hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > İMAN > İman ve mü’minler > Din

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 2. July 2009, 11:57 AM   #1
elmuh
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 96
Tesekkür: 45
47 Mesajina 108 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 16
elmuh is on a distinguished road
Standart Kur'an da Din Teriminin Anlamı

Yvonne Yazbeck Haddad’ın bu makalesi “The Muslim World”, A.B.D., 1974, c.64, sy.2, s.114-123 arasında “The Conception of the Term ‘Din’ in the Qur’an” başlığı altında yayınlanmıştır.
_____________________________

KUR’ÂN’DA “DİN” TERİMİNİN ANLAMI

Yvonne Yazbeck HADDAD
Çev: Ahmet GÜÇ Doç.Dr., U.Ü.İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.


Bilim adamları, Kur’an’da din kelimesinin semantik ve etimolojik manasını anlamaya yönelik yoğun çaba sarfetmişlerdir1. Değişik zamanlarda onlar, bu terimin bir kısım kullanımlarında İbranice, Habeşçe, Ermenice veya İran dilinden (Farsça) ödünç alınmış bir kelime olduğu varsayımında bulunmuşlardır. Bu terimi hüküm veya ceza, âdet veya usul ve nihayet din olarak anlamak mutad hale gelmiştir.

Bu makale, din kelimesinin etimolojik kökleri ile ilgili ihtilafları çözmeye çalışmayacak; aksine, din teriminin Kur’an’da, Kur’an’ı ilk duyanlar tarafından nasıl anlaşıldığını gözönünde tutmaya çalışarak ve onun, Kur’an’ın dünya görüşündekianlamına bakarak, ortaya çıktığı genel durum ve şartlar içerisindeki kullanımının bir tahlili üzerinde yoğunlaşacaktır.

Din teriminin Kur’an’da geçtiği yerler, dört vahiy dönemi boyunca ana sözcük olan din ile birlikte kullanılan farklı kelimelerdeki bir gelişmenin ortaya çıkarılmasına yol açan ve onun anlamında meydana gelen bir ilerleme ve gelişmeyi gösteren surelerin kronolojisinde Regis Blachere2 tarafından ileri sürülen tarihlendirmeye göre tespit edilmiş ve sınıflandırılmıştır.

Din kelimesinin Kur’an’da bir fiil objesi olarak ne zaman göze çarptığını incelemeye ve insan veya Allah tarafından ona göre hareket edildiğinde dininmanasının hususi yapısının ne olacağını anlamaya çalışmak için aynı zamanda özel bir çaba sarfedilmiştir3.

Din kelimesi, yaklaşık olarak yarısı Mekke, yarısı da Medine döneminde olmak üzere, Kur’an’da 94 kez geçer. Bunlar aşağıdaki gibi gruplandırılabilir:

Birinci Mekke Dönemi 13 referans (yerde)
İkinci Mekke Dönemi 6 referans
Üçüncü Mekke Dönemi 29 referans
Medine Dönemi 46 referans
Toplam 94 referans

Böyle bir ifadenin zikrine üçüncü Mekke veya Medine dönemi surelerinde rastlanmadığı halde, birinci ve ikinci Mekke dönemlerinde din, "yevmü’d-din" şeklinde çoğunlukla "yevm"4 kelimesi ile birlikte göze çarpar. Ayrıca, ikinci Mekke döneminde Kur’ân’ı işitenlerin o dönemde "yevmü’d-din (din günü)" ile biraz aşinalıklarının olduğu farzediliyor gibi görünmesine rağmen, birinci Mekke dönemi sureleri işitenleri din günü düşüncesinden haberdar etme çabasını akla getirir.

İlk surelerde vurgu, kişinin Allah’ın fiiline (God-action) mukabelesi üzerinde yoğunlaşır. Bu mukabele tekzib veya tasdik şeklini alır. “Kezzebe”5 genellikle “yalanlamak” diye tercüme edilir. O aynı zamanda Allah’ın gücünün bir inkarını, O’nun varlık ve azametini kabul etmeme ya da ona aldırmamayı çağrıştırır.

Diğer taraftan “saddaka”6, genellikle “kabul etmek” veya “gerçek saymak” diye tercüme edilmiştir. Bir anlamda tasdik ve tekzib, Kur’an’da bildirilen gerçeğe karşı taban tabana zıt iki davranışın birlikte ifadesidir. Kişi ya bu gerçeği kendine mal eder ve her zaman kendisine yol gösterici prensip olan bir yolda hayatı sürdürür ya da hayatı, bu gerçeğe tamamen kayıtsızlık içerisinde, onu yalanlayarak ve kabul etmeyerek yaşar.

"Kezzebe yevme’d-din (din gününü yalanladı)" ifadesi fiili bir inkara işaret için kullanılmamıştır; aksine o, insan tarafından dinin daima ihtimamla riayet edilmediği ve merkez alınmadığı bir hayat tarzına işaret eder. Böylece kişi, bu düşünceyi herhangi bir gerçeklikten yoksun olarak kabul ettiğini gösterecek bir tarzda hayatını devam ettirir.

"Yevm"7 kelimesinin Kur’an’da kullanılışı son derece yaygındır. O, genellikle Allah’ın kendisinde faaliyet yaptığı, yapıyor olduğu veya tarih içerisinde yapacak olduğu özel bir zamana işaret eder. "Yevm" öyle bir andır ki, onda Allah’ın iradesi, heybeti (celal) alelâde zamanı yer yer böler ve insanı sorumlu tutar. Çoğu kez “gün” diye tercüme edilen “yevm” gerçekte, zaman içindeki bir olay ya da tayin edilmiş bir andan daha geniş anlamı çağrıştırır. Böylece “kezzebe yevme’d-din” veya “saddaka yevme’d-din”, ayetlere, yani Allah’ın tarih ve tabiat içerisindeki fiiline bir cevaptır. O, Allah’ın şahsına veya O’nun varlığına8, ya da O’nun Allahlığına karşı verilmiş bir cevap olmayıp, bilakis Allah’ın güç ve kudretini göstermesine karşı bir cevaptır9. Din gününü gerçek olarak kabul edenlerin olumlu cevabı, daimi bir ibadet ve Allah’a canla başla bağlılık (ve bu bağlılığın gereklerini yerine getirmenin) yanında -manevi ve ahlaki bir hayat da yaşayarak- başkalarına ve onların ihtiyaçlarına açık olarak10 diğer insanlara karşı bir sorumluluk taşımaktır. Öte yandan, sorumluluk gerçeğini11 inkar edenler, Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır oluşunun farkında olmaksızın hayatlarını yaşamada ısrar edenlerdir. Bir anlamda onlar hatırlamadan (tezkire, sure, 74/49) kaçınmışlardır. Bu kelime, hatırlamanın dışında başka anlam da ifade eder. O, “tayin etmek”, “onu şuur alanına getirmek suretiyle bir şeyi hakikate sevketmek” manalarına gelir. Onlar, din gününün farkında olduklarını itiraf etmede kusur etmeleri sebebiyle onu varlık alanına taşımayı başaramamışlardır; dikkatlerini onun üzerine yoğunlaştırmamak suretiyle, onu, saygı ile karışık korku telkin eden bir gücü kullanacak bir varlıkta (bir şekil yoluyla değil) ortaya koymayı da becerememişlerdir.

Böylece en eski kullanımında "yevmü’d-din" terimi sorumluluğu ifade eder. İnsan, kendisinin kim ve Allah’ın ne olduğu ve O’na karşı ne yapması gerektiği noktasında sorumludur. Bu anlayış, “insan kimdir ve onun Allah’a karşı sorumlulukları nelerdir?” soruları hakkında doğrudan istidlallere sahiptir. Bu iddialar dinleyiciler tarafından önemsenmediği ve kendileriyle alay edildiği, Allah’ın ayetleri evvelkilerin (ataların) masalları diye reddedildiğinde "yevmü’ddin", bir hesap zamanı olarak ek anlam kazanmış görünür. Bu terim, Kur’ân’da, genellikle bu din gününün geleceğinin doğruluğunu kesin olarak ifade etme ile birlikte zikredilir. Günahkârların kaçınılmaz bir ateşle cezalandırılacakları sözü (vaîdi) vardır. O öyle bir söz ki, insanın sonluluğu ve Allah’ın mutlak gücü açığa vurulduğunda12 yerine getirilecek ve insan Allah’ın celâli (azameti) önünde duracaktır. Çünkü Allah, Hesap Günü’nün Sahibi’dir13 ve şüphesiz bu hadise gerçekleşecek14, o zaman insan yaptıklarından ve yaşadığı hayattan hesaba çekilecektir.

