6. May 2009, 10:38 AM | #1 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Mar 2009
Mesajlar: 137
Tesekkür: 11
70 Mesajina 80 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
Can kuluna hidayet ver Allah'ım!
Can kuluna hidayet ver Allah'ım!
Ey özgürlüğün ve güvenliğin kaynağı olan Allah'ım! Ey insanın özgürlüğünü kıskanmayan ve ondan zarar görmeyen yegane varlık! İnsanın kaderini kendi seçimine bağlayan Sensin. Sapmayı dileyeni saptırır, doğru yolu dileyene hidayet edersin! Allah'ım! Can kulunla ilk defa bir stüdyo ortamında birlikte oldum. Bu ülkede, hayatlarını Senin iraden istikametinde yaşamak isteyen Müslümanları "yerliler", onlara maddi ve manevi soykırım uygulayanları da "kovboylar" olarak nitelendirmiştim. Ankara'nın bu 'beyaz çoçuğu', "Ben kovboy olmak istemem" dedi. Yüzüne baktım, içtenlik gördüm; kaşarlanmamış bir yüzdü bu, maske değildi, kendi yüzüydü. İçim ısındı, zalim olmaktan rahatsız olan bir yürekti karşımdaki; kendi doğasına henüz yabancılaşmamış bir yürek; orada, onun için, Sana iyi dileklerde bulunduğumu bugün gibi hatırlıyorum. Allah'ım! Sen, alemlerin Rabbi olan Allah'a hitaben bir yazı kaleme almış. Yazıyı okuyunca, Allah'ına küfredilen her mü'min gibi, ben de öfkelendim. Kızgınlığım, bir müddet sonra yerini hüzne terk etti, şimdiyse dua ve utanca. Utandım, hem onun adına hem kendi adıma; çünkü hoyrat eller, bu iman yurdunun körpe yavrularının imanlarını kundaklarken biz görevimizi yapmamıştık. Utandım ve suçlandım. Dua ettim Allah'ım bu asi kuluna, hidayet dilendim onun için; çünkü o ve onun gibiler mükellef salonların loş ışıkları altında varlık sancısı çekmediler; ne "ben" derken kendilerini, ne 'Tanrım!" derken Seni, ne "halkım!" derken bu milleti tanıyorlardı. Elhasıl, onlar modern cahiliyyenin diri diri gömdüğü çocuklardı. Allah'ım! Hakikatı inkarı hayat tarzı edinen bu kulun "tevekkül gelmiyor içimden" diyor. Abes söz söylüyor. Tevekkül etmek vekil kılmak, dayanmak, güvenmek, yaslanmaktır; egosuna ve içgüdülerine yaslananlar Sana nasıl yaslansınlar? Tevekkül "iman" ister, "iman" Allah'a güven demektir, iman etmeyen nasıl tevekkül etsin? İsyanını cesaretine, inkarını cehaletine, korkusunu ahirete inanmayışına ver. Onun isyanının temel nedeni, yüreğinin ta derinliklerinde yatan "korku" dur; depremde ölenlerin şahsında kendi ölümünü görüyor. "Ölüye giden herkes kendi ölüsüne ağlar" sözünü hatırlatırcasına, bu kulun, aslında kendi ölümüne ağıt yakıyor. Bu insani bir endişedir, anlıyorum; fakat Sana karşı hırçınlığı... Ben, bunu imanı kundaklanmış bir insanın ölüm karşısındaki acziyetine veriyorum. Onun tek dünyası var. Senin katında mazeret sayılmaz biliyorum ama, o ölümü bitiş, yok oluş sanıyor; ne yapsın zavallı, elindeki tek dünya da alınınca, geriye nesi kalır ki? Onun Sana karşı diklenmesi, Beydaba'nın fabl'ındaki, aslana diklenen serçeyi anımsatıyor. O seni nasıl anlasın Allah'ım? O ve onun gibi imanı kundaklananlar seninle tanışmadılar, kendileriyle tanışmadıkları-yüzleşmedikleri gibi; kurban kuşağın mensupları onlar; yolu unuttular, yolcuyu unuttular, menzili unuttular. Kromozomlarına inkar şırınga edildi onların; baktıkları halde göremeyişleri bundandır. Kendi kendilerine, Allah'a insana ve eşyaya yabancılaştırılmış bir garip kuşaktır onlar... ki hikayesi hazin... "Bin yıllık mü'minler toprağı"ndan söz eden Can kulunun, o toprağın bıtırak tarlası haline getirildiğini, Senin dinine karşı savaş üssü yapıldığını, isyan odağı kılındığını görmesi için kendisine bakması yeter. Yeter, fakat yangın söndürmeye giden tulumbacının eteğindeki yangını fark etmesi gerek. Allah'ım! Can kulun Seni nasıl anlasın? Senin Kitab'ında "istikbal" kavramının karşılığı olan "ahiret", onun kitabında "dünya"ya; "adalet" "zulme" dönüşmüş; Senin kitabında hayır olan, onun kitabında şer; Senin Kitab'ında kurtuluş olan şey, onun kitabında batış ve bitiş. O senin gör dediğin yerden bakmıyor ki Allah'ım! O yalnız Seni değil, bu ülkenin insanını da anlayamaz! İstemese de, nihayet o da bu ülkenin beyaz kovboylarına mensup. Yalınayakla dolaştı mı hiç Can kulun ki yalınayaklıları anlasın? Tavuğu yumurtlarken gördü mü? Hiç yanık buğday tarlasında rahmet bekledi mi ve hiç köy yollarında ebesiz doğum yapan rujsuz kadınlar gördü mü? Tarlasının başında rahmet bekleyen dudağı çatlak çiftçinin elinden Allah'ını alınca yerine ne koymayı düşünüyor? Ebesiz doğum yapan ananın ıstırabını hafifleten "Allah'ım! Allah'ım!" yakarışlarının yerine, "Ulu doğam! Yüce materyalim!" sözcüklerini mi düşünüyor? 'Ankara kastı'nın mensupları, Anadolu insanını da, kendileri gibi "inkar" lüksüne sahip mi sanıyor? Allah'ım! Yanan bir binanın iç odasında uyuyan birini sarsarak uyandıran, uykusunu böldüğü için onun nefretini üzerine çeker; zavallı, bu sarsmanın kendisini yanmaktan kurtarmak için olduğunu bilinceye kadar küfreder. Uyanıp dışarı bir çıksa, anlayacaktır kendi aleyhine olarak algıladığının kendi hayrına olduğunu...fakat... Rabbim! Senin de takdirindir ki, inkar bir tercihtir; tercihini küfür yönünde yapana sözüm yok, fakat tercihinde ciddiyetsiz ve iki yüzlü olanadır sözüm. Bu kulun "işte o yüzden biz, o talihsiz kullarınla beraber toprağa verdik itikadımızı" gibi laflar ediyor. İtikadının olup olmadığını Sen daha iyi bilirsin. Seni aldatmak ne mümkün? Ya niçin böyle söyler isyankar kulun? Üstelik ölenler adına konuşma yetkisini nereden alır? Kovboylara mensup olmanın refleksif dışa vurumu mudur bu? Dahası, deprem gibi bir felaket, ateizm propagandasına nasıl alet edilir; bir depremden kaç inkar çıkarılır, kaç inkarcı yoldaş imal edilir, ben bilmem ki Allah'ım! Allah'ım! Can kulunun kusuruna bakma! Onun zihni, aldığı eğitim sonucu pozitivist hurafelerle dolu; bu yüzden ölümü "kayıp", depremi "yıkım" olarak algılıyor. Durduğu yerden öyle görünüyor; kayıp olarak gördüğünün kazanç olma ihtimalini aklına dahi getirmiyor. Can kulun hiç ölmedi ki Allah'ım! Ait olduğu 'kast' ölümü anlayabilmesini de imkansız kılıyor. Kendince, ölen bebelere ağıt yakıyor. Bu, bir yerde işin edebiyatı; bir de acıyanlar mütehakkim bir eda takınırlar, o edayı Can kulunda da görüyoruz, tepeden baktığı halkı 'zavallı' gören bir göz bu; ama geçelim bunları da, şunu geçemeyiz: Eminim ki, acıdığı, kayıp olarak gördüğü o ruhlar da, Can kuluna tebessüm ediyorlardır; "Vah! Zavallıya bak, kendi haline yanacağına bize ağıt yakıyor! Biz, bir gün nasıl olsa terk edeceğimiz geçici dünyamızı kaybettik; o ise ebedi ahiretini yıkıyor, gerçek istikbalini yitiriyor; fakat farkında bile değil" diyorlardır. Allah'ım! Nebi, Ömer b. Hattab ve Ebu Cehil'i kastederek "İlahi! İki Ömer' den birini!" diye yakarıyordu. Çünkü küfründe samimi olanın imanında da samimi olacağını biliyordu. Umarım bu asi kulun da küfründe samimidir. Yani Ebu Leheb gibi pazarlıkçı, çıkarcı ve ciddiyetsiz değil; Ebu Cehil kadar inkarında samimi ve ciddidir. İşte bu zanla biz de Peygamber'in Uhud'daki duasını yineliyoruz: Allah'ım! Can kulunu ve imanı kundaklanmış tüm insanımızı bağışla, onlara imanın lezzetini tattır; çünkü onlar bilmiyorlar. Ve bizi de affet; çünkü biz, depreme gösterdiğimiz ilgiyi, depremden daha büyük bir felaketin kurbanı olan kurban kuşaklara karşı göstermedik. M. İslamoğlu |
6. May 2009, 10:42 AM | #2 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Mar 2009
Mesajlar: 137
Tesekkür: 11
70 Mesajina 80 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
İnsan Olmak ya da Nisyan Olmak
Hicri 4. Yüzyılın cerbezeli İslam filozoflarından Ebu Hayyan et-Tevhidi’nin dediği gibi, hâlâ, “insan insanın en büyük sorunudur”. Bu sadece felsefi ve entellektüel anlamda değil, sosyolojik ve pratik anlamda da böyledir. Bugün en büyük derdimiz genelde “insan”, özelde “insanımız”dır. Tabi dermanımız da aynıdır; insan, insanımız.Her şey, insan kumaşının kalitesinde düğümleniyor. Hayatın her alanında yaşanılan problemlerin temeline indiğinizde, karşınıza çıkan sorun hep aynı: İnsan kumaşının kalitesi. İşin niceliğine yönelik değişiklik, hiç bir şeyi halletmiyor. İnsan, girdigi yere, yaptığı işe, karıştığı sosyal guruba kalitesini (ya da kalitesizliğini) de taşıyor. Kumaş kalitesi düşük insanı siyasete koyuyorsunuz, siyasetin kalitesini düşürüyor ve ahlakını bozuyor. Eminim ki aynı insanı oradan alıp bir ticari işletmenin başına koysanız, ticaretin de kalitesini düşürecek ve ahlakını bozacak. Oradan alıp eğitimin, dînî kurumların, sivil yapıların vs. başına koysanız, kesinlikle bütün bu alanların da kalitesini düşürüp ahlakını bozacaktır. İnsan unsurunun kalitesini artırmak için öncelikle insanı iyi tanımak gerekmektedir. Aslında insanın en doğru tanımını “insan” kelimesinin etimolojisi vermektedir. “İnsan” sözcüğü, etimolojik olarak iki köke atfedilir: Birincisi “ilişki kurmak, yakın olmak, tanış ve biliş olmak” anlamlarındaki “ünsiyyet”; ikincisi “unutmak, terketmek, sırt çevirmek” anlamlarındaki “nisyan”. Ünsiyet insanın, “insanî/yüce” yanını; nisyan, insanın “hayvanî/cüce” yanını gösteren pozitif ve negatif kutuplar. Kur’an’da yer alan bir ayet bu iki