1. March 2018, 04:36 PM | #1 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 |
Ayet yorumlarında beğişme
AYETLERİN YORUMLARINDA DEĞİŞME
Hilafetin Osmanlılara geçmesinden sonra, diğer birçok meselede olduğu gibi kadınlar konusunda da uzun tartışmalar yapıldı. Muhtemelen düşünceler, aşağıdaki iki ayetin tek başlarına ve zorlama tevillerle yorumlanması sonucunda değişmeye başladı. Nur Suresi 30.ayet: “İnanan erkeklere söyle; bakışlarından bazılarını yumsunlar, ırzlarını (fecr’lerini yani avret yerlerini) korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almaktadır.” Nur Suresi 31. ayet: “İnanan kadınlara da söyle; Bakışlarından bazılarını yumsunlar, ırzlarını (fecr’lerini yani avret yerlerini) korusunlar, ziynetlerini (ziynetehûnne) göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Hımarlarını (göğüs) yırtmaçlarının üzerine koysunlar, kadınlık ziynetlerini kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına yahut babalarına yahut kocalarının babalarına yahut oğullarına yahut kardeşlerine yahut kardeşlerinin oğullarına yahut kız kardeşlerinin oğullarına yahut kadınlarına yahut ellerinin altında bulunan (köle)lerine yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkek tabi’lerine (yani hizmetçilerine, yardıma muhtaç ihtiyarlara, bunaklara ve dilencilere) yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilirler. Gizledikleri süslerinin (hal-hal) bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allah’a tövbe edin ki felaha eresiniz (huzura kavuşasınız).” Önce erkeklere hitap edilen bu iki ayetten, birincisi yani erkeklerle ilgili olan üzerinde genelde pek durulmamıştır. Hâlbuki Allah, ikinci ayetin sonunda da, müminler diyerek erkek ve kadına, birlikte tövbe edin buyurmaktadır. Tövbe suresi 71. ayetin bir bölümünde: “Mümin erkeklerle Mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır ” denilmektedir. Nur Suresi 31. ayette kadınlar hakkında söylenenler için çok zorlamalı yorumlar yapılmıştır. Bu tartışmalarda Ebu Davud, Tırmizi, Darimi, Kasımi, İbn Hanbel, İbn Kesir, İbn Mes’ud Kesani, el-Ceziri gibi din bilginlerinin genelde hadislere dayanarak yaptıkları yorumlar esas alındı. Bu bilginler Kur’an-ı Kerim’i çok okuyan insanlardı. Hadis toplama konusunda çok çalıştılar. Hz. Muhammed (s.a.v.) ve dört halife döneminde kadınlarla erkekler ayrı ortamlarda değildi, ancak yukarıda zikredilen ulemanın yaşadıkları dönemde erkeklerle kadınlar ayrı yerlerde yaşıyorlardı. O dönemler, “Kadınlara yazıyı değil, dikişi ve Nur suresini öğretin” şeklindeki çok şüpheli bir hadisin etkin olduğu yıllardı. Müslümanlığın şekilsel ibadetlerini yapmayanlara karşı şiddetli baskı uygulanıyordu. Bilindiği gibi bu dönemler, İmam Azam gibi Müslüman âlimler başta olmak üzere birçok büyük erenin cezalara çarptırıldığı, hapislere atıldığı yıllardır. Yukarıda zikredilen önemli Müslüman ulema, belki de içinde yaşadıkları toplumsal yapıyı Kur'an'da yeterince bulamadıkları için, kadınlara yapılan baskıları mazur gösterebilmek adına, hadislerden medet ummuş olabilirler. Bilindiği gibi hadis ilmi ikiye ayrılır. İlki Rivayet-ül hadistir. Peygamber efendimizin söz fiil, tavır ve hallerini kaydederek usulüne uygun olarak gelecek nesillere aktarır. Diğeri Dirayet-ül hadistir. Senet ve metnin durumlarını anlamaya imkân veren yöntemleri belirler. Diğer taraftan, hadisleri değerlendirmede Ehli Sünnet ile Mutezile arasında önemli bir fark vardır. Mutezile akla, bilime ve dini prensiplere çelişir gördüğü her müşkül hadisi ret etmiştir. Ehli Sünnet ise hadise makul bir anlam ve uygun bir tevil bulmaya çalışmış ihtilâfları cem etmeye uğraşmıştır. Bazı âlimler de belki hadisleri aktaran insanlara güvendikleri için hadislerin sahihliğini sorgulama ihtiyacını hissetmemiş olabilirler. Nitekim yukarıda zikredilen ulema arasında birçok hadis konusunda anlaşmazlık vardır. Ayrıca birçok kelimenin anlamı zaman içerisinde değişmiştir. Nitekim “miskin” sözü eskiden tevazu sahibi, alçak gönüllü anlamına geliyordu. Dolayısıyla farklı algılamaların olması normaldir. O dönemin anlayışıyla erkekler için göbek ile dizkapağı arası avret yeri olarak kabul edildi. Ayette geçen fürûc kelimesi, ferc’in çoğuludur. Asıl anlamı iki şeyin arasındaki açıklık demektir. Bu anlamdan dolayı erkekler için ferc’lerini, ya da ırzlarını koruma konusunda yukarıda belirtilen bölge haram kabul edildi. Kadınlar için ise, avret yeri sözü ziynet ile birleştirildi. Ziynet kelimesinin karşılığı olarak da vücudu saran elbise düşünüldü. Dolayısıyla bedenin kendisi ziynet yeri kabul edildi. Kur’an-ı Kerim’i yorumlayanların, Kitabı bir bütün olarak ele almaları gerekir. Aksi takdirde yanılgıya düşmeleri kaçınılmazdır. Nur Suresi 31. ayeti, tek başına ve sahih (gerçek) olup olmadıkları belirsiz hadislerden istediklerini ve kendi düşüncelerine yakın olanlarını seçerek yorumlayanlar, sonunda o kadar ileri gittiler ki, kadının yüzünün de ve hatta sesinin de haram olduğunu düşündüler. Kendilerine destek bulabilmek için, bu konuda hadisler olduğunu söylediler. Sonunda kadınlar yolda yüzlerine peçe takar oldular. Misafirliklerde akrabalar bile, kadın ve erkek ayrı odalarda oturmaya başladılar. Kadınlar erkeklerle karşılaştıklarında dahi seslerini erkeklere duyurmamaya çalıştılar. İnsanlar, yorumlarını istedikleri gibi yapabilirler. Sonuçta sorumlulukları Allah’a karşıdır. Konu sadece kendilerini ilgilendirdiği, başkalarına zarar vermedikleri sürece inançlarında herkes serbesttir. Emirleri anladığı gibi uygular veya uygulayamaz, ama sonucuna katlanır. Ancak, hiç kimse kendi yorumuna dayanarak, başkalarını da kendine uyması için zorlayamaz. Sadece kendi düşüncesini doğru kabul ederek, -haşa!- Allah’a şirk (ortak) koşarcasına başkalarını suçlayamaz. Çünkü Allah A’raf Suresi 33. ayetin sonunda şöyle diyor: "Allah, hakkında, bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır." Yorumların sonuçları konusunda dikkatleri çeken durum şudur: Dergâhında kadınların da bulunduğunu bildiğimiz, "Türkistan Piri", Hoca Ahmed Yesevi ve onu takip edenlerin yorumlarının etkili olduğu dönemlerde Türkler; ilimde, kültürde, tasavvufta, felsefede, mimaride, sanatta yükselmişlerdir. Ancak sonradan, saraya giren haremin kadınları içeriye hapseden anlayışı halka yansımaya başladı. Örtünmeyle ilgili bu yeni anlayış, etkisini sanattan ticarete kadar diğer konularda da kendisini gösterdi. Anlayış yaygınlaştıkça, duraklama ve gerileme başladı. İlimde değil geride kalmak, "ilmin zihniyeti" bile kaybedildi. Saraylarda ve yalılarda devam eden onca