Böylece insan, Allah’ın kendisini sorumlu tutacağı gerçeğinden hareketle, kendi fiilleri ile O’nun Varlığı’nın mükemmelliğine mukabele etmek suretiyle, doğru bir hayat yaşamaya davet edilmiştir. Burada biz, din ile birlikte pek çok yeni kategoriyi ortaya çıkaran Üçüncü Mekke döneminin genel durumuna geçebiliriz. Bunlar aşağıdaki kavramları kapsar:

1-Lehü’d-dîn15: İtaat ve teslimiyet sadece Allah’a aittir (tevhîd).
2-ed-Dînü’l-Hanîf16: Gerçek hayat tarzı, İbrahim’in dini, doğru yolu takip etmek için genel dinî anlayıştan ayrılmak.
3-ed-Dînü’l-kayyim17: Değişmez din, “ki siz yalnız O’na ibadet edersiniz”.
4-Muhlisîne lehü’d-dîn18: Allah’a tam teslimiyetle davet.
5-ed-Dînü’l-hâlis19: Saf, tüm kirlilliklerden uzak, yani Allah’ın dışında diğer varlıklara ibadetten uzak.
6-Şere‘a lekümü’d-dîne20: Allah, yolunda gidesiniz diye dini size emretmiştir.
7-İttehazû dînehüm lehven ve le‘iben21: Onlar kendi dinlerini bir alay ve eğlence konusu edinmişlerdir.
8-Hedânî Rabbî ilâ sırâtın müstakîmin dînen kayyimen millete İbrâhîm’e hanîfen22: O beni doğru bir yola; değişmez bir dine, İbrahim milletinin, haniflerin dinine kılavuzladı.
9-Ekım vecheke li’d-dîni23: Yüzünü ona çevir, onu sebat ve ısrarla takip et.

Böylece biz, Birinci ve İkinci Mekke dönemlerindeki ayetlerde din teriminin sorumluluk ve hesab anlamında kullanıldığına vurguda bulunduktan sonra, Üçüncü Mekke döneminde24 aynı terimin daha ziyade tevhid ve teslimiyeti ifade ettiğine işaret etmiş olduk. Allah’ın fiilleri, yerinde (uygun) bir cevap ister, ki o cevap; hiçbir şeyi ortak koşmadan insanın yalnız O’na ibadet etmesidir. Din Allah tarafından konmuştur. O, Allah’ın, insanlar için gösterdiği yoludur. Din sadece insanı bekleyen hesaptan kaynaklanan sorumluluk değildir; o, insan hayatının her ânıyla ilgili sorumluluğu kapsar. Sadece Allah’a tam ve sonsuz bağlılık, tevhid ve diğer insanlara karşı dürüst bir hayat yaşamak bu teslimiyetin ifadesidir.

Tevhid insanın başarabileceği bir şeydir. O, en azından Allah’ın birliğinin kabul edilmesi ve daha yukarı derecelerde kişinin bu birliği benimsemesi, ayrıca onu açığa vurması, aynı zamanda tevhidin gereklerini yerine getirmesidir: Birliğe sahip bir hayat yaşamaktır. Çünkü birlik Allah’a mahsustur...25

Tevhid üzerine vurgu Üçüncü Mekke döneminin hâkim ve tekrarlanan temalarından biridir. Çünkü bu dönemde dine yapılan toplam 29 referanstan 17’si bir konu şeklinde göze çarpar. Bunlardan 9’u aktif bir sıfat-fiil’in objesidir ve bu yüzden “i” hali şeklinde göze çarpar. Her bir durumda "muhlisîne" veya
"muhlisan"26 kelimeleri kullanılmış; genellikle “samimi, sâdık veya hâlis” olarak tercüme edilmiştir27.
Bununla beraber bunlar benzer tarzda kullanılmazlar. Çünkü açıkça iki farklı kategori vardır. Bir tarafta, “O’na, Allah’ın dinine tam bağlılıkla dua edin” (Üd’ullâhe muhlisîne lehü’d-dîn) şeklinde Allah’ın emri veya “tam teslimiyetle O’na ibadet edin” (U’büdü) diye, bir önermenin tabii sonucu olan emir vardır.

İkinci grupta (sure, 29/65; 31/32; 10/22), tehlike durumlarında (bir fırtına içerisinde muhtemel bir deniz kazası ile tehdit edidiklerinde) halk tarafından yapılmış bir itiraf vardır. Bu itiraf günlük hayatlarına taşınmadığından, onlar, dönek (kararsız) tutumları sebebiyle kınanmışlardır. Böylece ihlas sadece sözlü bir itiraf veya teslimiyet değildir. O; eylemini, yani hayatının tamamını Allah’a adayan bir şahıs olarak yaşamayı da kapsamak zorundadır. Emir, sadece Allah’a dua etmeye değil, fakat aynı zamanda O’na ibadet etmeye, O’nun sâdık kullarından biri olmayadır.

Burada ihlasın emredilmesi Allah’ın dinine tam bir teslimiyet için başta gelir; bu, belirli veya belirsiz hiç ihtiraz kayıt ya da şartları olmayan, tereddüt veya tercih taşımayan bir teslimiyettir. Bu öyle bir teslimiyet ki, bir daha gözden geçirmeye veya değerlendirmeye maruz kalmaz. Dahası o, Bir ve Tek olan Allah’a ilk ve son olarak yapılan nihâî teslimiyettir. Bu sebeple Birlik, bu teslimiyetin çok önemli, vazgeçilmez faktörü olur. Bu Birlik’te başka ortak yoktur. Bu teslimiyette hiçbir tereddüt de olmamalıdır. Onun istikrarı kendi geçerliliğinin kesin göstergesidir. O sadece bir samimiyet meselesi değildir. Çünkü bazı kimseler karışıklık veya şiddetli acı zamanlarında tevhidi doğrulayabilir. Ancak sıkıntılar yok
olduğunda tekrar dinlerinden uzaklaşabilir ve bu kararsız tutumlarından dolayı da sorumlu tutulabileceklerdir. Halis din Allah’a aittir28.

Üçüncü Mekke döneminde din kelimesine yapılan referansların dikkatli bir değerlendirilmesi, bu dönemde ilginin, bilhassa şahsi bir teslimiyete, bir Allahinsan ilişkisine olduğunu gösterir29. Bununla birlikte, Mekke döneminin son kısmında değişmez din’in, “millete İbrâhîm” ve “es-sırâtu’l-müstakîm” ile bir özdeşleştirilmesi söz konusudur. Sure, 6/161’de görüldüğü gibi, Allah buna kılavuzlar (yol gösterir)30. Bu âyet,bir cemaat veya grubun işin içine sokulduğu ilk âyet olarak göze çarpması sebebiyle çok önemlidir, halbuki daha önceki buyruklar dine veya hanif dinine tabi olmayı emreder ve şahsi seviyede gibi görünür. Bundan böyle vurgu, daha çok bir “inananlar topluluğu”na gibi görünmektedir. Burada görüyoruz ki, Allah yol göstericidir. Bu ne insan tarafından gerçekleştirilen bir şey, ne de insanın bir mukabeleye teşebbüsüdür; aksine Allah, faaliyeti başlatmayı ve devam ettirmeyi bizatihi üstlenmiştir. O, kişiyi dosdoğru bir yola, değişmez dine, bir hanif olarak, İbrahim'in topluluğunun dinine yöneltir. Böylece kişi, bir hanîf olmaktan çıkar ve Allah tarafından yol gösterilmiş, yolunu şaşırmayacak, muvahhidlerden (muvahhidûn) olan tarihi hanifler topluluğunun bir parçası olur.

Ancak Medine dönemine geçtiğimizde, biz daha ileri bir gelişmeyi, “millete İbrâhîm”in, Allah tarafından isimlendirildikleri gibi (sure 22/78), “Müslümanlar” diye özdeşleştirildiğini farkederiz Böylece Allah, sadece yol göstermemiş ve din’i arıtmamış, fakat aynı zamanda teslim olmuş, hayatlarını
Allah’ı memnun edecek bir şekilde yaşamayı kabullenmiş insan topluluğunun ismi
dahil, dinin her detayı ile meşgul olmuştur. Allah’ın, dininin gerçek tâbilerini “Müslümanlar” diye isimlendirmiş olması, din’in varlığı yetkisini kendisine havale edeceğinden, çok anlamlıdır. Bu,
sadece Allah tarafından din’in tasvip ve tasdikini göstermekle kalmaz, ayrıca dinin, Allah tarafından önayak olunan bir olgu, bir icat ve zorunlu olarak da en son hakikat olduğunu belirtir. Onu, Allah koruyacak ve yardım edecektir.

İslâm, muhtemel cevaplardan biri değildir. O, bir dinin ismi de değildir. İslâm, Allah’ın, kendi dini olarak vaz ettiği ve her fiille -konu ile ilgisi olsun veya olmasın- hayatın tüm yönlerinin her detayıyla tamamen ilgilendiği şeye vermiş olduğu isimdir. Böylece Medine döneminde bizim, tevhid üzerine bir vurgudan ümmetin birliği konusuna, şahsî bağlılığa bir referans olarak din’den kolektif düşünceye geçmemiz gerekiyor gibi görünüyor31. Bu noktada kollektif anlayışa geçmiş olmamız, tevhidin önemini yitirmesi anlamına gelmez; aksine, durum, tevhidin özel türünün tanımlanmasını zorunlu kılıyor gibi görünmektedir. Ayrıca, zahirî gerçekle nihâî gerçek arasını ayırdetmek önemli olur. Bu noktada biz “eddînü’l-hak” terimi ile karşılaşırız (sure, 61/9; 24/25; 48/28; 9/29, 33).
“Allah, elçisini, doğruluk rehberi ve o dini bütün dinlerin üzerinde açığa vursun” diye, nihâî gerçek olan hak din ile göndermiştir.

“Ed-dînü’l-hak” terimi tamamen gerçek olan bir dini akla getirir. Öyle bir
din ki asla yanlış yorumlanmamıştır. Allah’ın ayetlerine karşı emredilmiş bu mukabele fiilleri, O’na itaat ve tevhid olarak din’e işaret edebilecek “ed-dînü küllihi”de açığa vurulmuştur. O aynı zamanda, din kelimesinin çoğulu için bir bedel olarak, bir anlamda mukabeleler çokluğunu kapsaması için bir teşebbüs olarak da görülebilir. Bu, hıristiyanların, yahudilerin ve putperestlerin varlığını göz önünde
bulundurarak Medine yerleşimi gerçeğini başarmış olacaktır. Bu sebeple din kelimesi özel topluluğa işaret edecektir. Ayetlerin söylemek istediği şey, her iki yorumun muhtemel bir terkibidir. Din, Allah tarafından emredilmiştir, fakat diğer topluluklar onu tahrif etmişlerdir. Bu sebeple Allah’ın Muhammed (a.s) vasıtasıyla göndermiş olduğu vahyi, sadece putperestlere veya haniflere ya da Müslüman adı
verilenlere değildi; aksine o herkese idi. O Allah’ın en son, değiştirilmemiş mesajıdır. O, sadece kelimeler halinde bir mesaj olmayıp Allah’ın fiilinin bir mukabele gerektiren parçasıdır. Yol gösteren, tasfiye eden ve tamamlayan Allah’tır; yanlış ve sahteliği düzelten O’dur. Kesin olarak gerçek dini ihdas eden de O’dur.

Sure 3, Allah’ın dini dışında farklı türde bir dinin varlığını ileri sürmekle, din kelimesine pek çok ilgi çekici imada bulunur. Bu, dinî pluralizmin (dinî çoğulculuk) veya “birbiriyle mukayese edilebilir” dinlerin çokluğunun bir kabülü anlamına gelmez. Fakat daha çok bir din içindeki üstünlüğün ayırdedilişine işaret eder. Bu bir üstünlük ayırımıdır. Allah’ın dini, yani tevhide ve ahlakî hayata bağlılık demek olan İslâm vardır. Diğer taraftan, Allah’a tabi olduklarını iddia eden Yahudi ve hıristiyanların dini vardır. Fakat onlar Allah’ın yol göstericiliğini tahrif etmişler ve onun yerine diğer ibadet ve inanç şekillerini koymuşlardır. Yahudi ve hıristiyanlar kısmî veya tahrif edilmiş gerçekle meşgul oluyorlar. Bu sebeple, “Kim İslâm dışında bir din’e tabi olursa, bunun kendisinden kabul edileceği zannedilmemeli ve o, âhirette kaybedenler arasında olacaktır” (sure, 3/85). Netice olarak, yukarıda aktarılan âyetin, dinin diğer şekillerinin varlığını açıkça ifade edip etmediği tartışılabilir olmasına rağmen, böyle bir imkânın işin içine sokulması, Allah’ın dinini yahudi ve hıristiyanların dininin karşısına koyan tüm parçanın genel durumu (siyak ve sibakı) içinde bakıldığında daha kesin sunulur.

Medine dönemine ait diğer bir din düşüncesi, toplumun birliğini korumak üzere Allah’ın dini için savaşmaktır32. Bununla beraber bu, toplumun birliğinin Allah’ın dininden üstün tutulması anlamına gelmez; aksine o, "onların birliğinde Allah’ın birliğinin, O’nun tevhidi’nin açığa vurulması vardır" demektir. O takdirde bütün din Allah’ın olacaktır33.

Din aynı zamanda insanlar arasında bir bağ olarak görülür: “Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın” (sure 3/73). Burada da görüyoruz ki, din bir kollektif şuura (kardeşlik bağı) sahiptir34. “Eğer onlar tevbe eder ve namaz kılarlarsa... artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir” (sure 9/11).

Allah’ın dini kendisi tarafından emredilmiştir. Kişi onu bir hayat tarzı olarak benimsemelidir. Bazı insanlar başka yolları seçerek bu din anlayışını bozarlar, fakat sadece İslâm35 Allah’ın dinidir; yalnız İslâm en son hak dindir36. Böylece biz görüyoruz ki, Kur’ân’ın ilk surelerinde din kavramı (mefhum) Allah’ın tarih ve tabiattaki fiiline bir mukabele olarak zikredilir ve bu mukabelenin akla getirdiği anlamın ne olması gerektiği Medine dönemi surelerinde genişletilmiş olarak göze çarpmamasına rağmen, hayatı Allah’a bağlılık ve diğer insanlara karşı sorumluluk duygusu içerisinde yaşamak demek olan dinin anlamının özü sürekli korunmuş görünmektedir.

Bu arada din Allah'ın fiil (etki) alanı içerisinde kalır. İnsanın mukabelesi Allah tarafından belirlenmişitir. Yalnız Allah din üzerinde, onun tabiatına, özüne veya tezahürüne etki edebilecek bir tarzda etkili olur (bkz. Tablo I)

TABLO IAllah'ın fiili:
1-Hedâ: O yol gösterdi. "Edalle" kelimesinin bir zıt anlamlısı olarak, O, yoldan çıkmış olanlara yol gösterdi (sure 13/27). O daima güvenilir Rehber'dir. İnsanın Allah'ın yol göstermesine karşılık vermesi aşağıdaki gibidir:

Olumlu:.................................... Olumsuz:
a. Şükür (sure 76/3; 2/185) ... Küfür (sure 76/3)
b. Zikir (sure 2/198)
c. Hamd (sure 7/43)
d. Takva (sure 39/57)

2- İstafâ: O seçti ( O'nun temizlediği veya pakladığına hamledilir ). Bu fiil özellikle Kur'ân'da Allah'ın bir fiili olarak kullanılmıştır. Yalnız Allah seçer (sure2/132,133; 29/59; 39/4; 37/15; 3/42; 2/247; 7/144; 35/32; 2/130; 22/75; 38/47).
3-Veffâ: O yerine getirdi (tamamını, sonuna kadar verir). Bu kelime de Allah'ın fiili olarak kullanılmıştır (sure 3/57; 4/173; 24/25; 35/30; 46/19).
4- Mekkene: O sağlam yaptı (kesin olarak yerleştirdi, takviye etti). Bu fiil yalnız Allh'ın fiilî tatbikatı hakkında kullanılmıştır (sure 12/21; 12/56; 18/84; 7/10; 46/26; 6/6; 22/41; 18/95; 28/6,57; 24/55).
5- Ekmele: O tamamladı (yerine getirdi, ikmal etti). Bu, fiilin Kur'ân'da tek geçişidir (5/3).

İnsan fiilinin tamamı (bkz. Tablo II) dini kabul etme veya reddetme, onu benimseme veya onunla ilgisi olmadığını söyleme ile sınırlandırılmıştır. İnsan dini araştırabilir, dine uyar, değiştirir, ona sarılır veya onu gizleyebilir. O dini tatbik edebilir (yaşar), kendini ona hasreder ya da onu bir alay ve eğlence olarak kabul eder, fakat hiçbir yede kişi dinin kendisi üzerinde gerçek bir etkiye sahip olabilecek
bir tarzda hareket edemez. Tüm insan fiilleri dine mukabele etme (cevap verme) alanıyla sınırlandırılmıştır. Sadece Allah din üzerinde etkili olabilir. Yalnız O kendi dinine yol gösterir (hidayet eder); O dini seçer, onu yerine getirir, destekler ve ikmal eder; O dini başlatır, onu devam ettirir (değişmesine engel olur) ve en mükemmel manada dini Allah tamamlar.

TABLO II İnsanın Fiili:

A- Olumlu:
1-Egîmû: Tesis edin, uygulayın (sure 42/13).
2- Ahlesû: (sure 4/146): Candan bağlılık, sebatla, sürekli olarak O'nun
isteğini benimsemek (sure 40/14; 65/39; 11/14; 29/65; 31/32; 10/22; 17/29; 98/5)
3- Yedînûne: Dine bağlı olmak (sure 9/29).

B- Olumsuz:
1-Teferregû: Ayrıldılar, gruplara bölündüler (sure 30/30; 6/159).
2- İttehazû'd-dîne leiben ev hüzüven: Dini bir alay ve eğlence konusu olarak kabul ettiler (sure 7/51; 6/70; 5/57).
3-Lebise: Gizledi, örttü (kaplamak, perde ile örtmek, belirsiz yapmak, anlaşılması güç hale getirmek), aldatmak, iki anlama gelecek söz söylemek, dolandırmak (sure 6/137).

C- Nötr:
1- İbteğa: Araştırmak (sure 3/85).
2- Tebia: Tabi olmak (sure 3/73).
3- Beddele: Değiştirmek (sure 40/26).