kutba şöyle işaret eder: “Gerçek şu ki, biz insanı ahsen-i takvim üzre yarattık; sonra onu aşağıların en aşağısına ittik.” (95:4-5) İnsanın “ahsen-i takvim” üzre yaratılması, yücelmeye elverişli bir donanıma sahip olması anlamını taşır. Bir başka ifadeyle “kapasitesinin sınırlarına dayanma” imkanına sahip özge bir varlıktır insan. Dahası, insanın kapasitesi durağan ve sabit bir çizgi değil, ufuk çizgisi gibi yol katettikçe genişleyen, üzerine vardıkça önünüzü sonuna kadar açan dinamik bir imkandır. İnsan, kapasitesinin yürüdükçe genişleyen ufuklarına “ünsiyet”le uzanır. Ünsiyet, öncelikle insanın “kendisiyle tanışması”dır. Buna siz “insanın kendisini keşfetmesi” de diyebilirsiniz. Kendisini merak etmeyen hiç kimse kendisini keşfedemez; kendisine aldırmayan, kendisini ciddiye almayan kimse ise kendisini merak etmez. İnsanın kendisini keşfetme süreci bir iç yolculukla mümkündür. Bir tür kendi “Hıra’sını” yaşamasıyla mümkündür. Kendisini tanıyan, sınırlarını tanır, anlamını kavrar, haddini bilir, rolünü bulur. Sınırlarını tanıması, insanın en büyük iki problemini çözmesinin de ilk adımıdır: Güvenlik ve özgürlük problemini. Sınırlarını tanıyan, kendi sınırlılığını ve Allah’ın sınırsızlığını tanımış olur. Allah’ın mutlaklığını tanımanın en kestirme yolu kişinin haddini bilmesidir. Allah karşısında acziyetini itiraf eden insana düşen, kayıtsız şartsız teslimiyettir ve “İslam” da budur. Bu insanın ezeli problemlerinden “güvenlik” probleminin çözümü için atılmış en doğru adımdır. Bu adım, aynı zamanda “özgürlük” problemini de çözer, çünkü sınırlarını bilen insan eşyaya, dünyaya ve dünyalığa zebun olmaz. Dünyanın ve dünyalıkların kendisini esir almasına izin vermez. Dünyanın, servetin, makamın sahici sahibi işte bu insandır; sahibi olduğu için istediğinde vaz geçebilir, istediğinde de verebilir. Fakat, özgürlük problemini kendini keşfedemediği için çözemeyen ve bu yüzden de mal, mülk, servet, makam ve şöhreti kendisine sahip olan “beşer”ler vardır. Bu tür biri istese de veremez, gerekse de vazgeçemez; çünkü bu, kölenin efendisini azad etmesi kadar gülünç ve imkan dışıdır. İnsanın hayvani/cüce yanını ifade eden “nisyan”, tam anlamıyla insanın kendi kendisine yabancılaşmasıdır. Kensiyle tanışmayan, kendisini keşfetmeyen, kendisine karşı yabancılaşacaktır. Kendisine karşı yabancılaşan hakikate karşı yabancılaşacak, dolayısıyla mutlak hakikat olan Allah’a karşı yabancılaşacaktır. Allah’a karşı yabancılaşan hayatında Allah’ı kaybettiği için hayatın “anlamını” da kaybetmiştir. Bu yüzdendir ki Allah’sızlık, en vahim anlamsızlıktır. Bazen kendi kendisine karşı yabancılaşan, kendisinden nefret etmeye başlar; dolayısıyla gerçek yüzünden nefret edip maskesine vurulan, hakikatten de nefret eder ve yalana, batıla, sanal ve simülatif olana vurulur. Bu bir değer alaborasıdır. Sonuç vicdanın ve fıtratın üzerinin kalın bir perdeyle örtülmesidir (küfür) ki, artık kişi kendi vicdanının sesini dahi duyamaz olur, bir müddet sonra vicdanı da ses vermez hale gelir; işte “sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler” ilahi haberi böyle gerçekleşir. Bu durumda, insan, ya kendisiyle, hakikatle ve Mutlak Hakikat’le “ünsiyet” peyda edip “insan” olacak, ya da “unutan ve unutulan” bir “nisyan” olacaktır. Sonuç mu; sonuç gayet açık: İnsan olanlar çözümün bir parçası olurlar; nisyan olanlar sorunun bir parçası olurlar. İnsan olanlar tarihin aktif öznesi olurlar; nisyan olanlar tarihin pasif nesnesi olurlar. Din ise, “insanlar” için bir mutluluk projesidir; nisyanlar için bir “afyon”. M.İslamoğlu |
6. May 2009, 10:46 AM | #3 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Mar 2009
Mesajlar: 137
Tesekkür: 11
70 Mesajina 80 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17 |
Muhammed muhabbettir, muhabbet müebbettir
Aşk ehli taşı gediğine koymuş: Muhabbetten Muhammed oldu hasıl Muhabbetsiz Muhammed'den ne hasıl? Çölde açan bir güldü o. Rengi solmaz, kokusu tükenmez bir gül. Sevginin bedelini ödeyen Yakûb gibi, uzaktaki Yusuf'u koklayan bir yürekle gözlerini takas edenler alabilirdi o gülün kokusunu. Aşkı ve acıyı ondan öğrendik. Yaşamanın ve ölmenin, ölmeden önce ölüp öldükten sonra yaşamanın sırrını o öğretti bize. Göklerin sofrasını o açtı önümüze. Onun sayesinde tenezzül buyurdu Allah yüreklerimize. Evet, aşkı ondan öğrendik: Sevdi ama sevdaya "kara" çalmadı. Sevdanın yüzünü karartmadan sevmeyi beceremeyenlere, "ak sevda"yı öğretti. Aşka istikamet açısı verdi. Sadece o açıyı takip edenler aşkın sırrına erdi. Başkalarının öğrettiği aşk sahibini tutuklayan bir tutkuya dönüşüyordu. Onun aşk öğretisi ise sahibini özgür kıldı. O aşk çizgisini izleyenler sevdikçe özgürleştiler, özgürleştikçe sevdiler ve sonunda hayatı bir demet muhabbete dönüştürdüler; muhabbete, yani insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesine... İman etmedikçe cennete giremezsiniz" diyordu; fakat daha müthiş, insanı iliklerine kadar sarsan bir şey daha söylüyordu: "birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş sayılmazsınız!" Bu, imanı yetiştiren toprağın sevgi olduğunu ifade etmekti. Muhabbetin yürekte istikrar bulmuş hali olan iman, ancak sevgi toprağında boy verebilirdi. Dahası "Mü'min, seven ve sevilen dost olan ve dostluk kurulandır, sevmeyen ve sevilmeyende, dost olmayan ve dostluk kurulmayanda hayır yoktur!" diyordu. Sadece demekle kalmıyor, bu sözün nasıl hayata dönüştürüleceğinin en güzel örneklerini de veriyordu. Onun sevgisi, canlıları aşıp cansızları dahi kuşatıyordu. Uhud için diyordu ki; "Uhud, o bir dağ; ama o bizi sever, biz de onu severiz!" Dağla sevişen, dağı seven ve dağ tarafından sevildiğini farkeden bir yürek nasıl bir yürektir? Bu insanı yürekten sarsan muhabbet dersinin, bizim özlemeyen, sızlamayan, yanmayan, inlemeyen, sevmeyen, duyarsız, taşlaşmış ve hatta taştan daha da katılaşmış yüreklerimizde yaptığı yankı nedir? Modern birey anlayabilir mi bu tavrı? İçinde yürek yerine taş taşıyan modern insanda nasıl bir karşılık bulur bu davranış? Şairin "Şarkı görmez, garbı bilmez, görgüden yok vayesi/Bir utanmaz yüz yaşarmaz göz bütün sermayesi" dediği bedeviden bozma, köylülüğe müptela, varlıkla sınanınca lümpen kaprislerine, yoklukla sınanınca aşağılık komplekslerine kapılanlar, nasıl anlar ve anlatır, nasıl yaşar ve yaşatırlar bu muhabbeti/Muhammed'i? Muhabbeti Muhammed'den öğrenenler ölmemenin sırrını da öğrenmiş oldular. İşte onlardan biri, bu sırrı şu dizelerle açığa vurdu: Âşık öldü diye salâ verirler Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez Âşıkların ölmeyeceğinin ondan güzel kanıtı olur mu? Muhabbetin merkezi olan gönülden yola çıkarak anlayın bunu: Birine "alçak" derseniz hakaret etmiş olursunuz, "alçak gönüllü" derseniz iltifat. Çünkü gönül öyle yüce bir makam ki, kendisine ilişen alçaklığı bile elinden tutup katına yüceltir, "alçak gönüllülük" bir yücelik olup çıkar. Acıyı da "Ben hüzünlerin peygamberiyim!" itirafında bulunan o Ufuk İnsan'dan öğrendik: Saçları sevdiklerinin ölümüyle değil, Allah'la ilişkisini örselememek uğruna gösterdiği çabayla ağaran Yüce Önder, Kutlu Rehber'den. Çağların günahını yıkamak için gece yarıları saldığı gözyaşları, yattığı şilteyi ıslatıp Aişe'yi uyandıracak kadar sel olup çağlayan Ayaklı Kur'an'dan. Bu soylu acı değil miydi, Hıra'da kendi ruhunu yeniden doğuracak bir sancıya ebelik eden? Buna insanın oluş sancısı da diyebilirsiniz. Baksanıza o okyanus misali kutlu sancıdan payına bir damlacık düşenler, yaşadıkları çağın, 'nükleer güç merkezlerinin' dahi yanında yaya kaldığı etkinlikte birer 'gül ve güç merkezi' oluyorlar! Çağın Ebu Cehillerinin onu anlamasını, onu sevmesini kimse beklemesin. Değil mi ki o, atası İbrahim gibi insanlığa şeytanı, şeytanları taşlamayı öğretti. Şeytan ve dostları da o gülü ve onun gül yüzlü dostlarını taşlayacaklardır. Ben modern Ebu Cehillerin yaptığından daha çok, ona ümmet olduğunu söyleyenlerin yaptıklarının onu üzdüğünü düşünüyorum. Onun mirasına sahip çıkması gerekenler, sadece sakalına ve hırkasına sahip çıkıp onun öğretisini çağın dışına atmakla onu daha fazla üzüyor olsalar gerek. Allah'ın bize gönderdiği Hz. Muhammed (sonsuz sayıda selam, hürmet ve muhabbet ona olsun) bir tek Muhammed idi. Fakat, geleneğimiz en az üç Muhammed ortaya çıkardı: 1. Göklere çıkartılan insanüstü Muhammed 2. Ara kablosu, postacı muamelesine maruz bırakılarak aşağılanan Muhammed 3. Kur'an'ın tanıttığı muhteşem bir ahlaka sahip olan örnek insan Muhammed. Bir de muhaddislerin ömrü boyunca hep konuşan ve hiç iş yapmayan Muhammed'i, sûfilerin ömrü boyunca içiyle uğraşıp dış dünyaya sırt dönen Muhammed'i ve fakihlerin işi-gücü Kur'an'ı kodifike edip ondan formel hükümler devşirmek olan Muhammed'i var. İsterseniz, bu birbirinden ayrı "üç Muhammed"in özelliklerine gelecek hafta değinelim. Ama bu satırları bitirmeden, o insan güzeline bir maruzatım var: Seni çok özledik, bizi bu çağa karşı dik tutan senin kokundur: Yel essin Ya Rasullallah... Kokun gelsin! |
Bookmarks |
Etiketler |
allahım, hidayet, kuluna, ver |
|
|