ihtişama, debdebeye rağmen, mimaride gerilenildi. Kadın erenlerden ise hiç bahsedilemedi. Çocukları yetiştiren, kültürümüzü yeni nesillere aktaran kadınlarımız cehaletin pençesinden kurtulamadı. Hâlbuki Müslümanlığı Yesevi, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bektaş gibi yorumlayanların yolundan giden Türkler, İslâmiyet sayesinde her alanda en üst seviyeye çıkmışlardı. Türklerin yükseliş dönemlerindeki Müslümanlık anlayışlarının yanlış olduğunu hiç kimse iddia edemez. Eğer 11. yüzyıldan itibaren Müslümanlığın rönesansını oluşturmuş Türklerin o zamanki anlayışlarının yanlış olduğu iddia edilirse, Türklerin bugünkü durumunun sorumlusu olarak İslâmiyeti gösterenler haklı konuma geçerler. Kadınları, yüzleri dâhil örten ve eve hapseden (köyler hariç) din görevlileri, Kur’an’dan ve gerçeklerden uzaklaşmaya başladılar. 1870’lerde dünyaya yeni açılan Japonlar, II. Abdülhamit Han’dan kendilerine İslâmiyet’i anlatacak ve sevdirecek bir din âlimi göndermesini istediler. 1887’de Japon İmparatorunun amcası Prens Komatsu ve eşi İstanbul’a geldi. Karşılık olarak 1890’da Ertuğrul gemisi Japonya’ya gönderildi. Üç ay kaldıktan sonra dönerken Japon Denizinde battı. Bu elim olay Japonları da üzdü. Dolayısıyla Japonlarla Türkler arasında gönülden bir iletişim kurulmaya başlandı. Dolayısıyla Japonların istedikleri din âlimini göndermek için çok uygun bir ortam vardı. Kendisi iyi bir Müslüman olmaya çalışan ve 1890’dan sonra Pan-İslâmist bir politika izleyen II. Abdülhamit, çok üzülmesine rağmen, ülkesinde Japonlara gönderebileceği bir din bilgini bulamadı. Sadece 1902 yılında cami yapımı için Muhammed Ali adında bir din adamını gönderebildi. Japonlar, aynı isteği Mısır Hidivi İsmail Paşadan da istediler. O da kimseye güvenip gönderemedi. Çünkü Müslüman bilginlerin çoğunluğu ilimden, araştırmadan yani dinin özünden uzaklaşmışlardı. Safsata denilebilecek konularla uğraşmaya başlamışlardı. Müslümanlığı sadece görünüş olarak değerlendiriyorlardı. Onların bakışıyla İslâmiyet sanki takke-tespih-takunyaya indirgenmişti. (21. yüzyılda ise dinin simgesi kadınlarda sadece başörtüsü haline getiriliyor.) Bu anlayışla gerileyen Osmanlı’daki din uleması, aralarında guruplara ayrılmışlardı. Guruplar arasındaki şiddetli çekişmenin sebebi ise İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye ceza olarak vurulan değnek sayısıydı. Padişahlıktan indirildikten sonra bile, ülkesi ile ilgili konularda yetkililere akıl vermeye çalışmış, eğitimle ilgili en çok yatırım yapılmasını sağlamış bir II. Abdülhamit, kendisi de Pan-İslâmist olmasına rağmen, bu din bilginlerine nasıl güvenebilirdi. 20. yüzyılın başları İslâmiyet’i algılama anlayışının dibe vurduğu dönemdir. Dolayısıyla Müslüman Dünyası da fiilen dibe vurmuştur. Allah’ın bahşettiği zengin yer altı kaynaklarına rağmen 21. yüzyıl başlarındaki durumlarında kaynak fakiri Türkiye hariç, ciddi bir değişme yok gibi. Örtünmenin tarihçesi açısından yapılmış başka bir araştırmaya göz atalım: Şimdi sadece “folklorik değer” kabul edilen eski toplum giyim-kuşam biçimleri, tarihte bireyin, konumuz bakımından kadının, “hangi toplum birim aidi ve sosyal konumunun ne olduğu” sorularına doğrudan yanıt sunan belirlenim araçları olarak kullanılmıştır. Saç, sakal, bıyık biçimleri; boyun, kol ve ayak takıları; giysi renkleri ve giyiniş tarzları vb. eski toplumda, bir bakıma günümüzün modern kimlik kartları anlamı taşımaktadır. Hızma, küpe, alındaki döğme, kolye, bilezik, alınlık, şapka, yaşmak, madeni takılar, el, tırnak, yanak, göz boya ve kınaları vb. sonraki bozulmuş halleriyle ‘süs ve ziynet’ araçları haline gelmeden önce, eski toplumun her bireyi bakımından, kullanımı zorunlu ve bu bakımdan kader ve belirleme sembolleriydi. Geçen yüzyılın sosyoloji araştırmaları, henüz bir örtünme duygusu ve olanağı bulunmayan Amazon, Avusturalya ve Afrika yerli topluluklarının birbirlerini bu tür belirleme araçları üzerinden tanıdıklarını doğrulamıştır. Bu belirleme sembolleri, hem bireyin hangi toplum birimine ait olduğunu ve hem de o toplum birim içyapısı bakımından bireyin sosyal hak ve yükümlülüklerini anlatıyordu. Şimdiki (torun) bireyler, kuş tüyü, hayvan kemikleri veya ulusal özellik taşıyan renklerde manevi, metafizik anlamlar bulsalar da, bu araçların hepsi geçmişte, her bir (gerçek) topluluğu ve onun erkek ve kadınlarını belirleyen sembollerdi. Daha gelişmiş hallerde ise genç kız ve delikanlıyı, ‘yurttaş’ (o toplum birimin aidi) erkek ve kadından; dul ile kaynanayı öteki kadınlardan vb. ayıran, sınıflayan ayraçlardı. Kimi Afrika kabilelerinde, bir kadının kaç kez dul kaldığını kesilmiş parmak sayısından anlamak mümkündür; çünkü her dul kalışı, bir parmağını adamasını gerektiriyordu. Sonradan birer ceza yaptırımı halini alacak olan el, parmak, burun ve kulak kesmek, göz oymak (bunlara erkek ve kadın sünneti ve bekaret zarının korunması da dâhil olacaktır); toplum birime geçiş (iniciation*) törenlerinin başlangıçtaki kutsal adak eylemleri olarak, bireyin sosyal konumunun belirlenmesini sağlayan unsurlardı. (*İniciation: Bireyin bir sosyal durumdan ötekine geçiş hali... Eski toplumda, doğum öncesinden ölüme değin birey, içinde yer aldığı toplum birim ile ilişkisinde farklı nitelikte bağlantılar kurma dönemlerinden geçer. Bu bakımdan Iniciation, tek bir geçiş hali değil, genel olarak farklı geçiş hallerinin ortak paydası anlamında kullanılmaktadır). Toplum birimlerin bu tür belirleme araçları, eski insanın karşılıklı ilişkisinde kullanılmaları zorunlu araçlardır da... Çünkü bu belirlenimlerden yoksun birey, hiçtir. Günümüzün bazı modern topluluklarında, sokağa çıkmadan önce kadının ‘süslenmesi’, takıp takıştırmadan evden çıkmama alışkanlığı, geçmişin, uygulaması zorunlu bu tür geleneklerinden güç alır. Tarihte kadının evlenmesi ile ‘başının bağlanması’ arasında bir ilişki vardı. Bu tür araç-semboller, ya kadının aidi olduğu eski birimin belirlenme göstergelerini (örneğin saç biçimini) gizlemek için veya artık şimdi aidi olduğu yeni birimi vurgulamak için kullanılıyordu. Aynı zamanda da, o kadının, üzerinde diğer erkeklerin cinsel ilişki hakkı olan bir genç kız değil de, artık bir erkekle evli bir kadın olduğunu da anlatıyordu. Anglosakson cermenik boylarda da şapkanın ve değişik şapka biçimlerinin (veya üzerindeki farklı sembollerin) kadının aidi olduğu birimin ve toplumsal konumunun belirleyicilerinden biri olarak kullanıldığına pek şüphe yok. Törenlere neredeyse şapkasız çıkmayan şimdiki İngiliz kraliyet kadınlarının ünlü şapka çeşitleri, eski cermenik toplum kadınlarının aidiyet belirleyicisi olarak kullanmış oldukları şapkaların devamı olmalıdır. Latin Amerika kimi yerlileri arasında da, şapkasız bir kadın, neredeyse çıplak bir kadınla eş tutulur. Dinsel hüviyetin birçok farklı toplum birimini toparlamaya başladığı noktada, eskiden açıkça gösterilmesi zorunlu olan geçmiş toplumun bu tür belirlenim araçları artık “gizlenilmesi” gereken bir “ağırlık” halini almaya başlar. Başlangıçta farklılıkları vurgulamayı gerektiren ve taşınması, takılması zorunlu semboller, şimdi artık birleştirici değil, ayrımcıdır ve dini semboller, eski toplum birim ifadelerini, ya takıp-takıştırmayarak ya da gizleyerek, ortadan kaldırmalıydı. Örtünme anlamıyla ‘kapanma’, özünde sadece, toplum birimin ve bireyin “farklılık sembolleri”nin gizlemesinden başka bir anlam taşımaz. Bu işlemin doğrudan “erkek şehvetini artırma” veya “cinsel iştaha” bağıntısı, farklılık sembollerinin, kabileler arası eski ilişkilerden kaynaklanan, kadın ve erkek arası evlilik-cinsel ilişki hak ve yükümlülüklerini anımsatması bakımındandı. Kadının kapanması ile ‘erkek şehveti’ arasındaki ilişkinin yanlış gerekçelendirildiği, eski tapınak erkek giysisi kukuletalı pelerinlerin de “kutsal giysi” olarak kullanıldığı dikkate alınırsa, çok açıktır. “Kapalı” olan kutsal dini erkek giysileri, geçmişi “Sümer-Akkad” dönemine dayanan ve Hıristiyan kilise ve manastırlarında da kullanılan bir giyim tarzıydı ve erkeğin, eski toplum birim nişanelerini gizleme giysisi olarak öne çıkmış olmalıdır. Hıristiyan Hacı’sı olmak, Fıransızca’da “pelerine bürünmek” anlamına gelen ‘pélérinage’dır; İslam’da da hacı olunduğu sırada bütün erkek ve kadınlar ortak ak kutsal giysilere (ihram) bürünerek farklılık belirleyen bütün araç-sembollerden arındırılmaya çalışılırlar. Hacı olmak, eski dar toplum birim aidiyetinden kurtulmanın ve yeni bir “din aidiyet birliği” içinde (Müslüman, Hıristiyan, Budist olmak gibi) yer almanın sembolik ifadesidir. Mason localarının, şimdi bile kullandıkları, ‘ceketleri çıkaralım’ deyişi, “oturup anlaşalım, kardeşleşelim; aidi olduğumuz birimlerden, onun sembollerinden arınalım” çağrısının bulanık bir anlatımı olarak günümüze ulaşmıştır. Mason birliklerinin ‘dinsizlikle itham kaynağı da budur. Öte yandan, “Sümer tablet yazımları”ndan (onların doğru yorumu ile) öğreniyoruz ki, eski toplum birimler arası, tipik biçimi ile ‘kardeşleşme’ süreci, bir toplum birimin kendi kadınlarını kendi erkeklerine yasaklayarak, öteki toplum birimin erkeklerine ayırması (ve tersi) üzerinden tam barışçı zemine oturtulabilmişti. Hiç olmazsa, “kendi toplum biriminden kız alma yasağı” bulunan bazı “Sümer-Babil” toplumlarında bu böyle olmuş olmalıydı. Bunun izlerini, prenseslerini ‘yabancı’dan seçerek onlarla ittifak kurup ‘dost’ olan yakınçağ kral-prens evliliklerinde bile izleriz. Fakat bu ilişkiler, eski toplumda sanıldığı kadar kolaylıkla ‘töre’ler haline getirilemez. Uruk tanrıçası İnanna, geçmişte oluşturduğu çözümle, bütün “Sümer ve Babil toplulukları”nın gönlünü fethetmiş ve binlerce yıl boyunca değişik isimler altında tapılan tanrıça haline, süreç içinde gelmiştir. İnanna, büyük olasılıkla, Eridu’nun (Ki-Enki, Dingir-ra, Tanrı Şehri) “Balık” totemli toplum birimi erkekleri için Uruk’ta bir “aşk evi” inşa ederek, onların ölüm korkusu duymadan, oraya gelişlerini (“yabancı toprağa ayak basma”) bir savaş nedenine çevirmeden, Uruk’a girebilmelerini sağlamıştı. Sümer İnanna’sı, Babil’in İştar’ı, Balık totemli erkeklerinin “gündüz geçip de gece gelince, ay ışığında” Uruk’lu kadınlarla buluşabilmeleri için, korkusuzca ve güven içinde bu “aşk evi”ne gelebilmelerine olanak yaratmıştı. Eski “Sümer” tabletleri bu nedenle, Uruk’tan sürekli olarak “gönül okşayan güzel kız ve fahişeler şehri” olarak bahseder. Bu basit “aşk evi”, giderek kutsal tapınakların içine girecek, hatta bizzat kutsal tapınakların bizzat kendisi olacaktır. İnanna ile Uruk tapınak modeli; aşk, evlilik, üreme tanrıçaları ve kutsal tapınaklar çoğalacak, önce “Sümer” sonra da Babil’de, kadın ve erkek arasındaki evlilik-cinsel ilişki, dokunulmazlığı olan bu kutsal tapınaklarda gerçekleştirilmeye başlanacaktır. Avrupalı uzmanlarımızın, MÖ. 2500-2000’li yıllarda “Sümer ve Babil” topraklarında keşfettikleri, sahipleri kadın olan ‘Taverna’lar ile eski yasaların özel bir kategori olarak bahsettiği ‘meyhaneci kadın’ kurumları, bu kez tapınakların, artık “aşk evleri” olma özelliğini kendisinden ayrıştırmaya başladığı süreci yansıtmaktadır. Toplum birim yöneticilerinin, “kutsal fahişe” olmayacak olan kızlarını evlilik tercihlerinde özgür kılabilmek için, bir bölümünü “kutsal fahişe” olarak tanrı ve tanrıçalar adına tapınaklara adamaları; ‘yabancı’ erkeklerin, bütün kadınları üzerinde olan eski cinsel ilişki haklarını, sadece bu adanmış ‘kutsal fahişeler’ üzerinden kullanmaları sonucunu doğurmuş olmalıydı. “Sümer ve Babil” döneminde topluma iyice yerleşen ve başlangıçta yalnızca, “yabancı erkek”lere sunulmuş bu ‘kutsal fahişeler’, kutsal fahişe olmayan öteki kadınları yeni tür evlilik ilişki biçiminde bir bakıma özgürleştiren güçlerinden ötürü, başlangıçta toplumdan büyük destek görmüşlerdi. Süreç içinde de, kendi arasında çeşitli kademelere sahip olan yasal hiyerarşilerini yaratmışlardı. Eski yasalarda ve özellikle Hammurabi yasalarında, farklı tapınaklara adanmış ve daha o zamandan farklı düzeylere çoktan ayrışmış bir dizi kutsal fahişelik kurumuna (‘tanımına’) rastlıyoruz. Sümer’ce Nin. dingir. ra (başrahibe)- Akkadca Entum; Ga. gi. a (Rahibe), Lu. kur, Nu.nig, Entum, Naditum, Sal.Zikrum, Kadiştum, Kulmaşitum gibi farklı sıfatlar altında, bir bölümünün evlenme hakkı da bulunan, fakat henüz yasal olarak evlenmemişlerse, bu bakımdan ‘kız’ sayılmaya devam edilen, farklı tapınaklara adanmış bu ‘kutsal fahişeler’ tapınaklara veya baba evine ait olan (evlenilen kocaya verilmeyen) (‘tanrısal’) çocuklar da doğurabiliyorlardı. Günümüzde, henüz yasal olarak evlenmemiş oldukları için 70 yaşında bile olsalar, hukuken ‘kız’ (mademoiselle) sayılan Fransız bayanların ‘bakire’ olmaları nasıl mutlaka gerekli değilse, eski Tapınak görevlisi kutsal fahişelerin çocuk sahibi olmaları da 'kız’ sayılmalarına engel çıkarmaz. “Akkad ve Sümer kıralı” Sargon, (Sar-u-kanu, Yasal Sar) kutsal Tapınak görevlisi bir anadan olduğunu, üstelik bir üstünlük belirtisi olarak açıklamıştı. Zeus da, babalarının kendisi olduğu, yani Zeus adına açılmış tapınaklardaki kutsal rahibe-fahişe’ler tarafından doğurulmuş ve sonra ünlü olmuş, ölümlü ve ölümsüz birçok çocuğu olduğunu açıklamıştı. Örneğin, Tanrılara denk bilici-danışman Peirithos'un babası Zeus'tu ve anası daha sonra İksion'la evlenmişti; Danae isimli kadından da üstün yiğit Perseus doğmuştu; Semele, Dionysos'u; Thebai'de oturan Alkemene de üstün yürekli Herakles'i hep Zeus'tan doğurmuşlardı. “Sümer-Babil toplumları”nda ödevi ‘yabancı’ erkekle yatmak olan Tapınak görevlisi fahişe kadınlar, başlangıçta, kendi toplum birimlerinde aşağılanmak şöyle dursun, kutsaldırlar ve örneğin miras hakkından yoksun ‘tapınak fahişesi olmayan’ kız kardeşlerinin tersine, evlenmedikleri sürece (veya doğurduğu erkek çocukları üzerinden) erkek kardeşiyle birlikte baba mirasından pay alabilme hak üstünlüğü taşımaktadırlar. Tapınak fahişeleri, evlenmedikleri sürece, kendilerini o tapınağa adayan toplum birimin parçası olarak kabul ediliyordu. Bu süreçte ‘kutsal fahişe’lerin bir bölümü, tapınaklar içinde kutsallaşıp, giderek “tanrı(sı)yla evli”lik yolunda fahişe olmaktan çıkarken, ötekiler, sahipleri o dönemde ancak kadın olabilen, Avrupalı uzmanlarımızın ‘kabare’, ’taverna’ dedikleri buluşma ve aşk yuvalarının ‘sokak kadını’ haline dönüşmeye ve aşağılanmaya başlarlar. İşte “Assur yasaları” devreye, tarihsel sürecin tam bu noktasında girmiştir. Ve Türban’a veya daha anlamlı haliyle, kadınların İslami giyiniş tarzlarının temellerine ilişkin tarihteki ilk yazılı kaynakları bu Asur toplumunda buluyoruz. Orada çok net bir şekilde, “Fahişe örtülü değildir, başı açık (olmalıdır)” diye yazan Assur yasalarının 40 ve 41. maddelerinde, ‘(tanrılara adanmış) fahişe’ olmayan kadınların kapanması kuralı yasal zorunluluk noktasına çıkarılır. Demek ki, fahişelerin örtünmemesi ve fahişe olmayanların kapanması kuralı böyle bir tarihsel sürecin ifadesiydi ve Sümer-Babil topluluklarında, kadının, ‘kutsal fahişe’ ve ‘kutsal fahişe olmayan’ biçimindeki ayrışma sürecine bağlı olarak şekillenmiş bir konuydu. O toplumlarda bir kadının ‘kutsal fahişe’ olup olmadığının, ‘açık’ veya ‘örtülü’ olmasıyla anlaşılması için Asur yasaları bu belirtiyi zorlamakta; eski dönemin kutsal varlığı tapınak fahişelerinin, öteki kadınlardan belirgin kılınması için çaba harcamaktadır. Anadolu’da başörtüsüz, başı açık kadının, ‘kötü kadın’ olarak damgalanması eğilimi, anlaşılıyor ki, temelleri günümüzden hiç olmazsa 32-35 asır öncesine uzanan, bu tür eski toplum değerlerine dayanmaktadır. Asur yasalarının ilgili maddeleri şöyleydi: “§ 40) - İster evli kadınlar, ister dul kadınlar veya Assur'lu kadınlar olsun sokağa çıkarlarken başlarını açmayacaklardır. Adamın kızları… ya bir şal, ya bir... veya bir Gulinu ile örtüneceklerdir. Sahibi ile sokağa giden esirtu 'lar (cariye, esire) örtülüdürler. Kocaya varan Kadiştu'lar, (bir ‘kutsal fahişe’ kategorisi) sokakta örtünmelidirler. Kocaya varmamış Kadiştu'ların sokakta başları açıktır, örtünmemelidir. Fahişe örtülü değildir, başı açıktır. Örtülü bir fahişeyi gören olursa, onu tutuklayacak, şahitler bulacak; onu saray mahkemesine götürecek, ziynetlerini almayacaklar, onu yakalayan (sadece) elbisesini alacaktır. (Örtülü fahişeye) elli sopa vuracaklar, başına zift dökecekler. Eğer bir adam örtülü bir fahişeyi görür, onu serbest bırakır (yakalamaz) ve saray mahkemesine götürmezse o adama elli sopa atılacaktır. (Adamı) ihbar eden elbisesini alacak, (Adamın) kulaklarını delecekler, iplik geçirecekler, arkasına bağlıyacaklar. Bir ay süreyle kralın hizmetini yapacaktır. Esire’ler örtünmeyecekler, örtülü esire’yi gören yakalayacak ve onu saray mahkemesine götürecektir. Kulaklarını kesecekler. Onu yakalayan elbisesini alacaktır. Eğer bir adam, örtülü bir esire görür ve onu serbest bırakır (da) o, yakalanmaz ve saray mahkemesine götürülmezse, onu (adamı) suçlayıp, ispat ettikten sonra, ona(adama) elli sopa atacaklar. Kulaklarını kesecekler, iplik geçirecekler, ensesine bağlayacaklar. Onu ihbar eden elbisesini alacak, o adam bir ay süreyle kralın hizmetini yapacaktır. § 41)- Eğer bir adam esire'sini(esirtu) örtmek isterse, beş veya altı arkadaşını oturtup, onların önünde onu örtecek ''O benim karımdır'' diyecek, O, onun karısı olacaktır. (Başka) adamların önünde örtülmeyen ve kocası ''bu karımdır'' denmiyen esire, eş değildir. esirtu'dur. Eğer adam ölürse, örtülü karısının evlatları yoksa esire'lerin evlatları, (öz) evlattırlar ve (mirastan) hisselerini alacaklardır.” (Kadriye YALVAÇ-Mebrure TOSUN. Sümer, Babil, Assur Kanunları. TDK. Ankara) Burada, eski toplumun işleyiş ve yapılanmasına ilişkin bir dizi önemli nokta bulunuyor. Fakat Asur yasalarında dikkat çeken en önemli yan, bütün kadınların örtünmesi doğrultusunda değil, bir bölüm kadının örtünmesi ve fakat bir bölüm kadının da (fahişe ve esire’lerin) özellikle “açık” olması için çabalamasıdır; “örtünen” fahişeler yasalarda şiddetle cezalandırmaktadır. Demek ki, örtünme fahişelerin (ve esire’lerin) tanınmasını önleyen, gizleyici bir unsur olmuş ve tam da bu nokta, eski toplumun fahişe olmayan kadınlarının örtünmesini istemesinin temel gerekçesini oluşturmuştur. Asur yasaları, kesin bir şekilde, eski kutsallıklarını artık giderek tartışmalı hale getirdiği ‘fahişe’leri, öteki kadınlardan giyim-kuşam tarzıyla tam olarak ayırmaya, onları belirgin kılmaya çalışmaktadır. Fahişe’lerin veya esire’lerin evlenmesi, onların şahitler huzurunda örtünmesiyle eşitlenmekte; örtülü kadın, kocası dışındaki erkeklerden korunmaya çalışılmaktadır. Alındaki dövme, burundaki hızma, koldaki künye, boyundaki kolye, o kadının hangi kabile ve boya ait olduğunu gösteren bir belirlenim aracıydı. Çarşaf burada gizleyici ve dolayısıyla koruyucu olarak ortaya çıkar; herhangi bir erkeğin, yalnızca kadının ait olduğu toplum birimini öğrenmesiyle, o kadınla cinsel ilişki hak talebinde bulunabilmesini önler. ‘Ziynet ve süs’ler, bir kabile mensubu erkeğe, o kadın (veya erkek) üzerinde cinsel ilişki hakkı olup olmadığının habercileriydi. Bu tür toplum birim göstergelerinden yola çıkan bir erkek, eski cinsel ilişki haklarını kullanmak isteyebilirdi ve bu bakımdan, ‘ziynet ve süs’ler bu noktada kadınların erkekler tarafından “tanınıp da eziyet edilmelerine” yol açabilirdi. Hızma kullanan ve döğme yaptıran Arap topluluklarında tüm yüzü örten bir peçe ile tam “kapanma” zorunluluğu da buradan kaynaklanır. [Yazılar, Selçuk Üniversitesi İslam Felsefesi Anabilim Dalı Başkanı (Meram/Konya) Doç. Dr. Şahin FİLİZ’in makalelerinden derlenmiştir]. Saygılarımla. Galip Yetkin. |
galipyetkin Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | dost1 (1. March 2018) |
Bookmarks |
Etiketler |
ayet, beğişme, yorumlarında |
|
|