1 Toshihiko Izutsu, God and Man in the Koran (Tokyo: Keio Institute of Cultural and Linguistic Studies,
1974), s.219-229; Wilfred Cantwel Smith, The Meaning and End of Religion (New York: Mentor Books,
1963), s.90-94, 99-100, 287-290; Helmer Ringgren, “The Pure Religion”, Oriens XV (1962), 93 vd.;
Duncan B. Macdonald, “Din”, E.I., I, 975; L.Gardet, “Din”, E.I., New Edition, II, 293-296; Arthur
Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’an (Baroda: Oriental Institute, 1938), s.131-132.
2 Regis Blachere, Le Coran (Paris: G.P.Maisonneuve, 1947), s.12-18.
3 "Allah’ın fiili" terimi bu yazıda, Allah’ın zaman, mekan, tabiat ve tarih içerisindeki bir fiiline işaret etmek
üzere kullanılacaktır. Bu onu, Allah’ın Kur’an’daki tüm oalylara etkisini gerektirecek fiilinden
ayırdetmek içindir. Böylece “Allah’ın fiili”, tabii nizamın sınırını aşan özel bir fiile işaret edecektir.
4 Bu, birinci Mekke döneminden sure 107/1; 95/7; 82/9; 109/6 ve ikinci Mekke döneminden sure 51/6
dışında bütün örneklerde doğrudur. Sure 109/6 dışında, her meselede dinin, "yevmü’d-din" şeklindeki
manası, hem âyetlerin gerçek anlamı ve hem de onların analizi bakımından kapalıdır. Sure 109/6’nın
durumu farklıdır. Din kelimesinin Kur’ân’daki siyak ve sibakını (genel durumunu) ve kullanımını göz
önüne alarak, biz bu sure için başka bir tarih önermeyi tercih edeceğiz. Muhtemelen bu sure üçüncü
Mekke döneminde, aşağı yukarı onuncu surenin vahyi zamanında vahyedilmiştir. Çünkü sure 109/6, sure
10/104’ün tekrarı gibidir.
5 Bkz. sure 74/46; 107/1; 95/7; 82/9; 83/11."Kezzebe" aynı zamanda, nihayette gerçek, hak (23/90) olan
şeye bir reaksiyondur. Yalanlayanlar, el-Mükezzibîn, doğru yoldan sapanlardır, dâllîn (sure, 56/92).
6 Bkz. 70/26. "Saddaka (Sadaka)" kelimesi Kur’an’da aynı zamanda Allah hakkında da kullanılmıştır (sure,
3/95; 33/22). O, söz verme ve yerine getirme, va’d (sure, 33/22; 39/74; 21/9) kavramıyla veya “ahid”, ahd
(sure, 33/23; 9/75) kelimesiyle irtibatlandırılmış gibi görünmektedir.
7 Aynı zamanda "yevme’l-kıyâme (öldükten sonra dirilme günü)", "yevme’l-âhira (son gün)" vs. şeklinde
de kullanılmıştır.
8 Çünkü bu yazı din kelimesinin Kur’ânî anlamına tahsis edilmiştir. Allah’ın varlığı veya O’nun sıfatları
(veya bu durumda fiili) arasındaki ilişki konusu bu yazıda ele alınmayacaktır.
9 Bkz. sure, 95/7. Allah’ın yüceltme veya alçaltma gücü (vahiy yoluyla) bildirilmiş ve gösterilmiştir.
İnsanlar O’nun gerçekliğini inkarlarında nasıl ısrar edebilirler ?
10 Bkz. sure, 70/26; 74/46; 107/1. Onlar yoksullara verirler, iffetlidirler, ahitlere riâyetkârdırlar ve
şahitliklerinde sabit dururlar.
11 Evvelce bahsedilen yer. Bunlar ihmal ve görev “suçlarını”, namazda riyakârlığı, fakirlerin ihtiyaçlarına
aldırış etmemeyi, yetimlere kaba davranmayı kapsar.
12 Bkz. sure, 82/9, 15, 17, 18; 56/56; 83/11.
13 Bkz. sure, 1/4 . Blachere bu surenin birinci Mekke döneminden daha sonraya ait olduğunu iddia eder. Bu
inceleme daha sonraki bir tarihin daha muhtemel olduğunu savunur. Bu, surenin belirli anahtar
sözcüklerinin bir incelemesine dayandırılmıştır. Çünkü Kur’ân’da toplam 45 defa geçen "sırat"
kelimesinden 16’sı İkinci Mekke dönemine aittir. Geri kalanı Üçüncü Mekke veya Medine dönemlerine
aittir. Ayrıca, "rahman" ve "dâllin" kelimeleri, bir vak’ada Birinci Mekke döneminde vuku bulan biri
dışında, çoğunlukla İkinci Mekke dönemine aittirler.
14 İkinci Mekke dönemi referansları dinleyicilere söz verir (temin edici söz söyler): “Size vadedilmiş olan
şey şüphesiz meydana gelecektir”(sure, 51/6). Aynı zamanda bkz. sure, 51/12; 37/20; 26/82; 15/35;
38/78. Son iki âyet şeytan’dan bahseder ve olayın hakikatini, "Şeytan Hesap Günü’ne kadar lanetlenmiş
olacak” diye farzeder.
15 Sure, 16/52.
16 Sure, 30/30; 10/105.
17 Sure, 30/30, 43; 12/40; 6/161. Benzer referanslsr için ayrıca bkz. sure, 9/36; 98/5.
18 Sure, 40/14, 65; 39/2, 11, 14; 29/65; 31/32; 10/22; 7/29.
19 Sure, 39/3.
20 Sure, 42/13, 21.
21 Sure, 7/51; 6/70.
22 Sure, 6/161.
23 Sure, 30/30, 43.
24 Diğer Üçüncü Mekke dönemi referansları aynı zamanda şunları da kapsar: a-Ferrakû dînehüm, “Onlar
bölündüler” veya “onlar ayrılığa düştüler”(sure, 30/33) ve b-Yübeddile dîneküm, “Onu değiştirmek için”
(sure, 40/26).
25 Wilfred Cantwell Smith, Jane K. Smith tarafından aktarıldığı şekliyle, “An Historical and Semitic Study
of the term Islam” (basılmamış tez, Harvard University, 1970), s. 134. Aynı zamanda bkz. Jane Smith,
“Continuity and Change in the Understanding of Islam”, Islam in the Modern Age, IV, 2 (1973), 42-66,
aynı zamanda Islamic Quarterly, XVI, ¾ (1973), 121-139’da yayınlanmıştır.
26 Sure, 40/14, 65; 39/2, 11, 14; 29/65; 31/32; 10/22; 7/29.
27 İslam öncesi Arapça’da ve Kur’ân’da ihlas kelimesi hakkında bir inceleme için bkz. Helmer Ringgren,
“The Pure Religion”, Oriens, XV(l962), 93 vd.
28 Izutsu, God and Man in the Koran, s. 102’de haklı olarak problemin samimiyetten kaynaklanmadığını ileri
sürer. Bununla beraber o, söz konusu olanın sebat olduğunu ve ele alınmış olanın kısa –veya geçicimonoteizm
olmadığını görmeyi başaramaz.
29 Burada farklılıklar, benim takip ettiğim bir hayat tarzı ve yerleşik bir topluluğa veya bir dogmalar
bütününe tabi olmaktansa, " benim takip edeceğim ve kendimin yerleştireceği" anlamına gelen, "benim
dinim senin dinin" arasındadır (sure,10/104;109/6). Aynı zamanda bkz.sure 39/7-14, ki orada emir tekil
şeklindedir.
30 “Millete İbrâhîm” (ifadesi) Üçüncü Mekke döneminde defalarca göze çarpar. Fakat sadece sure, 6/161’de
o, “ed-dînü’l-kayyim” ve “es-sırâtü’l-müstakim” ile özdeşleştirilmiştir (ayrıca bkz. sure, 12/38 ve
16/123). Medine dönemine ait referanslar için bkz. sure, 2/130, 135; 3/95; 4/125; 22/178.
31 Dinlerini alay veya eğlenceye alan, ayrılığa düşen ya da gruplara ayrılanların olumsuz davranışı
istisnasıyla (sure, 30/33; 40/26; 7/51; 6/70, 137, 159). Mekke dönemine ait referanslar çoğunlukla “dinî”
veya “dinüküm”e idi; oysa Medine döneminde “dinüküm” ve “dinühüm”e, yani grupları tâbi oldukları din
ile özdeşleştirme doğrultusunda bir değişikliğe vurgu yapılmıştır.
32 Bkz. sure, 2/193; 60/8, 9; 8/39.
33 “Dînu’llah” ile ilgili diğer referanslar sure, 3/83; 24/2; 110/2’yi kapsar.
34 Din konusunda diğer Medine dönemine ait referanslar şu sureleri kapsar: Sure 2/256, 217; 8/49, 72; 3/24;
4/46, 125, 146, 171; 33/5; 49/16; 9/122, 11, 12: 5/3, 54, 57, 77.
35 Bkz. sure 3/85, 19; 22/78; 5/3.
36 Bkz. sure 9/29. O, kelimesi kelimesine “iman ikrarında bulunmak” anlamına gelmez, bu anlam Jefferi’nin,
Foreign Vocabulary of the Qur’an, s.131’de verilmiştir.
elmuh isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11. July 2009, 04:56 PM   #2
nuh
Katılımcı Üye
 
Üyelik tarihi: Feb 2009
Mesajlar: 59
Tesekkür: 0
13 Mesajina 16 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
nuh will become famous soon enoughnuh will become famous soon enough
Standart

(Furkan)43. Kötü duygularını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? Sen ona koruyucu olabilir misin? (Hac)53. Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir deneme vesilesi yapsın. Zalimler, gerçekten haktan oldukça uzak bir ayrılık içindedirler. (Hicr)12. İşte böylece biz onu, suçluların kalplerine sokarız. 40. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna. 92, 93. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.(Fatır)17. Bu da Allah'a güç bir şey değildir. (Ahzap)62. Allah'ın önceden geçenler hakkındaki kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.
nuh isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 9. November 2009, 05:37 AM   #3
Ali Rıza Borazan
Uzman Üye
 
Ali Rıza Borazan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Feb 2009
Mesajlar: 399
Tesekkür: 59
244 Mesajina 485 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 17
Ali Rıza Borazan will become famous soon enoughAli Rıza Borazan will become famous soon enough
Standart

İnsanların Kabullendikleri ve yaşadıkları hayat tarzlarının adına din denir. Ama Doğru olan ve allahın kabulendiği din ise peygamberler aracılığı ile gönderdiği vahiy orjinli dinin kabullenilmesi ve yaşanmasıdır. İşte o dinin adı islamdır.5/3- Ölü eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yüksek bir yerden düşmüş, boynuzlanmış yırtıcı hayvan tarafından yenmiş, -(henüz canlıyken yetişip) kestikleriniz hariç,- dikili taşlar üzerine boğazlanan (hayvanlar) ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (günahla yoldan sapmadır.) Bugün inkara sapanlar, sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim. Kim 'şiddetli bir açlıkta kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa' -günaha eğilim göstermeksizin- (bu haram saydıklarımızdan yetecek kadar yiyebilir.) Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
Ali Rıza Borazan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 14. October 2011, 08:09 AM   #4
galipyetkin
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
galipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud of
Standart

Din, ''deyne (ödenmesi gereken borç) kavramından ismini almıştır. Herkesin bir borç ödeme anlayışı vardır ve ''dinler'' bu açıdan insanlık tarihi kadar eski ve çeşitlidir. Kimi sadece hak iddiasındadır, borçtan hiç bahsetmez ve borç ödemeye yanaşmaz. Veya haklarını iddia ve isteminin çok altında bir borç algısı vardır. Kökten batıl, uyduruk dinlerle, semai bir kökeni olmasına rağmen sonradan içleri boşaltılarak Rabb'e ve insanlara karşı borcunu tamamen ve titizlikle ödemeyi ihmal ederek bâtıllaşan dini yorum, anlayış ve uygulamalar vardır. Allah doğruyu doğru olarak bildirmiştir; ama hakikat vahyin içinde durmasına rağmen, nefsine uyan ve içindeki mülk şehvetini atamayan bir bölük, hak dinin taklidini icat ederek insanları helâk eden dini anlayışları ortaya koymuşlardır.

Semai demek, işitmek suretiyle hakikate ulaşmanın kastedildiği dindir. İşittiren Allah, vasıta Resul ve Nebi'ler, nebiler vasıtası ile işitenler ise insanlardır. Bunun dışında kalan yöntemlerle edinilen din, hak olmayan pagan dinleridir. Böyle dinlere Allah din demez, kuruntu-heves der. Semai dinin özünü iyi kavrayıp, vahyin amacıyla örtüşen ve borcun kaytarılmadan ödenmesine ise, hak ve doğru din üzere borç ödeme denir.Bunun diğer ismi de İslamdır.

Doğru din üzerinde olabilmek için, öncelikle vahiy ilmini benimsemek gerkir. İkincisi, bunu doğru algılamak gerekir. Üçüncüsü dosdoğru olmayı içine sindirip doğru uygulamak gerekir. Dördüncüsü ise, Allah'ın bizzat hakkı olanı titizlikle ve tamamen vermek (uluhiyette kıst), yine insana haklarını titizlikle ve tamamen vermek (insanlar arası ilişkilerde kıst) gerekir.

Hak din İslam ve diğer semai dinlerin orijinal yolu, metodu ve yöntemi anti-liberalisttir. Bu nedenle 'liberal' ifadesini irdeliyelim:
LİBERAL :
1-Kişi özgürlükleri,düşünce özgürlüğü ve siyasal özgürlük yanlısı kimse
2-Ekonomik liberalizmden yana olan bir kimse.

Zannedilmesin ki 'hak din' ve onun mensupları bireyleşmeye karşı çıkarlar. Hayır, ''bireycilik-bireysellik'' ile ''bireyleşme'' tamamen ayrı şeylerdir.
''Bireyleşme'' kavramının oluşumundaki esas içerisinde 'liberalizm' yoktur. Kavramın özünde yatan en önemli şey, köleler gibi düşünmemektir. Bunu Kur'an ilmiyle ifade edersek, köleci eğitimden geçmemek ve siyasi, sosyal, ekonomik ve dini alanda ''Benim çobanımsın, beni güt'' dememektir (Bakara-104). Fikri ve vicdanı hür olmaktır ki buna 'birey olma, bireyleşme, kişilik sahibi olma' denilir. Ama bireyin bireyleşmesi önündeki her engelin kaldırılarak, siyasi, ekonomik ve sosyal hürriyetlerini de bir bütün halinde sağlanmasının yolunun açılmasını özgürlük olarak kabul etmek gerekir. Bunun için de her bireyin fiilen özgür olmasının önünde engel olarak gücü elinde tutan birey,grup ve sınıfların olmaması gerekir. Çünkü nasıl fazlaca bireyleşen ve toplumun mülkte tahakkümünü tek başına elinde tutan Kral bunu bireycilik adına meşru gösteremezse, fazlaca hürleşen ve toplumun diğer fertlerinin sahasını istilâ eden ve onların ekonomik özgürlüklerini kısıtlayıp,sınırlayan bir burjuva, derebeyi vs. de bireyselleşme adına mazur görülemez. Öyle ise yukarıda tanımını verdiğimiz 'ekonomik liberalizm'in (ikinci) anlamına şiddetle itiraz vardır. Semai dinler de burada itiraz ederler. Çünkü bireyleşme özgürlüğü, ferdiyetçilik yolunda genişletilmiş, diğer bireyler aleyhine ekonomik krallar ortaya konmuştur. Nasıl yetkisi halkın sahasına taşan zirvedeki bireyin bireyselleşmesine karşı isek, nasıl kralın makamını muhafaza ederken hürriyet ve demokrasiden bahsetmek mümkün değilse, ekonominin fazlaca bireyselleştirilerek 'ekonominin kralları' durumuna geçmiş özel girişimciler ortada iken herkesin özgür olduğunu söylemek saçmalamaktır. Semai dinlerin özgürlük tanımlarıyla, sofist (ağzı kalabalık) paganların özgürlük tanımları arasında dağlar kadar fark vardır. Pagan kültürler ''özgürlük'' derler ama dikkat edin ''herkese'' demezler ve kim güçlü ise o yaşasın der. Ve kim güçlü ise onlar özgürdür.Ama hak ve içi boşaltılarak 'sosyo ekonomi politiği paganlarınki ile özdeşleşmemiş ''Semai din'' böyle demez; herkese özgürlük der ve bunun yolunu da gösterir. Bunun gerçekleşme yolu ise, elinde sermaye ve üretim araçları bulunanların,herkesin özgürlüğü için en büyük engel olduğunu söyler. Bunun çözümünü de gösterir. İstisnasız herkesin hür olabilmesi için fazlaca hürleşip topluma fark atan ve onları mahrum bırakıp mağdur eden siyasi, sosyal ve ekonomik güç odaklarının toplumun genel seviyesine çekilmesini emreder.(Nahl-71.)

Bunu yapmayanlara nimete nankörlük edenler demektedir. Bu da Leyl Suresi'nde bize gösterilen yoldur. Bu ise itidal-ihtiyaca yeter miktar üzere yaşayan birey ve güçlü kamunun varlığıdır ve semai din buna kolaylık demektedir. Kolaylık olarak tanımlanan ise kollektivizmdir.

Demek ki paganların liberalizm dedikleri kurum asla hürriyetçi değildir Güçlüyü daha güçlü kılarak ve bunu mazur ve meşru göstererek, toplumun kahir ekseriyetinin köleleşmesine bireycilik der. Ama doğru ilkeyi Hak Din koymuştur. Hakiki bireyleşmeye varacak doğru yol toplumculuktan geçer. Çünkü istisnasız herkesin siyasi, sosyal, ekonomik güç odakları ortadan kaldırılarak özgürleşmesi sağlanmıştır. Hak Din bireyin özgürleşmesinin karşısında değil aksine herkesin özgürleşmesi için güç odaklarının toplumculukla ortadan kaldırılmasıyla özgürlüğü herkesin tatmasının mümkün olacağını ortaya koymakla ilimsel ve akli bir yol ortaya koymuştur.

Hak din gerçek bireyleşmeyi gerçekleştirecek yolu kendi mantığı içinde açıklamıştır. Din kollektivizmi demek, dini küçültmez. Bilakis onun rahmet ve adalet kapısı olduğunu gösterir. Sovyet Rusya'da uygulanan Marks-Engels felsefesiyle de taban tabana zıttır. İslamda katılımcılık ve ıslah vardır;diğeri ise diktatörlüktür. Kaldı ki kollektivizmi insanlığa tanıtan semai din vahiyleridir. Bir müslüman olarak kendi kurumuna sahip çıkmak niye kötü olsun ki. Bunu bilmeyen ukala cahiller ''islamın zekatı var o sosyalizme muhtaç değil'' diye akıldışı bir şeyler mırıldanıp dururlar. Madem ki sosyalizmi red ediyorsun, İslamda Kur'an'ın her yerinde göreceğin ''infak'' diye bir müessese var, onu yerine getir ve toplumda kendi seviyenden aşağıda bir kişi dahi bırakma. Çünkü bunu yapmazsan vatandaşlarını en az kendin kadar sevme şartını yerine getirmediğin için de iman etmemiş sayılırsın. İnfak, kazananların, kazanamayanların veya az kazanıp itidal seviyesinin altında bulunanların,barınma, giyinme, beslenme, eğitim vs. gibi bütün masraflarını üzerlerine almaları ve kendileriyle aynı seviyede bir hayat düzeyi sunmalarının emredilmesi demektir.

Ahırete insan haklarından (kul hakkından) tamamen temizlenmiş olarak gitmenin en kolay yolu '' işlerin birleştirilmesi ve mülkte iştirak'' sistemidir. Bu sistemi kurmakla Hak Din içine pagan bir kurum alınmıyor. Zaten bu sistemin ilk uygulamaları Manastırlarda, Havralarda,Medine'de, fetihten sonra Mekke'de uygulanmıştır. Görülüyor ki derebeylerinin, aristokratların, ve liberal-kapitalistlerin gizledikleri, sakladıkları, müslümanlara has bir kurumdur. Bu sistemin liberaller ve kapitalistler tarafından bozulmasından korkan Kapadokya halkı yer altı şehri bile kurmuşlardır, mağaralara sığınmışlar, dağ başlarına Sumela gibi manastırlar kurmuşlardır.

(Bu yazı ADALET ve RAHMET
sitesinden derlenmiştir)

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Konu galipyetkin tarafından (5. October 2012 Saat 09:57 AM ) değiştirilmiştir.
galipyetkin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
galipyetkin Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
dost1 (14. October 2011), hiiic (14. October 2011)
Alt 14. October 2011, 11:38 AM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Galip Yetkin Kardeşim!
Allah razı olsun. Bilgilerinizi bizlerle paylaşıma açıyorsunuz. Astığınız bu yazıdan oldukça nasiplendik. Özellikle "kıst" kavramının doğru kullanımı ve "Hakk Din" kavramlarının doğru verilmesi çok güzeldi. Yazıda gönderme yapılan Nahl 71 ile ilgili düşüncelerimiz yanlış anlamalara neden olmaması için paylaşmak istiyorum.

Nahl;71: Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O halde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?

Bu ayette, dünya hayatında carî olan ast-üst ilişkisinin insanlığa konulan sosyolojik bir yasa olduğuna işaret edilerek Allah’ın insanlara eşit muamele etmediğini ileri süren zihniyete cevap verilmiştir. Ayette şu noktalar üzerinde durulmuştur:
Allah bazı kişileri malca, mülkçe, evlatça, ömürce, akılca fazlalıklı kılmıştır. Fazlalıklı kılmak, “üstün kılmak” anlamında anlaşılmamalıdır.

Fazlalığa sahip kişiler, sahip olduklarından ellerinin altındakilere, işçilerine, memurlarına, çalışanlara eşit olarak vermezler; bazı gerekçeleri dikkate alarak farklı farklı verirler. Onlardan hiçbirini kendileriyle aynı seviyede tutmazlar. Onlarla paylaşmazlar.

Bu açıklamalardan sonra Rabbimiz “O halde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?” buyurarak zımnen şu mesajı vermektedir: “Siz bile çalışanlarınızı; kölelerinizi, işçilerinizi kendinize eşit ortak [şerik] kabul etmiyorsunuz. Efendi ile köle, işçi ile patron arasındaki ayırımı kabul ediyorsunuz da Allah ile yaratıkları arasında fark olması gerektiğini neden kabul etmiyorsunuz? Allah hiç kullarını kendine ortak [şerik] kabul eder mi?”

Allah, size kendinizden bir örnek veriyor: Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde yeminlerinizin malik olduklarından [yasa ile size teslim edilen kişilerden] ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur ve kendinize çekindiğiniz gibi onlarla da karşılıklı çekinir misiniz? İşte Biz, aklını kullanan bir toplum için ayetleri böyle açıklarız. (Rum/28)

Allah’ın nimetlerini kullarına farklı ölçülerde vermesi ve bundan dolayı da bazılarının bazılarından fazlalıklı olması, sosyal düzenin yürümesi içindir:

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/32)

Hayattaki ast-üst ilişkisi, toplumsal yaşama konulan ve insanların birbirleriyle çeşitli sosyal ilişkiler kurmasını sağlayan, böylece insanların bu ilişki kurma biçimleriyle sınandıkları ilahî bir yasadır. Burada konu edilen “derecelerle yükseltme”, keramet, üstünlük, saygınlık bakımından değil, ekonomik güç, akıl, zekâ, anlayış, bilgi-bilgisizlik bakımından oluşan farklılıklardır. Herkesin ekonomik güç, zekâ ve anlayış bakımından eşit olduğu bir toplumda “insanların birbirlerine iş gördürmeleri” demek olan “istihdam” ve “iş üretme” mümkün olmaz; “İstihdam” ve “iş üretme”nin olmadığı ortamlarda ise hayat durur. Ancak bilinmelidir ki, insanın ahlakî tutumunun esas alındığı “Hesap Günü” kriterleri arasında ekonomik ya da diğer dünyevî fazlalıkların hiçbir yeri yoktur. Hatta bu fazlalıklar, kişinin ahlakî olgunluğuna katkıda bulunmadıkları sürece, hayat yolundaki en zorlu sınanma alanlarını da oluştururlar.

Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta Ha/131)

Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir. Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. (Hıcr/88, 89)

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 14. October 2011, 04:00 PM   #6
hiiic
Uzman Üye
 
hiiic - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Mar 2010
Mesajlar: 1.979
Tesekkür: 1.908
1.298 Mesajina 2.732 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 26
hiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud ofhiiic has much to be proud of
Standart

Alıntı:
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/32)

Nahl;71: Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O halde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?

Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta Ha/131)

Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir. Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de.
(Hıcr/88, 89)


En’âm 165
Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan merhamet edendir.

İsrâ 21
Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.


İnsanlar arası nimet farklılığını anlatan bu ayetlerin hepsi bir yerden geliyor... /// Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından. (Me’âric/3)
hiiic isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
hiiic Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
dost1 (15. October 2011)
Alt 15. October 2011, 11:25 PM   #7
galipyetkin
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
galipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud of
Standart

Sayın Halil Ay.

Nahl-71 ile ilgili düşünceleriniz mutlu etmiştir.
Ben de bu hususta bazı görüşler ve gerekçeler gösterip, eğer pek önemli bir sebep çıkmaz ise kendi yönümden konuyu kapatacağım.
İrdelenip de daha güzele ulaşabilmek için tefekkür sağlanmasına bu yazımla ufacık bir katkım olursa mutlu olacağım.

Kendi nam ve hesabına yapılan, yani ''Helâl'' usulü ekonomik faaliyette, meselâ çiftçilikte, çiftçinin amacı kendisinin ve iyalinin ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bunu aşan gelir zekât-vergi (bu zekat-vergi konusunun teferruatına girmiyorum.) Beyt-ül mal'a verilecektir. Eğer tarlası-toprağı müsait ise ancak ve ancak, yalnızca bir yardımcı alabilir. Bu yardımcı ''işçi statüsü''nde değildir. Kendisine ''ücret'' verilmez; hasat neticesi elde edilen ürün yarı yarıya paylaşılır. Mülk Allah'ın olduğundan tarlanın zilyedi o tarladan ürün elde edildiğinden yardımcıdan tarla için bir pay veya ücret talep edemez.

Bu faaliyet hudutlarını aşan ekonomik birimler ve faliyetler-çiftlik işletmesi gibi- İslâm'da kabul görmez (bu yönde literatüre başvurulmalıdır).

Bu nedenle ast üst ilişkisi islam ekonomisinin ''Helâl'' usulünde mevzubahs değildir. Elde edilen gelir, faaliyet kendi nam ve hesabına yapıldığından Muminun:4-5'e tabidir. ''Haram'' usulünde yani devletçilikte veya devlet işletmelerinde ise kararlarlar şura ile alınıp iş bölümü yapıldığından bir hiyerarşi, amir-memur ilişkisi yok, iş bölümü, görev bilinci vardır. Karşılık olarak ''maişet'' alınır. Her iki çalışma usulünde zengin olup fark atma olanağı yoktur. Gayrimeşru yola sapanlar Maide-38 ve bakara 275-280'e tabi olur.

Bu durumda Nahl-71. ayetteki ''elleriniz altındaki'' ifadesi önem kazanamaktadır. Bunun için bir alıntı yapıyorum:

Siz Nahl 71'deki "mâ meleket eymânuhum"a önce ellerinin altındakiler, sonra istihdam ettikleriniz diyor ve benim anladığım, onları "işçi" sayıyorsunuz.

Oysa Kuran’ın bu ifadesini karınca kararınca araştırdığımda ben ayrı bir sonuca ulaştım. Aslında bunlar iki grup insan.

Birinci grup "yemîn nikahlı" karı ya da yemîn nikahlı koca (23:6, 70:30) ya da yalnızca koca konumunda (33:50, 33:52).

İkinci grup ise bir bakıma bizim geleneğimizdeki BESLEMELER gibi bakımı üstlenilen gariban (4:3, 4:24, 4:25, 4:33, 16:71, 24:31, 24:33, 24:58, 33:55...).

Özellikle 4:33'e dikkat eder misiniz. MA MELEKET EYMÂNUKUM orada ELLEZÎNE AKADET EYMÂNUKUM olmuş, ki aynı şeydir.

İlginç olan, 4:33’te geçen EYMÂN istisnasız herkes tarafından yemînler diye tercüme ediliyor. Yani ya yemin nikahıyla eş edinerek ya da yemîn verip bakımlarını üstlenerek sahip çıktığınız kimseler.

Dikkat: o garibana sahip olmuyorsunuz, sahip çıkıyorsunuz.

Nahl 71’de geçen MA MELEKET EYMÂNUHUM eşler olamaz çünkü inananların eşleri aynı zamanda mirasçılarıdır, mallarına ortak. Oysa bunların mala ortak olmadıkları ayette özellikle belirtiliyor. O halde bakımları üstlenilmiştir.

Dikkat edilirse hem "ma meleket eymânuhum" hem de "ellezîne akadet eymânukum"da özne "eymân"dır. Demek ki o garibana inananların kendileri değil yeminleri sahiptir (16:71) yani sizi onlara bağlayan, ahdinizdir; sağ ellerinizin temsil ettiği kuvvetiniz değil (4:33). O yüzden ELLERİNİZİN ALTINDAKİLER kesinlikle yanlış algılamadır; Allah'ın sözünü çarpıtmadır.

İnananların ellerinin altında değil onlar, bükemedikleri bileği öpüyor filan asla değiller. İnananlara ana baba gözüyle bakıp sığınmışlar. İnananlar "Onlara iyi bakacağız!" diye yemîn etmiş, ahid vermişler. O ahid, tıpkı Allah’a verdikleri ahid gibi, yükümlü kılar inananları, sahip yapmaz. İnananların 18'in altındaki öz evlatları nasıl ailelerindense yeminlerinin sahip oldukları da ailerinden; o yüzden damat adayları "aile"lerinin izniyle evlenebilir onlarla - bi izni "ehl"ihinne...

Nahl 71’in buna göre okunması gerekir. Siz nasıl yemin edip bakımını üstlendiğiniz garibanı malınıza ortak etmezseniz Allah ta sizin çakma ilahlarınızı hükmüne ortak etmez. Allah bir.

Eşitliğe gelince, Kuran’da ba’dukum min ba’d denerek sözü edilen tek eşitlik yasalar karşısındaki eşitliktir yani yasalar herkese eşit uygulanır. Örneğin evlenme konusunda ailesinden BAĞIMSIZ mümineye de bakımı üstlenildiği için ailesine BAĞLI olana da, ateşten yaradılana da çamurdan yaradılana da, zengine de yoksula da, kadına da erkeğe de, beyaza da zenciye de, akrabası çok olana da az olana da… yasalar eşit uygulanır.

Onun için örneğin "Kadın erkeğe eşit değildir!" diyenler ya Kuran'a vakıf değiller ya da kalpten iman etmemişler.

Kısacası, eşitlik yasal alanda olur; başka alanlarda şart değildir. Evrensel, dolayısıyla İslamî olan kural budur ve istenirse sünnetullah ta sayılabilir.

Sevgi ile,
Hasan Akçay
__________________
hasanakcay.net
allahindini.net

********

Şimdi de ictihat değiştiren Sayın Prof. Süleyman Ateş'in Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri adlı eserinden Nahl-71 hakkındaki görüşüne bakalım:

Nahl-71: Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar ellerinin aitında bulunanlara kendi rızıklarını verip de hepsi rızıkta eşit olmuyorlar.Allah'ın nimetini mi inkar ediyorlar?

..........Ayetler, zenginlerin, fazla mallarını yoksullara verip onları kendilerine eşit yapmalarını öğütler bir niteleik taşımaktadır.
71 nci âyetinin bu cümlesine şöyle bir anlam verilmişti: ''Rızıkları fazla olanlar, kendi rızıklarını köle ve cariyelerine verip onları beslemezler. Hem kendilerinin, hem de köle ve cariyelerinin rızıklarını veren Allah'tır. Rızkı Allah'tan alma hususunda her ikisi de eşittir''. Biz daha önce bu anlamı tercih etmiş idiysek de, Rum Suresinin, bu ayeti tefsir eden 28. âyeti karşısında bu anlamı zayıf bulduğumuz için şimdiki anlamı verdik.

Bu ayet insanların arasındaki geçim farklılıklarını teşvik etmiyor. Dünyada kiminin zengin, kiminin fakir olduğunu belirtiyor. Fakat zenginlerin, fazla mallarını fakirlere verip onlarla eşit olmalarını da zımnen teşvik ediyor. Demekki Kur'an'ın hedefi bu eşitliği sağlamaktır. Dinin amacı, herkesi eşit yaşama olanaklarına kavuşturmaktır. Nitekim:''Sana Allah yolunda ne vereceklerini soruyorlar, de ki: fazla malınızı verin'' ayetinde fazla malın, fakirlere verilmesi, açıkça öğütlenmiştir.
*******
Müşriklere birer azar olan Rum-28 ve Zuhruf-32 hakkında bir görüş bildirmeyi gerekli görmüyorum.

Neticeten: Ayet, vermenin hangi nisbete varması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Toplumun maddi açıdan aşağıda bulunanlarının yukarı çekilmesini ve yukarıdakilerin fazlayı vererek aşağıya inmelerini gerektirecek düzeyde olmasını şart koşmktadır. Orta yerde eşitliğin sağlanmasıdır ki, bileşik kaplar hesabına göre kabın hangi bölümünde fazla gelir (su- rızık) gelirse gelsin anında diğer bölümlerin de yükselmesi esası getirilmiştir. Böylece devamlı vererek aşağıdakiler ile eşitlik içinde yaşama sağlanmış ve kolay kazancın ''devlet'' iyi şans olması önlenmiştir.

Hürmetlermle.
Galip Yetkin.

Konu galipyetkin tarafından (7. October 2017 Saat 07:05 PM ) değiştirilmiştir.
galipyetkin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
galipyetkin Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (17. October 2011)
Alt 16. October 2011, 04:31 PM   #8
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Galip Yetkin Kardeşim! Allah Razı olsun.Hasan Akçay Kardeşimizin "ma meleket eymanıkum" ile ilgili bir yazısını paylaşmışsınız.
Değerli Kardeşim! Kur'an Arabiyyendir. Arap dilinin tüm özelliklerini içinde barındırır.
"mülk" ve "yemin" sözcükleri ile tamlama yapılan "meleket eymanıkum" tamlaması; "sözleşmelerinin sahip oldukları" şeklinde ifade edilebilir. Yine " akid" ve "eyman"sözcüklerinden tamlama yapılan "akadet eymânukum" tamlaması da "sözleşmelerinizin bağladığı" şeklinde ifade edilir.

Kölelik müessesesinin devam ettiği süreçte, kadın ve erkek köleler belirli koşullar, sözleşmeler çerçevesinde koruyucu ailelerin himayelerine verilirler, bu hami aileler onların iş gücünden yararlanırlar ve onları himaye ederlerdi. Köleler din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmalarına rağmen, ekonomik ve siyasi açıdan özgür olmazlardı. Miras yoluyla, gasp yoluyla köle edinme ortadan kalktıktan (Enfal 62, Muhammed 4)sonra harp esirlerinden değişime tabi tutulmayan, fidye verilmeyen ve kendi ailesinden himaye edecek kimsesi bulunmayanlar yine belirli koşullar çerçevesinde birilerinin himayesine verilirdi ve bunlara "mâ meleket eymânühüm/ sözleşmelerinin sahip oldukları denilirdi.

Âyetlerde geçen "mâ meleket eymânühüm/ sözleşmelerinin sahip oldukları" ifadesi, ile "akadet eymânukum/sözleşmelerinizin bağladığı" ifadeleri ayetin geçtiği pasaja göre değerlendirilirler.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (17. October 2011)
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
anlamı, din, kur'an din islam kuran, kuran, teriminin


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 01:16 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam