 Ve o düsman toplumu takip etmede gevseklik göstermeyin. Eger siz aci çekiyor idiyseniz, artik süphesiz onlar da sizin aci çektiginiz gibi aci çekiyorlar. Ve siz, Allah'tan onlarin ümit edemeyecekleri seyleri umuyorsunuz. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandir.
Halil kardesim,

Burada konu
Nisâ 101-104'teki salât degil
Hûd 114'teki "salât"tir.

Bu ikisini
sayin Hakki Yilmaz birbirinden ayri tutuyor.

Yani
sayin Hakki Yilmaz'a göre salât
Nisâ 101-104'te "egitim ögretim"dir
ama Hûd 114'te "namaz"dir.

Sayin Hakki Yilmaz
o kadar emin ki bundan
bakin
yatsi namazindan söz ediyor.

Kardesim, insaf denen bir sey var.
Insan
bu kadar da bir uçtan bir uca
gidip gelmez ki.

*

Vakti belirlenmis demek
ne zaman basladigi ve ne zaman sona erdigi belirlenmis
demektir.

Örnegin aksam namazinin vakti belirlenmistir:

Aksam namazinin vakti
"günesin ufka sürtünmesi"yle baslar (11:114, 17:78),
"gecenin kararmasi"yla sona erer (17:78).

Sabah namazinin vakti belirlenmistir:

Sabah namazinin vakti
ak ipin kara ipten seçilmesiyle baslar (2:187)
günesin dogmasiyla sona erer (11:114)

*

Yatsi namazinin vakti
ne zaman baslar,
ne zaman sona erer?

Konu Hasan Akçay tarafından (2. November 2016 Saat 09:55 AM ) değiştirilmiştir.
Hasan Akçay isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 2. November 2016, 05:24 AM   #10
galipyetkin
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
galipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud of
Standart

Sayın Dost1

Yukarıda 103. ayette kullanılan şu iki ifade "sükûnet bulmak/güvene ermek" acaba anlatılmak istenen meramı karşılıyor mu?
Acaba Kur'an'ın yumuşak-sert anlatım tarzına uygun düşüyor mu?

Bence hayır. Çünkü bedensel bir çekişmenin değil beyinsel bir faaliyetin neticesi, ve buna bağlı ruhsal ve bedensel rahatlık anlatılıyor. Bu nedenle mesela "erinç/huzur" gibi (bana göre) daha uygun ifadeler kullanılamaz mı?

Takdir sizin.

Saygılarımla.
Galip Yetkin

Konu galipyetkin tarafından (2. November 2016 Saat 05:27 AM ) değiştirilmiştir.
galipyetkin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
giriş, sûresi’ne, sûresi’ne, ısra


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:40 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam