9. August 2010, 12:04 AM | #1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Maide Suresi
112 (5). Maide Suresi
MEDENÎ, 120 ÂYET https://youtu.be/-BxW2G49F1g Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 485. Bölüm Maide Suresi 1. Bölüm https://youtu.be/rGXbEJ56-bo Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 486. Bölüm Maide Suresi 2. Bölüm https://youtu.be/ifyGtfXGY8Y Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 487. Bölüm Maide Suresi 3. Bölüm. https://youtu.be/qe174wbfF0o Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 488. Bölüm Maide Suresi 4. Bölüm https://youtu.be/iYdYVOTR6ro Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 489. Bölüm Maide Suresi 5. Bölüm GİRİŞ Adını 112 âyetteki مائدة[mâide/sofra] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 112. sırada indiği kabul edilir. İçeriğinden anlaşıldığına göre Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra, hicret'in 6. yılında veya 7. yılın başlarında vahyolunmuştur. Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerinde olduğu gibi; ferdî, ictimaî, siyasî ve ahlâkî birçok ilkenin söz konusu edildiği bu sûrede de, organize olmuş, kendi devletlerini kurmuş, kurumlarını oluşturmuş bulunan Müslümanlara geçmiş toplumların düştüğü hatalara düşmemeleri için uyarılar yapılmakta, örnekler verilmekte, Yahûdilerin yanılgıları bildirilmektedir. Ayrıca Yahûdiler hakk dine davet edilmektedir. RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1. Ey iman etmiş kimseler! Sözleşmeleri yerine getirin. Siz dokunulmaz iken [hacc görevi sürdürürken] avlanmayı helâl görmeksizin, size okunacaklar hariç, en‘âmın [dört bacaklı, iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanların] kusursuzları/gerdanlıksızları size helâl kılındı. Şüphesiz Allah dilediğini hükmeder [dilediği yasayı koyar]. 2. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedye [hacc yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye], gerdanlıklarına [hacc yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rabb'lerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytu'l-Harâm'ı [Ka‘be'yi] kastedenlere [hacc görevi yapmak isteyenlere] saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında [hacc göreviniz bitince] da avlanın. Sizi Mescid-i Harâm'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı/kovuşturması çok çetin olandır. 3. Size leş, kan, domuzun eti, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen; boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvanların yiyip de canlı iken kesmedikleriniz; dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı. Bunların hepsi doğru yoldan çıkmaktır. Bugün şu küfretmiş olan kimseler, sizin dininizden ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak da İslâm'a razı oldum. Artık kim son derece açlık içinde, günaha istekle yönelmeden zorda kalırsa, bilsin ki şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir. 4. Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi ve temiz şeyler ve Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avları helâl kılındı.” Artık onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir. 5. Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden muhsan [özgür] kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan [özgür] kadınlar da, nikâhlayarak muhsanlaştırmak, zinâ etmemek ve gizlice dostlar edinmemek üzere; kendilerine ücretlerini [mehirlerini] ödediğiniz takdirde size helâl kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, artık kesinlikle onun yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. 6. Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitime-öğretime, sosyal yardım çalışmasına] doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp [kopuk/şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukurdan [tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel ilişkiye girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. 7. Ve Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve “İşittik, itaat ettik” dediğinizde sizden aldığı, Kendisiyle misaklaştığınız misakını hatırlayın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir. 8. Ey iman etmiş kişiler! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olunuz. Ve bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sürüklemesin. Adaletli olun, o [adaletli olmak], takvâya daha yakındır. Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır. 9. Allah, iman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere vaat etmiştir: Mağfiret ve büyük ödül yalnızca onlaradır. 10. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler de; işte onlar, cahîm'in ashâbıdır. 11. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın sizin üzerinizde olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, O [Allah], onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah'a takvâlı davranın. Artık mü’minler de yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. 12. Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın misakını almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki nakip [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur.” 13. Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. 14. “Biz Nasarayız [Hristiyanız]” diyenlerden de misaklarını almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu terk ediverdiler. Biz de onların arasına, kıyâmete kadar sürecek kin ve düşmanlık yerleştirdik. Allah, yakında yapıp üretmiş olduklarını onlara haber verecektir. 15-16. Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. Allah onunla [kitapla] Kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. 17. Andolsun ki, “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'in ta kendisidir” diyen kimseler kâfir olmuşlardır. De ki: “Peki, Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündeki kimseleri helâk etmek istese, O'na karşı kim bir şey yapabilir. Göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti de sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.” 18. Ve Yahûdiler, Hristiyanlar, “Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah] size azap ediyor?” Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. 19. Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada; “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyiniz diye, size tebyîn yapan [açıkça ortaya koyan] Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. 20-21. Ve hani Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani O [Allah], içinizden peygamberler kıldı. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes [temizlenmiş] toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz” dedi. 22. Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler. 23. Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, gâlip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a tevekkül edin.” 24. Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. 25. O [Mûsâ], “Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik değilim [söz geçiremiyorum]. Artık bizimle bu fâsıklar toplumunun arasını ayır” dedi. 26. O [Allah] dedi ki: “Artık o [mukaddes arz] onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen o fâsık toplum için tasalanma!” 27-29. Onlara iki Âdemoğlu'nun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O, “Seni kesinlikle öldüreceğim” dedi. O [diğeri], “Allah, yalnız takvâlı davrananlardan kabul eder. Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben elimi seni öldürmek için uzatacak değilim. Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım. Şüphesiz ben isterim ki sen, benim günahım ve kendi günahını yüklenip de ateş'in ashâbından olasın! Zâlimlerin de cezası budur” dedi. 30. Bunun üzerine onun [kurbanı kabul edilmeyenin] nefsi kendisine, kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi, sonra da onu öldürdü. Kendisi de zarara uğrayanlardan oluverdi. 31. Sonra Allah hemen ona kardeşinin kötülüklerini [cesedini] nasıl gömeceğini göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, “Yazıklar olsun bana, şu karga gibi olup da kardeşimin kötülüklerini [kardeşimin cesedini] gömmekten âciz mi oldum?” dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu. 32. İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları'na, “Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” yazdık [farz kıldık]. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların bir çoğu, kesinlikle yeryüzünde aşırı davranan kimselerdir. 33-34. Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. 35. Ey iman etmiş olan kişiler! Felâha ermeniz için, Allah'a takvâlı davranın, O'na, yaklaştıracak/ulaştıracak şeyleri arayın ve O'nun yolunda gayret gösterin. 36. Şüphesiz, küfretmiş olan şu kimseler; bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı daha, kıyâmet gününün azabından kurtulmalık vermek için kendilerinin olsa, onlardan kabul edilmez. Ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. 37. Onlar, ateş'ten çıkmak isterler. Ama oradan çıkanlar değillerdir. Ve onlar için devamlı bir azap vardır. 38. Hırsız erkek ve hırsız kadın; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ikisinin de gücünü/ellerini [ikiden çok el] kesin. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. 39. Sonra kim yaptığı hakksızlıktan sonra tevbe eder ve düzeltirse, bilsin ki, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, gafûr'dur [çok bağışlayandır], rahîm'dir [çok merhamet edendir]. 40. Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar? Ve Allah her şeye en iyi güç yetirendir. 41. Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden, durmadan yalana kulak veren ve sana gelmeyen kimseler için dinleyen [casusluk eden] küfür içinde koşuşan şu kimseler seni üzmesin. Onlar, kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara çok büyük bir azap vardır. 42. Yalana çok kulak verenler, haramı çok yiyenler; artık onlar, eğer sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan mesafeli dur. Ve eğer onlardan mesafeli durursan, artık sana hiçbir zaman zarar veremezler. Ve eğer hükmedersen o zaman aralarında hakkaniyetle hükmet. Şüphesiz Allah, hakkaniyetle davrananları sever. 43. İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında iken seni nasıl hakem yapıyorlar da, ondan sonra da geri duruyorlar? Onlar, inanan kimseler değillerdir. 44. İçinde hidâyet ve nûr bulunan Tevrât'ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahûdilere hükmederler, rabbânîler [kendilerini Allah'a adamış kişiler] ve ahbar [âlimler] da, Allah'ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. 45. Ve Biz onda [Tevrât'ta] onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. 46. Ve Biz onların [o peygamberlerin] izleri üzerine, yanlarındaki Tevrât'tan iki eli arasındakileri [sadece içinde konu edilenleri] doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsâ'nın gelmesini sağladık. Ve o'na Tevrât'tan iki eli arasındakileri doğrulamak, muttakilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl'i verdik. 47. İncîl ehli de Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar fâsıkların ta kendileridir. 48. Sana da Kitap'tan [Tevrât'ın bir bölümünden] kendisinin iki eli arasındakileri [sadece içinde konu edilenleri] doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitab'ı [Kur’ân'ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belâlandırmak [denemek] için (böyle yapmadı). Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. 49. Sen yine aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların hevâlarına uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni fitnelendirmelerinden [vaz geçirmelerinden] sakın. Artık sırt çevirirlerse, artık bil ki şüphesiz Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Ve şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle fâsık kimselerdir. 50. Yoksa câhiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için, hüküm yönünden Allah'tan daha güzel kim olabilir? 51. Ey iman etmiş kimseler! Yahûdileri ve Hristiyanları velîler edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîsidirler. Sizden kim onları mütevelli [koruyucu, gözetici, yönetici] yaparsa, artık o, şüphesiz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu kılavuzlamaz. 52. Bundan sonra kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, “Bize bir felaket gelmesinden ürperiyoruz” diyerek, onların içinde koşuştuklarını göreceksin. Artık umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olan kimseler olurlar. 53. Ve iman etmiş kişiler, “Kesinlikle, sizinle beraber olduklarına dair, Allah'a bütün güçleriyle yemin edenler bunlar mı?” derler. Onların amelleri boşa gitmiştir ve onlar kaybedenler olmuşlardır. 54. Ey iman etmiş kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetli bir toplum getirir ki, O [Allah] onları sever, onlar da O'nu [Allah'ı] severler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, vâsi'dir, çok iyi bilendir. 55. Sizin velîniz, sadece Allah'tır, O'nun Elçisi'dir, bir de rükû eder bir hâlde salâtı ikâme eden, zekâtı veren iman etmiş kimselerdir. 56. Allah'ı, O'nun Elçisi'ni ve iman edenleri kendine velî kabul edenler bilsinler ki, kesinlikle Allah'ın taraftarları gâlip olanların ta kendileridir. 57. Ey iman etmiş kimseler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence edinen kimseleri velîler edinmeyin. Eğer mü’minler iseniz de Allah'a takvâlı davranın. 58. Ve siz onları salâta çağırdığınız zaman, onlar, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarındandır. 59. De ki: “Ey Kitap Ehli! Bizim, sadece Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamız ve şüphesiz sizin çoğunuzun fâsık olması yüzünden mi bizden hoşlanmıyorsunuz? 60. De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekanca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır.” 61. Onlar, size geldikleri zaman da, “İman ettik” dediler. Hâlbuki küfürle girdiler ve onlar kesinlikle onunla [küfürle] çıkmışlardır. Ve Allah, onların gizlemiş olduklarını en iyi bilendir. 62. Onlardan pek çoğunun, günah işlemede, düşmanlıkta ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Bu yaptıkları şeyler ne kadar da kötüdür! 63. Rabbânîler ve din bilginlerinin, onları günahı söylemekten ve haramı yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yapıp ürettikleri şeyler ne kötüdür! 64. Ve Yahûdiler, “Allah'ın eli sıkıdır” dediler. –Söyledikleri şeyler sebebiyle kendi elleri bağlandı ve onlar lanetlendi.– Aksine O'nun [Allah'ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. 65. Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve takvâ sahibi olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık. 66. Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden ] yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! 67. Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler toplumuna hidâyet etmez. 68. De ki: “Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni ikâme etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık ve küfrü artırıyor. Öyleyse kâfirler toplumu için üzülme! 69. Şüphesiz şu iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Sâbiiler ve Nasraniler; kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. 70. Andolsun ki Biz, İsrâîloğulları'nın sözleşmesini aldık ve kendilerine elçiler gönderdik; ne zaman ki onlara elçi, nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle geldi; bir kısmını yalanladılar bir kısmını da öldürürler. 71. Ve onlar, bir fitne olmayacağını sandılar da körleştiler ve sağırlaştılar. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşti, sağırlaştı. Ve Allah, onların yaptıkları şeyleri en iyi görendir. 72. Andolsun “Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun barınağı da ateş'tir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur” demişti. 73. Andolsun “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâh'tan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. 74. Hâlâ onlar, Allah'a tevbe etmez ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 75. Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açığa koyuyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl döndürülüyorlar! 76. De ki: “Allah'ın astlarından sizin için zarar ve fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Oysa Allah, çok iyi işitendir, çok iyi bilendir.” 77. De ki: “Ey Kitap Ehli! Dininizde hakkın dışında aşırılığa gitmeyin. Daha evvel sapmış, bir çoklarını sapıtmış ve yol'un ortasından sapmış bir toplumun tutkularına da uymayın.” 78. İsrâîloğulları'ndan şu küfreden kimseler, Dâvûd ve Meryem'in oğlu Îsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyledir. 79. Onlar, yaptıkları kötülüklerden birbirlerini men etmiyorlardı. Elbette, yapıp durdukları şey ne kötü idi! 80. Onlardan bir çoğunu, küfretmiş kişileri mütevelli [kollayıcı, gözetici, yönetici] yaptıklarını görürsün. Benliklerinin kendilerinin önüne getirdiği şey; Allah'ın kendilerine gazap etmesi ne kadar kötüdür! Onlar, azap içinde de sürekli kalıcıdırlar. 81. Ve eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilene inanmış olsalardı, onları velîler edinmezlerdi. Velâkin onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. 82. Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, “Şüphesiz biz Nasraniyiz [Hristiyanlarız]” diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve râhipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır. 83-84. Ve onlar elçiye indirileni [Kur’ân'ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar, “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” ve “Biz, Rabbimizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, neden Allah'a ve hakktan bize gelen şeylere inanmayalım!” derler. 85-86. Allah da, onların böyle demeleri sebebiyle, onları, içinde sürekli kalanlar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetler ile mükâfâtlandırmıştır. Ve işte bu, muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] karşılığıdır. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler; işte onlar, cahîm'in [cehennemin] ashâbıdır. 87. Ey iman eden kimseler! Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı [temiz-nefis şeyleri] haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. 88. Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve siz inandığınız Allah'a takvâlı davranın. 89. Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız; ağız alışkanlığı yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız; sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından; en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, şükredesiniz [karşılığını ödersiniz] diye âyetlerini sizin için böyle açığa kor. 90. Ey iman etmiş kişiler! Hamr [içki, uyuşturucu ile aklı örtmek], kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Öyleyse felâha ermeniz için bundan [şeytân işinden] kaçının. 91. Gerçekten şeytân, hamr ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitimden, öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmişler [vazgeçmişler] misiniz? 92. Ve Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve sakının. Artık eğer uzak durursanız, biliniz ki, Elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir. 93. İnanan ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. 94. Ey iman etmiş kimseler! Kesinlikle Allah, ğaybda [tenhada] kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için sizi bir şeyle; ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla sınar. Öyleyse kim bundan sonra haddi aşarsa, artık acıklı azap onun içindir. 95. Ey iman etmiş kimseler! Siz dokunulmaz iken [hacc görevini sürdürürken] av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder– yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır [yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar]. Ve Allah, azîz'dir, intikam sahibidir. 96. Deniz [su] avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helâl kılındı. Kara avı ise, siz dokunulmaz [hacc görevi sürdürür] olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah'a takvâlı davranın. 97. Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Harâm'ı, haram ayı, hedyi [hacc yapanlara yiyecek yollamayı, hediye etmeyi] ve gerdanlıkları [hacc yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri] insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. 98. Şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu ve şüphesiz Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğunu bilin. 99. Elçi'ye düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir. |
9. August 2010, 12:04 AM | #2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
100. De ki: “Her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz.” Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'a takvâlı davranın.
101. Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/istemeyin. Eğer onlardan Kur’ân indirilirken sorarsanız/isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir. Ve Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. 102. Şüphesiz sizden önce gelen bir toplum bunları sormuştu/istemişti, sonra da onlar inkâr eden kimseler oldular. 103. Allah bahîre'den sâibe'den vasîle'den ve hâm'dan hiç birini kılmamıştır. Ancak inkâr eden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez. 104. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? 105. Ey iman eden kimseler! Kendiniz kendiniz üzeresiniz [herkes kendinden sorumludur]. Siz hidâyete erdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir. 106. Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkorsunuz. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirirsiniz. 107. Sonra da eğer o ikisinin [şâhitlerin] bir günah işledikleri anlaşılırsa ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler de, “Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin [önceki iki kişinin] şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk” diye Allah'a yemin ederler. 108. İşte bu [böyle bir yemin], şâhitliklerini usûlüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en yakın [iyi] yoldur. Allah'a takvâlı davranın ve kulak verin. Ve Allah, fâsıklar topluluğuna kılavuzluk etmez. 109. Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir?” Onlar, “Bizim hiç bir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin” dediler. 110. Hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni Kudüs'ün rûhu ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan inkâr edenlerin, ‘Bu ancak apaçık bir sihirdir’ dedikleri zaman seni, onlardan çekmiştim [korumuştum].” 111. Ve hani havarilere, “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim. Onlar, “İnandık” ve “Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol” demişlerdi. 112. Hani havariler, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O [Îsâ], “Eğer iman edenler iseniz Allah'a takvâlı davranın” demişti. 113. Onlar [havâriler], “Biz, istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bizde buna tanıklardan olalım” dediler. 114. Meryem oğlu Îsâ, “Allahım, Rabbimiz, bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen rızıklandıranların en hayırlısısın!” dedi. 115. Allah dedi ki: “Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım.” 116-118. Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin” dedi. 119. Allah dedi ki: “Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan, cennetler vardır.” Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. 120. Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeylerin mülkü yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir. TAHLİL: 1. Ey iman etmiş kimseler! Sözleşmeleri yerine getirin. Siz dokunulmaz iken [hacc görevi sürdürürken] avlanmayı helâl görmeksizin, size okunacaklar hariç, en‘âmın [dört bacaklı iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanların] kusursuzları/gerdanlıksızları size helâl kılındı. Şüphesiz Allah dilediğini hükmeder [dilediği yasayı koyar]. 2. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedye [hacc yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye], gerdanlıklarına [hacc yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rabb'lerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytu'l-Harâm'ı [Ka‘be'yi] kastedenlere [hacc görevi yapmak isteyenlere] saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında [hacc göreviniz bitince] da avlanın. Sizi Mescid-i Harâm'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı/kovuşturması çok çetin olandır. Gâyet açık olan bu âyetlerde birtakım emirler verilmekte, ilkeler belirlenmekte ve mü’minlere bunlara harfiyen uymaları emredilmekte; aksi davrananların ise cezalandırılacağı tehditkâr ifadelerle beyân edilmektedir. Burada ortaya konan ilkeler şöyle sıralanabilir: • Mü’minler, sözleşmeleri yerine getirmelidir. • Mü’minler, hacc esnasında avlanmamalıdırlar. (Haccı eda ettikten sonra avlanabilirler.) • Kur’ân'da yasaklananlar dışında, en‘âmın [dört bacaklı iki tırnaklı, geviş getiren ve ot yiyen hayvanların] kusursuzları/gerdanlıksızları mü’minlere helâldir, onlardan yiyebilirler. • Mü’minler, Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedylere, gerdanlıklarına ve Rabb'lerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytu'l-Harâm'ı [Ka‘be'yi] kastedenlere [hacc görevi yapmak isteyenlere] saygısızlık etmemelidirler. • Mü’minler, kendilerini Mescid-i Harâm'dan çevirenlere duydukları kin nedeniyle saldırganlık etmemelidirler. • Mü’minler, iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşmalı, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmamalıdır. • Mü’minler, Allah'a takvâlı davranmalıdır. Görüldüğü üzere bu ilkelerin ilki, sözleşmelerin yerine getirilmesidir. Kur’ân bunun üzerinde hassasiyetle durmuş ve bunu tekrar tekrar vurgulamıştır: Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr [iyi olan kimseler], Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], ona [Allah'a/mala/vermeye] sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, sâdık olanlardır. Ve işte onlar, takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177) Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız; ağız alışkanlığı yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız; sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından; en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, şükredesiniz [karşılığını ödersiniz] diye âyetlerini sizin için böyle açığa kor. (Mâide/89) Ey İsrâîloğulları! Size nimet olarak verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki Ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/sadece Bana ibâdet edin. (Bakara/40) Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi [sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah'ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir. (Nahl/91) Ve onlar [kurtulan mü’minler], emanetlerine ve ahitlerine riâyet eden kimselerdir. (Mü’minûn/8) “Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın Rabbi'ne sığınırım” de! (Felâk/1-5) Şe‘âirillâh kelimesi, özel anlamıyla “büyük baş hayvanlar”ı, genel anlamıyla ise “yeryüzündeki tüm varlıklar”ı kapsar. Dolayısıyla Allah insanlardan, büyük baş hayvanlara özen göstermelerini ve canlısı-cansızı ile doğaya zarar vermemelerini istemiştir. Ayrıca, büyükbaş hayvanların şeair olduğu hususunda Hacc/36'ya bakılabilir. Âyette, “Size en‘âm helâl kılındı” denmeyip, بهيمة[behîme] sözcüğü ile izafet yapılarak, Size behîmetu'l-en‘âm helâl kılındı denilmiştir. Bu terkip, genellikle görmezlikten gelinerek ibare, “Size en‘âm helâl kılındı” diye çevrilegelmiştir. En‘âm sözcüğü hakkında daha evvel açıklama yapmıştık: Ve O [Allah], asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde kılandır. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve israf etmeyin. Şüphesiz O [Allah], israf edenleri sevmez. Ve O, hayvanlardan yük taşıyanları, döşek yapılanları yaratandır. Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytânın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp bürüdüğünü mü [yavruları mı]? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.” Ve deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp bürüdüğünü mü [yavruları mı]? Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şâhitler mi oldunuz [O'nun yanında mıydınız]?” Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah'a karşı yalan uyduran kimseden daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zâlimler topluluğuna kılavuz olmaz. De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş, veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti –ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]– yahut Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fısk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere (bunlardan yiyebilir).” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (En‘âm/141-145) Hayvanları O yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Siz onlardan bir kısmını da yersiniz. Ve onlarda [hayvanlarda], akşam vakti getirdiğinizde ve sabahleyin saldığınızda sizin için bir güzellik vardır. Ve onlar [hayvanlar], ancak canınızın bir parçası tükenerek ulaşabileceğiniz bir memlekete yüklerinizi taşırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz, kesinlikle çok şefkatlidir, çok merhametlidir. Ve O [Allah], kendilerine binesiniz, hem de zînet olsun diye atları, katırları ve eşekleri yarattı. Ve O, bilmediğiniz şeyleri yaratıyor. (Nahl/5-8) Ve onlar görmediler mi ki, Biz şüphesiz onlar için ellerimizin [kudretimizin] meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yarattık da onlar, onlara sahip bulunuyorlar. Ve onları, kendileri için zelîl kıldık da. Bu yüzden binekleri onlardandır. Onlardan yiyip duruyorlar da. (Yâ-Sîn/71-72) Kimileri, behîme kelimesine, “ceylan, vahşi sığır”, “en‘âm'ın karnındaki yavruları” gibi anlamlar yüklemişlerdir. Bu terkibin doğru anlaşılabilmesi için sözcüğün anlamının iyi bilinmesi gerekir: BEHÎME بهيم[behîm], “tek renk olup içine beyaz, siyah vs. gibi başka renk karışmamış olan” demektir. Ayın, hiç doğmadığı üç geceye بُهَم[bühem] denir. Ebû Ubeyd şöyle demiştir: “بُهم [bühm], körlük, şaşılık, topallık, uyuzluk gibi hastalığı olmayan” demektir,[1] ki bu da, “kusursuz, lekesiz damgasız” demektir. Buradan gelen mübhem sözcüğü de, “üzerine hiçbir işaret konulmamış, leke sürülmemiş, damga vurulmamış, o nedenle, anlaşılmayan, içinden çıkılmayan, kime ait olduğu bilinmeyen” demektir. Buradan hareketle behîmetu'l-en‘âm'ı, iki şekilde anlamak mümkündür: A) Behîmetu'l-en‘âm, “damgasız, gerdanlıksız olan [hacc için hediye yapılmamış, tahsis edilmemiş, işaret konulmamış] hayvanlar.” Buna göre anlam şöyle olur: Hacc görevini sürdürenler, gerdanlıklılardan yemek zorunda değiller, işaretsiz olanlardan da yiyebilirler. B) Söz konusu en‘âm'ın/hayvanın behimliği [lekesizlik ve damgasızlığı]; “sağlıklı olması, kör, topal, uyuz vs. olmaması”dır. Buradan da, hacc esnasında salgın hastalığa maruz kalmamak, sağlığı korumak için bu hayvanların en sağlıklılarının yenilmesinin öngörüldüğü anlaşılır. Hacc ortamının kalabalık olması hasebiyle, insan ve çevre sağlığı açısından bu anlam tercihe daha şayandır. 3. Size leş, kan, domuzun eti, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen; boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvanların yiyip de canlı iken kesmedikleriniz; dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı. Bunların hepsi doğru yoldan çıkmaktır. Bugün şu küfretmiş olan kimseler, sizin dininizden ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak da İslâm'a razı oldum. Artık kim son derece açlık içinde, günaha istekle yönelmeden zorda kalırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, gafûr'dur, rahîm'dir. Bu âyette, ilk önce yenilmesi haram olanlar bildirilmektedir. Bunlar, leş [kanı akıtılmadan ölmüş hayvanlar], kan, domuz eti, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler [davar, sığır ve deve], boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcılar tarafından yenip de canlı iken kesilmemiş, dikili taşlar üzerine boğazlanmış ve fal oklarıyla kazanılmış hayvanlardır. Ancak zorunluluk [ölüm ve organ zayii] hâllerinde sorunu giderecek ölçüde bunlardan yenilmesinde sakınca yoktur. Yenilmesi haram olanlarla ilgili hüküm En‘âm, Bakara, Hacc ve Nahl sûrelerinde de yer almıştı. Bu konu, En‘âm sûresi'nde detaylı olarak sunulmuştur: De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş veya akıtılmış kan yahut domuzun eti –ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]– yahut Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fısk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere (bunlardan yiyebilir).” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (En‘âm/145) Âyette, Dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı buyurularak, yenilmesi yasaklanan iki kazanca değinilmektedir. Bunlar, o günün Araplarının kazanç vasıtalarıdır. Bu hususta kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır: Dikili taşlar, dikine kondurulup, kendisine ibâdet olunan ve kesilen hayvanların kanlarının üzerine boşaltıldığı bir taştır. Mücâhid der ki: “Dikili taşlar, Mekke etrafında üzerlerinde hayvan kestikleri taşlardı. İbn Cüreyc der ki: Araplar Mekke'de davarlarını keser ve kanlarını evin ön tarafına doğru serperlerdi. Eti parçalar ve bu taşlar üzerine bırakırlardı. İslâm gelince Müslümanlar Peygamber'e (s.a) şöyle dediler: “Bu gibi davranışlarla Beyt'i tazim etmeye biz daha layığız.” Peygamber (s.a) bunu sanki mekruh görmedi. Bunun üzerine yüce Allah da, Onların [kurbanların] etleri ve kanlan Allah'a ulaşmaz... (Hacc/37) buyruğunu indirdiği gibi, Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar... buyruğu da nâzil oldu.[2] FAL OKLARI [EZLÂM] Arapların ezlâm'ı üç türlü idi: A) Herkesin kendisi adına edindiği 3 oktu. Bunlardan birincisinin üzerinde yap, ikincisinin üzerinde yapma yazılı idi. Üçüncüsünde ise hiçbir yazı yoktu. Kişi, bu oklarını beraberinde taşıdığı bir torbaya koyardı, Herhangi bir işi yapmak istedi mi, elini torbaya daldırır –ki, oklar birbirine benzerlerdi– çıkan oka göre o işi yapar veya yapmazdı. Şâyet üzerinde hiçbir yazı bulunmayan oku çekecek olursa, tekrar ok çekerdi. İşte Peygamber (s.a) ile Hz. Ebû Bekr hicret ettikleri sırada onları takibe koyulan Suraka b. Mâlik b. Cu‘şum'un çektiği fal okları bunlardır. B) Ka‘be'nin içinde Hubel'in yanında bulunan 7 tane ok idi. Bunların üzerinde insanlar arasında meydana gelen çeşitli olaylar yazılı idi. Bu okun her birisi üzerinde bir yazı vardı. Bunlardan birisi üzerinde diyet ile ilgili hususlarda “diyet” yazılı idi. Bir diğerinde “sizdendir”, bir başkasında “sizden başkalarındandır”, bir diğerinde ise “sizin aranızda ne nesebi vardır, ne de antlaşması vardır” anlamında ‘mulsak’ ifadesi yazılı idi. Diğerlerinde ise sulara dair hükümler ve başka şeyler yazılı bulunurdu. İşte Abdulmuttalib'in çocukları arasında çektiği kur’a bu kabildendi. O, on çocuğu olduğu takdirde birisini boğazlamayı adamıştı. Buna dair meşhur haberi İbn İshâk zikretmiştir. Yine bu yedi ok, aynı şekilde Ka‘be'de Hubel'in yanında olduğu şekilde her bir Arap kâhini ve hâkimi yanında da bulunurdu. C) Sayıları 10 tane olan kumar oklarıydı. Bunlardan yedisinin üzerinde çizgiler bulunurdu. Üç tanesi ise boştu. Bu okları kumar oynamak, oyalanmak ve oyun olsun diye çekerlerdi. Aralarında aklı başında olanlar, kışın soğukların arttığı ve iş yapıp meslek icra etme imkânı bulunmadığı zamanlarda yoksul ve hiçbir şey bulamayanlara (bu yolla) yemek yedirme maksadını güderlerdi.[3] Onlardan birisi yolculuğa çıkmak veya savaşmak yahut ticaret yapmak, ya da evlenmek veyahut da önemli herhangi bir iş yapmak istediğinde, kısmet ve fal oku çekerdi. Onlar, bu okların bir kısmına, “Bana, Rabbim emretti”; bazısına, “Beni, Rabbim nehyetti” diye yazmışlar, bir kısmını da boş bırakmışlardı. Emir yazılı ok çıkarsa, o kişi o işi yapar; nehiy yazılı ok çıkarsa yapmazdı... Eğer, boş ok çıkarsa, yeniden ok çekerdi... Fal okları çekmek sûretiyle kısmet talep etmenin manası ise, o okları çekerek, o işin hayır mı şerr mi olduğunu öğrenmeyi talep etmektir.[4] Yenilmesi yasaklanan gıdaların açıklanmasından sonra Allah, İslâm'ı Müslümanlara din olarak seçtiğini ve onların üzerine nimetini tamamladığını ve dinlerini kemale erdirdiğini ve, Bugün şu küfretmiş olan kimseler, sizin dininizden ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara haşyet duymayın Bana haşyet duyun ifadesiyle de artık kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini kestiklerini bildirmektedir. Burada tamamlandığı ifade edilen nimet, iktisadî ve ictimaî nimetler değil, “hidâyet nimeti”dir. 4. Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi ve temiz şeyler ve Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avları helâl kılındı.” Artık onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir. 5. Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden muhsan [özgür] kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan [özgür] kadınlar da, nikâhlayarak muhsanlaştırmak, zinâ etmemek ve gizlice dostlar edinmemek üzere; kendilerine ücretlerini [mehirlerini] ödediğiniz takdirde size helâl kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, artık kesinlikle onun yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. Bu âyet grubunda da, önce yiyecekler hakkında sorulan bir suale cevap verilmek sûretiyle belirli ilkeler beyân edilmektedir: • Size tayyibat [iyi ve temiz şeyler] ve Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avları helâl kılındı. Artık onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir. • Kendilerine kitap verilenlerin yemeği mü’minlere, mü’minlerin de yemeği kitap verilenlere helâldir. Mü’minlerden muhsan [özgür] kadınlar ile kendilerine kitap verilenlerden muhsan [özgür] kadınlar da, nikâhlayarak muhsanlaştırmak, zinâ etmemek ve gizli dost edinmemek üzere; ücretlerini [mehirlerini] ödedikleri takdirde mü’minlere helâldir. • İmanı tanımayıp küfre sapanın yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. 5. âyetteki, Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, artık kesinlikle onun yaptığı boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır ifadesi, Ehl-i Kitap bir kadınla evlenen Müslüman erkeğin, karısının etkisiyle inancından olabileceği tehlikesine karşı mü’minlere bir uyarıdır. 6. Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitime-öğretime, sosyal yardım çalışmasına] doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp [kopuk/şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukurdan [tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel ilişkiye girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. 7. Ve Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve “İşittik, itaat ettik” dediğinizde sizden aldığı, Kendisiyle misaklaştığınız misakını hatırlayın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir. Bu âyette, İslâm dininin temel ilkelerinden olan salâta katılmanın şartları ve salâtın icrasının hedefi açıklanmaktadır. Buna göre: • Mü’minler, salât [eğitime-öğretim, sosyal yardım çalışması] için kalktıkları zaman, yüzlerini ve dirseklere kadar ellerini yıkamalı; kirli, tozlu olmamalıdırlar. • Başlarını ve iki topuğa kadar ayaklarını da elleriyle silerek toz-topraktan arındırmalıdırlar. Bunu güncellersek, saçlarını taramalı, ayakkabılarını boyamalı, varsa başlarındaki sarığı düzgün sarmalı, çirkin ve dağınık bir hâlde bırakmamalıdırlar. • Mü’minler salâta, şehveti kabarık olarak katılmamalı, şehveti kabarık olanlar önce şehvetlerini izale etmeli, sonra da yıkanarak temizlenip salâta öyle katılmalıdırlar. • Hasta yahut yolculukta [bulunduğu yerin yabancısı] olan, yahut tuvaletten gelen yahut cinsel ilişkiye giren ve su bulamayan mü’minler, temiz bir toprağa yönelmeli ve onunla [temiz toprakla] yüzlerini ve ellerini ovalayıp silmelidirler. • Mü’minler salât mahallinde Allah'ın üzerlerindeki nimetini ve “İşittik, itaat ettik” demelerinin ne anlama geldiğini; imanın gereği olarak ne yapmaları gerektiğini hatırlamalı ve Allah'a takvâlı davranmalıdırlar. Burada konu edilen salât, namaz değil, “malî ve fikrî yönden topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlanmak/üstlenmek ve gidermek”tir. Bu konuya dair Ankebût sûresi'nde yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[5] Salâta katılma koşulları, Nisâ sûresi'nde de zikredilmişti: Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar, salâta yaklaşmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten] geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. (Nisâ/43) Cünüplük ve mesh ile ilgili detay için, Nisâ/43'ün tahliline bakılabilir.[6] 6. âyetteki و ارجلكم[ve ercülekum] ifadesi, ellerinizi ve ayaklarınızı yıkayın bölümüne atfedilerek mansûb biçimde ercülekum şeklinde okunduğu gibi, başlarınızı meshedin ifadesine atfedilerek ercülikum şeklinde de okunmuştur. Birinci şekle göre ayakların yıkanması, ikinci şekle göre meshedilmesi anlaşılır. Meseleye dilbilgisi kuralları açısından bakıldığında, ayakların meshedilmesi tercih edilmek durumundadır. 7. âyette ise, salâtta nelerin yapılacağı ifade edilmektedir. Sonra da ibâdetlerinizi [görevlerinizi] gerçekleştirdiğinizde, tıpkı babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. Ve Allah'ı sayılı günlerde anın. Artık kim iki gün içinde acele ederse ona günah yoktur. Kim de ertelerse ona da günah yoktur. Bu, takvâlı davranan kimseler içindir. Allah'a takvâlı davranın ve şüphesiz kendinizin O'na toplanacağınızı bilin. Sonra da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah'tan bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. İşte insanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Onun için de âhirette bir nasip yoktur. (Bakara/200-202, 199) 8. Ey iman etmiş kişiler! Allah için, hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olunuz. Ve bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sürüklemesin. Adaletli olun, o [adaletli olmak], takvâya daha yakındır. Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır. 9. Allah, iman eden ve sâlihâtı işleyen kimselere vaat etmiştir: Mağfiret ve büyük ödül yalnızca onlaradır. 10. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler de; işte onlar, cahîm'in ashâbıdır. 11. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın sizin üzerinizde olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, O [Allah], onların ellerini sizden çekmişti. Ve Allah'a takvâlı davranın. Artık mü’minler de yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. İnananlara hitap eden bu âyetlerde bazı ilkeler bildirilmiş, ardından da iman ve amel sahiplerinin ödüllendirileceği, küfür ve günah sahiplerinin cezalandırılacağı uyarısı yapılmıştır: • Mü’minler, Allah için hakkaniyeti ayakta tutan tanıklar olmalıdır. • Bir topluma duydukları kin mü’minleri adaletsizliğe sürüklememelidir. Bu husus, sûrenin 2. âyetinde de, Sizi Mescid-i Harâm'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı/kovuşturması çok çetin olandır denilerek vurgulanmıştı. • Mü’minler adaletli olmalıdır, adaletli olmak, takvâya daha yakındır. • Mü’minler Allah'a takvâlı davranmalıdır. • Allah, yapılanlardan haberdardır, iman eden ve sâlihâtı işleyenlere mağfiret ve büyük ödül vaat etmiştir. İnkâr eden ve Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar ise, cahîm'in ashâbıdır • Mü’minler Allah'ın üzerlerindeki nimetini hiç akıllarından çıkarmamalı; özellikle de, kendilerine el uzatmaya yeltenen bir topluluğun ellerini kendilerinden çekmesini ve kendilerini korumasını” hiç unutmamalıdırlar. İşaret edilen hâdise, Hudeybiye'de cereyan eden ve Fetih sûresi'nde bahsedilen hâdisedir: Ve Allah size, alacağınız birçok ganimetleri ve sizin güç yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı başka şeyleri (siz yararlanasınız) ve mü’minlere bir alâmet olsun, O [Allah] sizi dosdoğru yola kılavuzlasın diye vaat etmiştir. İşte O [Allah], bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir. Ve Allah her şeye en iyi güç yetirendir. Ve eğer küfretmiş kimseler, sizinle savaşsalardı kesinlikle Allah'ın öteden beri gelen kanunu olarak arkalarına dönüp kaçarlardı. –Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.– Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı. Ve O [Allah], sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Batn-ı Mekke'de [Mekke'nin vâdisinde; Hudeybiye'de], Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi için, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. Onlar, inkâr eden ve sizi Mescid-i Harâm'dan ve ayarlanmış hedylerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı, eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı kesinlikle onlardan inkâr eden kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. (Fetih/21-25) • Mü’minler Allah'a takvâlı davranmalı ve yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler. |
9. August 2010, 12:05 AM | #3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
12. Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın misakını almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki nakip [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur.”
13. Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. 14. “Biz Nasarayız [Hristiyanız]” diyenlerden de misaklarını almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu terk ediverdiler. Biz de onların arasına, kıyâmete kadar sürecek kin ve düşmanlık yerleştirdik. Allah, yakında yapıp üretmiş olduklarını onlara haber verecektir. 15-16. Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. Allah onunla [kitapla] Kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. Bu âyetlerde, İsrâîloğulları örnek verilerek iman edenler uyarılmaktadırlar. Allah, ilâhî ilkelere uyacaklarına dair İsrâîloğulları'ndan söz almış olmasına rağmen onlar sözlerinde durmayıp ihanet etmişlerdir. Âyette olaylar şöyle sıralanmıştır: • Allah, İsrâîloğulları'nın misakını almış ve onlardan on iki nakip [müfettiş/başkan] göndermişti. • Ve onlara, “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur” demişti. • Ama onlar imanlarının gereği olan bu yükümlülükleri yerine getireceklerine dair sözlerini bozdular. Bu sebeple de lanetlendiler ve kalplerine katılık konuldu. İsrâîloğulları'ndan alınan misakların bir çoğu, Bakara/63, 83, 84, 93; Âl-i İmrân/187; Mâide/80; Nisâ/154-155. âyetlerde konu edilir. • Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. • Onlar, öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü terk ettiler. • İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görülür. • Buna rağmen onlara affedilmeli, onlara aldırış edilmemelidir. • Allah, “Biz Nasarayız [Hristiyanız]” diyenlerden de misaklarını almıştı. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu terk ediverdiler. • Bu nedenle de Allah, onların arasına, kıyâmete kadar sürecek kin ve düşmanlık yerleştirdi. Allah, yakında yapıp üretmiş olduklarını onlara haber verecektir. Geçmişe ait bu bilgilerden sonra Ehl-i Kitap hakk yola davet edilmektedir: Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. Allah onunla [kitapla] kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. Böyle bir davet Âl-i İmrân sûresi'nde de yapılmıştı: Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Âl-i İmrân/164) Ehl-i Kitaptan bir çoğunun bu davete icabet ettiğini Kur’ân'dan öğreniyoruz: Ondan [sözden; vahiyden, Kur’ân'dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar, ona [söz'e; vahye, Kur’ân'a] da inanırlar. Ve onlara o [söz; vahiy, Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz ona [söz'e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [Müslümanlardık]” dediler. (Kasas/52-53) Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, “Şüphesiz biz Nasraniyiz [Hristiyanlarız]” diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve râhipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır. Ve onlar Elçi'ye indirileni [Kur’ân'ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar, “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” ve “Biz, Rabbimizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, neden Allah'a ve hakktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!” derler. (Mâide/82-84) Ve ne zaman Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir elçi geldi, daha önce kendilerine kitap verilen kimselerden bir grup, sanki bilmezlermiş gibi Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına attılar. (Bakara/101) Kitap Ehlinden bir tâife sizi saptırmak istedi. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini saptırıyorlar, farkına da varmıyorlar. Ey Kitap Ehli! Sizler tanık olup dururken, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Ey Kitap Ehli! Sizler bilip dururken, niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve gerçeği gizliyorsunuz? (Âl-i İmrân/69-71) Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı), “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık”, “dinle, dinlemez olası”, “râinâ” derler. Eğer onlar “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat küfürleri [gerçeği kabul etmemeleri] sebebiyle Allah onları lanetlemiştir. Artık pek az inanırlar. (Nisâ/46) 12. âyetteki, Ve Biz, kendilerinden on iki nakip [müfettiş/başkan] göndermiştik ifadesi, Kitab-ı Mukaddes'in Sayılar bölümünde detaylıca yer alır: İSRÂÎL'DE YAPILAN İLK SAYIM İsrâîlliler'in Mısır'dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günü Rabb Sînâ Çölü'nde, Buluşma Çadırı'nda Mûsâ'ya şöyle seslendi: “Sen ve Hârûn İsrâîl topluluğunun bütün boylarıyla ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsrâîlliler'den savaşabilecek durumda yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın. Size yardım etmek için yanınızda her oymaktan birer adam bulunsun; bu kişiler aile başı olmalı. Size yardımcı olacak adamların adları şunlardır: Ruben oymağından Şedeur oğlu Elisur, Şimon oymağından Surişadday oğlu Şelumiel, Yahuda oymağından Amminadav oğlu Nahşon, İssakar oymağından Suar oğlu Netanel, Zevulun oymağından Helon oğlu Eliav, Yûsufoğulları'ndan Efrayim oymağından Ammihut oğlu Elişama, Manaşşe oymağından Pedahsur oğlu Gamliel, Benyamin oymağından Gidoni oğlu Avidan, Dan oymağından Ammişadday oğlu Ahiezer, Aşer oymağından Okran oğlu Pagiel, Gad oymağından Deuel oğlu Elyasaf, Naftali oymağından Enan oğlu Ahira.” Bunlar İsrâîl topluluğundan atanmış adamlardı; atalarının soyundan gelen oymak önderleri, İsrâîl'in boy başlarıydı.[7] 17. Andolsun ki, “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'in ta kendisidir” diyen kimseler kâfir olmuşlardır. De ki: “Peki, Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündeki kimseleri helâk etmek istese, O'na karşı kim bir şey yapabilir. Göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti de sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.” 18. Ve Yahûdiler, Hristiyanlar, “Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah] size azap ediyor?” Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. 19. Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada; “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyiniz diye, size tebyîn yapan [açıkça ortaya koyan] Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. Bu âyetlerde, Ehl-i Kitap uyarılmakta ve tevhide davet edilmektedir: • “Allah, Meryem oğlu Mesih'in ta kendisidir” diyen kimseler kâfir olmuşlardır. • Bu kâfirlere, “Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na karşı kim bir şey yapabilir? Göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir” denilmeli, böylece onlar Îsâ'da herhangi bir ilâhlık niteliği olmadığını öğrenmelidirler. • Yahûdi ve Hristiyanlar, “Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgilileriyiz” demektedirler. • Onlara, “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor? Bilakis, siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Dönüş de O'nadır” denilmeli, böylece düşünüp akıllarını başlarına almalarına yardımcı olunmalıdır. Bakara, Âl-i İmrân ve Cum‘a sûresinde de Yahûdilerin, kendilerinin diğer insanlardan üstün olduklarını; Allah'ın dostları, sevgilileri olduklarını, âhiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğunu ve ateşin sayılı günlerden başka kendilerine dokunmayacağını ileri sürdükleri bildirilmişti. Bu uyarlardan sonra Kitap Ehli, “Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyiniz diye, size tebyîn yapan [açıkça ortaya koyan] Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir” denilerek, hakk dine davet edilmektedirler. 19. âyette, Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyiniz diye, size tebyîn yapan [açıkça ortaya koyan] Elçimiz geldi ifadesiyle Yahûdilere, “Rabbimiz! Sen bize peygamber yollamadın ki, doğru yolu bulabilelim” diye bir mazeret fırsatı verilmediği beyân edilmektedir. Malumdur ki Peygamberimizin gelişinden önceki şeriatlar tahrif edilmiş; bu sebeple de, hakk bâtıla, doğru yanlışa karışmıştı. Bu da, insanların hakkı bulamamaları hususunda bir mazeret teşkil etmişti. Yahûdi ve Hristiyanların inançları da şöyle açıklanmaktadır: Ve Yahûdiler, “Uzeyr Allah'ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da, “Mesih Allah'ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar. Allah, onlarla savaşmıştır. Nasıl da döndürülüyorlar! (Tevbe/30) Sonra Firavun'a de ki: “Rabb şöyle diyor”: “İsrâîl Benim ilk oğlumdur. Sana, ‘Bırak oğlum gitsin, Bana tapsın’ dedim. Ama sen onu salıvermeyi reddettin. Bu yüzden senin ilk oğlunu öldüreceğim.”[8] Ağlaya ağlaya gelecekler, Benden yardım dileyenleri geri getireceğim. Akarsular boyunca tökezlemeyecekleri düz bir yolda yürüteceğim onları. Çünkü ben İsrâîl'in babasıyım, Efrayim de ilk oğlumdur.[9] Bu tarz ifadeler İncîllerde birçok yerde geçmektedir. Kur’ân bu yanlışları düzeltmektedir: Andolsun “Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun barınağı da ateş'tir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur” demişti. Andolsun “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâh'tan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. Hâlâ onlar, Allah'a tevbe etmez ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açığa koyuyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl döndürülüyorlar! (Mâide/72-75) 20-21. Ve hani Mûsâ kavmine, “Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani O [Allah], içinizden peygamberler kıldı. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes [temizlenmiş] toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz” dedi. 22. Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler. 23. Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, gâlip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a tevekkül edin.” 24. Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. 25. O [Mûsâ], “Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik değilim [söz geçiremiyorum]. Artık bizimle bu fâsıklar toplumunun arasını ayır” dedi. 26. O [Allah] dedi ki: “Artık o [mukaddes arz] onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen o fâsık toplum için tasalanma!” Bu âyet grubunda, İsrâîloğulları'nın Allah'ın kendilerine gönderdiği elçiye karşı yakışıksız tavırları nakledilip inananların Allah Elçisi'ne karşı yanlış tavır almamaları hususunda uyarılar yapılmakta ve aynı sahnelerin yine yaşanabileceğine işaret edilmektedir. Mûsâ’nın, “Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik değilim [söz geçiremiyorum]. Artık bizimle bu fâsıklar toplumunun arasını ayır” şeklindeki niyazına karşı Allah, “Artık o [mukaddes arz] onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen o fâsık toplum için tasalanma!” diye Mûsâ'yı teselli etmektedir: Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61) Burada işaret edilen olayların detayı Kitab-ı Mukaddes'te de yer alır: Rabb Mûsâ'ya, “İsrâîl halkına vereceğim Kenan ülkesini araştırmak için bazı adamlar gönder” dedi, “ataların her oymağından bir önder gönder.” Mûsâ Rabbin buyruğu uyarınca Paran Çölü'nden adamları gönderdi. Hepsi İsrâîl halkının önderlerindendi. Adları şöyleydi: Ruben oymağından Zakkur oğlu Şammua, Şimon oymağından Hori oğlu Şafat, Yahuda oymağından Yefunne oğlu Kalev, İssakar oymağından Yûsuf oğlu Yigal, Efrayim oymağından Nun oğlu Hoşea, Benyamin oymağından Rafu oğlu Palti, Zevulun oymağından Sodi oğlu Gaddiel, Yûsuf oymağından-Manaşşe oymağından Susi oğlu Gaddi, Dan oymağından Gemalli oğlu Ammiel, Aşer oymağından Mikael oğlu Setur, Naftali oymağından Vofsi oğlu Nahbi, Gad oymağından Maki oğlu Geuel. Ülkeyi araştırmak üzere Mûsâ'nın gönderdiği adamlar bunlardı. Mûsâ Nun oğlu Hoşea'ya Yeşu adını verdi. Mûsâ, Kenan ülkesini araştırmak üzere onları gönderirken, “Negev'e, dağlık bölgeye gidin” dedi, “nasıl bir ülke olduğunu, orada yaşayan halkın güçlü mü zayıf mı, çok mu az mı olduğunu öğrenin. Yaşadıkları ülke iyi mi kötü mü, kentleri nasıl: surlu mu değil mi anlayın. Toprak nasıl: verimli mi, kıraç mı? Çevre meyvelerden getirin.” Mevsim üzümün olgunlaşmaya başladığı zamandı. Böylece adamlar yola çıkıp ülkeyi Zin Çölü'nden Levo-Hamat'a doğru Rehov'a dek araştırdılar. Negev'den geçip Anakoğulları'ndan Ahiman, Şeşay ve Talmay'ın yaşadığı Hevron'a vardılar. (Hevron Mısır'daki Soan Kenti'nden yedi yıl önce kurulmuştu.) Eşkol Vâdisi'ne varınca, üzerinde bir salkım üzüm olan bir asma dalı kestiler. Adamlardan ikisi dalı bir sırıkta taşıdılar. Yanlarına nar, incir de aldılar. İsrâîlliler'in kestiği üzüm salkımından dolayı oraya Eşkol Vâdisi adı verildi. Kırk gün dolaştıktan sonra adamlar ülkeyi araştırmaktan döndüler. Paran Çölü'ndeki Kadeş'e, Mûsâ'yla Hârûn'un ve İsrâîl topluluğunun yanına geldiler. Onlara ve bütün topluluğa gördüklerini anlatıp ülkenin ürünlerini gösterdiler. Mûsâ'ya, “Bizi gönderdiğin ülkeye gittik” dediler, “gerçekten süt ve bal akıyor orada! İşte ülkenin ürünleri! Ancak orada yaşayan halk güçlü, kentler de surlu ve çok büyük. Orada Anak soyundan gelen insanları bile gördük. Amalekliler Negev'de; Hititler, Yevuslular ve Amorlular dağlık bölgede; Kenanlılar da denizin yanında ve Şeria Irmağı'nın kıyısında yaşıyor.” Kalev, Mûsâ'nın önünde halkı susturup, “Oraya gidip ülkeyi ele geçirelim. Kesinlikle buna yetecek gücümüz var” dedi. Ne var ki, kendisiyle oraya giden adamlar, “Bu halka saldıramayız, onlar bizden daha güçlü” dediler. Araştırdıkları ülke hakkında İsrâîlliler arasında kötü haber yayarak, “Boydan boya araştırdığımız ülke, içinde yaşayanları yiyip bitiren bir ülkedir” dediler, “üstelik orada gördüğümüz herkes uzun boyluydu. Nefiller'i, Nefiller'in soyundan gelen Anaklılar'ı gördük. Onların yanında kendimizi çekirge gibi hissettik, onlara da öyle göründük.”[10] O gece bütün topluluk yüksek sesle bağrışıp ağladı. Bütün İsrâîl halkı Mûsâ'yla Hârûn'a söylendi. Onlara, “Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik!” dediler, “Rabb neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” Sonra birbirlerine, “Kendimize bir önder seçip Mısır'a dönelim” dediler. Bunun üzerine Mûsâ'yla Hârûn İsrâîl topluluğunun önünde yüzüstü yere kapandılar. Ülkeyi araştıranlardan Nun oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrâîl topluluğuna şöyle dediler: “İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer Rabb bizden hoşnut kalırsa, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rabb bizimledir. Onlardan korkmayın!” Topluluk onları taşa tutmayı düşünürken, ansızın Rabbin görkemi Buluşma Çadırı'nda bütün İsrâîl halkına göründü. Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: “Ne zamana dek bu halk Bana saygısızlık edecek? Aralarında yaptığım bunca belirtiye karşın, ne zamana dek Bana iman etmeyecekler? Onları salgın hastalıkla cezalandıracağım, mirastan yoksun bırakacağım. Ama seni onlardan daha büyük, daha güçlü bir ulus kılacağım.” Mûsâ, “Mısırlılar bunu duyacak” diye karşılık verdi, “çünkü bu halkı gücünle onların arasından Sen çıkardın. Kenan topraklarında yaşayan halka bunu anlatacaklar. Yâ Rabb! Bu halkın arasında olduğunu, onlarla yüz yüze görüştüğünü, bulutunun onların üzerinde durduğunu, gündüz bulut sütunu, gece ateş sütunu içinde onlara yol gösterdiğini duymuşlar. Eğer bu halkı bir insanmış gibi yok edersen, Senin ününü duymuş olan bu uluslar, ‘Rabb and içerek söz verdiği ülkeye bu halkı götüremediği için onları çölde yok etti’ diyecekler. Şimdi gücünü göster, yâ Rabb. Demiştin ki: ‘Rabb tez öfkelenmez, sevgisi engindir, suçu ve başkaldırıyı bağışlar. Ancak suçluyu cezasız bırakmaz; babaların suçunun hesabını üçüncü, dördüncü kuşak çocuklarından sorar.’ Mısır'dan çıkışlarından bugüne dek bu halkı nasıl bağışladıysan, büyük sevgin uyarınca onların suçunu bağışla.” Rabb, “Dileğin üzerine onları bağışladım” diye yanıtladı, “ne var ki, varlığım ve yeryüzünü dolduran yüceliğim adına and içerim ki, yüceliğimi, Mısır'da ve çölde yaptığım belirtileri görüp de Beni on kez sınayan, sözümü dinlemeyen bu kişilerden hiç biri atalarına and içerek söz verdiğim ülkeyi görmeyecek. Beni küçümseyenlerden hiç biri orayı görmeyecek. Ama kulum Kalev'de başka bir rûh var, o bütün yüreğiyle ardımca yürüdü. Araştırmak için gittiği ülkeye onu götüreceğim, onun soyu orayı miras alacak. Amaleklilerle Kenanlılar ovada yaşıyorlar. Siz yarın geri dönün, Kızıldeniz yolundan çöle gidin.” Rabb Mûsâ'yla Hârûn'a da, “Bu kötü topluluk ne zamana dek Bana söylenecek?” dedi, “Bana söylenen İsrâîl halkının yakınmalarını duydum. Onlara Rabb şöyle diyor de: ‘Varlığım adına and içerim ki, söylediklerinizin aynısını size yapacağım: Cesetleriniz bu çöle serilecek. Bana söylenen, yirmi ve daha yukarı yaşta sayılan herkes çölde ölecek. Sizi yerleştireceğime and içtiğim ülkeye Yefunne oğlu Kalev'le Nun oğlu Yeşu'dan başkası girmeyecek. Ama tutsak edilecek dediğiniz çocuklarınızı oraya, sizin reddettiğiniz ülkeye götüreceğim; orayı tanıyacaklar. Size gelince, cesetleriniz bu çöle serilecek. Çocuklarınız, hepiniz ölünceye dek kırk yıl çölde çobanlık edecek ve sizin sadakatsizliğiniz yüzünden sıkıntı çekecekler. Ülkeyi araştırdığınız günler kadar –kırk gün, her gün için bir yıldan kırk yıl– suçunuzun cezasını çekeceksiniz. Sizden yüz çevirdiğimi bileceksiniz! Ben Rabb söyledim; Bana karşı toplanan bu kötü topluluğa bunları gerçekten yapacağım. Bu çölde yıkıma uğrayacak, burada ölecekler.’” Mûsâ'nın ülkeyi araştırmak üzere gönderdiği adamlar geri dönüp ülke hakkında kötü haber yayarak bütün topluluğun Rabbe söylenmesine neden oldular. Ülke hakkında kötü haber yayan bu adamlar Rabbin önünde ölümcül hastalıktan öldüler. Ülkeyi araştırmak üzere gidenlerden yalnız Nun oğlu Yeşu'yla Yefunne oğlu Kalev sağ kaldı. Mûsâ bu sözleri İsrâîl halkına bildirince, halk yasa büründü. Sabah erkenden kalkıp dağın tepesine çıktılar. “Günah işledik” dediler, “ama Rabbin söz verdiği yere çıkmaya hazırız.” Bunun üzerine Mûsâ, “Neden Rabbin buyruğuna karşı geliyorsunuz?” dedi, “Bunu başaramazsınız. Savaşa gitmeyin, çünkü Rabb sizinle olmayacak. Düşmanlarınızın önünde yenilgiye uğrayacaksınız. Amaleklilerle Kenanlılar sizinle orada karşılaşacak ve sizi kılıçtan geçirecekler. Çünkü Rabbin ardınca gitmekten vazgeçtiniz. Rabb de sizinle olmayacak.” Öyleyken, kendilerine güvenerek dağlık bölgenin tepesine çıktılar. Rabbin Antlaşma Sandığı da Mûsâ da ordugahta kaldı. Dağlık bölgede yaşayan Amalekliler ile Kenanlılar üzerlerine saldırdılar, Horma Kenti'ne dek onları kovalayıp bozguna uğrattılar.[11] 20. âyetteki, Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi ifadesiyle, o devirde yaşayan hiçbir topluma verilmeyen nimetlerin İsrâîloğulları'na verilmesi” kastedilmiştir. Bu nimetler ise şu âyetlerde beyân edilmiştir: Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim. (Kasas/5-6) Ve andolsun Mûsâ'ya, “Yetişilmekten korkmayarak ve haşyet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de onlara denizde kuru bir yol aç!” diye vahyettik. (Tâ-Hâ/77) Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve dağın sağ yanında size söz verdik/dağın sağ yanını size buluşma yeri olarak belirledik. Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o iner [düşer, mahvolur]. Ve şüphe yok ki Ben, tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da hakk yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.– (Tâ-Hâ/80) Ve andolsun ki, Mûsâ'yı, “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günleri ile öğüt ver” diye âyetlerimizle elçi gönderdik. Şüphe yok ki bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için nice âyetler vardır. (İbrâhîm/5) 27-29. Onlara iki Âdemoğlu'nun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O, “Seni kesinlikle öldüreceğim” dedi. O [diğeri], “Allah, yalnız takvâlı davrananlardan kabul eder. Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben elimi seni öldürmek için uzatacak değilim. Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım. Şüphesiz ben isterim ki sen, benim günahım ve kendi günahını yüklenip de ateş'in ashâbından olasın! Zâlimlerin de cezası budur” dedi. 30. Bunun üzerine onun [kurbanı kabul edilmeyenin] nefsi kendisine, kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi sonra da onu öldürdü. Kendisi de zarara uğrayanlardan oluverdi. 31. Sonra Allah hemen ona kardeşinin kötülüklerini [cesedini] nasıl gömeceğini göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, “Yazıklar olsun bana, şu karga gibi olup da kardeşimin kötülüklerini [kardeşimin cesedini] gömmekten âciz mi oldum?” dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu. 32. İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları'na, “Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” yazdık [farz kıldık]. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların bir çoğu, kesinlikle yeryüzünde aşırı davranan kimselerdir. Bu âyetlerde, geçmişten örneklerle Rasûlullah'ın muhatabı olan Kitap Ehli ve onların şahsında da insanlık uyarılmaktadır. Bu âyetler, Kitab-ı Mukaddes'teki şu kıssaya endekslenerek yanlış anlaşılmıştır: Âdem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin'i doğurdu. “Rabbin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim” dedi. Daha sonra Kayin'in kardeşi Hâbil'i doğurdu. Hâbil çoban oldu, Kayin ise çiftçi. Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden Rabbe sunu getirdi. Hâbil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rabb Hâbil'i ve sunusunu kabul etti. Kayin'i ve sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı. Rabb Kayin'e, “Niçin öfkelendin?” diye sordu, “Niçin surat astın? Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.” Kayin kardeşi Hâbil'e, “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada birlikteyken Kayin kardeşine saldırıp onu öldürdü. Rabb Kayin'e, “Kardeşin Hâbil nerede?” diye sordu. Kayin, “Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?” diye karşılık verdi. Rabb, “Ne yaptın?” dedi, “Kardeşinin kanı topraktan Bana sesleniyor. Artık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın. İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın.” Kayin, “Cezam kaldıramayacağım kadar ağır” diye karşılık verdi, “bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacağım. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Beni kim bulsa öldürecek.” Bunun üzerine Rabb, “Kim seni öldürürse, ondan yedi kez öç alınacaktır” dedi. Kimse Kayin'i bulup öldürmesin diye onun üzerine bir nişan koydu. Kayin Rabbin huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod topraklarına yerleşti.[12] Yüce Allah'ın, Sonra Allah ona... yeri eşeleyen bir karga gönderdi buyruğu ile ilgili olarak Mücâhid şöyle demiştir: “Allah iki karga gönderdi. Bunlar birbirleriyle kavga ettiler. Sonunda biri diğerini öldürdü, sonra da yeri eşeleyerek bir çukur kazıp onu gömdü. Hz. Âdem'in bu oğlu, ilk öldürülen kişi olmuştu.” Yine şöyle denilmiştir: “Karga yeri, yiyeceğini ihtiyaç duyacağı zamana kadar gizlemek üzere eşelemişti. Çünkü böyle yapmak kargaların âdetlerindendir. Kâbil de bunu görünce kardeşini nasıl saklayıp gömeceğini anlamış oldu.” Rivâyet olunduğuna göre Kâbil, Hâbil'i öldürdükten sonra onu bir çuvala koymuş ve omuzunda yüz yıl süreyle durmaksızın taşıyıp yol almıştır. Bunu Mücâhid söylemiştir. İbnu'l-Kâsım ise Mâlik'ten bir sene taşıdığını rivâyet etmektedir. İbn Abbâs da böyle demiştir. Onun, kardeşinin cesedini kokuncaya kadar taşıdığı da söylenmiştir. O, –önceden de geçtiği üzere– bu hususta kargaya uyuncaya kadar ona ne yapacağım bilemiyordu.[13] Mâide/27'nin iyi anlaşılabilmesi için Mâide/32-34'ün bir bütünlük içerisinde ele alınması gerekir. Konunun tamamı ele alınmadan, konu içindeki bir âyetten hüküm çıkarılmaya çalışılması olumlu netice vermez. Ne yazık ki genellikle böyle yapılmıştır. Konunun tümünü ele aldıktan sonra, şimdi 27. âyetin tahlilini yapalım: Onlara iki Âdemoğlu'nun haberini de hakkıyla oku... Âyette geçen ibney Âdeme tamlaması, neredeyse bütün meal ve tefsirlerde “Âdemin iki oğlu” (belirtili isim tamlaması) şeklinde anlaşılmıştır. Hâlbuki, 12. âyetten 34. âyete kadar İsrâîloğulları'ndan bahsedildiğine; ve 15 âyette, İsrâîloğulları'nın ilâhî vahiyler hakkındaki olumsuz tavırlarına dikkat çekilip sonra, “Onlara gerçeği oku” denilerek İsrâîloğulları muhatap alındığına göre bu iki kişinin Âdem'in iki oğlu değil, İsrâîloğulları'nın tanıyıp bildikleri, ama gizledikleri iki kişi olması gerekir. Bu durumda, ibney Âdeme tamlamasının, belirtisiz isim tamlaması olarak “herhangi iki Âdem oğlu” şeklinde anlaşılması gerekir. Âyette, bilgin ve takvâ sahibi olan bir kişi ile câhil, zâlim ve kıskanç bir kişinin karakterleri ortaya konduğuna ve kimlikleri dikkate alınmadığına göre bu anlam daha uygundur. Kur’ân'da 7 yerde [A‘râf/26, 27, 31, 35, 272; İsrâ/70 ve Yâ-Sîn/60] geçen benî Âdem [Âdemoğulları] ifadesinin, “Âdem'in oğulları, Âdem'in üç oğlu, dört oğlu…” anlamında olmayıp, “insanlar, insan soyu” anlamında olduğu gibi, ibney Âdeme tamlaması da, “iki Âdem oğlu” anlamındadır. Kurban ise, Allah'a yaklaşmak amacıyla yapılan secde, salât, salâtı ikâme, cihad, yetimin ikramı, sâlihâtı işleme, işsize iş verme vs. gibi her türlü güzel davranışın adı olmasına rağmen, anlamı daraltılarak sadece “Allah'a yaklaşabilmek için kesilen hayvan olarak” anlaşılmıştır. Kurban, sadece hayvan kesmek demek olmayıp Allah'a yaklaşmak için yapılan her türlü davranış olduğuna göre, bu iki insanın [iki Âdem oğlunun], hakklılık ya da hakksızlıklarının Allah tarafından bildirilmesi isteğiyle ne yaptıklarını, isteklerine cevap alıp almadıklarını araştıralım: Sana bilgiden geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışırsa hemen, “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalancılar üzerine kılalım” de. (Âl-i İmrân/61) Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman; biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca, yakaranın yakarışına cevap veririm. O hâlde reşit olmaları için, onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar. (Bakara/186) Ve sizin Rabbiniz, “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibâdet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. (Mü’min/60) Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve takvâ sahibi olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık. Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i, ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! (Mâide/65-66) Bu âyetlerden anlaşıldığına göre iyilik ya da kötülük için Allah'a baş vurulduğunda, olumlu-olumsuz karşılık alınmaktadır. İşte bu iki insanın yaptıkları da bundan ibarettir. Bu niyetle yapabilecekleri şey ise, her türlü ihlaslı ve takvâlı amel olabilir, sadece hayvan kesmiş olmaları gerekmez. Bu âyetleri, “Âdem'in iki oğlu [Hâbil ile Kâbil] kız yüzünden kavga ettiler. Bunun üzerine kurban kestiler, kurbanı kabul olan kızı alacaktı vs.” gibi Yahûdi masallarıyla açıklamak ve kurbanın, Âdem şeriatından beri var olduğuna bu âyetleri delil göstermek çok yanlıştır. Âyetteki, Allah, yalnız takvâlı davrananlardan kabul eder ifadesiyle, mağdur kişinin diğerini ilâhî ilkeler doğrultusunda uyardığı görülmektedir. Kısaca kıskanç olana, “Senin kurbanının kabul edilmemesi benim suçum değildir; takvâ sahibi olmadığından kurbanın kabul edilmiyor. Bu yüzden beni öldürmeye çalışmak yerine, takvâlı olmaya çalış” diyor. |
9. August 2010, 12:05 AM | #4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Yine âyetteki, Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben elimi seni öldürmek için uzatacak değilim ifadesinden de bu kişinin, kardeşi canına kastetse de, kendisinin onu öldürmeyi düşünmediği, karşı koyarsa da nefsini korumaya, onun zararını engellemeye yönelik hareket edeceği bildirilmektedir. Düelloda öldüren kadar öldürülen de suçludur; zira o, öldürülmeseydi, ötekini öldürecekti.
Âyetteki, Şüphesiz ben isterim ki sen, benim günahımı ve kendi günahını yüklenip de ateş'in ashâbından olasın! Zâlimlerin de cezası budur ifadesindeki benim günahımı… yüklenip de… ifadesiyle, öldürülenin günahlarının, öldüren tarafından yüklenileceği kastedilmemiştir. Zira kimsenin başkasının günahını yüklenmeyeceği onlarca âyette bildirilmiştir. Bu ifade, “eski günahlarınla beraber beni öldürme günahını da yüklenip de…” anlamındadır. 32. âyette, Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse, artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur ifadesiyle de, Allah'ın insan hayatına verdiği değer ortaya konulmakta ve insan hayatının korunması için herkesin, başkasının hayatının kutsallığını kabul edip onun korunmasına yardım etmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Hakksız yere birini öldüren kimse, bütün insanları öldürebileceği görünümünü veren bir canavar hükmündedir. Buna karşılık, bir tek insanın hayatının korunmasına yardım eden kimse, tüm insanlığı yaşatmış gibidir. 33-34. Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan [onları yakalayıp kontrol altına almazdan] önce tevbe edenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/arka arkaya kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Bu âyet, 32. âyetin tefsiri niteliğinde olup insanları dininden döndürmeye çalışmanın zararlarının boyutları açıklanmaktadır. Allah ve Rasûlü'ne savaş açmak ve insanları şirke-küfre yöneltmek, imandan döndürme faaliyetleridir. Bir insanın dinden döndürülmesi, öldürülmesinden daha beterdir. Bakara/191'de, Ve fitne [dinden döndürme], öldürmeden daha şiddetlidir buyurulmaktadır. خلافHILAF/ حلافHILAF Kur’an’da duyarlı davranmamız gereken sözcüklerden bir tanesi de “ خلافHılaf” sözcüğüdür. Bilindiği üzere ilk mushaflarda bu sözcük, noktasız ve harekesizdir. İlk Mushaflardaki noktasız ve harekesiz yazıyı, sözcüğün sonundaki harfi, tek nokta ile “ فF” okumak mümkün iken iki nokta ile “ قQ” okumak da mümkündür. Aynı zamanda kelimenin başındaki harfi, “ جC”, “ حH” ve “ خHI (noktalı ha)” olarak da okumak mümkündür. Biz, konumuz ayette, şimdiki Mushaflardaki “ خHı” harfiyle okunan “ خلافHılaf” sözcüğü üzerinde duracağız. Sözcüğü “ خلافHılaf (noktalı ha; hı)” olarak ele alınca, “arka” anlamındaki “ خ ل فhlf” kökünden türemiş olan bu sözcüğün anlamı, “tersine, karşısına, tam tersi olarak; arka arkaya” anlamına gelir. Bu sözcüğün birçok türevi (halef, halife, muhalif, muhalefet vs. gibi)Türkçemizde de kullanılır. Nitekim. Tevbe/81 ve İsra/76’da “karşıt olarak”, “senin ardından” anlamında yer alır. Bir de bu sözcüğün A’raf/124, Ta Ha/71, Şuara/49 ve Maide/33’te “elleri ve ayakları kesme” ifadesiyle birlikte yer aldığını görürüz. Ve genellikle de “elleri, ayakları çaprazlama kesmek” olarak kabul ederiz. Çapraz kesme; her yandan bir tane kesmek demektir. Bu pozisyon sağ el, sol ayak veya sol el, sağ ayak şeklinde gerçekleşir. Zira bu ancak durumda iki organdan biri ötekinin arkası olur. “Bu el, bu ayak; bu sağ bu da sol” şeklinde belirlenir. “Hılaf” sözcüğünü noktasız “ حلاف olarak okursak, bu sözcük, “yemin” anlamındaki “ ح ل فh l f” den türemiş olur. Bu kökten gelme Kur’an’da on iki adet fiil ( يخلفنّyahlifünne, خلفتمhaleftüm, يخلفونyahlifune) bir adet de mübaleğa ismifail ( خلاّفhallaf) mevcuttur. “ حلافHılaf” sözcüğünün anlamı, “toplum arasında olan sözleşme, taahütleşme, ahitleşme,” demek olup, “genellikle birlik, beraberlik, güç birliği konularındaki sözleşme” demektir. (Tac ve LİSAN) “Ellerin ayakların kesilmesi” ifadesi, “insanın nimetlerden yararlanamaz hale gelmesi” anlamında bir deyime dönüşmüş olmalıdır. Türkçemizde de “bir şeyle ilgisini, ilişkisini kesmek” anlamında “Elini ayağını (eteğini) kesmek (çekmek)” deyimi vardır. Bu deyimi “ حلافHılaf” ile birlikte kullanınca; “sözleşmelerden, yapılmış taahhütlerden; vatandaşlık haklarından yararlandırmama, nimetlerden uzaklaştırma; ilişkisini kesme” anlamına gelmektedir. Kur’an’da; A’raf/124, Ta Ha/71, Şuara/49’te yer alan “لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ “خِلَافٍ ifadesinin anlamı. Size verilmiş sözlerden, sizinle yapılmış antlaşmalardan; vatandaşlık haklarından sizi yararlandırmayacağım; onlardan sizin ilişkinizi keseceğim” demek olur. Nitekim Firavun ve bilginlerinin antlaşmalarını, A’raf/113, 114 ve Şuara/41, 42’de görmekteyiz. A’raf/113, 114: 113,114Ve o çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler Firavun'a geldiler: “Eğer galip gelen/ yenen biz olursak, gerçekten bizim için büyük bir ödül olacak/ olacak mı?” dediler. Firavun, “Evet” dedi, “siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da.” Şuara/ 41, 42: 41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun'a: “Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?” dediler. 42Firavun: “Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız” dedi. Bu durumda Firavun, bilginlerin ellerini ayaklarını fiziki olarak kesmeyi değil yapılan sözleşmedeki haklardan ve diğer vatandaşlık haklarından mahrum etmeyi bildirmiş olmaktadır. Bu tespitlerden sonra Kur’an’ın ceza hukuku ile ilgili Maide/ 33’teki maddelerden “اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ” hükmünün anlamı da “ Bu suçu işleyen kimselerin “GÖREVLERİNDEN AZLEDİLMELERİ; SÖZLEŞMELERİNİN FESH EDİLMESİ yâni İŞLERİNE SON VERİLMESİ, vatandaşlık haklarından ve diğer sözleşmelerdeki haklarından mahrum edilmesi; ilgi ve ilişkilerinin kesilmesi”dir. Bazı Kur’an çalışanları, “خِلَافٍ مِنَ min hılafin” ifadesindeki “مِنَ min” edatını Ta’lil için kabul edip “muhalifliklerinden, karşı çıkışlarından; dönekliklerinden dolayı ellerinin ayaklarının kesilmesi” anlamı elde etme yoluna gitmişlerdir. Gerçekte de Kur’an’da “مِنَ min” edatının Ta’lil için kullanıldığı iki ayette görülür. Bunlar şu ayetlerdir: Nuh/25 مِمَّا خَط۪ٓيـَٔاتِهِمْ اُغْرِقُوا 25Onlar, hatalarından dolayı suda boğuldular, Bakara/19 يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ Onlar, ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.Ne var ki konumuz olan ayetlerde cezanın gerekçesi zaten mevcuttur. Bunun üzerine ikinci bir gerekçe ilave etmek, hem anlamsızdır hem de ana gerekçe ile çakışır. صلبSALB- صلابةSALABET “ صلبSalb” (Mastarı “ صلابةsalabet”tir) sözcüğünün anlamı, yumuşaklığın karşıtı, “sertliktir, şiddettir. Bu anlam ekseninde , “iki yağrın arasından kuyruk sokumuna kadar olan kemiklere; omurgaya” “ صُلبsulb اصلاب aslab ” denir. Bu sözcüğü Tarık/7 ve Nisa/ 23’te görmekteyiz. Bu ayetlerde ve özellikle Tarık/7 de “ صُلبsulb” sözcüğü, insanın üremesine vesile olan hormon ve meninin çıkış noktalarını ifade eder. Kaba taşları olan yerler ve mekânlar için de bu sözcük kullanılır. Bıçak, ok, mızrak gibi araçların bilenmesini, uçlarının sivriltilmesini sağlayan “ bileği taşına da bu sözcüğün türevlerinden “ الصلبييةes Sulebiyye” denir; “ صلَبتُ السنانsallebtü s sinan” diye ifade edilir. Ayrıca “kemiklerin toplanıp, yağının çıkarılması” da “ صَلَبَsalebe” fiiliyle ifade edilir. (TAC. ve LİSAN.) Bu açıklamalardan sonra diyeceğimiz o ki bu sözcüğün gerçek anlamı, SERTLİK, ŞİDDET demektir. Bu sözcük, fiil formuyla Kur’an’da, A’raf/ 124, Ta Ha/71, Şuara/49,Yusuf/41, Nisa/ 157 ve Maide/33’te yer alır. Sözcüğün gerçek anlamı “sertlik ve şiddet” olmasına rağmen bu sözcüğün “insanı öldürmek için asma; çarmıha germe” anlamında (!) kullanılışına gelince: Bazı suçluların bu şekilde cezalandırılmaları Roma hukukunda mevcut bir cezalandırma şekliydi. Hıristiyanlar, inançlarına göre İsa’nın asıldığı ağaç şekline (HAÇ) “ الصليبes saliyb ” derler. Hıristiyanlara: İsa’nın asıldığına, çarmıha gerildiğine inananlara da “ اهل “ الصليب Ehl-i sâlip” denir. Haç şeklinin işlendiği kumaşa, elbiseye de “ ثوب مصلّلبSevbün musallebun” denir. “ صلبSalb” sözcüğünün “insanı öldürmek için asma; çarmıha germe” anlamı, sözcüğün öz anlamından değildir. Sözcüğün öz anlamı dışında kullanılması; yukarıda belirtildiği gibi Roma Hukukundaki bir cezalandırma türünden kaynaklanmaktadır. Böylece “şiddeti, sertliği; sert davranmayı; işkenceyi” ifade eden sembol araç; olan çarmıh, isim olmuş ve maalesef “ صلب salb” fiili de “öldürmek için adam asmak” anlamına kaydırılmıştır. Kısacası, bu fiile yüklenen, asma, çarmıha germe gibi anlamlar, sözcüğün öz anlamından değildir. Ve bu Kur’an’ın da bir hükmü olmayıp Hristiyan inancının hediyesidir.! Ta Ha/71. Ayetin teknik yapısı, zaten ““insanı öldürmek için asma, çarmıha germe” anlamına izin vermemektedir. … ف۪ي جُذُوعِ النَّخْلِۘوَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ … Ayetin bu bölümü, “ صلبsalb” fiili “ فىfi” edatı, “ جذوعcüzû’, çoğul ismi ve “ نخلnahl” sözcüklerinden oluşmaktadır. “ صلبSalb” sözcüğünü “öldürmek için insan asmak” anlamına alarak bu ifadeyi tercüme etsek, “kesinlikle sizi hurma KÜTÜKLERİNİN İÇİNE ASACAĞIM” anlamını elde ederiz. Ki insan, HURMA KÜTÜKLERİNİN İÇİNE ASILMAZ. Ayette “ فىFi” edatı yerine “ علىAla” edatı olsaydı; bu durumda cümlenin anlamı “sizi hurma kütüklerine asacağım” şeklinde olurdu. İşin özü kavranılamadığından; “dallara asılan şeylerin orada durması; ya kabında muhafaza edilen bir şeyin durmasına benzetilmiş”; (Keşşaf, Razi) ya da tutarsız ve asılsız olmasına rağmen “ فىFi” edatı, “ علىala” edatı ile aynı anlamda olup “ علىala” edatı yerine de kullanılır” denilerek konuya gereken önem verilmemiş; baştan savma bir tutum sergilenmiştir. Metne sadakat ve sözcüklerin öz anlamları dikkate alındığında; ayrıca paragrafın ana konusu ve mesajı itibariyle Firavun, Musa’dan yana oluveren yakınlarına, taraftarlarına: “Sizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım; taş ocaklarında çalıştıracağım; zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim” diyerek şiddet ve hiddetini göstermektedir. Netice olarak, diğer ayetlerde konu edilen “ صلبSalb (şiddet uygulanması, yağlarının çıkarılması)”; kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmasıdır. A’raf/ 124, 123-126Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım; taş ocaklarında çalıştıracağım; zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: “Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin ayetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.” –“Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!”– Ta Ha/71, 71Firavun: “Ben size izin vermezden önce mi o'na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz” dedi. Azabın daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu; etkili bilginlerin bilmeleri için azabın temadi etmesi ve bunun şiddetli olması gerekir. Bir anda uygulanan ve hayata son veren cezanın (öldürmek için asmak) ; diğer cezalardan azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunun; cezaya çarptırılan tarafından; bilinmesi düşünülemez. Bu durumda “sizi hurma dallarının içine asacağım.” anlamında hayata son verecek bir azap söz konusu olmayıp bu azabın, etkili bilginlerin rahat ortamdan, kentteki işinden, memuriyetten çıkarılıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yapmaları; taş ocaklarında çalıştırılmaları; zorlu işlerde çalıştırılarak iliklerinin sömürülmesi şeklinde bir ceza olmasıdır. Verilecek cezanın bu türde olacağını Ta Ha/71. ayetinin “ Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz” cümlesi de desteklemektedir. Şuara/49, 49Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden o'na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Andolsun, sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi kestireceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim!” Yusuf/41, 37-41Yûsuf: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan bir toplumun –ki onlar âhireti bilerek reddedenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam tarzını terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb'un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Velâkin insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yapacak, taş ocaklarında çalışacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti” dedi. Nisa/ 157 154-158Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/ en değerlilerini/Mûsâ'yı Tûr'a yükselttik. Ve onlara: “O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin” dedik. Yine onlara: “Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz örtülüdür/ sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O'nu öldürmediler ve o’na sert davranmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah o'nu, Kendine yükseltti/ derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. Maide/33 33,34Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan/onları yakalayıp denetim altına almazdan önce hatalarından dönenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri veya kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmaları yahut sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinin kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir aşağılıktır. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Allah'a ve Elçisi'ne karşı savaşan; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olan ve yeryüzünde kargaşa çıkarmaya çalışanların Maide /33 teki cezalarından biri de; meallerde yer alan öldürmek için asmak (slb) cezası; olmayıp; kent yaşamından uzaklaştırılıp çiftliklerde tarım işçiliği yaptırılması, taş ocaklarında çalıştırılmasıdır. Bu suçun cezalarından biri olan zilletin (hor görülüş,aşağılık) yaşatılmasi için suçluyu asmak amaca engeldir.Suçlu bu dünyada zillet içinde yaşamalıdır.Nitekim Maide/33 dünyada bu şartlar içinde yaşamanın suçlular için bir zillet olduğunu belirtmiştir. 35. Ey iman etmiş olan kişiler! Felâha ermeniz için, Allah'a takvâlı davranın, O'na yaklaştıracak/ulaştıracak şeyleri arayın ve O'nun yolunda gayret gösterin. 36. Şüphesiz, küfretmiş olan şu kimseler; bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı daha, kıyâmet gününün azabından kurtulmalık vermek için kendilerinin olsa, onlardan kabul edilmez. Ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. 37. Onlar, ateş'ten çıkmak isterler. Ama oradan çıkanlar değillerdir. Ve onlar için devamlı bir azap vardır. Bu âyetlerde de uyarılar devam etmektedir: • Mü’minler, felâha ermek [kurtulmak, zafer kazanmak, durumlarını koruyabilmek] için, Allah'a takvâlı davranmalıdır. • Allah'a yaklaştıracak şeyleri aramalı, O'nun rızasını kazandıracak her türlü aracın peşinden koşmalı ve O'nun yolunda gayret göstermelidirler. • Yeryüzündekilerin tümü ve onunla birlikte bir o kadarı daha küfredenlerin olsa ve kıyâmet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak verseler, onlardan kabul edilmez ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. • Onlar, ateş'ten çıkmak isterler. Ama oradan çıkanlar değillerdir. Ve onlar için devamlı bir azap vardır. وسيلة [vesîle], “kendisiyle bir başkasına ulaşılan, yaklaşılan şey” demektir.[15] Burada, mü’minlerden, kendilerini Allah'a yaklaştıracak ameller işlemeleri istenmektedir. Kişiyi Allah'a yaklaştıracak amelleri de şu âyetlerden öğrenebilmekteyiz: Hayır, hayır! Ona itaat etme! Secde et [teslim ol, boyun eğ] ve yakınlaş. (Alak/19) Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlâtlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve sâlihâtı işlerse, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler. (Sebe/37) Yine bedevî Araplardan kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/99) Şüphesiz şu, Rabb'lerinin haşyetinden [Rabb'lerine duydukları derin hayranlık ve saygı sonucu O'ndan uzaklaşma korkusundan] tirtir titreyen kimseler, Rabb'lerinin âyetlerine inanan kimseler, Rabb'lerine ortak tanımayan kimseler, şu, şüphesiz kendileri, Rabb'lerine dönecekler diye verdiklerini kalpleri ürpererek veren kimseler; işte onlar, iyiliklerde yarışanlardır ve onun [iyilikler] için önde gidenlerdir. (Mü’minûn/57-61) Muhâcir ve Ensâr'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Ve O [Allah], onlara, içlerinde temelli kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. (Tevbe/100) Öne geçenler de, öne geçenlerdir. İşte onlar [öne geçenler], yaklaştırılanlardır. (Vâkıa/10-11) Ve yeryüzünde hiçbir dâbbeh/canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. (Hûd/6) Ve andolsun ki, Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık [size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik]. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular kılmıştık [vermiştik]. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir fayda sağlamadı/kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi. (Ahkâf/26) Hayır, hayır! “Ebrâr”ın kaydı, kesinlikle illiyyîn'dedir. –İlliyyîn'in ne olduğunu sana ne bildirdi?– Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır! Şüphesiz ki “ebrâr”, elbette, naim'in içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki onun mühürü/neticesi misktir. Karışımı tesnim'dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır. –Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.– (Mutaffifîn/21-28) Bazıları, buradaki vesîle sözcüğüne, “Allah'a götürecek, Allah ile kul arasında aracı olacak mürşit” manası vermektedirler, ki bu, tevhid ile bağdaşmayan, şirk içeren bir anlayıştır: Dikkatli olun, hâlis din sadece Allah'a aittir. O'nun astlarından birtakım velîler edinenler, “Onlar [Allah'ın astlarından edindiğimiz velîler] bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.” Şüphesiz kendilerinin ihtilaf edip durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez. (Zümer/3) Ölü veya diriyi, peygamber veya sâlih kulu Allah'a aracı yapmaya kalkmak şirktir. Şurası da unutulmamalıdır ki, Allah'a vesile arama yükümlülüğü, sadece Müslümanlar için değil, Peygamber için de geçerlidir. Zira Peygamber de bu âyetin muhatabıdır. Kişiler vesile oluyorsa, peygamberler kimi vesile edineceklerdir? 38. Hırsız erkek ve hırsız kadın; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ikisinin de gücünü/ellerini [ikiden çok el] kesin. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. 39. Sonra kim yaptığı hakksızlıktan sonra tevbe eder ve düzeltirse, bilsin ki, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, gafûr'dur [çok bağışlayandır], rahîm'dir [çok merhamet edendir]. 40. Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar? Ve Allah her şeye en iyi güç yetirendir. Bu âyetlerde toplumda vukû bulabilecek olan hırsızlık hâdisesine karşı tedbirler öngörülmektedir. 33. âyette, yeryüzünde fesat çıkaranların cezalandırılması konu edilmişti. Burada ise, yeryüzünde fesat çıkarma kapsamındaki hırsızlık konu edilmekte ve hırsızlığa karşı önlemler ve hırsızlara uygulanması gereken yaptırımlar bildirilmektedir. Âyette geçen أيد[eyd] sözcüğü, يَد[yed] sözcüğünün çoğulu olabileceği gibi, أيَدَ [eyede] filinden tekil mastar ve isim de olabilir (bkz. Sâd/17, Zâriyât/47, Sâd/45). Tekil olduğu ve eyede fiilinden geldiği kabul edilirse sözcük. “kuvvet” anlamına gelir. Yed sözcüğünün çoğulu olduğu kabul edilirse sözcük, “eller” [üç ve daha fazla el] anlamını ifade eder. Hırsızın ikiden fazla eli olmadığına göre, buradaki “eller” sözcüğü, mecazî olarak anlaşılmalıdır. Bu sözcük, yedullâh [Allah'ın eli] şeklinde de birçok âyette geçmektedir. Allah'ın eli olmadığından, buralarda da sözcük, mecazî anlamıyla kabul edilmelidir. Yed sözcüğü mecazen, “ kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü” anlamında kullanılır. Anlaşılan o ki, O ikisinin ellerini kesin ifadesi, “onların hırsızlık yapma güçlerini, gerekçelerini ortadan kaldırın” anlamındadır. Burada kesme işini, –Yûsuf/31'in delâletiyle– elinde bir iz bırakmak üzere kesme şeklinde yorumlamaya gerek olmadığı gibi, âyetin metni de buna izin vermez. Hırsızlık, “kendine ait olmayan bir şeyi gizlice almak”tır. İnsanlık târihi kadar eski olan hırsızlığı, şekli ve niteliği çağlara göre değişebilir. Bir bahçeden gizlice meyve koparmak, okulda bir kalem-silgi araklamak hırsızlık olduğu gibi, banka soymak, hortumlamak, vergi kaçırmak vs gibi davranışlar da hırsızlıktır. Hayatî tehlike durumunda ihtiyaç miktarı yiyecek çalmak, hırsızlık sayılmaz. Buradaki, ellerini/güçlerini kesin ifadesi, en geniş kapsamıyla, “önce onları hırsızlığa iten açlık ve muhtaçlık gibi gerekçeleri ortadan kaldırın, malı-mülkü kontrol altına alın, teşhir ederek kimsenin iştahını kabartmayın, kapınızı-pencerenizi açık bırakmayın, eğitim, rehabilite merkezleri kurun; keyfî olarak hırsızlık yapanlara karşı da hapis, sürgün vs. gibi caydırıcı cezalar tayin edin, büyük soygun ve vurgunlara karşı hukukî boşlukları doldurun” şeklinde anlaşılabilir. İslâm, câhiliye Araplarının hırsızlık için uyguladıkları el kesme cezasını farklı bir boyuta çekmiş; hırsızlığa karşı tedbirler alınmasını emretmiş ve hırsıza verilecek cezanın şeklini toplumlara bırakmıştır. 41. Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden, durmadan yalana kulak veren ve sana gelmeyen kimseler için dinleyen [casusluk eden] küfür içinde koşuşan şu kimseler seni üzmesin. Onlar, kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara çok büyük bir azap vardır. 42. Yalana çok kulak verenler, haramı çok yiyenler; artık onlar, eğer sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan mesafeli dur. Ve eğer onlardan mesafeli durursan, artık sana hiçbir zaman zarar veremezler. Ve eğer hükmedersen o zaman aralarında hakkaniyetle hükmet. Şüphesiz Allah, hakkaniyetle davrananları sever. 43. İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında iken seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da geri duruyorlar? Onlar, inanan kimseler değillerdir. 44. İçinde hidâyet ve nûr bulunan Tevrât'ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahûdilere hükmederler, rabbaniler [kendilerini Allah'a adamış kişiler] ve ahbar [âlimler] da, Allah'ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. 45. Ve Biz onda [Tevrât'ta] onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. Gâyet açık olan bu âyetlerde, Allah'ın koyduğu ilkelerin önemine dikkat çekilip, Allah'ın âyetlerini dikkate almayanlarla ilgili bilgiler verilmekte ve onların davranışları yüzünden Rasûlullah'ın üzülmemesi istenmektedir. Rasûlullah'ın Medînelilerle yaptığı sözleşmeye göre Yahûdiler, iç işlerinde serbest olup aralarında kendi kanunlarına göre işlerini yürüteceklerdi. Pasajdan anlaşıldığına göre Yahûdiler, kendi kanunlarındaki hüküm işlerine gelmediği zaman, lehlerine bir hüküm verir ümidiyle Rasûlullah'a müracaat ediyorlardı. 42. âyetteki, Yalana çok kulak verenler, haramı çok yiyenler; artık onlar, eğer sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan mesafeli dur. Ve eğer onlardan mesafeli durursan, artık sana hiçbir zaman zarar veremezler. Ve eğer hükmedersen o zaman aralarında hakkaniyetle hükmet. Şüphesiz Allah, hakkaniyetle davrananları sever ifadeleriyle Rasûlullah, onların davasına bakıp bakmamakta serbest bırakılmıştır. Kaynaklarda bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler yer almıştır: Bu âyet, zinâ eden iki Yahûdi hakkında nâzil olmuştur. Yahûdiler, kendi elleriyle Allah'ın kitabını değiştirmişler ve evli kişilerin recmedilmesi emrini te’vîl ve tahrif ederek, yüz sopa ve yüzü karaya boyayıp ters-yüz olarak merkebe bindirme şekline çevirmişlerdi. Hz. Peygamber'in Medîne'ye hicretinden sonra, bu vaka cereyan edince, kendi aralarında dediler ki: “Gelin, Muhammed'in hükmüne başvuralım. Eğer sopa ve yüzü siyaha boyama hükmü verirse, onu alalım. Ve Allah ile kendi aramızda hüccet kılalım. Allah'ın peygamberlerinden bir peygamber, bizim aramızda böylece hüküm vermiş olur. Eğer recm kararı verirse, ona uymayalım.” Mâlik de, Nâfi kanalıyla Abdullah ibn Ömer'in şöyle dediğini nakletmiştir: Yahûdiler, Hz. Peygamber'e geldiler ve kendilerinden bir kadınla bir erkeğin zinâ ettiğini söylediler. Rasûlullah (s.a) onlara, “Tevrât'ta recm konusunda ne görüyorsunuz?” diye sordu. Onlar, Biz, zinâ edenleri sopalatırız” dediler. Abdullah ibn Selâm dedi ki: “Yalan söylüyorsunuz, Tevrât'ta recm vardır.” Tevrât'ı getirdiler, ortaya yaydılar. Birisi elini recm bölümünün üzerine koydu. Bölümün öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah ibn Selâm dedi ki: “Elini kaldır.” O elini kaldırınca, bu kısımda recmle ilgili bölüm bulunduğu görüldü. Yahûdiler, “Muhammed doğru söylüyor. Tevrât'ta recm bölümü vardır” dediler. Rasûlullah (s.a) onlara emretti ve zinâ eden kişiyi recmettirdi. Ben, adamın kadının üzerine eğilip, atılan taşlardan onu korumaya çalıştığını gördüm. Bu hadisi, Buhârî ve Müslim tahric etmişlerdir. Ancak lafız Buhârî'nindir. Buhârî'nin bir başka ifadesinde ise metin şöyledir: Hz. Peygamber Yahûdilere, “Zinâ edenlere ne yaparsınız?” diye sordu. Onlar, “Yüzlerini karaya boyar ve rezil ederiz” dediler. Rasûlullah (s.a), “Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrât'ı getirin de size okuyayım” dedi. Onlar Tevrât'ı getirdiler. Ve şaşı olan beğendikleri bir adama, “Oku” dediler. Adam Tevrât'ı okudu. Nihâyet bir noktaya gelince, elini üzerine koydu. Rasûlullah, “Elini kaldır” dedi. Adam kaldırdı ve görüldü ki, burada recm emri vardır. Adam dedi ki: Ey Muhammed! Burada recm bölümü bulunmaktadır. Ancak biz onu kendi aramızda gizleriz.” Rasûlullah emretti ve zinâ edenlerin her ikisi de recmedildi. Müslim'in ifadesi de şöyledir: “Rasûlullah'a (s.a) zinâ eden erkek ve kadın iki Yahûdi getirildi. Hz. Peygamber, Yahûdilerin yanına gelerek dedi ki: — Sizin Tevrât'ta zinâ eden hakkında ne görüyorsunuz? Onlar şöyle karşılık verdiler: — İkisinin de yüzlerini karalar, merkebin üzerine ters bindirir ve gezdiririz. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: — Eğer doğru söylüyorsanız, getirin Tevrât'ı da onu size okuyayım. Tevrât getirildi ve okundu. Recm bölümüne gelince; Tevrât'ı okuyan delikanlı elini recmle ilgili kısmın üzerine koydu ve bu bolümün başını ve sonunu okudu. Bu sırada Hz. Peygamber'le beraber bulunan Abdullah ibn Selâm dedi ki: “Yâ Rasûlullah! Emir buyur da, elini kaldırsın.” Delikanlı elini kaldırınca görüldü ki; altında recm bölümü bulunmaktadır. Rasûlullah (s.a) emir verdi ve her iki Yahûdi de recmedildi. Abdullah ibn Ömer der ki: “Ben, o iki Yahûdiyi recmedenler arasında bulunuyordum. Kendisini taştan koruduğunu görmüştüm.”[16] Müfessirler şöyle demektedirler: “Hayber ahalisinin soylularından bir erkek ve bir kadın zinâ etmişlerdi. Tevrât'ta zinâ haddi ise, recm idi. Bunun üzerine Yahûdiler, onları recmetmeyi uygun bulmadılar ve evli oldukları hâlde zinâ edenlerin hükmünün ne olduğunu sormak için bazı kimseleri Allah'ın Rasûlü'ne gönderdiler ve onlara şu tembihte bulundular: “Eğer Muhammed, bunların cezasının sopa okluğunu söylerse bunu kabul edin; yok eğer, size onları recmetmeyi emrederse, sakın bunu kabul etmeyin!...” Onlar, bu meseleyi Allah'ın Rasûlü'ne sordukları sırada Cebrâîl, onların recmedileceği hükmünü indirdi. Ama onlar bunu kabule yanaşmadılar. Bunun üzerine Cebrâîl (a.s) Hz. Rasûl'e, “Seninle onlar arasında İbn Sûriyâ'yı (hakem) yap” dedi. Bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a), “Tüysüz, beyaz tenli, şaşı, Fedek'te oturan ve kendisine İbn Sûriyâ denilen bir genç var; onu tanıyor musunuz?” deyince, onlar, “Evet, o yeryüzündeki Yahûdilerin en âlimidir” dediler ve onun hükmüne razı olacaklarını belirttiler. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü İbn Sûriyâ'ya, “Kendisinden başka ilâh olmayan; Hz. Mûsâ'nın geçmesi için denizi yaran; üzerinize Tûr dağını kaldıran; sizi Firavun ve hanedanından kurtarıp. Firavun ve hanedanını suya garkeden; size kitabını, helâl ve haram hükümlerini indiren o Allah aşkına söyle: Evli kimselerin zinâ etmeleri hâlinde, onların recmedileceklerine dair kitabınız Tevrât'ta bir hüküm var mıdır? Böyle bir hüküm biliyor musun?” dedi. İbn Sûriyâ, “Evet, var!” deyince, Yahûdilerin ayak takımı İbn Sûriyâ'nın üzerine atıldılar. Bunun üzerine de İbn Sûriyâ, “Eğer O'na yalan söylemiş olsaydım, üzerimize ilâhî azabın ineceğinden endişelendim...” deyip müteakiben Allah'ın Rasûlü'ne, bildiği alâmetlerden bazılarını sordu. Bunun üzerine İbn Sûriya, “Allah'tan başka ilâh olmadığına, senin Allah'ın Rasûlü ve daha önceki peygamberlerin müjdelediği Arap soyuna mensup ümmî peygamber olduğuna şehâdet ederim...” dedi. Daha sonra Allah'ın Rasûlü, zinâ edenlerin recmedilmesi hükmünü verdi; onlar da Mescid-i Nebevî'nin kapısının önünde recmolundular.[17] |
9. August 2010, 12:05 AM | #5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Ey Peygamber! Seni kederlendirmesin âyetinin nüzûl sebebiyle ilgili olarak üç görüş vardır:
Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Kurayza ve Nadîroğulları hakkında inmiştir. Kurayzalı birisi, Nadîroğulları'ndan birisini öldürdü. Nadîroğulları, Kurayzalılardan birisini öldürdükleri vakit kısas uygulamalarına fırsat vermezlerdi. İleride açıklanacağı üzere onlara [Kurayzalılara] sadece diyet vermekle yetinirlerdi. Bunun üzerine Peygamber'in (s.a) hakemliğine başvurdular. Hz. Peygamber, Kurayzalı ile Nadîroğulları'na mensup iki kişi arasında eşitlik sağlanması gerektiği hükmünü verdi. Bu ise, Nadîroğulları'nın hoşuna gitmedi ve kabul etmediler. Bir diğer görüşe göre bu âyet-t kerîme, Peygamber'in (s.a) Ebû Lubâbe'yi Kurayzaoğulları'na gönderip kendilerine uygulanacak cezanın boğazlarının kesilmesi olduğuna işaret etmesi dolayısıyla Ebû Lubâbe hakkında inmiştir. Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme, Yahûdi erkek ve kadının zinâsı ile recim olayı hakkında nâzil olmuştur. Bu, konu ile ilgili görüşlerin en sahih olanıdır. Bunu, hadis imamları, Mâlik, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Ebû Dâvûd rivâyet etmişlerdir. Ebû Dâvud'un, Câbir b. Abdullah'tan rivâyetine göre, Peygamber (s.a) onlara [Yahûdilere], “Aranızdan en bilgili iki kişiyi yanıma getirin” demiş, bunun üzerine onlar da Sûriyâ adındaki birinin iki oğlunu getirmişlerdi. Hz. Peygamber onlara yüce Allah adına yemin verdirerek sordu: — Bu iki kişinin durumunu Tevrât'ta nasıl bulmaktasınız? Şöyle cevap verdiler: — Bizim Tevrât'ta bulduğumuz şudur: Dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi görecek olurlarsa ikisi de recm olunurlar. Hz. Peygamber sordu: — Peki, sizi bunları recmetmekten alıkoyan nedir? Şöyle cevap verdiler: — Otoritemiz elden gitti, o bakımdan biz de öldürmekten hoşlanmadık. Peygamber (s.a) şâhitleri çağırdı. Şâhitler gelip, erkeğin organının kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi gördüklerine dair şâhitlik ettiler. Peygamber (s.a), ikisinin de recm edilmesi emrini verdi. Buhârî ile Müslim'in dışındaki eserlerde de eş-Şa‘bî'den, Câbir b. Abdullah'tan nakledilerek Câbir'in şöyle dediği kaydedilmektedir: Fedeklilerden bir erkek zinâ etti. Bunun üzerine Fedekliler, Medîne'de bulunan bazı Yahûdilerden, Muhammed'e bu hususu sormalarını; celde vurmayı emrederse kabul etmelerini, recmedilmelerini emrederse kabul etmemelerini istediler. Durumu Hz. Peygamber'e sordular, o da İbn Sûriyâ'yı çağırdı. Aralarında en bilgin kişi oydu. Bir gözü de görmüyordu. Rasûlullah (s.a) ona şöyle sordu: “Sana Allah adına yemin verdiriyorum. Kitabınızda zinâ edenin cezasını ne şekilde buluyorsunuz?” İbn Sûriyâ o'na şöyle dedi: “Allah adına bana and verdirdiğine göre, şunu söyleyeyim: Biz Tevrât'ta, bakmanın bir zinâ, kucaklaşmanın bir zinâ, öpmenin bir zinâ olduğunu görüyoruz. Eğer dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıktaki mil gibi gördüklerine dair şâhitlik edecek olurlarsa, o takdirde (erkeği) recmetmek icap eder. Bunun üzerine Peygamber (s.a), “İşte bu böyledir” buyurdu. Müslim'in Sahîh'inde de el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber'in (s.a) yanına yüzü kömürle karartılmış bir Yahûdi getirildi. Hz. Peygamber Yahûdileri çağırıp şöyle dedi: “Sizler Kitabınızda zinâ edenin cezasının böyle olduğunu mu görüyorsunuz?” Onlar, “Evet” deyince, Hz. Peygamber ilim adamlarından birisini çağırdı ve şöyle buyurdu: “Tevrât'ı Mûsâ'ya indiren Allah adına bana söyle. Kitabınızda zinâ edenin haddini böyle mi buluyorsunuz?” Kişi, “Hayır” dedi, “eğer bu şekilde bana yemin verdirmeseydin sana bildirmeyecektim. Biz, cezanın recm olduğunu görüyoruz. Fakat zinâ, soylularımız arasında çoğaldı O bakımdan soylu bir kimseyi yakaladık mı, onu bırakırdık. Zayıf birisini yakaladık mı, ona had uygulardık. Bu sefer şöyle dedik: ‘Gelin ortaklaşa bir ceza tesbit edelim ve bunu, soyluya da böyle olmayana da uygulayalım.’ Sonunda recm yerine yüzü kömürle karartmayı ve sopa vurmayı tesbit ettik.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: “Allahım! Kendilerinin öldürdükleri bir zamanda Senin emrini ihya eden ilk kişi ben oluyorum” dedi ve recm edilmesini emretti. Bunun üzerine yüce Allah da, Ey Peygamber! Küfür içinde koşuşup duranlar seni kederlendirmesin buyruğunu, Eğer size şu verilirse onu alın (yani, diyorlar ki: “Muhammed'e gidin. Eğer o size yüze kömür çalmayı ve sopa vurmayı emrederse onu kabul edin. Şâyet size recm cezası uygulanması fetvasını verirse, ondan sakının”) buyruğuna kadar indirdi. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir (Mâide/44); Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir (Mâide/45); Kim Allah'ın, indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir (Mâide/47) âyetlerini indirdi.[18] Kitab-ı Mukaddes'teki hükümler ise şöyledir: Bir adam bir kadın alır, yattıktan sonra ondan hoşlanmazsa, ona suç yükler, adını kötüler, “Bu kadınla evlendim, ama onunla yatınca erden olmadığını gördüm” derse, kadının annesiyle babası kızlarının erden olduğuna ilişkin kanıtı alıp kapıda görevli kent ileri gelenlerine getirecekler. Kadının babası ileri gelenlere, “Kızımı bu adamla evlendirdim, ama o kızımdan hoşlanmıyor” diyecek, “şimdi kızımı suçluyor, onun erden olmadığını söylüyor. İşte kızımın erden olduğunun kanıtı!” Sonra anne-baba kızlarının erden olduğunu kanıtlayan yatak çarşafını ileri gelenlerin önüne serip gösterecekler. Kent ileri gelenleri de adamı cezalandıracaklar. Ceza olarak ondan 100 gümüş alıp kadının babasına verecekler. Çünkü adam İsrâîlli bir erden kızın adını kötülemiştir. Kadın adamın karısı kalacak ve adam yaşamı boyunca onu boşayamayacaktır. Ancak bu sav doğruysa, kızın erden olduğuna ilişkin bir kanıt bulunamazsa, kızı baba evinin kapısına çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evindeyken fuhuş yapmakla İsrâîl'de iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü içinizden atacaksınız. Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam, hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrâîl'den kötülüğü atacaksınız. Eğer bir adam kentte başka biriyle nişanlı erden bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa, ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu hâlde yardım istemek için bağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü içinizden atacaksınız. Eğer bir adam kırda nişanlı bir kızla karşılaşır, onu yakalayıp tecavüz ederse, yalnız tecavüz eden adam öldürülecek. Kıza hiçbir şey yapmayacaksınız. Çünkü kızın ölümü hakk edecek bir günahı yoktur. Bu, komşusuna saldırıp onu öldüren adamın davasına benzer. Adam kızı kırda gördüğünde nişanlı kız bağırmışsa da onu kurtaran olmamıştır. Eğer bir adam nişanlı olmayan erden bir kızla karşılaşır, tutup onunla yatarsa ve bu ortaya çıkarsa, kızla yatan adam kızın babasına 50 gümüş verecek. Kıza tecavüz ettiği için onu karı olarak alacak ve yaşamı boyunca onu boşayamayacaktır. Kimse babasının karısını almayacak, babasının evlilik yatağına leke sürmeyecektir.[19] Kim birini vurup öldürürse, kendisi de kesinlikle öldürülecektir. Ama olayda kasıt yoksa, ona ben izin vermişsem, size adamın kaçacağı yeri bildireceğim. Eğer bir adam komşusuna düzen kurar, kasıtlı olarak saldırıp onu öldürürse, sunağıma bile kaçmış olsa, onu çıkarıp öldüreceksiniz. Kim annesini ya da babasını döverse, kesinlikle öldürülecektir. Kim adam kaçırırsa, onu ister satmış olsun, ister elinde tutsun, kesinlikle öldürülecektir. Annesine ya da babasına lanet eden kesinlikle öldürülecektir. Kavga çıkar, bir adam komşusuna taşla ya da yumrukla vurur, vurulan adam ölmeyip yatağa düşer, sonra kalkıp değnekle dışarıda gezebilirse, vuran adam suçsuz sayılacaktır. Yalnız yaralının kaybettiği zamanın karşılığını ödeyecek ve tamamen iyileşmesini sağlayacaktır. Bir adam erkek ya da kadın kölesini değnekle döverken öldürürse, kesinlikle cezalandırılacaktır. Ama köle hemen ölmez, bir iki gün sonra ölürse, köle sahibi ceza görmeyecektir. Çünkü köle onun malı sayılır. İki kişi kavga ederken gebe bir kadına çarpar, kadın erken doğum yapar ama başka bir zarar görmezse, saldırgan, kadının kocasının istediği ve yargıçların onayladığı miktarda para cezasına çarptırılacaktır. Ama başka bir zarar varsa, cana karşılık can, göze karşılık göz, dişe karşılık diş, ele karşılık el, ayağa karşılık ayak, yanığa karşılık yanık, yaraya karşılık yara, bereye karşılık bere ödenecektir. Bir adam erkek ya da kadın kölesini gözüne vurarak kör ederse, gözüne karşılık onu özgür bırakacaktır. Eğer erkek ya da kadın kölesinin dişini kırarsa, dişine karşılık onu özgür bırakacaktır.[20] 46. Ve Biz onların [o peygamberlerin] izleri üzerine, yanlarındaki Tevrât'tan iki eli arasındakileri [sadece içinde konu edilenleri] doğrulayıcı olarak Meryem oğlu Îsâ'nın gelmesini sağladık. Ve o'na Tevrât'tan iki eli arasındakileri doğrulamak, muttakilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl'i verdik. 47. İncîl ehli de Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar fâsıkların ta kendileridir. 48. Sana da Kitap'tan [Tevrât'ın bir bölümünden] kendisinin iki eli arasındakileri [sadece içinde konu edilenleri] doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitab'ı [Kur’ân'ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belâlandırmak [denemek] için (böyle yapmadı). Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. 49. Sen yine aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların hevâlarına uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni fitnelendirmelerinden [vaz geçirmelerinden] sakın. Artık sırt çevirirlerse, artık bil ki şüphesiz Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Ve şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle fâsık kimselerdir. 50. Yoksa câhiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için, hüküm yönünden Allah'tan daha güzel kim olabilir? Bu paragrafta, Mûsâ'dan sonra İsrâîloğulları'ndaki gelişmeler; Hristiyanların ilâhî ilkelere karşı takındıkları tavırlar nakledilerek mü’minler uyarılmaktadır: • Allah o peygamberlerin izleri üzerine, Tevrât'ın tahrif edilen yerlerini yeniden ortaya koymak, tahrif edilmemiş bölümlerini de hayata geçirmek için Meryem oğlu Îsâ'yı peygamber olarak göndermiş ve o'na Tevrât'tan iki eli arasındakileri doğrulamak, muttakilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncîl'i vermiştir. • İncîl ehli de Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetmelidirler. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar fâsıkların ta kendileridir. • Bunlardan sonra da Muhammed'e, Tevrât'ın tahrif edilen kısımlarını ortaya koymak, tahrif edilmemiş bölümlerini de yaşama geçirmek için Kur’ân indirilmiştir. Öyleyse Rasûl onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmetmeli; hakktan saparak onların arzu ve heveslerine uymamalıdır: Hiç şüphesiz ki, bu Kur’ân İsrâîloğulları'na, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin bir çoğunu aktarıp anlatmaktadır. Ve hiç şüphesiz gerçekten o [Kur’ân], kesinlikle mü’minler için bir kılavuz ve bir rahmettir. (Neml/76-77) • Allah tüm toplumlar için bir şeriat ve yol kılmıştır. Eğer Allah dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat sizi denemek için böyle yapmadı. • İnananlar iyiliklerde yarışmalıdır. Herkes Allah'a dönecek, O da, hakkında ihtilafa düşülen şeyleri haber verecektir. • Elçi, aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmetmelidir, onların hevâlarına uymamalıdır. Allah'ın Elçiye indirdiğinin bir kısmından kendisini vaz geçirmelerinden sakınmalı, tedbirli olmalıdır. • Bunlara rağmen sırt çevirirlerse, artık Allah'ın, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratması kaçınılmazdır. Şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle fâsık kimselerdir. • Yoksa câhiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için, hüküm yönünden Allah'tan daha güzel kim olabilir? Bu âyet grubunun iniş sebebine dair şu olay nakledilmiştir: Mukâtil şöyle demiştir: Allah, Hz. Muhammed'i (s.a) peygamber olarak göndermeden önce, Benî Kurayza ile Benî Nadîr arasında bir kan davası bulunmaktaydı. Cenâb-ı Hakk Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderince, bunlar Hz. Muhammed'in hakemliğine başvurdular. Kurayzaoğulları şöyle demişti: “Nadîroğulları bizim kardeşlerimizdir. Babamız, dinimiz ve kitabımız birdir. Binâenaleyh, şâyet Nadîroğulları bizden birisini öldürürse bize 70 vesak [ölçek] hurma verirler. Eğer biz onlardan birisini öldürürsek, onlar bizden, 140 vesak hurma alırlar. Bizi yaraladıkları zaman verecekleri diyet [erş], onların yaralanmalarına mukabil verilecek olan diyetin yarısıdır. Binâenaleyh sen, bizimle onlar arasında hükmet.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Ben, Kurayzalı olan birisinin kanının, Nadîrli olan birisinin kanına; Nadîrli birisinin kanının, Kurayzalı birisinin kanına denk ve müsavi olduğuna hükmediyorum.. Bunlardan birisinin diğerine ne kan, ne diyet, ne de “erş” [yaralama diyeti] hususunda bir üstünlüğü yoktur” dedi. Bunun üzerine Nadîroğulları kızarak, “Biz senin hükmüne razı olmuyoruz; çünkü sen bizim düşmanımızsın...” dediler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hakk, Onlar hâlâ, câhiliye hükmünü mü (yani, câhiliyedeki ilk hükümlerini mi) arıyorlar? âyetini indirdi.[21] 51. Ey iman etmiş kimseler! Yahûdileri ve Hristiyanları velîler edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîsidirler. Sizden kim onları mütevelli [koruyucu, gözetici, yönetici] yaparsa, artık o, şüphesiz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu kılavuzlamaz. 52. Bundan sonra kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, “Bize bir felaket gelmesinden ürperiyoruz” diyerek, onların içinde koşuştuklarını göreceksin. Artık umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olan kimseler olurlar. 53. Ve iman etmiş kişiler, “Kesinlikle, sizinle beraber olduklarına dair, Allah'a bütün güçleriyle yemin edenler bunlar mı?” derler. Onların amelleri boşa gitmiştir ve onlar kaybedenler olmuşlardır. Bu paragrafta, mü’minlere, Yahûdi ve Hristiyanlara karşı uygulamaları gereken ilkeler bildirilmiştir. Âyetlerin ifadeleri gâyet açıktır: • İman edenler, Yahûdi ve Hristiyanları velîler edinmemelidir. Onlar birbirlerinin velîsidirler. Mü’minlerden kim onları mütevelli [koruyucu, gözetici, yönetici] yaparsa, o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu kılavuzlamaz. • Kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, “Bize bir felaket gelmesinden ürperiyoruz” diyerek, onların içinde koşuştukları görülecektir. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olurlar. • İman edenler, onlarla ilgili, “Kesinlikle, sizinle beraber olduklarına dair, Allah'a bütün güçleriyle yemin edenler bunlar mı?” derler. Onların amelleri boşa gitmiş ve onlar kaybetmişlerdir. Bu pasajın iniş sebebine dair şunlar aktarılmıştır: Muhammed ibn İshâk der ki: Yahûdilerden Rasûlullah'la olan anlaşmalarını ilk bozan kabile, Kaynûka oğulları'dır. Âsım ibn Ömer ibn Katâde'nin bana naklettiğine göre; Rasûlullah (s.a) onları kuşatmıştı da en sonunda onlar, Rasûlullah'ın emrine boyun eğmişlerdi. Hz. Peygamber onları mağlup edince, Abdullah ibn Ubey ibn Selûl kalkarak, “Yâ Muhammed! Benim dostlarıma iyi davran” dedi. Çünkü Kaynuka oğulları, Hazreclilerin müttefikiydi. Rasûlullah (s.a) ona doğru eğildi. O, “Ey Muhammed! Benim dostlarıma iyi davran” dedi. Hâkim der ki: Rasûlullah (s.a) ondan yönünü döndürdü. Abdullah İbn Ubey elini Rasûlullah'ın (s.a) zırhının cebine soktu. Rasûlullah (s.a) bırak beni dedi ve kızdı. Öyle ki, yüzünde gölgeler belirdi. Sonra, “Yazıklar olsun sana, bırak beni” dedi. Abdullah ibn Ubey, “Hayır, Allah'a andolsun ki, benim dostlarıma iyi davranıncaya kadar seni bırakmam” dedi, “400 zırhsız, 300 zırhlı beni siyah ve kırmızıya karşı korudular. Sen onları bir sabahta bitirip tüketecek miydin? Ben, olacaklardan korkarım” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), “Onlar senin olsun” dedi. Muhammed ibn İshâk der ki: Ebû İshâk ibn Yessâr Ubâde ibn Sâmit'in oğlu Velîd'in oğlu, Ubâde'den nakletti ki, Ubâde ibn Sâmit şöyle demiş: Rasûlullah (s.a) Kaynuka oğulları'yla savaşa tutuşunca; Abdullah ibn Ubey onlarla ilgilendi ve önlerine durdu. Ubâde ibn Sâmit, Rasûlullah'ın (s.a) yanına doğru yürüdü. Avf ibn Hazrec oğulları, Abdullah ibn Ubey gibi Kaynuka oğulları'nın müttefikiydiler. Ubâde ibn Sâmit, Rasûlullah'ın huzurunda onların ittifakını reddederek, Allah ve Rasûlü'ne durumlarım bildirdi ve dedi ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Onların ittifakından Allah ve Rasûlü'ne güvenirim ve Allah ve Rasûlü ile mü’minlerin dostluğunu kabul eder, kâfirlerin dostluk ve ittifaklarından uzaklaşırım.” İşte bu âyet-i kerîme, Ubâde ibn Sâmit ile Abdullah ibn Ubey hakkında nâzil olmuştur.[22] Âyetin Ebû Lubâbe hakkında nâzil olduğu da İkrime'den bir görüş olarak nakledilmiştir. es-Süddî der ki:” Âyet-i kerîme, Müslümanların Uhud günü korkuya kapılarak sonunda aralarından bazılarının Yahûdi ve Hristiyanları velî edinmeyi içinden kararlaştırmaları şeklinde meydana gelen olay hakkında nâzil olmuştur.” Yine bu âyet-i kerîmenin Ubâde b. es-Sâmit ile Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Ubâde (r.a), bunun üzerine Yahûdileri velî edinmekten vazgeçmiş, buna karşılık İbn Ubey onları dost edinmeye devam ederek, “Ben, zamanla birtakım musibetlerin ortaya çıkmasından korkuyorum” demişti.[23] Mü’minler, gayr-i müslimleri velî, mütevelli edinmemeleri hususunda onlarca kez uyarılmıştır. Burada birkaçını hatırlatıyoruz: Ve zulüm yapan kimselere meyletmeyin, sonra size ateş dokunuverir. Ve sizin için Allah'ın astlarından velîler yoktur. Sonra yardım göremezsiniz. (Hûd/113) Mü’minler, mü’minlerin astlarından kâfirleri velîler edinmesinler. Artık onu her kim yaparsa Allah'tan hiçbir şeyi yoktur. Ancak onlardan bir korunma yapmanız başkadır. Allah sizi Kendisinden çekindiriyor. Ve oluş/varış yalnızca Allah'adır. (Âl-i İmrân/28) Ey iman etmiş kimseler! Kendi seviyenizde olmayanlardan sırdaş [sıkı arkadaş] edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler. Kesinlikle kinleri ağızlarından dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şeyler de daha büyüktür. Eğer siz, aklınızı kullanacaksanız, Biz sizin için âyetleri kesinlikle açığa koymuşuzdur. (Âl-i İmrân/118) 54. Ey iman etmiş kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetli bir toplum getirir ki, O [Allah], onları sever, onlar da O'nu [Allah'ı] severler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, vâsi'dir, çok iyi bilendir. 55. Sizin velîniz, sadece Allah'tır, O'nun Elçisi'dir, bir de rükû eder bir hâlde salâtı ikâme eden, zekâtı veren iman etmiş kimselerdir. 56. Allah'ı, O'nun Elçisi'ni ve iman edenleri kendine velî kabul edenler bilsinler ki, kesinlikle Allah'ın taraftarları gâlip olanların ta kendileridir. 57. Ey iman etmiş kimseler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence edinen kimseleri velîler edinmeyin. Eğer mü’minler iseniz de Allah'a takvâlı davranın. 58. Ve siz onları salâta çağırdığınız zaman, onlar, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarındandır. Bu âyet grubunda, dinden dönenler ve İslâm düşmanları hakkında kurallar konulmaktadır: • Dinlerinden dönecek olurlarsa –ki bunun kendilerinden başka kimseye zararı olmaz– mü’minler bilmelidirler ki, Allah yakında mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetli bir toplum getirir, Allah, onları sever, onlar da Allah'ı severler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. • Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, vâsi'dir, çok iyi bilendir. • Mü’minin velîsi Allah, O'nun Elçisi ve rükû eder bir hâlde salâtı ikâme eden, zekâtı veren kimselerdir. • Allah'ı, Elçisi'ni ve iman edenleri velî edinenler bilsinler ki, Allah'ın taraftarları kesinlikle gâlip olacaklardır. • Mü’minler, kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dinlerini alay ve eğlence edinenleri velîler edinmemeli ve Allah'a takvâlı davranmalıdırlar. • Mü’minler tarafından salâta çağırılanlar, –akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarından dolayı– onu alay ve eğlence edinirler. Akıllı bir toplum olsalar bunu yapmazlar. 55. âyetteki, “rükû hâlinde zekât vermek” –rükû sözcüğünün yanlış anlaşılmasından dolayı– ifadesi çarpıtılarak birtakım masallar üretilmiştir. İbret-i âlem için bunları teşhir ediyoruz: Dilencinin biri, Peygamber'in (s.a) mescidinde bir şeyler dilendiği hâlde kimse ona bir şey vermemişti. O sırada Hz. Ali namazda ve rükû hâlinde bulunuyordu. Sağ elinde de bir yüzük vardı. Dilenciye eliyle işaret etti ve nihâyet dilenci de o yüzüğü aldı el-Kiya et-Taberî der ki: “İşte bu, az amelin namazı iptal etmediğine delalet etmektedir. Çünkü, rükû hâlinde iken yüzüğünü sadaka olarak vermek, namazda yapılan bir iş olup, bundan dolayı namazım iptal etmedi.” Yüce Allah'ın, Ve rükû hâlinde iken zekâtını veren mü’minler buyruğu ise, nafile sadakaya da zekât adının verileceğine delâlet etmektedir. Çünkü, Hz. Ali rükû hâlinde iken yüzüğünü sadaka olarak vermişti. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: Fakat, kendisi ile Allah'ın rızasını istemek kastıyla verdiğiniz zekât ise, işte onlar kat kat artırılanlardır (Rûm/39). İşte burada farz ve nafile de zekâtın kapsamına girmektedir. Buna göre zekât adı, hem farzı hem de nafile sadakayı kapsayan bir isim olmaktadır. Tıpkı, sadaka ve salât isimlerinin her ikisini de [farz olanı da nafile olanı da] kapsaması gibi. Derim ki: Buna göre, burada zekâttan kasıt, yüzüğünü sadaka olarak vermektir. Zekât lafzının, yüzüğü sadaka olarak vermek şeklinde yorumlanması ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü zekât, ancak kendisi için has olan lafzı ile kullanılır. Bu da, daha önce Bakara sûresi'nin baş taraflarında geçtiği gibi, farz olan zekâttır Aynı şekilde bundan önce geçen, Namazını kılan ifadesinin anlamı da böyledir. Namazın ikâme edilmesinin anlamı ise, namazı vakitlerinde ve bütün hukukuna riâyet ederek kılmaktır. Bundan kasıt da farz olan namazdır. Daha sonra yüce Allah, Ve rükû hâlinde iken buyurmaktadır. Bundan maksat ise, nafile namazdır. Şöyle de denilmiştir: Rükû'un tek başına zikredilmesi, onun şerefline dikkat çekmek içindir. Yine denildiğine göre mü’minler, bu âyetin nüzûlü esnasında kimileri namazını tamamlamış, kimileri ise rükû hâlinde bulunuyordu. İbn Huveyzimendâd der ki: Yüce Allah'ın, Ve rükû hâlinde iken zekâtını veren mü’minler buyruğu, namaz esnasında amel-i yesir diye bilinen az miktardaki amelîn caiz olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü, burada bu ifade övgü sadedindedir. Övgü ile ilgili asgari hüküm ise, övülen şeyin mübah oluşudur. Ali b. Ebî Tâlib'in (r.a) dilenciye kendisi namazda iken bir şeyler verdiği rivâyet edilmektedir. Bunun, nafile namazda iken yapılmış olması da mümkündür. Zira, farz namazda böyle bir şey yapmak mekruh görülmüştür. Övgünün, her iki hâlin bir arada olmasına yönelik olma ihtimali de vardır. Adeta namaz ve zekâtın vücubuna inanan kimseyi nitelendirerek, namazdan rükû diye söz etmiş, bunların farz oluşuna inanmayı da bunların fiilen yapılması diye ifade etmiştir. Nitekim, “Müslümanlar namaz kılanlardır” derken, onların bu hâlde iken namaz kılan kimseler olduklarını kastetmediğin gibi, yalnızca namaz hâlinde iken onlar övülmüş olmuyor. Bu ifade ile, bu davranışı yapıp, onun farziyetine inanan kimseler kastedilmektedir.[24] Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi rükû, “şirk koşmadan kulluk etmek”tir. Burada ise, “tam, mükemmel bir imana sahip olarak zekâtını verenler” demek olup münâfıklara karşılık gerçek mü’minler övülmektedir. 59. De ki: “Ey Kitap Ehli! Bizim, sadece Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamız ve şüphesiz sizin çoğunuzun fâsık olması yüzünden mi bizden hoşlanmıyorsunuz? 60. De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekanca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır.” 61. Onlar, size geldikleri zaman da, “İman ettik” dediler. Hâlbuki küfürle girdiler ve onlar kesinlikle onunla [küfürle] çıkmışlardır. Ve Allah, onların gizlemiş olduklarını en iyi bilendir. 62. Onlardan pek çoğunun, günah işlemede, düşmanlıkta ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Bu yaptıkları şeyler ne kadar da kötüdür! 63. Rabbaniler ve din bilginlerinin, onları günahı söylemekten ve haramı yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yapıp ürettikleri şeyler ne kötüdür! 64. Ve Yahûdiler, “Allah'ın eli sıkıdır” dediler. –Söyledikleri şeyler sebebiyle kendi elleri bağlandı ve onlar lanetlendi.– Aksine O'nun [Allah'ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. 65. Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve takvâ sahibi olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık. 66. Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden ] yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! Bu âyet grubunda Ehl-i Kitab'a, köşeye sıkıştıran sorular yöneltilmekte, ayrıca onların mü’minlere kin duymalarının nedeni açıklanmakta, onların durumu ortaya konarak yapmaları gerekenler, onlardan beklenenler bildirilmektedir: • Ey Kitap Ehli! Bizim, sadece Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamız ve şüphesiz sizin çoğunuzun fâsık olması yüzünden mi bizden hoşlanmıyorsunuz? • Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekanca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır. Bu hitaplardan sonra onların durumları açıklanmaktadır: • Onlar, Müslümanlara, “İman ettik” derler. Hâlbuki küfürle girip küfürle çıkmışlardır. Allah, onların gizlediklerini en iyi bilendir. • Onlardan pek çoğu, günah işlemede, düşmanlıkta ve haram yemede yarışır. Bu yaptıkları şeyler ne kötüdür! Bu açıklamalardan sonra onlara, Rabbaniler ve din bilginlerinin, onları günahı söylemekten ve haramı yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yapıp ürettikleri şeyler ne kötüdür! Buyurularak, onların sözde bilginleri, –toplumlarını uyarmadıkları için– kınanmışlar; ardından da Yahûdilerle ilgili çarpıcı açıklamalar yapılmıştır: Yahûdiler, “Allah'ın eli sıkıdır” dediler. –Söyledikleri şeyler sebebiyle kendi elleri bağlandı ve onlar lanetlendi.– Aksine O'nun [Allah'ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Kur’ân, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Allah, onların aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin attı. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve takvâ sahibi olsalardı, kesinlikle Allah, onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardı. Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i, ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden ] yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! 60 ve 66. âyetlerde Mûsâ'nın daha evvel İsrâîloğulları'na verdiği öğütlere işaret edilmektedir: “Put yapmayacaksınız. Oyma put ya da taş sütun dikmeyeceksiniz. Tapmak için ülkenize putları simgeleyen oyma taşlar koymayacaksınız. Çünkü Tanrınız Rabb Benim. Şabat günlerimi kutlayacak, tapınağıma saygı göstereceksiniz. Rabb Benim. Kurallarıma göre yaşar, buyruklarımı dikkatle yerine getirirseniz, yağmurları zamanında yağdıracağım. Toprak ürün, ağaçlar meyve verecek. Bağ bozumuna kadar harman dövecek, ekim zamanına kadar bağlarınızdan üzüm toplayacaksınız. Bol bol yiyecek, ülkenizde güvenlik içinde yaşayacaksınız. Ülkenize barış sağlayacağım. Korku içinde yatmayacaksınız. Tehlikeli hayvanları ülkenizden kovacağım. Savaş yüzü görmeyeceksiniz. Düşmanlarınızı kovalayacaksınız. Kılıç darbeleriyle önünüzde yere serilecekler. 5'iniz 100 kişinin, 100'ünüz 10.000 kişinin hakkından gelecek. Düşmanlarınız kılıç darbeleriyle önünüzde yere serilecek. Size iyilikle bakacağım. Sizi verimli kılıp çoğaltacağım. Sizinle yaptığım antlaşmaya hep bağlı kalacağım. Eski ürününüz yemekle tükenmeyecek. Yeni ürüne yer bulmak için eskisini boşaltmak zorunda kalacaksınız. Konutumu aranızda kuracak, size sırt çevirmeyeceğim. Aranızda yaşayacak, Tanrınız olacağım. Siz de Benim halkım olacaksınız. Ben sizi Mısır'da köle olmaktan kurtaran Tanrınız Rabbim. Boyunduruğunuzu kırdım. Sizi başı dik yaşattım.”[25] |
9. August 2010, 12:06 AM | #6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
TANRI'DAN UZAKLAŞMANIN CEZASI
“Ama Beni dinlemez, bütün bu buyrukları yerine getirmezseniz, cezalandırılacaksınız. Kurallarımı çiğner, ilkelerimden nefret eder, buyruklarıma karşı çıkar, antlaşmamı bozarsanız, sizi şöyle cezalandıracağım: Üzerinize dehşet salacağım. Verem ve sıtma gözlerinizin ferini söndürecek, canınızı kemirecek. Boşa tohum ekeceksiniz, çünkü ürünlerinizi düşmanlarınız yiyecek. Size öfkeyle bakacağım. Düşmanlarınız sizi bozguna uğratacak. Sizden nefret edenler sizi yönetecek. Kovalayan yokken bile kaçacaksınız. Bütün bunlara karşın Beni dinlemezseniz, günahlarınıza karşılık cezanızı yedi kat artıracağım. İnatçı gururunuzu kıracağım. Gök demir, yer bakır olacak. Gücünüz tükenecek. Topraklarınız ürün, ağaçlarınız meyve vermeyecek. Eğer karşı çıkmaya devam eder, Beni dinlemek istemezseniz, günahlarınıza karşılık cezanızı yedi kat artıracağım. Üzerinize yabanıl hayvanlar göndereceğim. Çocuklarınızı öldürecek, hayvanlarınızı yok edecekler. Sayınız azalacak, yollarınız ıssız kalacak. Bununla da yola gelmez, Bana karşı çıkmaya devam ederseniz, Ben de size karşı çıkacağım, günahlarınıza karşılık sizi yedi kez cezalandıracağım. Bozduğunuz antlaşmamın öcünü almak için başınıza savaş getireceğim. Kentlerinize çekildiğinizde aranıza öldürücü hastalık salacağım. Düşman eline düşeceksiniz. Ekmeğinizi kestiğim zaman, on kadın ekmeğinizi bir fırında pişirecek. Ekmeğiniz azar azar, tartıyla verilecek. Yiyecek ama doymayacaksınız. Bütün bunlardan sonra yine Beni dinlemez, Bana karşı çıkarsanız, bu kez Ben de öfkeyle size karşı çıkacağım ve günahlarınıza karşılık sizi yedi kat cezalandıracağım. Açlıktan çocuklarınızın etini yiyeceksiniz. Tapınma yerlerinizi yıkacak, buhur sunaklarınızı yok edeceğim. Cesetlerinizi devrilen putların üzerine serecek, sizden nefret edeceğim. Kentlerinizi viraneye çevirecek, tapınaklarınızı yıkacağım. Beni hoşnut etmek için sunduğunuz kokuları duymayacağım. Ülkenizi viran edeceğim, oraya yerleşen düşmanlarınız bile şaşkına dönecek. Sizi öbür ulusların arasına dağıtacak, kılıcımla peşinize düşeceğim. Ülkeniz viran olacak, kentleriniz harabeye dönecek. Siz düşmanlarınızın ülkesinde yaşarken, ülke ıssız kaldığı yıllar boyunca Şabatlar'ın sevincini yaşayacak. Ancak o zaman dinlenip Şabatları'nın tadına varacak. Üzerinde yaşadığınız Şabat yıllarında görmediği rahatı ıssız kaldığı yıllarda görecek. Düşman ülkelerinde sağ kalanlarınızın yüreğine öyle bir korku düşüreceğim ki, rüzgârın sürüklediği yaprakların sesinden bile kaçacaklar. Savaştan kaçarcasına kaçacaklar. Peşlerinde kovalayan olmadığı hâlde düşecekler. Kovalayan yokken savaştan kaçarcasına birbirlerinin üzerine yıkılacaklar. Düşmanlarınızın karşısında ayakta duramayacaksınız. Öbür ulusların arasında yok olacaksınız. Düşman ülkeler sizi yutacak. Artakalanlarınız gerek kendi, gerekse atalarının suçlarından ötürü düşman ülkelerde eriyip gidecekler. Ama işledikleri suçları, atalarının suçlarını, Bana karşı geldiklerini, ihanet ettiklerini itiraf eder (bu yüzden onlara karşı çıkıp kendilerini düşman ülkelerine sürmüştüm), inadı bırakıp alçakgönüllü olur, suçlarının bedelini öderlerse, Ben de Ya‘kûb'la, İshâk'la, İbrâhîm'le yaptığım antlaşmayı ve onlara söz verdiğim ülkeyi anımsayacağım. Ülke önce ıssız bırakılacak ve ıssız kaldığı sürece Şabatlar'ın tadına varacak. Onlar da işledikleri suçların bedelini ödeyecekler; çünkü ilkelerimi reddettiler, kurallarımdan nefret ettiler. Bütün bunlara karşın, düşman ülkelerindeyken yine de onları reddetmeyecek, onlardan nefret etmeyeceğim. Böylece hepsini yok etmeyecek, kendileriyle yaptığım antlaşmayı bozmayacağım. Çünkü Ben onların Tanrısı Rabbim. Tanrıları olmak için öbür ulusların önünde Mısır'dan çıkardığım atalarıyla yaptığım antlaşmayı onlar için anımsayacağım. Rabb Benim.” Rabbin Sina Dağı'nda Mûsâ aracılığıyla Kendisiyle İsrâîl halkı arasına koyduğu kurallar, ilkeler, yasalar bunlardır.[26] “Eğer Tanrınız Rabbin sözünü iyice dinler ve bugün size ilettiğim bütün buyruklarına uyarsanız, Tanrınız Rabb sizi yeryüzündeki bütün uluslardan üstün kılacaktır. Tanrınız Rabbin sözünü dinlerseniz, şu bereketler üzerinize gelecek ve sizinle olacak: Kentte de, tarlada da kutsanacaksınız. Rahminizin meyvesi kutsanacak. Toprağınızın ürünü, hayvanlarınızın dölü –sığırlarınızın buzağıları, sürülerinizin kuzuları– bereketli olacak. Sepetiniz ve hamur tekneniz bereketli olacak. İçeri girdiğinizde de, dışarı çıktığınızda da kutsanacaksınız. Rabb size saldıran düşmanlarınızı önünüzde bozguna uğratacak. Onlar size bir yoldan saldıracak, ama önünüzden yedi yoldan kaçacaklar. Rabbin buyruğuyla ambarlarınız dolu olacak. El attığınız her işte Rabb sizi kutsayacak. Tanrınız Rabb size vereceği ülkede sizi kutsayacak. Tanrınız Rabbin buyruklarına uyar, O'nun yollarında yürürseniz, Rabb size içtiği and uyarınca sizi Kendisi için kutsal bir halk olarak koruyacaktır. Yeryüzündeki bütün uluslar Rabbe ait olduğunuzu görecek, sizden korkacaklar. Rabb atalarınıza and içerek size söz verdiği ülkede bolluk içinde yaşamanızı sağlayacak: Rahminizin meyvesi kutsanacak; hayvanlarınızın yavruları, toprağınızın ürünü verimli olacak. Rabb ülkenize yağmuru zamanında yağdırmak ve bütün emeğinizi verimli kılmak için göklerdeki zengin hazinesini açacak. Birçok ulusa ödünç vereceksiniz; siz ödünç almayacaksınız. Rabb sizi kuyruk değil, baş yapacak. Eğer bugün size ilettiğim Tanrınız Rabbin buyruklarını dinler, onlara iyice uyarsanız, altta değil, her zaman üstte olacaksınız. Bugün size ilettiğim buyrukların dışına çıkmayacak, başka ilâhların ardınca gitmeyecek, onlara tapmayacaksınız.”[27] LANETLER “Ama Tanrınız Rabbin sözünü dinlemez, bugün size ilettiğim buyrukların, kuralların hepsine uymazsanız, şu lanetler üzerinize gelecek ve size ulaşacak: Kentte de, tarlada da lanetli olacaksınız. Sepetiniz ve hamur tekneniz lanetli olacak. Rahminizin meyvesi, toprağınızın ürünü, sığırlarınızın buzağıları, sürülerinizin kuzuları lanetli olacak. İçeri girdiğinizde lanetli olacaksınız; dışarı çıktığınızda da lanetli olacaksınız. Rabbe sırt çevirmekle yaptığınız kötülükler yüzünden el attığınız her işte O sizi lanete uğratacak, şaşkına çevirecek, paylayacak. Sonunda üzerinize yıkım gelecek ve çabucak yok olacaksınız. Rabb, mülk edinmek için gideceğiniz ülkede sizi yok edinceye dek, salgın hastalıkla cezalandıracak. Veremle, sıtmayla, iltihapla, yakıcı sıcaklıkla, kuraklıkla, sam yeliyle, küfle cezalandıracak. Siz yok oluncaya dek bunlar sizi kovalayacak. Başınızın üstündeki gök tunç, ayağınızın altındaki yer demir olacak. Rabb siz yok oluncaya dek gökten yağmur yerine, ülkenize toz ve kum yağdıracak. Rabb sizi düşmanlarınızın önünde bozguna uğratacak. Onlara bir yoldan saldıracak, ama önlerinden yedi yoldan kaçacaksınız. Yeryüzündeki bütün uluslar için dehşet verici bir örnek olacaksınız. Ölüleriniz gökteki bütün kuşlara ve yabanıl hayvanlara yem olacak; onları korkutup kaçıran kimse olmayacak. Rabb sizi iyileşemeyeceğiniz Mısır çıbanıyla, urlarla, kaşıntıyla, uyuzla vuracak. Rabb sizi delilikle, körlükle, şaşkınlıkla cezalandıracak. Öğle vakti körlerin karanlıkta el yordamıyla yürüdüğü gibi yürüyeceksiniz. Yaptığınız her şeyde başarısız olacak, sürekli sıkıştırılacak, yağmalanacaksınız. Sizi kurtaran olmayacak. Bir kızla nişanlanacaksınız, ama başka biri onunla yatacak. Ev yapacak ama içinde oturmayacaksınız. Bağ dikecek ama üzümünü toplamayacaksınız. Öküzünüz gözünüzün önünde kesilecek ama etini yemeyeceksiniz. Eşeğiniz zorla sizden alınacak, geri getirilmeyecek. Davarlarınız düşmanlarınıza verilecek. Sizi kurtaran olmayacak. Oğullarınız, kızlarınız gözlerinizin önünde başka bir ulusa verilecek. Her gün onları gözlemekten gözlerinizin gücü tükenecek. Elinizden bir şey gelmeyecek. Tanımadığınız bir halk toprağınızın ürününü ve bütün emeğinizi yiyecek. Sürekli sıkıştırılacak, ezileceksiniz. Gözlerinizle gördükleriniz sizi çıldırtacak. Rabb dizlerinizi, bacaklarınızı tepeden tırnağa iyileşmeyen ağrılı çıbanlarla vuracak. Rabb sizi ve başınıza atayacağınız kralı sizin de atalarınızın da bilmediği bir ulusa sürecek. Orada ağaçtan, taştan yapılmış başka ilâhlara tapacaksınız. Rabbin sizi süreceği bütün uluslar başınıza gelenlerden dehşete düşecek; sizi aşağılayacak, sizinle eğlenecekler. Çok tohum ekecek, ama az toplayacaksınız. Çünkü ürününüzü çekirge yiyecek. Bağlar dikecek, bakımını yapacak, ama şarap içmeyecek, üzüm toplamayacaksınız. Onları kurt yiyecek. Ülkenizin her yerinde zeytinlikleriniz olacak, ama zeytinyağı sürünmeyeceksiniz. Zeytin ağaçlarınız ürününü yere dökecek. Oğullarınız, kızlarınız olacak, ama sizinle kalmayacaklar, sürgüne gönderilecekler. Bütün ağaçlarınızı, toprağınızın ürününü çekirgeler yiyecek. Aranızdaki yabancılar yükseldikçe yükselecek, sizse alçaldıkça alçalacaksınız. O sana ödünç verecek, ama sen ona ödünç vermeyeceksin. O baş, sen kuyruk olacaksın. Bütün bu lanetler başınıza yağacak. Yok oluncaya dek sizi kovalayacak ve size erişecek. Çünkü Tanrınız Rabbin sözünü dinlemediniz, size verdiği buyrukları, kuralları yerine getirmediniz. Bu lanetler siz ve soyunuz için sonsuza dek bir belirti, şaşılası bir olay olarak kalacak. Madem bolluk zamanında Tanrınız Rabbe sevinçle, hoşnutlukla kulluk etmediniz, Rabbin üzerinize göndereceği düşmanlara kölelik edeceksiniz. Aç, susuz, çıplak kalacaksınız; her şeye gereksinim duyacaksınız. Rabb sizi yok edinceye dek boynunuza demir boyunduruk vuracak. Rabb uzaktan, dünyanın öbür ucundan bir ulusu –dilini bilmediğiniz bir ulusu– birden çullanan bir kartal gibi başınıza getirecek. Yaşlılara saygı, küçüklere sevgi beslemeyen acımasız bir ulusu. Siz yok oluncaya dek hayvanlarınızın yavrularını, toprağınızın ürününü yiyip bitirecekler. Size ne tahıl, ne şarap, ne zeytinyağı, ne sığırlarınızın buzağılarını, ne de sürülerinizin kuzularını bırakacaklar; ta ki, siz ortadan kalkıncaya dek. Güvendiğiniz yüksek, dayanıklı surlar yerle bir oluncaya dek ülkenizdeki bütün kentlerde sizi kuşatacaklar. Tanrınız Rabbin size verdiği ülkedeki bütün kentleri kuşatacaklar. Kuşatma sırasında düşmanınızın vereceği sıkıntıdan rahminizin meyvesini, Tanrınız Rabbin size verdiği oğulların, kızların etini yiyeceksiniz. Aranızdaki en yumuşak, en duyarlı adam bile öz kardeşine, sevdiği karısına, sağ kalan çocuklarına acımayacak; yediği çocuklarının etini onların hiç biriyle paylaşmayacak. Çünkü düşmanın kuşatma sırasında sizi sıkıştırması yüzünden kentlerinizde hiç yiyecek kalmayacak. Aranızda en yumuşak, en duyarlı kadın –yumuşaklığından ve duyarlılığından ayağının tabanını yere basmak istemeyen kadın– bile sevdiği kocasından, öz oğlundan, kızından, plasentayı ve doğuracağı çocukları esirgeyecek. Çünkü kuşatma sırasında düşmanın kentlerinizde size vereceği sıkıntıdan, yokluktan onları gizlice yiyecek. Bu kitapta yazılı yasanın bütün sözlerine uymaz, Tanrınız Yahve'nin yüce ve heybetli adından korkmazsanız, Rabb sizi ve soyunuzu korkunç belâlarla, büyük ve sürekli belâlarla, ağır, iyileşmez hastalıklarla vuracak. Sizi ürküten Mısır'ın bütün hastalıklarını yeniden başınıza getirecek; size yapışacaklar. Siz yok oluncaya dek Rabb bu Yasa Kitabı'nda yazılmamış her türlü hastalığı ve belayı da başınıza getirecek. Gökteki yıldızlar kadar çok olan sizler, sayıca az bırakılacaksınız. Çünkü Tanrınız Rabbin sözüne kulak vermediniz. Size iyilik yapmak, sizi çoğaltmak Rabbi nasıl sevindirdiyse, sizi yıkmak ve yok etmek de öyle sevindirecektir. Mülk edinmek için gideceğiniz ülkeden sökülüp atılacaksınız. Rabb sizi dünyanın bir ucundan öbür ucuna, bütün halklar arasına dağıtacak. Orada sizin de atalarınızın da tanımadığı, ağaçtan ve taştan yapılmış başka ilâhlara tapacaksınız. Bu uluslar arasında ne esenliğiniz ne de dinlenecek bir yeriniz olacak. Orada Rabb size titreyen yürekler, umutsuzluk ve bakmaktan yorulmuş gözler verecek. Sürekli can kaygısı içinde yaşayacaksınız. Gece gündüz dehşet içinde olacaksınız. Yaşamınızın güvenliği olmayacak. Yüreğinizi kaplayan dehşet ve gözlerinizin gördüğü olaylar yüzünden, sabah, ‘Keşke akşam olsa’, akşam, ‘Keşke sabah olsa’ diyeceksiniz. Bir daha görmeyeceksiniz dediğim yoldan Rabb sizi gemilerle Mısır'a geri gönderecek. Orada erkek ve kadın köle olarak kendinizi düşmanlarınıza satmaya kalkışacaksınız; ama satın alan olmayacak.”[28] 64. âyette Yahûdilerin, “Allah'ın eli sıkıdır” sözleriyle ilgili şu bilgi verilmiştir: Muhammed ibn İshâk der ki: Bize Muhammed ibn Ebû Muhammed, Sa‘îd veya İkrime kanalıyla Abdullah ibn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletti: Şeys ibn Kays isimli bir Yahûdî dedi ki: “Senin Rabbın cimridir, harcamaz.” Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'yi indirdi.[29] Allah onların ithamlarını reddetmiş, gayr-i insanî karakterlerini, Söyledikleri şeyler sebebiyle kendi elleri bağlandı ve onlar lanetlendi. Aksine O'nun [Allah'ın] iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez ifadeleriyle teşhir etmiştir. Yahûdilerin bu âyette konu edilen karakterlerine daha evvel de değinilmiştir: İşte onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın. Yoksa onlar için mülkten bir pay mı vardır?! Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi. Yoksa onlar insanları, Allah'ın onlara lütfundan verdiği şey için kıskanıyorlar mı? Bakınız şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk [hükümranlık] verdik. (Nisâ-52-54) Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61) Rabbimizin ihsanı ise gerçekten sayılamayacak ölçüdedir: Allah, gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip de onunla size rızık olarak çeşitli meyveler çıkarandır. Ve O [Allah], emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi, ırmakları da emrinize verdi. Sürekli olarak dönüş hâlinde olan güneşi ve ayı da emrinize verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi. Ve O, Kendisinden istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz de sayamazsınız! Şüphesiz insan kesinlikle çok zâlim, çok nankördür. (İbrâhîm/32-34) 67. Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler toplumuna hidâyet etmez. Gâyet net ve anlaşılır bir ifadeye sahip olan âyette Kitap Ehlinin tavırları nakledildikten sonra Rabbimiz, Elçisi'ne, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler toplumuna hidâyet etmez buyurarak, o'nun görevini yapıp gerisine karışmamasını istemektedir. Bu tarz ifadeler birçok âyette [A‘râf/62, 79, 93, 68; Hûd/57; Ahkâf/23; Cinn/28] geçmişti. Elçiler her türlü şat altında tebliğ görevlerini yapmakla yükümlüdür; mesajları saklayamazlar, uhdelerinde tutamazlar, mesaja ekleme yapamazlar. Kendi aleyhine bile olsa mesajı tebliğ etme zorundadır. Âyetteki, Allah da seni insanlardan koruyacaktır ifadesiyle, Elçi'nin hem şahsının hem de elçiliğinin korunacağı garantisi verilmiş ve nitekim Rasûlullah'ın tebliğ ettiği vahiyler ve şahsı her türlü saldırıya rağmen korunmuştur: Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr'i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız. (Hicr/9) Ve Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytân onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytânın attığı şeyleri giderir. Sonra da Allah, o Allah, şeytânın bıraktığını, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseler için fitne kılmak, –şüphesiz zâlimler de kesinlikle uzak bir ayrılık içindedirler.– Ve kendilerine ilim verilmiş olan kimseler, onun [Kur’ân'ın] şüphesiz Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler de ona iman etsinler, sonra da kalpleri ona saygı duysun diye âyetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah alîm'dir, hakîmdir [yasalar koyan, güçlendirendir]. Ve şüphesiz Allah, iman eden kimseleri dosdoğru yola kılavuzlayandır. (Hacc/52-54) O nedenle, sen onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbinin övgüsü ile birlikte tesbîh et, ve geceden bir bölümde. Ve secdelerin artlarında da O'nu tesbîh et. (Kaf/39-40) 68. De ki: “Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni ikâme etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık ve küfrü artırıyor. Öyleyse kâfirler toplumu için üzülme! 69. Şüphesiz şu iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Sâbiiler ve Nasraniler; kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. 70. Andolsun ki Biz, İsrâîloğulları'nın sözleşmesini aldık ve kendilerine elçiler gönderdik; ne zaman ki onlara elçi, nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle geldi; bir kısmını yalanladılar bir kısmını da öldürürler. 71. Ve onlar, bir fitne olmayacağını sandılar da körleştiler ve sağırlaştılar. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşti, sağırlaştı. Ve Allah, onların yaptıkları şeyleri en iyi görendir. 72. Andolsun “Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun barınağı da ateş'tir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur” demişti. 73. Andolsun “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek İlâh'tan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. 74. Hâlâ onlar, Allah'a tevbe etmez ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 75. Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açığa koyuyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl döndürülüyorlar! 76. De ki: “Allah'ın astlarından sizin için zarar ve fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Oysa Allah, çok iyi işitendir, çok iyi bilendir.” 77. De ki: “Ey Kitap Ehli! Dininizde hakkın dışında aşırılığa gitmeyin. Daha evvel sapmış, bir çoklarını sapıtmış ve yol'un ortasından sapmış bir toplumun tutkularına da uymayın.” 78. İsrâîloğulları'ndan şu küfreden kimseler, Dâvûd ve Meryem'in oğlu Îsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyledir. 79. Onlar, yaptıkları kötülüklerden birbirlerini men etmiyorlardı. Elbette, yapıp durdukları şey ne kötü idi! Bu âyetlerde de konunun merkezinde olan Ehl-i Kitabın yanlışları sayılmakta, doğru yola gelmeleri istenmektedir. Onlara önce, Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni ikâme etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz çağrısı yapılarak, Tevrât ve İncîl'de yer alan ilkeleri hayata geçirmedikçe bir değerlerinin olmayacağı açıklanmıştır. Bu mesaj Cum‘a sûresi'nde şöyle yer almıştı: Kendilerine Tevrât yükletilip de sonra onu taşımayan kimselerin durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan toplumun misali ne kötüdür! Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez. (Cum‘a/5) Bu çağrının mesajı daha evvel detaylıca kendilerine iletilmişti: Ehl-i Kitaptan bir çoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. Bir de onlar [inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler], “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.” Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak yüzünü [kendisini] Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. Ve Yahûdiler, “Hristiyanlar bir şey üzerinde değillerdir” dediler. Hristiyanlar da, “Yahûdiler bir şey üzerinde değillerdir” dediler. Oysa onlar, kitab'ı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların sözü gibisini dediler. Artık içinde ihtilaf edip durdukları şeylerde, kıyâmet günü aralarında Allah hüküm verecektir. (Bakara/109-113) Bu çağrıdan sonra Rasûlullah, Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık ve küfrü artırıyor. Öyleyse kâfirler toplumu için üzülme! denilerek teselli edilmiş, sonra da onların geçmişine ve âkıbetlerine dair birtakım bilgiler verilmiştir: Şüphesiz şu iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Sâbiiler ve Nasraniler; kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Andolsun ki Biz, İsrâîloğulları'nın sözleşmesini aldık ve kendilerine elçiler gönderdik; ne zaman ki onlara elçi, nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle geldi; bir kısmını yalanladılar bir kısmını da öldürdüler. Ve onlar, bir fitne olmayacağını sandılar da körleştiler ve sağırlaştılar. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşti, sağırlaştı. Ve Allah, onların yaptıkları şeyleri en iyi görendir. Andolsun “Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder onun barınağı da Ateş'tir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur.” demişti. Andolsun “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap dokunacaktır. Bu açıklamalardan sonra sitemkâr ifadelerle, Hâlâ onlar, Allah'a tevbe etmez ve O'ndan af dilemezler mi? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açığa koyuyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl döndürülüyorlar! buyurularak kınanmışlar, ardından da, Allah'ın astlarından sizin için zarar ve fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Oysa Allah, çok iyi işitendir, çok iyi bilendir. Ey Kitap Ehli! Dininizde hakkın dışında aşırılığa gitmeyin. Daha evvel sapmış, birçoklarını sapıtmış ve Yol'un ortasından sapmış bir toplumun tutkularına da uymayın denilerek hakka davet edilmişler, sonra da hem Ehl-i Kitaba hem de başkalarına ibret olmak üzere, İsrâîloğulları'ndan küfreden kimselerin, isyan etmeleri, aşırı gitmeleri yaptıkları kötülüklerden birbirlerini men etmemeler nedeniyle Dâvûd ve Meryem'in oğlu Îsâ diliyle lanetlendiği bildirilmiş, en sonunda da isyanları, aşırı gitmeleri ve nemelazımcılıkları, Elbette, yapıp durdukları şey ne kötü idi! ifadeleriyle kınanmıştır. 72. âyetteki, Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder onun barınağı da ateş'tir. Ve zâlimler için yardımcılardan kimse yoktur” demişti ifadesiyle, ellerindeki İncîl nüshalarına da işaret edilmiştir: Îsâ İblis'e şu karşılığı verdi: “‘Tanrın olan Rabbi sınama’ diye de yazılmıştır.” İblis aynı şekilde Îsâ'yı çok yüksek bir dağa çıkarıp o'na tüm görkemleriyle dünyanın bütün ülkelerini gösterdi. “Yere kapanıp bana taparsan, bütün bunları sana vereceğim” dedi. Îsâ ona şöyle karşılık verdi: “Çekil git, Şeytân! ‘Tanrın olan Rabbe tap, yalnız O'na kulluk et’ diye yazılmıştır.” Bunun üzerine İblis Îsâ'yı bırakıp gitti. Melekler de gelip Îsâ'ya hizmet ettiler.[30] Ayrıca bu sûrenin 116-117. âyetlerinde de şöyle ifade buyurulmuştur: Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen, ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin” dedi. Burada, Hristiyanların inançlarına dair Merhum Mevdûdî'nin açıklamalarını aynen aktarıyoruz: Bu âyet Hz. Îsâ'yı (a.s) tanrı kabul eden Hristiyan doktrinini açıkça reddeder. Eğer bir kişi o'nun ne olduğunu içtenlikle bilmek isterse, burada verilen işaretlerin yardımıyla kolayca insandan başka bir şey olmadığı yargısına varacaktır. İncîl de o'nun bir insan ve normal insanların istek ve ihtiyaçlarına tâbi olduğuna tanıklık etmektedir: “Bir kadından [Meryem] doğmuştur o. Diğer insanlar gibi o'nun da bir soy kütüğü vardır; başka insan bedenleri gibi aynı özellik ve sınırları taşıyan bir bedeni vardı; uyur, yer, soğuğu ve sıcağı hissederdi; şeytânın kışkırtmasına bile maruz kaldı.” Bütün bunlar o'nun ilâh ve Allah'a ilâhlığında ortak olamayacağını açıkça göstermektedir. Hristiyanların kendi İncîlleri o'nu sadece bir insan olarak nitelerken, ilâhlığı Hz. Îsâ'ya (a.s) vermekte ısrar etmeleri zihnî sapıklığın tuhaf bir marifetidir. Bu, onların İncîl'lere değil de, kendilerinin icat edip, ilâhlığa yükselttikleri hayalî bir Hz. Îsâ'ya (a.s) inandıklarının açık bir delilidir. Burada, Hristiyanların kendilerinden sapık itikat ve yollar edinmiş oldukları yanlış yoldaki uluslara telmihte bulunulmaktadır. Telmih, fantezileri Hristiyanları başlangıçta kendilerine gösterilmiş olan Doğru Yol'dan saptıran Yunan filozoflarındandır özellikle. Mesih'in ilk izleyicilerinin inançları, büyük ölçüde şâhit oldukları gerçeğe ve peygamberlerinin kendilerine öğrettiğine uygun düşüyordu. Fakat, daha sonra Hristiyanlar Mesih'e saygı ve bağlılık göstermede sınırları öylesine aştılar ve inançlarının felsefî yorumlarından ve fantezilerinden öylesine etkilendiler ki, Mesih'in gerçek öğretileriyle ortak hiçbir yanı olmayan yeni bir din icat ettiler. Bu bağlamda, Charles Anderson Scott'un Jesus Chrıst'tinden alınan şu satırlar (s. 677-678) (Encyclopadia Britannica, 14. baskı) okunmaya değer: “Matta, Markos ve Luka'nın (bu noktada taşıdığı gerçek anlam ve önem kuşkuludur) başlangıcındaki doğuş hikayelerinden ayrı olarak, bu üç İncîl'de yazarlarının Îsâ'yı, insandan, özellikle Allah'ın rûhuyla donanmış ve Allah'la kendisinden ‘Allah'ın oğlu’ olarak söz edilen varlığını hakklılayan kopmaz ilişki içinde bulunan bir insandan başka bir şey olarak düşündüklerini gösteren hiçbir şey yoktur. Matta bile o'na, bir marangozun oğlu olarak değinir ve Petrus'un o'nu Mesih olarak tasdik etmesinden sonra, ‘kendisini alıp sert sözler sarfetmeye başladığını’ anlatır (Matta, XVI:22) ve Luka'da iki mürit Emmaus yolunda o'ndan hâlâ ‘Allah ve tüm insanlar önünde amelde ve sözde sağlam bir peygamber’ olarak söz etmektedirler (Luka, XXIV:19). Oldukça ilginçtir ki, Markos yazılmadan önce “Rabb”in Hristiyanlar arasında yaygın biçimde Îsâ'yı tanımlamak için kullanılmakta olduğu gerçeğine rağmen ikinci İncîl'de hiçbir zaman bu isimle anılmaz. (Kelime Allah için serbestçe kullanılırken, Îsâ hakkında birinci İncîl'de de görülmez.) Üçü de taşıdığı büyük önemi vurgulayarak ve bütünüyle Îsâ'nın çektiği işkenceyi ve ölümünü anlatır, fakat ‘kefaret’ bölümü (Markos, X:45) ve Son Yemek'teki bazı sözler dışında, bu kelimeye sonradan eklenen anlamla ilgili hiçbir işaret yoktur. Îsâ'nın ölümünden günah veya afla herhangi bir ilgisinin bulunduğu bile ima edilmez. Pavlos ‘kefaret’ sözünü etmeseydi, yalnızlığı ve muğlaklığı içinde yaptığını da yapmayacaktı.” Aynı yazar yine şöyle diyor: “Onun kendisini bir peygamber olarak gördüğü, ‘Bugün, yarın veya yarından sonra yoluma gitmeliyim, çünkü bir peygamberin Kudüs'ten yok olup gitmesi olmaz’ gibi birkaç sözünde belli olmaktadır” (Luka, 13:39). O sık sık kendisine ‘insanoğlu’ der. Hatta göğe çıkışından sonra bu çıkış olayı nedeniyle Îsâ'nın ‘Allah'ın oğlu’ yapılıp tam bir güçle donatıldığını açıklayanın azîz Pavlos olduğunu söyler. “Îsâ hiçbir zaman kendisine ‘Allah'ın oğlu’ demez” der o ve bu ismin kendisine başkaları tarafından verildiği zaman, bununla herhâlde ancak o'nun mesih olduğunun itiraf edildiğini belirtir. “Fakat Îsâ kendisini her zaman mutlak anlamda “oğul” olarak tarif eder... Bunun da ötesinde, Allah'la olan ilişkisini tarif etmek için yine mutlak olarak “Baba” kelimesini kullanır. Onun bu ilişkinin eşsizliğini her zaman farketmediği düşünülebilir; öyle ki, hayatının ilk döneminde ilk ayrıcalığını başka insanlarla paylaştığı bir ayrıcalık sanıyordu; fakat edindiği hayat tecrübesi ve insan tabiatı hakkındaki derin bilgi, kendisini bu ayrıcalıkta yalnız olduğunu görmeye zorladı. Petrus'un Pentrikos'ta söylenmiş ‘Allah'tan razı olmuş kişi’ sözleri, çağdaşlarının Îsâ'yı nasıl tanıyıp kabul ettiklerini gösterir... İncîller bu sözlerin kabul edilmesi gerektiği hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Onlardan öğrendiğimize göre, Îsâ fizikî, zihnî ve tabiî gelişme aşamalarından geçmiş, acıkmış, susamış, yorulmuş ve uyumuştu; şaşırtılabilir ve bilgi isteyebilirdi; acı çeker ve ölürdü. Hiç bir zaman sonsuz bilgi iddiasında da bulunmadı. “Böyle bir iddia, kuşkusuz yalnızca İncîllerin yarattığı izlenime ters düşmekle kalmayacak, aynı zamanda, başlıca günaha teşvik, ‘Gethsemane’ ve Çarmıha Gerilme tecrübeleriyle de uzlaştırılamayacaktı. Bu tür tecrübeler tümden gerçek dışı görülmedikçe, Îsâ bunları yaşamış ve insanî bilgideki peygamberî basirete ve marifete dayalı birtakım değişikliklere tâbi insan bilgisinin sınırları içerisinde bu tecrübelerden geçmiş olmalıdır. Îsâ'yı her şeye gücü yeter görmek için de öyle pek neden yoktur. Onun Allah'tan bağımsız veya bağımsız bir ilâh olarak davrandığına dair hiçbir gösterge yoktur. Gerçekte, ibâdet alışkanlığının ve böylesi ancak ibâdetle gider gibi sözlerinin de ortaya koyduğu üzere, Allah'a olan bağımlılığını itiraf etmektedir kendisi. Hatta kendisine mutlak anlamda yalnızca Allah'a ait olan iyiliği ve hayrı da yakıştırmamıştır o. Son şekilleriyle Hristiyan Kilisesi, doğmuş Îsâ'yı ilâhî varlık düzeyine çıkarıncaya değin yazıya geçirilmemiş olmalarına rağmen, bir yanda kayıtların Îsâ'nın gerçek insanlığıyla ilgili tüm delilleri barındırması, öte yandan hiçbir yerde o'nun kendisini Allah olarak gördüğüne dair herhangi bir şeyin bulunmaması İncîllerin gerçek târihî karakterleri konusunda dikkat çekici bir şehâdettir... “Allah'ın oğlu ismine, Îsâ ile ilgili olarak kullanıldığı şekliyle ilk olarak tümden dinî bir muhteva verenin, ilk Hristiyan toplumu mu yoksa bizzat Pavlos'un kendisi mi olduğunu kestirmek mümkün olmayabilir. Herhâlde birincisi, yani toplumun kendisi olsa gerektir. Fakat havari Pavlos şüphesiz bu ismi tüm anlamıyla benimsemiş ve ‘Oğul Îsâ/Krist'e Ahd-i Atik'te özellikle Rabb Yehova'ya verilen pek çok fikir ve deyim aktararak anlamı açıklığa kavuşturmak için çok şeyler yapmıştır. Her ismin üstünde bu ismi, ‘Rabb’ ismini vermiştir o'na. Aynı zamanda Krist'i Allah'ın hikmeti ve Allah'ın şanı ile eşleştirip, o'na mutlak anlamda Oğul'luk da vermekle Pavlos, Îsâ [Krist] için Allah'la miras yoluyla gelen eşsiz, ahlâkî kişisel ve sonsuz bir ilişki iddia etmiş oluyordu. Öte yandan, Pavlos çoğu biçim ve yollarla Îsâ'yı Allah'la eşleştirmişse de, kendisi o'ndan Allah olarak söz etmekten kaçınmıştır...” (s. 22-25, Enc. c. 13, 1946). “(Üçleme) düşüncesi biçimleri Yunan filozoflarına ait olup, onlardan Yahûdi öğretilerine girmiştir. Böylece, tipik bir bileşimle karşılaşıyoruz. Îsâ'nın kişiliğinde olgunlaşan Kitab-ı Mukaddes'in dinî doktrinleri yabancı bir felsefenin içinden geçmektedir... “Üçleme Doktrini'nde Yahûdi kaynağı, Baba, Oğul ve Rûh terimlerini donattı. Îsâ son terimi nadiren kullandığı gibi, Pavlos'un onu kullanışı da o kadar açık değildir. Yahûdi edebiyatında ise bu bütünüyle şahıslaştırılmıştır. Görüldüğü üzere Yunan etkisiyle değişikliğe uğramışsa da, malzeme Yahûdi'ye aittir; fakat sorun Yunan'ındır ve öncelik ahlâkî hatta dinî bile değil, metafizikîdir. Nedir bu üç faktör arasındaki ontolojik ilişki? Kilisenin cevabı İznik formülündedir ve Yunan karakteri taşımaktadır...” (Enc. Britanicca, c: 5, s. 633 son satır, “Christianity” maddesi.)[31] Pasajın son âyetlerinde “İsrâîloğulları'ndan şu küfreden kimseler, Dâvûd ve Meryem'in oğlu Îsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyledir. Onlar, yaptıkları kötülüklerden birbirlerini men etmiyorlardı. Elbette, yapıp durdukları şey ne kötü idi!” burularak, İsrâîloğulları'nın isyan, aşırı gitme ve nemelazımcılıkları yüzünden Davut ve Îsâ peygamber tarafından lanetlendikleri de açıklanmıştır. Bu lanetlenme olayını Kitab-ı mukaddes'te görebilmekteyiz: Yâ Rabb! Neden uzak duruyorsun, sıkıntı günlerinde Kendini gizliyorsun? Kötüler gururla mazlumları avlıyor, mazlumlar kötülerin kurduğu tuzağa düşüyor. Kötü insan içindeki isteklerle övünür, açgözlü insan Rabbe lanet okur, O'nu hor görür. Kendini beğenmiş kötü insan Tanrı'ya yönelmez, hep, “Tanrı yok!” diye düşünür. Kötülerin yolları her zaman başarıya götürür. Öyle yücedir ki Senin yargıların, kötüler anlayamaz, düşmanına burun kıvırır. İçinden, “Ben sarsılmam” der, “hiçbir zaman sıkıntıya düşmem.” Ağzı lanet, hile ve zulüm dolu, dilinin altında kötülük ve fesat saklı. Köylerin çevresinde pusu kurar, masumu gizli yerlerde öldürür, çaresizi sinsice gözler. Gizli yerlerde pusuya yatar çalılıktaki aslan gibi, kapmak için mazlumu bekler ve ağına düşürüp yakalar. Kurbanları çaresiz çöker, saldıranın üstün gücü altında ezilir. Kötü insan içinden, “Tanrı unuttu” der, “örttü yüzünü, asla göremez.” Kalk, yâ Rabb, kaldır elini, ey Tanrı! Mazlumları unutma! Neden kötü insan Seni hor görsün, içinden, “Tanrı hesap sormaz” desin? Oysa Sen sıkıntı ve acı çekenleri görürsün, Yardım etmek için onları izlersin;çaresizler Sana dayanır, öksüzün yardımcısı Sensin. Kötünün, hakksızın kolunu kır, sormadık hesap kalmasın yaptığı kötülükten. Rabb sonsuza dek kral kalacak, uluslar O'nun ülkesinden temizlenecek. Mazlumların dileğini duyarsın, yâ Rabb, yüreklendirirsin onları, kulağın hep üzerlerinde; öksüze, düşküne hakkını vermek için, bir daha dehşet saçmasın ölümlü insan.[32] ASAF'IN MEZMURU Güçlü olan Tanrı, Rabb konuşuyor; güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar yeryüzünün tümüne sesleniyor. Güzelliğin doruğu Siyon'dan parıldıyor Tanrı. Tanrımız geliyor, sessiz kalmayacak, önünde yanan ateş her şeyi kül ediyor, çevresinde şiddetli bir fırtına esiyor. Halkını yargılamak için yere göğe sesleniyor: “Toplayın önüme sadık kullarımı, kurban keserek Benimle antlaşma yapanları.” Gökler O'nun doğruluğunu duyuruyor, çünkü yargıç Tanrı'nın Kendisidir. Sela: “Ey halkım, dinle de konuşayım, ey İsrâîl, sana karşı tanıklık edeyim: Ben Tanrı'yım, senin Tanrı'nım! Kurbanlarından ötürü seni azarlamıyorum, yakmalık sunuların sürekli önümde. Ne evinden bir boğa, ne de ağıllarından bir teke alacağım. Çünkü bütün orman yaratıkları, dağlardaki bütün hayvanlar Benimdir. Dağlardaki bütün kuşları korurum, kırlardaki bütün yabanıl hayvanlar Benimdir. Acıksam sana söylemezdim, çünkü bütün dünya ve içindekiler Benimdir. Ben boğa eti yer miyim? Ya da keçi kanı içer miyim? Tanrı'ya şükran kurbanı sun, Yüceler Yücesi'ne adadığın adakları yerine getir. Sıkıntılı gününde seslen Bana, seni kurtarırım, sen de Beni yüceltirsin.” Ama Tanrı kötüye şöyle diyor: “Kurallarımı ezbere okumaya ya da antlaşmamı ağzına almaya ne hakkın var? Çünkü yola getirilmekten nefret ediyor, sözlerimi arkana atıyorsun. Bir hırsız görünce onunla dost oluyorsun, zinâ edenlere ortak oluyorsun. Ağzını kötülük için kullanıyor, dilini yalana koşuyorsun. Oturup kardeşine karşı konuşur, ananın oğluna kara çalarsın. Sen bunları yaptın, Ben sustum, Beni kendin gibi sandın. Seni azarlıyorum, suçlarını gözünün önüne seriyorum. Dikkate alın bunu, ey Tanrı'yı unutan sizler! Yoksa parçalarım sizi, kurtaran olmaz. Kim şükran kurbanı sunarsa Beni yüceltir; yolunu düzeltene kurtarışımı göstereceğim.”[33] Bundan sonra Îsâ halka ve öğrencilerine şöyle seslendi: “Din bilginleri ve Ferisiler Mûsâ'nın kürsüsünde otururlar. Bu nedenle size söylediklerinin tümünü yapın ve yerine getirin, ama onların yaptıklarını yapmayın. Çünkü söyledikleri şeyleri kendileri yapmazlar. Ağır ve taşınması güç yükleri bağlayıp başkalarının omuzlarına koyarlar da, kendileri bu yükleri taşımak için parmaklarını bile kıpırdatmak istemezler. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin, muskalarını büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde baş köşeye, havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda selâmlanmaktan ve insanların kendilerini ‘Rabbî’ diye çağırmalarından zevk duyarlar. Kimse sizi ‘Rabbî’ diye çağırmasın. Çünkü sizin bir tek öğretmeniniz var ve hepiniz kardeşsiniz. Yeryüzünde kimseye ‘Baba’ demeyin. Çünkü bir tek Babanız var, o da göksel Baba'dır. Kimse sizi ‘önder’ diye çağırmasın. Çünkü bir tek önderiniz var, o da Mesih'tir. Aranızda en üstün olan, diğerlerinin hizmetkârı olsun. Kendini yücelten alçaltılacak, kendini alçaltan yüceltilecektir. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin egemenliğinin kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz, ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz! Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız. Dininize döneni de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız. Vay halinize kör kılavuzlar! Diyorsunuz ki: ‘Tapınak üzerine and içenin andı sayılmaz, ama tapınaktaki altın üzerine and içen, andını yerine getirmek zorundadır.’ Budalalar, körler! Hangisi daha önemli, altın mı, altını kutsal kılan tapınak mı? Yine diyorsunuz ki: ‘Sunak üzerine and içenin andı sayılmaz, ama sunaktaki adağın üzerine and içen, andını yerine getirmek zorundadır.’ Ey körler! Hangisi daha önemli, adak mı, adağı kutsal kılan sunak mı? Öyleyse sunak üzerine and içen, hem sunağın hem de sunaktaki her şeyin üzerine and içmiş olur. Tapınak üzerine and içen de hem tapınak, hem de tapınakta yaşayan Tanrı üzerine and içmiş olur. Gök üzerine and içen, Tanrı'nın tahtı ve tahtta oturanın üzerine and içmiş olur. Vay hâlinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını verirsiniz de, Kutsal Yasa'nın daha önemli yönleri olan adalet, merhamet ve sadakati ihmal edersiniz. Ondalık vermeyi ihmal etmeden esas bunları yerine getirmeniz gerekirdi. Ey kör kılavuzlar! Küçük sineği süzer ayırır, ama deveyi yutarsınız! Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz, ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar. Vay hâlinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz, ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Peygamberlerin mezarlarını yaparsınız, doğru kişilerin türbelerini donatırsınız. ‘Atalarımızın yaşadığı günlerde yaşasaydık, onlarla birlikte peygamberlerin kanına girmezdik’ diyorsunuz. Böylece, peygamberleri öldürenlerin torunları olduğunuza siz kendiniz tanıklık ediyorsunuz. Haydi, atalarınızın başlattığı işi bitirin! Sizi yılanlar, sizi engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kaçacaksınız? İşte bunun için size peygamberler, bilge kişiler ve din bilginleri gönderiyorum. Bunlardan kimini öldürecek, çarmıha gereceksiniz. Kimini havralarınızda kamçılayacak, kentten kente kovalayacaksınız. Böylelikle, doğru kişi olan Hâbil'in kanından, tapınakla sunak arasında öldürdüğünüz Berekya'nın oğlu Zekeriyyâ'nın kanına kadar, yeryüzünde akıtılan her doğru kişinin kanından sorumlu tutulacaksınız. Size doğrusunu söyleyeyim, bunların hepsinden bu kuşak sorumlu tutulacaktır. Ey Kudüs! Peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs! Bir tavuk, civcivlerini kanatları altına nasıl toplarsa, ben de kaç kez senin çocuklarını öylece toplamak istedim, ama siz istemediniz. Bakın, eviniz ıssız bırakılacak! Size şunu söyleyeyim: ‘Rabbin adıyla gelene övgüler olsun!’ diyeceğiniz zamana dek beni bir daha görmeyeceksiniz.”[34] Onların sapmaları Kur’ân'da birçok yerde konu edilmiştir: De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekanca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır.” (Mâide/60) Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olan kimseleri görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin yol'dan sapmanızı istiyorlar. Ve Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Ve velî olarak Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter. (Nisâ/44-45) 80. Onlardan bir çoğunu, küfretmiş kişileri mütevelli [kollayıcı, gözetici, yönetici] yaptıklarını görürsün. Benliklerinin kendilerinin önüne getirdiği şey; Allah'ın kendilerine gazap etmesi ne kadar kötüdür! Onlar, azap içinde de sürekli kalıcıdırlar. 81. Ve eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilene inanmış olsalardı, onları velîler edinmezlerdi. Velâkin onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. Ehl-i Kitabın genel durumuyla ilgili bilgilerden sonra Rasûlullah'a o devirdeki Yahûdilerle ilgili açıklamalar yapılmakta, bilgiler verilmektedir: • Onlardan bir çoğunun, küfredenleri mütevelli [kollayıcı, gözetici, yönetici] yaptıkları, savaşlarda mü’minlere karşı müşriklerin yanında yer aldıkları görülür. Bu hareketleri, Allah'ın kendilerine gazap etmesine sebeptir. Onlar, azap içinde sürekli kalıcıdırlar. • Onlar, Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilene inanmış olsalardı, onları velîler edinmezlerdi. Allah'a inanan kimse, kâfiri velî edinmez. Ancak yoldan çıkmış kimseler bunu yapar. 82. Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, “Şüphesiz biz Nasraniyiz [Hristiyanlarız]” diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır. 83-84. Ve onlar Elçi'ye indirileni [Kur’ân'ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar, “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” ve “Biz, Rabbimizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, neden Allah'a ve hakktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!” derler. 85-86. Allah da, onların böyle demeleri sebebiyle, onları, içinde sürekli kalanlar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetler ile mükâfâtlandırmıştır. Ve işte bu, muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] karşılığıdır. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler; işte onlar, cahîm'in [cehennemin] ashâbıdır. Bu âyetlerde de Ehl-i Kitap ile ilgili bilgiler verilmektedir: • İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi, Yahûdiler ve ortak koşan kimselerdir. • İman edenlere sevgi bakımından en yakın olanlar da, “Şüphesiz biz Nasraniyiz [Hristiyanlarız]” diyenlerdir. Bu ise, içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onların büyüklük taslamamalarından dolayıdır. Onlar Elçi'ye indirileni [Kur’ân'ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözleri yaşla dolar ve “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” ve “Biz, Rabbimizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, neden Allah'a ve hakktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!” derler. Allah da, böyle demeleri sebebiyle onları, içinde sürekli kalanlar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetler ile mükâfâtlandırmıştır. İşte bu, muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] karşılığıdır. İnkâr eden ve Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar ise, cehennemin ashâbıdır. Kur’ân'ın değişik âyetlerinde Ehl-i Kitabın hepsinin aynı olmadığı, içlerinde ehl-i insaf kimselerin bulunduğu da vurgulanmıştır: Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah'a huşû [saygı] duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabb'leri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Âl-i İmrân/199) Ondan [sözden; vahiyden, Kur’ân'dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar ona [söz'e; vahye, Kur’ân'a] da inanırlar. Ve onlara o [söz; vahiy, Kur’ân] okunduğu zaman onlar; “Biz ona [söz'e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [Müslümanlardık]” dediler. İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler. Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz câhilleri aramıyoruz” derler. (Kasas/52-55) De ki: “Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [saygılarını, alçak gönüllüğünü] artırır.” (İsrâ/107-109) Ayrıca Âl-i İmrân/114, Bakara/62, Ahkâf/10, En‘âm/114 âyetlerinde de açıklama yapılmıştır. Bu âyet grubunun inişi ile ilgili şu nakillere mevcuttur: İbn İshâk'ın Sîret'inde ve diğerlerinde meşhur olduğuna göre bu âyet-i kerîme, müşriklerden ve onların işkencelerinden korkarak Müslümanların “I. Habeşistan Hicreti” diye bilinen hicretleri esnasında Necaşî'nin ve arkadaşlarının yanına gitmeleri üzerine; onlar hakkında nâzil olmuştur. Sayıca az değillerdi. Daha sonra Rasûlullah (s.a) Medîne'ye hicret etti, fakat kendileri Hz. Peygamber'e ulaşamadılar. Çünkü Rasûlullah (s.a) ile kendileri arasına (yani, yanına gitmelerine) ortadaki savaş hâli engel olmuştu. Bedir vakasında Allah'ın takdiri ile kâfirlerin ileri gelenleri öldürülünce, Kureyş kâfirleri şöyle dediler. “Siz, intikamınızı Habeşistan topraklarında alabilirsiniz. Necaşî'ye birtakım hediyeler ile aranızdaki görüş sahibi kimselerden iki kişi gönderin. Belki yanında bulunanları size verir ve siz de Bedir'de sizden öldürülenlere karşılık onları öldürürsünüz.” Bunun üzerine Kureyş kâfirleri, Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebî Rebia'yı birtakım hediyelerle gönderdiler. Peygamber (s.a) de bunu işitince, Amr b. Umeyye ed-Damrî'yi (Habeşistan'a) gönderdi ve onunla birlikte Necaşî'ye verilmek üzere bir mektup verdi. Amr b. Umeyye, Necaşî'nin yanına vardı. Ona Rasûlullah'ın (s.a) mektubunu okudu. Daha sonra da Ca‘fer b. Ebî Tâlib ile Muhâcirleri çağırdı. Ayrıca, rahiplere ve keşişlere de haber göndererek onları bir araya topladı. Arkasından Ca‘fer'e, bunlara Kur’ân-ı Kerîm okumasını emretti. O da Meryem sûresi'ni okudu. Yerlerinden gözleri yaşla dola dola kalktılar. İşte yüce Allah, İman edenlere sevgi beslemeleri bakımından en yakınlarını da, “Biz Hristiyanlarız” diyenleri bulacaksın âyetini bunlar hakkında indirdi. Bunu, Artık bizi şâhit olanlarla beraber yaz” (Mâide/83) buyruğuna kadar okudu.[35] 87. Ey iman eden kimseler! Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı [temiz-nefis şeyleri] haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. 88. Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve siz inandığınız Allah'a takvâlı davranın. Bu âyetlerde mü’minlere, Ey iman eden kimseler! Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı [temiz-nefis şeyleri] haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve siz inandığınız Allah'a takvâlı davranın buyurularak, Allah'ın helâl kıldığı şeyleri mü’minlerin kendilerine haram kılmaları ve haddi aşmaları yasaklanmaktadır. Mü’minler, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği helâl ve güzel şeylerden, savurganlık yapmadan yiyip içmeli ve Allah'a takvâlı davranmalıdırlar. |
9. August 2010, 12:06 AM | #7 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Bu mesaj da Kur’ân'da sıkça vurgulanmaktadır:
Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur. (Furkân/67) Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz. (A‘râf/31-32) Ey Peygamber! Eşlerinin rızalarını arayarak Allah'ın helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haramlaştırıyorsun? Ve Allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir. (Tahrîm/1) Ve Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah'a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En‘âm/93) Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah'a yalan uydurmak için, “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah'a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar. (Nahl/116) Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır: Taberî'nin, İbn Abbâs'a kadar ulaşan bir senetle naklettiğine göre âyet-i kerîme, Peygamber'e (s.a) gelip şöyle diyen bir kişi hakkında nâzil olmuştur: “Ey Allah'ın Rasûlü! Ben et yedim mi, cinsî isteğim harekete geçer ve şehvetim bana gâlip gelir. O bakımdan et yemeyi haram kıldım.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme, aralarında Ebû Bekr, Ali, İbn Mes‘ûd, Abdullah b. Ömer, Ebû Zer el-Ğıfarî, Ebû Huzeyfe'nin azatlı kölesi Sâlim, el-Mikdad b. el-Esved, Selman-i Farisî ve Ma‘kil b. Mukarrin'in (Allah hepsinden razı olsun) de bulunduğu, Rasûlullah ashâbından bir topluluk dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar, Osman b. Maz‘un'un evinde bir araya geldiler ve gündüz oruç tutup, gece namaz kılmak, döşek üzerinde uyumamak, et ve yağlı şeyler yememek, kadınlara yaklaşmamak, koku sürünmemek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip dünyayı reddetmek, yeryüzünde dolaşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını da kesmek üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[36] 89. Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız; ağız alışkanlığı yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız; sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından; en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, şükredesiniz [karşılığını ödersiniz] diye âyetlerini sizin için böyle açığa kor. Bu âyette yapılan yeminlerle ilgili ilkeler konulmuştur: • Allah insanları, kasıtsız olarak/ağız alışkanlığı dolayısıyla yaptıkları yeminlerden sorumlu tutmaz. • Fakat kasıtlı yapılan, sözleşmeler oluşturulan yeminlerden sorumlu tutar. • Yeminin kefareti, aileye yedirilenlerin en hayırlısından/iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. • Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Ve iyilerden olmanıza, takvâlı davranmanıza, insanlar arasını düzeltmenize, Allah'ı, yeminleriniz için engel kılmayın. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/224) 90. Ey iman etmiş kişiler! Hamr [içki, uyuşturucu ile aklı örtmek], kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Öyleyse felâha ermeniz için bundan [şeytân işinden] kaçının. 91. Gerçekten şeytân, hamr ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitimden, öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmişler [vazgeçmişler] misiniz? 92. Ve Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve sakının. Artık eğer uzak durursanız, biliniz ki, Elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir. 93. İnanan ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. Bu âyette; uyuşturucu, içki, kumar ve falcılık gibi insanın kimyasını bozup insanı zararlı işlere yönelten davranışlardan kaçınılması için ilkeler konuyor. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve nettir: • خمر [hamr/içki, uyuşturucu], kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytân işlerinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Bu nedenle mü’minler, felâha ermeleri; zarar görmemeleri için bunlardan kaçınmalıdır. • Şeytân, içki ve kumarda insanlar arasında düşmanlık ve kin sokmak ve insanları Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitimden, öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. O nedenle bunu yapanlar bu işe son vermelidirler? • Mü’minler Allah'a itaat etmeli, Elçi'ye itaat etmeli ve takvâlı davranmalıdır. İnsanlar, Allah'tan ve Elçi'den uzak dururlarsa bu kendilerinin bileceği bir şeydir. Elçiye düşen sadece apaçık tebliğdir. • İnanan ve sâlihâtı işleyenlere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. 90. âyetteki, خمر[hamr] sözcüğü, “aklı örten şeylerin ortak adı” olup خَمَرَ [hamere] fiilinin de mastarıdır ve anlamı “örtmek” tir. Bu pasajda tercih edilmesi gereken anlam ise, –90. âyetteki “şeytân işleri” ve 93. âyetteki “tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur” ifadesinden hareketle– sözcüğün mastar anlamıdır. Bakara/219'da hamr/içki, uyuşturucu ve kumar konu edilmişti: Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: “Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir.” (Bakara/219-220) Âyetteki ifadeler, bu şeytân işlerini; içki, kumar, ensab [Allah'tan başkalarına tapınmak için adanmış ve içlerinde Allah'tan başka şeylerin adlarına kurbanlar ve hediyeler sunular yerler] ve kehanet araçlarını kesinlikle yasaklamaktadır. Çünkü bunlar, pistir, pisliktir, zararlıdır. Zira, içki ve uyuşturucu alan, kumarda heyecanlanan kimsenin kimyası bozulmakta, akıl, dikkat, hafıza vs. gibi melekleri çalışmamakta; meydan şeytâna, İblise kalmaktadır. Böylece tefekkürsüz ve kontrolsüz sözler sarf edilmekte, işler yapılmaktadır. Bunun sonucu olarak da düşmanlıklar ve cinâyet gibi kötü sonuçlar meydana gelmektedir. 87-88. âyetlerde, Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı [temiz-nefis şeyleri] haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve siz inandığınız Allah'a takvâlı davranın buyurulmuştu. İşte içki, kumar kazancı, put adağı, kehanet gelirleri tayyibattan olmadığı için yasaklanmıştır. Bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler nakledilmiştir: Yüce Allah, Muhakkak şeytân, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister âyeti ile kullarına, şeytânın düşmanlık ve kini, aramıza içki ve başka şeylerle düşürmek istediğini bildirmektedir. O bakımdan bizi bunlardan sakındırdı ve bunları bize yasakladı. Rivâyete göre, Ensâr'dan iki kabile şarap içtiler ve sarhoş oldular. Biri ötekine hoş olmayan şeyler yaptı. Ayıklıklarında, onlardan birisi yüzünde kendisine yapılanların etkilerini gördü. Bunlar ise kardeş gibiydiler. Kalplerinde kin namına bir şey yoktu. Onlardan birisi, “Eğer kardeşim bana şefkatli olsaydı, bunu bana yapmazdı” dedi. Böylelikle aralarında kin baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah da, Muhakkak şeytân içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister âyetini indirdi.[37] İbn Abbâs, el-Berâ b. Âzib ve Enes b. Mâlik der ki: İçkiyi haram kılan buyruk nâzil olunca, ashâptan bazıları, “İçki içip kumar parasını yediği hâlde aramızdan ölenlerin durumu nasıl olacak?” gibi bazı sözler söylediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Buhârî, Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Ebû Talha'mn evinde içki içenlere içki veriyordum. Bunun üzerine içkinin haram kılındığına dair buyruk nâzil oldu. Peygamber de bir münadiye bunu yüksek sesle ilan etmesini emredince, Ebû Talha şöyle dedi: “Dışarı çık da bu sesin ne olduğuna bir bak.” Dışarı çıktım, (gelip) şöyle dedim: “Bu, ‘Haberiniz olsun muhakkak içki artık haram kılındı’ diye ilan eden bir münadidir.” Bu sefer Ebû Talha şöyle dedi: “Git ve o şarabı dök.” O şarap, el-Fadîh'den [yarılmış taze hurmadan yapılıp ateşte pişirilmeyen bir şarap] yapılmıştı. (Enes devamla) der ki: Şarap, Medîne sokaklarında akıp gitti. Kimisi şöyle dedi: “Karınlarında (şarap) bulunduğu hâlde bir topluluk öldürüldü.” Bunun üzerine yüce Allah, İman edip sâlih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur âyetini indirdi.[38] 93. âyetteki, İnanan ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever ifadesi, birtakım tutarsız nakillerden hareketle “önceden tattıklarından sorumlu tutulmayacaklardır” diye çevrilmektedir. Bazıları da buradan, “helâl olan yiyecek ve içeceklerin yenilip içilmesinde sakınca yoktur” anlamı çıkarmaya çalışmışlar, bunu teyit için de şu nakilleri zikretmişlerdir: Rivâyet edildiğine göre, içkiyi haram kılan âyet nâzil olunca, sahabe, “Bizim kardeşlerimiz Uhud günü'nde içki içtiler, sonra da öldürüldüler [şehit düştüler]. Binâenaleyh, onların durumları nasıl olacak?” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kertme nâzil oldu ki, bunun manası, “Bu hususta onlara bir günah yoktur. Çünkü onlar içkiyi, helâl olduğu bir sırada içmişlerdi” şeklindedir.[39] İçkinin haramlığını ifade eden âyet nâzil olduğu zaman, Hz. Ebû Bekr (r.a), “Yâ Rasûlallah! Daha önce içki içtiği ve kumar oynadığı hâlde ölmüş olan kardeşlerimizin [mü’minlerin] durumu ne olacak ve yine şu anda bizden uzak beldelerde bulunup, Allah'ın içkiyi haram kıldığını bilmeyen ve içkiyi tatmaya devam edenlerin durumu ne olacak?” demişti de, işte bu âyetler nâzil olmuştu.[40] Eşyada aslolan ibaha olduğuna göre böyle bir hükmün verilmesinin bir mantığı olmasa gerektir. Âyette açıkça, aklı örten yiyecek ve içeceklerin aklı örtmeyecek, salâttan ve Allah'ın zikrinden geri kalmayacak ölçüde yenilip içilmesinde bir sakınca olmadığı bildirilmektedir. Harâm olan, ister yiyecek, ister içecek, ister nefesle alınacak bir şey olsun aklın devreden çıkacağı ölçüde yiyip içmektir. 94. Ey iman etmiş kimseler! Kesinlikle Allah, ğaybda [tenhada] kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için sizi bir şeyle; ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla sınar. Öyleyse kim bundan sonra haddi aşarsa artık acıklı azap onun içindir. 95. Ey iman etmiş kimseler! Siz dokunulmaz iken [hacc görevini sürdürürken] av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder– yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır [yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar]. Ve Allah, azîz'dir, intikam sahibidir. 96. Deniz [su] avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helâl kılındı. Kara avı ise, siz dokunulmaz [hacc görevi sürdürür] olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah'a takvâlı davranın. Bu âyetlerde normal zamanlarda ve hacc görevi ifa edilirken avlanma ilkeleri bildirilmektedir: • Allah mü’minleri, tenha yerlerde, kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için ellerinin ve mızraklarının erişeceği bir avla sınamaktadır. Mü’minler bu konuda dikkatli olup haddi aşmamalıdır. Haddi aşanlar acıklı azap ile azaplandırılırlar. • Mü’minler hacc esnasında av hayvanı öldürmemelidir. Kim kasten av hayvanı öldürürse, yaptığının vebalini tatması için Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –hayvanın niteliği, mü’minler arasından iki adaletli kişi tarafından belirlenecektir– yahut kefaret olarak miskinleri doyuracaktır yahut onun dengi oruç tutacaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah onu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar. • Deniz [su] avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere helâldir. • Kara avı ise, hacc esnasında haramdır. Mü’minler bu kurala uymalı ve Kendisine toplanılacak olan Allah'a takvâlı davranmalıdır. 97. Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Harâm'ı, haram ayı, hedyi [hacc yapanlara yiyecek yollamayı, hediye etmeyi] ve gerdanlıkları [hacc yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri] insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. Bu âyette Ka‘be'nin fonksiyonu bildirilmektedir. Meseleyi iyi anlayabilmek için daha evvel inmiş olan şu âyetlere de dikkat edilmelidir. Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musalla [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık. (Bakara/125) Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97) Yukarıdaki üç âyette yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Harâm”ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilir: • Mescid-i Harâm veya Beytullah veya Ka‘be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur]. • Orada İbrâhîm peygamberin makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücâdele ettiği yer] vardır (Ka‘be'yi yaparken ayağını bastığı taş değil). • Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalı, baskı ve zulüm olmamalıdır. • Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir. • Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır. • Müslümanlar, İbrâhîm'in makamından bir musalla [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir. • Gidip gelmeye imkân bulanlar da oraya gidip gelmelidir. “Mescid-i Harâm”ın Kur’ân'da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edildiğinde; yapılan vurguların Mescid-i Harâm'ın, Beytullah'ın veya Ka‘be'nin fizikî yapısı ile ilgili olmayıp, işlevleriyle ilgili olduğu ve İbrâhîm peygamberin Ka‘be'yi inşa etmesinin de, tevhid okulunu açması ve bu okula işlerlik kazandırması olduğu görülür. Böylece, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Harâm tarafına yönelmek” için nelerin yapılması lazım geldiği kendiliğinden ortaya çıkar: • Özerk ilâhiyat okulları (“tabii bilimler”in tümü doğal olarak ilâhiyat okuludur) açılmalı ve bu okullarda ilâhiyat ve tevhidi öğreten öğretmenler [rüku edenler] ile öğrenciler [ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir. • Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır. • Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir. Bu tesbitlere göre, Ka‘be'nin bir “yüksek ilâhiyat okulu” olduğundan hareketle; hacc sözcüğünün isim olarak anlamı, “Ka‘be'de yüksek ilâhiyat öğretim ve eğitimini kafaya koyup oraya gitme, orada İbrâhîmî eğitim ve öğretimle İbrâhîmleşme; bir kurmay tevhid eri olma” demektir. Bunlar, toplumların ayağa kalkmasını ve ayakta durmasını sağlayacaktır. Zira haccta toplumları aydınlatacak eğitimci ve öğretmenler, askerî, siyasî ve idarî alanlarda uzmanlar yetişecektir. Ayrıca Müslümanlar arası ticarî, sınaî alış-verişler ve kültürel etkilenimler sağlanacaktır. 98. Şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu ve şüphesiz Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğunu bilin. 99. Elçi'ye düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir. 100. De ki: “Her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz.” Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'a takvâlı davranın. İnsanlık için kısa bir beyânname niteliğinde olan bu âyetlerde, Allah'ın cezasının çok şiddetli ve Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli, Elçi'ye düşen görevin sadece tebliğ olduğu, Allah'ın, açık-gizli her şeyi bildiği ifade edilmiş, sonra da, Her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz. Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'a takvâlı davranın denilerek, akıllı olmaları yönünde mesaj iletilmiştir. 100. âyette, Allah'ın yasakladığı şeylerin –ki bunlar pis ve zararlı şeylerdir– tayyibata göre daha çok olduğu ve bunların da kişinin hoşuna gideceği ifade edilmiştir. Çünkü şeytân tüm kötü şeyleri süsleyecektir: O [İblis] dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (Hicr/39-40) Burada insanlar akıllı olmaya çağırılmaktadır. Hiçbir zaman; kemiyet/çokluk, keyfiyetin/niteliğin yerini tutmaz. Küçük bir elmas tonlarca kömürden, az bir miktar helâl kazanç, yığın yığın haram kazançtan daha hayırlıdır. 101. Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/istemeyin. Eğer onlardan Kur’ân indirilirken sorarsanız/isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir. Ve Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. 102. Şüphesiz sizden önce gelen bir toplum bunları sormuştu/istemişti, sonra da onlar inkâr eden kimseler oldular. 103. Allah bahîre'den sâibe'den vasîle'den ve hâm'dan hiç birini kılmamıştır. Ancak inkâr eden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez. 104. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? 105. Ey iman eden kimseler! Kendiniz kendiniz üzeresiniz [herkes kendinden sorumludur]. Siz hidâyete erdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir. Bu paragrafta mü’minler uyarılmakta, müşrik ve münâfıkların yanlış tutumları eleştirilmekte, sonra mü’minlerin kurtuluşlarını birinci plânda tutmaları öğütlenmektedir. Buradan anlaşıldığına göre câhiliye Arapları, Allah'ın dini üzerinde oldukları kanaatine sahiptiler. O nedenle de atalar dinine ve geleneklerine sahip çıkıyorlardı. Mü’minler, açıklandığı zaman hoşlarına gitmeyecek olan şeylerden sormamalıdır/istememelidir. Zira gelen cevabın sertliği ve ağırlığı dolayısıyla üzülebilirler. Daha önce bir toplum bunları sormuştu/istemişti, istekleri açıklanınca inkâr etmişlerdi. Tirmizî ve Dârakutnî'de Ali'den (r.a) şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ona yol bulabilenlerin, o evi haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır (Âl-i İmrân/97) âyeti nâzil olunca, “Ey Allah'ın Rasûlü! Her yıl mı?” diye sordular. Hz. Peygamber sustu. Yine, “Her yıl mı?” diye sordular. Hz. Peygamber bu sefer, “Hayır, ama evet demiş olsaydım, elbette (her yıl) farz olacaktı” dedi. Bunun üzerine yüce Allah'ın, Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz birtakım şeyleri sormayınız... âyeti sonuna kadar nâzil oldu.[41] Kur’ân'da, geçmiş ümmetlerin gereksiz isteklerinden bazıları zikredilmiştir: Kitap Ehli Mûsâ'dan Allah'ı apaçık göstermesini istediler: Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153) Peygamberlerinden, bir hükümdar gönderilmesini istediler: İsrâîloğulları'nın Mûsâ'dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O [peygamber], “Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?” dedi. Onlar [İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri], “Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?” dediler. Sonra da savaş kendilerine farz kılınınca da onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o zâlimleri en iyi bilendir. (Bakara/246) Hükümdar gönderilince, kendilerinin ondan daha ehil olduklarını söyleyerek onu küçümsediler: Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi” demişti. Onlar [İsrâîloğulları], “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. O [peygamberleri], “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, vâsi'dir, alîm'dir. (Bakara/247) 103. âyetteki, Allah bahîre'den, sâibe'den, vasîle'den ve hâm'dan hiç birini kılmamıştır. Ancak inkâr eden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez ifadesiyle de câhiliye Araplarının bazı dinî inançları reddedilmektedir. Câhiliye Araplarının hayvanlar ile ilgili birçok bâtıl inançları bulunuyordu: Şöyle ki: BAHÎRE Araplar, dişi deve beş kez doğurduğu zaman, ona binmeyi ve sırtına yük yüklemeyi haram sayarlardı. Yünlerini de kesmezlerdi Beşinci yavrusu erkek olursa kurban ederler, dişi olursa kulaklarını yararlardı. Bu onun adandığını gösterirdi. SÂİBE İçlerinden biri hastalandığında, ya da bir şeyi kaybolduğunda veya acı bir durum baş gösterdiğinde bir deveyi salıvermeyi adarlardı. Hasta iyileştiğinde veya kayıp olan şey bulunduğunda yahut acıklı durumdan kurtulduklarında deveyi azat eder; ona yük vurmazlar, sırtına binmezler ve onu kesmezlerdi. Onu başıboş salıverirlerdi. VASÎLE Koyun biri erkek biri dişi olmak üzere ikiz doğurduğunda erkeğini boğazlamazlar, “Kız kardeşi ona ulaştı” derlerdi. Bu tür koyunlara da vasîle derlerdi. HÂM Bir erkek devenin sulbünden on tane deve dünyaya geldiğinde ya da bu deve yavrusunun yavrusunu gördüğünde (yani, dede olduğunda), ona yük vurmazlar ve onun sırtına binmez, “Kendini korudu [himaye etti]” derlerdi. Bu hususta farklı tanımlar da vardır: İbn İshâk der ki: Bahîre, Sâibe diye bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. Sâibe ise, arada erkek yavrulamaksızın ardı arkasına on dişi yavrulayan devedir. Böyle bir devenin sırtına binilmez, yünü kesilmez ve sütü –misafir dışında– içilmezdi. İşte bundan sonra yine dişi yavrusu olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile birlikte serbest bırakılır, sırtına binilmez, tüyü alınmaz, misafir müstesna kimse onun sütünü içmezdi. Annesine yapılan ona da yapılırdı. Buna göre Bahîra, Sâibe diye bilinen devenin yavrusudur. İbn Uzeyz der ki: Vasîle koyundan olurdu. Yine İbn Uzeyz der ki: Koyun, yedi defa yavruladı mı, yavrularına bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise, kesilir ve erkeklerle kadınlar müştereken ondan yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer koyunlar arasına katılırdı. Şâyet yedinci doğumu erkek ve dişi birlikte [ikiz] ise, “Bu dişi yavru erkek kardeşine yetişti” derler ve bu durumu dolayısıyla kesilmezdi. Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi, yine o dişi yavrunun sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek olursa, o yavruyu erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. Hâm ise, yavrusunun yavrusunun sırtına binilecek hâle gelen erkek devedir.[42] Bütün bu uygulamalar din adına yapılıyordu. Bunu yapmakla Allah'a şükrettikleri, O'na yaklaştıklarını düşünüyorlardı. Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye çağırıldıklarında, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” diyen kimselere, Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? denilerek, atalarının yanlış yolda oldukları vurgulanmakta ve doğru yola gelmeleri istenmektedir. Atalar dininin terki konusunda birçok kez uyarı yapılmıştır: Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine tâbi olun!” dendiği zaman, “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytân onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokmân/21) Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170) Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri, “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız” demişlerdi. O [gönderilen uyarıcı], “Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmişsem de mi?” dedi. Onlar, “Şüphesiz biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz” dediler. (Zuhruf/23-24) Müşriklerin akılsız davranışları açıklandıktan sonra mü’minlere öğüt verilmektedir: Ey iman eden kimseler! Kendiniz kendiniz üzeresiniz [herkes kendinden sorumludur]. Siz hidâyete erdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir. 106. Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkorsunuz. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirirsiniz. 107. Sonra da eğer o ikisinin [şâhitlerin] bir günah işledikleri anlaşılırsa ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler de, “Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin [önceki iki kişinin] şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk” diye Allah'a yemin ederler. 108. İşte bu [böyle bir yemin], şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en yakın [iyi] yoldur. Allah'a takvâlı davranın ve kulak verin. Ve Allah, fâsıklar topluluğuna kılavuzluk etmez. Bu âyetlerde Bakara sûresi'nde konu edilen vasiyetin yapılış şekline dair bazı ilkeler bildirilmektedir. Vasiyet hakkında geçen âyetler: Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır [mal] bıraktıysa, muttakiler üzerine bir hakk olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, ma‘rûf ile vasiyet etmek yazıldı [farz kılındı]. Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/180-181) Konumuz olan âyetler ile daha evvel konu edilmiş olan vasiyetin nasıl yapılacağı açıklanmaktadır: • Mü’minlerden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında kendilerinden dindar, muttaki, güvenilir iki şâhit bulundurmalılar. • Vasiyette bulunacak kimse gurbette ise, yakını olmayan iki şâhit bulacaktır. • Şüpheye düşerlerse, salâttan sonra musallada onları alıkoyup, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirmelidirler. • Bu şâhitlerin yalan veya yanlış söylediği anlaşılırsa ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden iki kişi onların yerine geçerler ve “Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk” diye Allah'a yemin ederler. İşte bu, şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi yoldur. • Sağlam bir vasiyet ile miras taksiminden doğabilecek hakksızlıklar ortadan kalkacaktır. 109. Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir?” Onlar, “Bizim hiç bir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin” dediler. Bu âyette işin âkıbetine dikkat çekilmektedir. Elçi ile, elçinin gönderildiği insanlar arasındaki ilişkiye geçmiş sûrelerde, özellikle de bu sûrede sıkça değinilmişti. Burada buna tekrar dikkat çekilip, âhirette elçilerin tanıklığı, elçinin tebligatına duyarsız kalanların aldanmışlığı konu edilmektedir. Elçilerin tanıklığı şu âyetlerde de zikredilmektedir: Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz. (A‘râf/6) Hakklarında söz gerçekleşen kimseler, “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere tapmıyorlardı” derler. Ve “Ortaklarınızı çağırın!” denir, onlar da çağırırlar. Sonra da onlar kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. –Ne olurdu onlar doğru yola girmiş olsalardı!– Ve o gün O [Allah], onlara seslenir de, “Gönderilenlere [elçilere] ne cevap verdiniz?” der. İşte o gün onlara bütün önemli haberler kapkaranlık olmuştur; artık onlar birbirlerine de soramazlar. (Kasas/63-66) Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisâ/41) Elçiler vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! Ayırt etme günü için... (Mürselât/11-13) Âhirette elçilerin tanıklığı Kur’ân'da somut olarak sahnelenmiştir. Allah elçisi Muhammed'in Tanıklığı: İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke Elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı halîl [önder] edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytân insan için bir rezil edenmiş!” der. Elçi de, “Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’ân'ı mehcur [terk edilmiş bir şey] edindiler” dedi. (Furkân/26-30) Îsâ'nın tanıklığı da aşağıdaki âyetlerde sahnelenmiştir: 110. Hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni kudüs'ün rûhu ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan inkâr edenlerin, “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan çekmiştim [korumuştum].” 111. Ve hani havarilere, “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim. Onlar, “İnandık” ve “bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol” demişlerdi. 112. Hani havariler, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O [Îsâ], “Eğer iman edenler iseniz Allah'a takvâlı davranın” demişti. 113. Onlar [havâriler], “Biz, istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve biz de buna tanıklardan olalım” dediler. 114. Meryem oğlu Îsâ, “Allahım, Rabbimiz! Bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen rızıklandıranların en hayırlısısın!” dedi. 115. Allah dedi ki: “Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, Ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım.” 116-118. Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin” dedi. 119. Allah dedi ki: “Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler vardır.” Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. 120. Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeylerin mülkü yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir. Bu âyet grubunda elçilerin dünyadaki görevi, insanlar ile ilişkileri ve onlara tanıklığı, dünya ve âhiret sahneleri ile Îsâ peygamber örneklenmek sûretiyle somut olarak anlatılıyor. Allah ilk önce Îsâ'ya, Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni kudüs'ün rûhu ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan inkâr edenlerin, “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan çekmiştim [korumuştum]. Ve hani havarilere, “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim. Onlar, “İnandık” ve “Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol” demişlerdi. Hani havariler, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O [Îsâ], “Eğer iman edenler iseniz Allah'a takvâlı davranın” demişti. Onlar [havâriler], “Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bizde buna tanıklardan olalım” dediler. Meryem oğlu Îsâ, “Allahım, Rabbimiz! Bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen rızıklandıranların en hayırlısısın!” dedi. Allah dedi ki: “Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım” diyerek Îsâ'nın dünyada yaşamış olduğu önemli olayları hatırlatır. Sonra da hesaba çeker: Allah, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?”diye sorduğunda, O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin diye cevap verir. Sonra, Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan, cennetler vardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeylerin mülkü yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir buyurularak, akıllarını başlarına almaları için insanlar uyarılır. 112. âyette zikri geçen “sofra”nın gönderilip gönderilmediği açıklanmaz. Eldeki muharref İncîllerde de bu konuya dair bir bilgi yoktur. Ama rivâyet mekanizması burada da devreye girer ve üretimine devam eder: “Sofra indi. Sofrada pulsuz ve kılçıksız bir balık vardı. Yanında da tuz, sebze, sirke, üzeri yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve pastırma vardı”, “Sofrada, yedi çörek ve yedi balık vardı”, “Sofra, dünyadaki tüm yiyeceklerin lezzetini veren bir balıktı”, “Sofra cennet nimetlerindendi”, “Sofra, ekmek, pirinç pilavı ve sebzeden ibaretti”, “Havariler hep bu sofradan beslenirlerdi. Sonra birisi hırsızlık etti, sofra ondan sonra inmez oldu.” vs. gibi daha birçok asılsız ve mesnetsiz sözler ortaya atılmıştır. Kanaatimizce sofra inmemiştir. Zira âyette, Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, Ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım buyurulmuştur, ki böyle bir mucize ızharından sonra felaket söz konusudur: Ve onlar, “Bu Peygamber'e bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı. (En‘âm/8) Ve Bizi, âyetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsrâ/59) Burada dikkat çeken ikinci nokta da, Îsâ'nın insanlara, kendisini ve annesini kutsallaştırmaları yönünde bir telkininin olmadığıdır. Hristiyanlıkta Îsâ ve Meryem'in kutsallaştırılması, çıkarcı sözde din bilginleri tarafından sonradan dayatılmıştır. Bu konu 68-79. âyetin tahlili kapsamında detaylı olarak sunulmuştu. Allah doğrusunu en iyi bilendir. [1] Lisânu'l-Arab, “Bhm” mad. [2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [3] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [4] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [5] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 379-537. [6] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 10, s. ?????????????? [7] Sayılar, 1:1-16. [8] Çıkış, 4:22-23. [9] Yeremya, 31:9. [10] Sayılar, 13:1-33. [11] Sayılar, 14:1-45. [12] Tekvin, 4:1-16. [13] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [14] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [15] Lisânu'l-Arab, “Vsl” mad. [16] İbn Kesîr. [17] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [18] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [19] Tesniye, 22:13-30. [20] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 21:12-27. [21] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [22] İbn Kesîr. [23] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [24] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [25] Levililer, 26:1-13. [26] Levililer, 26:14-46. [27] Tesniye, 28:1-14. [28] Tesniye, 28:15-68. [29] İbn Kesîr. [30] Matta, 4:7-11. [31] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân. [32] Mezmur, 10:1-18. [33] Mezmur, 50:1-23. [34] Matta, 23:1-39. [35] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [36] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [37] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [38] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [39] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [40] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [41] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [42] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. |
9. August 2010, 12:06 AM | #8 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 |
Bu mesaj da Kur’ân'da sıkça vurgulanmaktadır:
Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur. (Furkân/67) Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz. (A‘râf/31-32) Ey Peygamber! Eşlerinin rızalarını arayarak Allah'ın helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haramlaştırıyorsun? Ve Allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir. (Tahrîm/1) Ve Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah'a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En‘âm/93) Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah'a yalan uydurmak için, “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah'a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar. (Nahl/116) Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır: Taberî'nin, İbn Abbâs'a kadar ulaşan bir senetle naklettiğine göre âyet-i kerîme, Peygamber'e (s.a) gelip şöyle diyen bir kişi hakkında nâzil olmuştur: “Ey Allah'ın Rasûlü! Ben et yedim mi, cinsî isteğim harekete geçer ve şehvetim bana gâlip gelir. O bakımdan et yemeyi haram kıldım.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme, aralarında Ebû Bekr, Ali, İbn Mes‘ûd, Abdullah b. Ömer, Ebû Zer el-Ğıfarî, Ebû Huzeyfe'nin azatlı kölesi Sâlim, el-Mikdad b. el-Esved, Selman-i Farisî ve Ma‘kil b. Mukarrin'in (Allah hepsinden razı olsun) de bulunduğu, Rasûlullah ashâbından bir topluluk dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar, Osman b. Maz‘un'un evinde bir araya geldiler ve gündüz oruç tutup, gece namaz kılmak, döşek üzerinde uyumamak, et ve yağlı şeyler yememek, kadınlara yaklaşmamak, koku sürünmemek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip dünyayı reddetmek, yeryüzünde dolaşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını da kesmek üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[36] 89. Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız; ağız alışkanlığı yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız; sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından; en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, şükredesiniz [karşılığını ödersiniz] diye âyetlerini sizin için böyle açığa kor. Bu âyette yapılan yeminlerle ilgili ilkeler konulmuştur: • Allah insanları, kasıtsız olarak/ağız alışkanlığı dolayısıyla yaptıkları yeminlerden sorumlu tutmaz. • Fakat kasıtlı yapılan, sözleşmeler oluşturulan yeminlerden sorumlu tutar. • Yeminin kefareti, aileye yedirilenlerin en hayırlısından/iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. • Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Ve iyilerden olmanıza, takvâlı davranmanıza, insanlar arasını düzeltmenize, Allah'ı, yeminleriniz için engel kılmayın. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/224) 90. Ey iman etmiş kişiler! Hamr [içki, uyuşturucu ile aklı örtmek], kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Öyleyse felâha ermeniz için bundan [şeytân işinden] kaçının. 91. Gerçekten şeytân, hamr ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitimden, öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmişler [vazgeçmişler] misiniz? 92. Ve Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve sakının. Artık eğer uzak durursanız, biliniz ki, Elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir. 93. İnanan ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. Bu âyette; uyuşturucu, içki, kumar ve falcılık gibi insanın kimyasını bozup insanı zararlı işlere yönelten davranışlardan kaçınılması için ilkeler konuyor. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve nettir: • خمر [hamr/içki, uyuşturucu], kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytân işlerinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Bu nedenle mü’minler, felâha ermeleri; zarar görmemeleri için bunlardan kaçınmalıdır. • Şeytân, içki ve kumarda insanlar arasında düşmanlık ve kin sokmak ve insanları Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitimden, öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. O nedenle bunu yapanlar bu işe son vermelidirler? • Mü’minler Allah'a itaat etmeli, Elçi'ye itaat etmeli ve takvâlı davranmalıdır. İnsanlar, Allah'tan ve Elçi'den uzak dururlarsa bu kendilerinin bileceği bir şeydir. Elçiye düşen sadece apaçık tebliğdir. • İnanan ve sâlihâtı işleyenlere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever. 90. âyetteki, خمر[hamr] sözcüğü, “aklı örten şeylerin ortak adı” olup خَمَرَ [hamere] fiilinin de mastarıdır ve anlamı “örtmek” tir. Bu pasajda tercih edilmesi gereken anlam ise, –90. âyetteki “şeytân işleri” ve 93. âyetteki “tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur” ifadesinden hareketle– sözcüğün mastar anlamıdır. Bakara/219'da hamr/içki, uyuşturucu ve kumar konu edilmişti: Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: “Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir.” (Bakara/219-220) Âyetteki ifadeler, bu şeytân işlerini; içki, kumar, ensab [Allah'tan başkalarına tapınmak için adanmış ve içlerinde Allah'tan başka şeylerin adlarına kurbanlar ve hediyeler sunular yerler] ve kehanet araçlarını kesinlikle yasaklamaktadır. Çünkü bunlar, pistir, pisliktir, zararlıdır. Zira, içki ve uyuşturucu alan, kumarda heyecanlanan kimsenin kimyası bozulmakta, akıl, dikkat, hafıza vs. gibi melekleri çalışmamakta; meydan şeytâna, İblise kalmaktadır. Böylece tefekkürsüz ve kontrolsüz sözler sarf edilmekte, işler yapılmaktadır. Bunun sonucu olarak da düşmanlıklar ve cinâyet gibi kötü sonuçlar meydana gelmektedir. 87-88. âyetlerde, Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı [temiz-nefis şeyleri] haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve siz inandığınız Allah'a takvâlı davranın buyurulmuştu. İşte içki, kumar kazancı, put adağı, kehanet gelirleri tayyibattan olmadığı için yasaklanmıştır. Bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler nakledilmiştir: Yüce Allah, Muhakkak şeytân, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister âyeti ile kullarına, şeytânın düşmanlık ve kini, aramıza içki ve başka şeylerle düşürmek istediğini bildirmektedir. O bakımdan bizi bunlardan sakındırdı ve bunları bize yasakladı. Rivâyete göre, Ensâr'dan iki kabile şarap içtiler ve sarhoş oldular. Biri ötekine hoş olmayan şeyler yaptı. Ayıklıklarında, onlardan birisi yüzünde kendisine yapılanların etkilerini gördü. Bunlar ise kardeş gibiydiler. Kalplerinde kin namına bir şey yoktu. Onlardan birisi, “Eğer kardeşim bana şefkatli olsaydı, bunu bana yapmazdı” dedi. Böylelikle aralarında kin baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah da, Muhakkak şeytân içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister âyetini indirdi.[37] İbn Abbâs, el-Berâ b. Âzib ve Enes b. Mâlik der ki: İçkiyi haram kılan buyruk nâzil olunca, ashâptan bazıları, “İçki içip kumar parasını yediği hâlde aramızdan ölenlerin durumu nasıl olacak?” gibi bazı sözler söylediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Buhârî, Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Ebû Talha'mn evinde içki içenlere içki veriyordum. Bunun üzerine içkinin haram kılındığına dair buyruk nâzil oldu. Peygamber de bir münadiye bunu yüksek sesle ilan etmesini emredince, Ebû Talha şöyle dedi: “Dışarı çık da bu sesin ne olduğuna bir bak.” Dışarı çıktım, (gelip) şöyle dedim: “Bu, ‘Haberiniz olsun muhakkak içki artık haram kılındı’ diye ilan eden bir münadidir.” Bu sefer Ebû Talha şöyle dedi: “Git ve o şarabı dök.” O şarap, el-Fadîh'den [yarılmış taze hurmadan yapılıp ateşte pişirilmeyen bir şarap] yapılmıştı. (Enes devamla) der ki: Şarap, Medîne sokaklarında akıp gitti. Kimisi şöyle dedi: “Karınlarında (şarap) bulunduğu hâlde bir topluluk öldürüldü.” Bunun üzerine yüce Allah, İman edip sâlih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur âyetini indirdi.[38] 93. âyetteki, İnanan ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever ifadesi, birtakım tutarsız nakillerden hareketle “önceden tattıklarından sorumlu tutulmayacaklardır” diye çevrilmektedir. Bazıları da buradan, “helâl olan yiyecek ve içeceklerin yenilip içilmesinde sakınca yoktur” anlamı çıkarmaya çalışmışlar, bunu teyit için de şu nakilleri zikretmişlerdir: Rivâyet edildiğine göre, içkiyi haram kılan âyet nâzil olunca, sahabe, “Bizim kardeşlerimiz Uhud günü'nde içki içtiler, sonra da öldürüldüler [şehit düştüler]. Binâenaleyh, onların durumları nasıl olacak?” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kertme nâzil oldu ki, bunun manası, “Bu hususta onlara bir günah yoktur. Çünkü onlar içkiyi, helâl olduğu bir sırada içmişlerdi” şeklindedir.[39] İçkinin haramlığını ifade eden âyet nâzil olduğu zaman, Hz. Ebû Bekr (r.a), “Yâ Rasûlallah! Daha önce içki içtiği ve kumar oynadığı hâlde ölmüş olan kardeşlerimizin [mü’minlerin] durumu ne olacak ve yine şu anda bizden uzak beldelerde bulunup, Allah'ın içkiyi haram kıldığını bilmeyen ve içkiyi tatmaya devam edenlerin durumu ne olacak?” demişti de, işte bu âyetler nâzil olmuştu.[40] Eşyada aslolan ibaha olduğuna göre böyle bir hükmün verilmesinin bir mantığı olmasa gerektir. Âyette açıkça, aklı örten yiyecek ve içeceklerin aklı örtmeyecek, salâttan ve Allah'ın zikrinden geri kalmayacak ölçüde yenilip içilmesinde bir sakınca olmadığı bildirilmektedir. Harâm olan, ister yiyecek, ister içecek, ister nefesle alınacak bir şey olsun aklın devreden çıkacağı ölçüde yiyip içmektir. 94. Ey iman etmiş kimseler! Kesinlikle Allah, ğaybda [tenhada] kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için sizi bir şeyle; ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla sınar. Öyleyse kim bundan sonra haddi aşarsa artık acıklı azap onun içindir. 95. Ey iman etmiş kimseler! Siz dokunulmaz iken [hacc görevini sürdürürken] av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder– yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır [yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar]. Ve Allah, azîz'dir, intikam sahibidir. 96. Deniz [su] avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helâl kılındı. Kara avı ise, siz dokunulmaz [hacc görevi sürdürür] olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah'a takvâlı davranın. Bu âyetlerde normal zamanlarda ve hacc görevi ifa edilirken avlanma ilkeleri bildirilmektedir: • Allah mü’minleri, tenha yerlerde, kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için ellerinin ve mızraklarının erişeceği bir avla sınamaktadır. Mü’minler bu konuda dikkatli olup haddi aşmamalıdır. Haddi aşanlar acıklı azap ile azaplandırılırlar. • Mü’minler hacc esnasında av hayvanı öldürmemelidir. Kim kasten av hayvanı öldürürse, yaptığının vebalini tatması için Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –hayvanın niteliği, mü’minler arasından iki adaletli kişi tarafından belirlenecektir– yahut kefaret olarak miskinleri doyuracaktır yahut onun dengi oruç tutacaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah onu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar. • Deniz [su] avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere helâldir. • Kara avı ise, hacc esnasında haramdır. Mü’minler bu kurala uymalı ve Kendisine toplanılacak olan Allah'a takvâlı davranmalıdır. 97. Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Harâm'ı, haram ayı, hedyi [hacc yapanlara yiyecek yollamayı, hediye etmeyi] ve gerdanlıkları [hacc yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri] insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. Bu âyette Ka‘be'nin fonksiyonu bildirilmektedir. Meseleyi iyi anlayabilmek için daha evvel inmiş olan şu âyetlere de dikkat edilmelidir. Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musalla [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık. (Bakara/125) Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97) Yukarıdaki üç âyette yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Harâm”ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilir: • Mescid-i Harâm veya Beytullah veya Ka‘be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur]. • Orada İbrâhîm peygamberin makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücâdele ettiği yer] vardır (Ka‘be'yi yaparken ayağını bastığı taş değil). • Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalı, baskı ve zulüm olmamalıdır. • Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir. • Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır. • Müslümanlar, İbrâhîm'in makamından bir musalla [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir. • Gidip gelmeye imkân bulanlar da oraya gidip gelmelidir. “Mescid-i Harâm”ın Kur’ân'da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edildiğinde; yapılan vurguların Mescid-i Harâm'ın, Beytullah'ın veya Ka‘be'nin fizikî yapısı ile ilgili olmayıp, işlevleriyle ilgili olduğu ve İbrâhîm peygamberin Ka‘be'yi inşa etmesinin de, tevhid okulunu açması ve bu okula işlerlik kazandırması olduğu görülür. Böylece, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Harâm tarafına yönelmek” için nelerin yapılması lazım geldiği kendiliğinden ortaya çıkar: • Özerk ilâhiyat okulları (“tabii bilimler”in tümü doğal olarak ilâhiyat okuludur) açılmalı ve bu okullarda ilâhiyat ve tevhidi öğreten öğretmenler [rüku edenler] ile öğrenciler [ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir. • Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır. • Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir. Bu tesbitlere göre, Ka‘be'nin bir “yüksek ilâhiyat okulu” olduğundan hareketle; hacc sözcüğünün isim olarak anlamı, “Ka‘be'de yüksek ilâhiyat öğretim ve eğitimini kafaya koyup oraya gitme, orada İbrâhîmî eğitim ve öğretimle İbrâhîmleşme; bir kurmay tevhid eri olma” demektir. Bunlar, toplumların ayağa kalkmasını ve ayakta durmasını sağlayacaktır. Zira haccta toplumları aydınlatacak eğitimci ve öğretmenler, askerî, siyasî ve idarî alanlarda uzmanlar yetişecektir. Ayrıca Müslümanlar arası ticarî, sınaî alış-verişler ve kültürel etkilenimler sağlanacaktır. 98. Şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu ve şüphesiz Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğunu bilin. 99. Elçi'ye düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir. 100. De ki: “Her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz.” Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'a takvâlı davranın. İnsanlık için kısa bir beyânname niteliğinde olan bu âyetlerde, Allah'ın cezasının çok şiddetli ve Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli, Elçi'ye düşen görevin sadece tebliğ olduğu, Allah'ın, açık-gizli her şeyi bildiği ifade edilmiş, sonra da, Her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz. Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'a takvâlı davranın denilerek, akıllı olmaları yönünde mesaj iletilmiştir. 100. âyette, Allah'ın yasakladığı şeylerin –ki bunlar pis ve zararlı şeylerdir– tayyibata göre daha çok olduğu ve bunların da kişinin hoşuna gideceği ifade edilmiştir. Çünkü şeytân tüm kötü şeyleri süsleyecektir: O [İblis] dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (Hicr/39-40) Burada insanlar akıllı olmaya çağırılmaktadır. Hiçbir zaman; kemiyet/çokluk, keyfiyetin/niteliğin yerini tutmaz. Küçük bir elmas tonlarca kömürden, az bir miktar helâl kazanç, yığın yığın haram kazançtan daha hayırlıdır. 101. Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/istemeyin. Eğer onlardan Kur’ân indirilirken sorarsanız/isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir. Ve Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. 102. Şüphesiz sizden önce gelen bir toplum bunları sormuştu/istemişti, sonra da onlar inkâr eden kimseler oldular. 103. Allah bahîre'den sâibe'den vasîle'den ve hâm'dan hiç birini kılmamıştır. Ancak inkâr eden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez. 104. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? 105. Ey iman eden kimseler! Kendiniz kendiniz üzeresiniz [herkes kendinden sorumludur]. Siz hidâyete erdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir. Bu paragrafta mü’minler uyarılmakta, müşrik ve münâfıkların yanlış tutumları eleştirilmekte, sonra mü’minlerin kurtuluşlarını birinci plânda tutmaları öğütlenmektedir. Buradan anlaşıldığına göre câhiliye Arapları, Allah'ın dini üzerinde oldukları kanaatine sahiptiler. O nedenle de atalar dinine ve geleneklerine sahip çıkıyorlardı. Mü’minler, açıklandığı zaman hoşlarına gitmeyecek olan şeylerden sormamalıdır/istememelidir. Zira gelen cevabın sertliği ve ağırlığı dolayısıyla üzülebilirler. Daha önce bir toplum bunları sormuştu/istemişti, istekleri açıklanınca inkâr etmişlerdi. Tirmizî ve Dârakutnî'de Ali'den (r.a) şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ona yol bulabilenlerin, o evi haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır (Âl-i İmrân/97) âyeti nâzil olunca, “Ey Allah'ın Rasûlü! Her yıl mı?” diye sordular. Hz. Peygamber sustu. Yine, “Her yıl mı?” diye sordular. Hz. Peygamber bu sefer, “Hayır, ama evet demiş olsaydım, elbette (her yıl) farz olacaktı” dedi. Bunun üzerine yüce Allah'ın, Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz birtakım şeyleri sormayınız... âyeti sonuna kadar nâzil oldu.[41] Kur’ân'da, geçmiş ümmetlerin gereksiz isteklerinden bazıları zikredilmiştir: Kitap Ehli Mûsâ'dan Allah'ı apaçık göstermesini istediler: Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153) Peygamberlerinden, bir hükümdar gönderilmesini istediler: İsrâîloğulları'nın Mûsâ'dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O [peygamber], “Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?” dedi. Onlar [İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri], “Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?” dediler. Sonra da savaş kendilerine farz kılınınca da onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o zâlimleri en iyi bilendir. (Bakara/246) Hükümdar gönderilince, kendilerinin ondan daha ehil olduklarını söyleyerek onu küçümsediler: Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi” demişti. Onlar [İsrâîloğulları], “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. O [peygamberleri], “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, vâsi'dir, alîm'dir. (Bakara/247) 103. âyetteki, Allah bahîre'den, sâibe'den, vasîle'den ve hâm'dan hiç birini kılmamıştır. Ancak inkâr eden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez ifadesiyle de câhiliye Araplarının bazı dinî inançları reddedilmektedir. Câhiliye Araplarının hayvanlar ile ilgili birçok bâtıl inançları bulunuyordu: Şöyle ki: BAHÎRE Araplar, dişi deve beş kez doğurduğu zaman, ona binmeyi ve sırtına yük yüklemeyi haram sayarlardı. Yünlerini de kesmezlerdi Beşinci yavrusu erkek olursa kurban ederler, dişi olursa kulaklarını yararlardı. Bu onun adandığını gösterirdi. SÂİBE İçlerinden biri hastalandığında, ya da bir şeyi kaybolduğunda veya acı bir durum baş gösterdiğinde bir deveyi salıvermeyi adarlardı. Hasta iyileştiğinde veya kayıp olan şey bulunduğunda yahut acıklı durumdan kurtulduklarında deveyi azat eder; ona yük vurmazlar, sırtına binmezler ve onu kesmezlerdi. Onu başıboş salıverirlerdi. VASÎLE Koyun biri erkek biri dişi olmak üzere ikiz doğurduğunda erkeğini boğazlamazlar, “Kız kardeşi ona ulaştı” derlerdi. Bu tür koyunlara da vasîle derlerdi. HÂM Bir erkek devenin sulbünden on tane deve dünyaya geldiğinde ya da bu deve yavrusunun yavrusunu gördüğünde (yani, dede olduğunda), ona yük vurmazlar ve onun sırtına binmez, “Kendini korudu [himaye etti]” derlerdi. Bu hususta farklı tanımlar da vardır: İbn İshâk der ki: Bahîre, Sâibe diye bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. Sâibe ise, arada erkek yavrulamaksızın ardı arkasına on dişi yavrulayan devedir. Böyle bir devenin sırtına binilmez, yünü kesilmez ve sütü –misafir dışında– içilmezdi. İşte bundan sonra yine dişi yavrusu olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile birlikte serbest bırakılır, sırtına binilmez, tüyü alınmaz, misafir müstesna kimse onun sütünü içmezdi. Annesine yapılan ona da yapılırdı. Buna göre Bahîra, Sâibe diye bilinen devenin yavrusudur. İbn Uzeyz der ki: Vasîle koyundan olurdu. Yine İbn Uzeyz der ki: Koyun, yedi defa yavruladı mı, yavrularına bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise, kesilir ve erkeklerle kadınlar müştereken ondan yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer koyunlar arasına katılırdı. Şâyet yedinci doğumu erkek ve dişi birlikte [ikiz] ise, “Bu dişi yavru erkek kardeşine yetişti” derler ve bu durumu dolayısıyla kesilmezdi. Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi, yine o dişi yavrunun sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek olursa, o yavruyu erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. Hâm ise, yavrusunun yavrusunun sırtına binilecek hâle gelen erkek devedir.[42] Bütün bu uygulamalar din adına yapılıyordu. Bunu yapmakla Allah'a şükrettikleri, O'na yaklaştıklarını düşünüyorlardı. Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye çağırıldıklarında, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” diyen kimselere, Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? denilerek, atalarının yanlış yolda oldukları vurgulanmakta ve doğru yola gelmeleri istenmektedir. Atalar dininin terki konusunda birçok kez uyarı yapılmıştır: Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine tâbi olun!” dendiği zaman, “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytân onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokmân/21) Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170) Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri, “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız” demişlerdi. O [gönderilen uyarıcı], “Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmişsem de mi?” dedi. Onlar, “Şüphesiz biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz” dediler. (Zuhruf/23-24) Müşriklerin akılsız davranışları açıklandıktan sonra mü’minlere öğüt verilmektedir: Ey iman eden kimseler! Kendiniz kendiniz üzeresiniz [herkes kendinden sorumludur]. Siz hidâyete erdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir. 106. Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkorsunuz. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirirsiniz. 107. Sonra da eğer o ikisinin [şâhitlerin] bir günah işledikleri anlaşılırsa ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler de, “Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin [önceki iki kişinin] şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk” diye Allah'a yemin ederler. 108. İşte bu [böyle bir yemin], şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en yakın [iyi] yoldur. Allah'a takvâlı davranın ve kulak verin. Ve Allah, fâsıklar topluluğuna kılavuzluk etmez. Bu âyetlerde Bakara sûresi'nde konu edilen vasiyetin yapılış şekline dair bazı ilkeler bildirilmektedir. Vasiyet hakkında geçen âyetler: Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır [mal] bıraktıysa, muttakiler üzerine bir hakk olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, ma‘rûf ile vasiyet etmek yazıldı [farz kılındı]. Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/180-181) Konumuz olan âyetler ile daha evvel konu edilmiş olan vasiyetin nasıl yapılacağı açıklanmaktadır: • Mü’minlerden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında kendilerinden dindar, muttaki, güvenilir iki şâhit bulundurmalılar. • Vasiyette bulunacak kimse gurbette ise, yakını olmayan iki şâhit bulacaktır. • Şüpheye düşerlerse, salâttan sonra musallada onları alıkoyup, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirmelidirler. • Bu şâhitlerin yalan veya yanlış söylediği anlaşılırsa ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden iki kişi onların yerine geçerler ve “Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk” diye Allah'a yemin ederler. İşte bu, şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi yoldur. • Sağlam bir vasiyet ile miras taksiminden doğabilecek hakksızlıklar ortadan kalkacaktır. 109. Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir?” Onlar, “Bizim hiç bir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin” dediler. Bu âyette işin âkıbetine dikkat çekilmektedir. Elçi ile, elçinin gönderildiği insanlar arasındaki ilişkiye geçmiş sûrelerde, özellikle de bu sûrede sıkça değinilmişti. Burada buna tekrar dikkat çekilip, âhirette elçilerin tanıklığı, elçinin tebligatına duyarsız kalanların aldanmışlığı konu edilmektedir. Elçilerin tanıklığı şu âyetlerde de zikredilmektedir: Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz. (A‘râf/6) Hakklarında söz gerçekleşen kimseler, “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere tapmıyorlardı” derler. Ve “Ortaklarınızı çağırın!” denir, onlar da çağırırlar. Sonra da onlar kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. –Ne olurdu onlar doğru yola girmiş olsalardı!– Ve o gün O [Allah], onlara seslenir de, “Gönderilenlere [elçilere] ne cevap verdiniz?” der. İşte o gün onlara bütün önemli haberler kapkaranlık olmuştur; artık onlar birbirlerine de soramazlar. (Kasas/63-66) Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisâ/41) Elçiler vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! Ayırt etme günü için... (Mürselât/11-13) Âhirette elçilerin tanıklığı Kur’ân'da somut olarak sahnelenmiştir. Allah elçisi Muhammed'in Tanıklığı: İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke Elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı halîl [önder] edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytân insan için bir rezil edenmiş!” der. Elçi de, “Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’ân'ı mehcur [terk edilmiş bir şey] edindiler” dedi. (Furkân/26-30) Îsâ'nın tanıklığı da aşağıdaki âyetlerde sahnelenmiştir: 110. Hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni kudüs'ün rûhu ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan inkâr edenlerin, “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan çekmiştim [korumuştum].” 111. Ve hani havarilere, “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim. Onlar, “İnandık” ve “bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol” demişlerdi. 112. Hani havariler, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O [Îsâ], “Eğer iman edenler iseniz Allah'a takvâlı davranın” demişti. 113. Onlar [havâriler], “Biz, istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve biz de buna tanıklardan olalım” dediler. 114. Meryem oğlu Îsâ, “Allahım, Rabbimiz! Bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen rızıklandıranların en hayırlısısın!” dedi. 115. Allah dedi ki: “Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, Ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım.” 116-118. Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin” dedi. 119. Allah dedi ki: “Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler vardır.” Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. 120. Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeylerin mülkü yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir. Bu âyet grubunda elçilerin dünyadaki görevi, insanlar ile ilişkileri ve onlara tanıklığı, dünya ve âhiret sahneleri ile Îsâ peygamber örneklenmek sûretiyle somut olarak anlatılıyor. Allah ilk önce Îsâ'ya, Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni kudüs'ün rûhu ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan inkâr edenlerin, “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan çekmiştim [korumuştum]. Ve hani havarilere, “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim. Onlar, “İnandık” ve “Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol” demişlerdi. Hani havariler, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O [Îsâ], “Eğer iman edenler iseniz Allah'a takvâlı davranın” demişti. Onlar [havâriler], “Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bizde buna tanıklardan olalım” dediler. Meryem oğlu Îsâ, “Allahım, Rabbimiz! Bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen rızıklandıranların en hayırlısısın!” dedi. Allah dedi ki: “Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım” diyerek Îsâ'nın dünyada yaşamış olduğu önemli olayları hatırlatır. Sonra da hesaba çeker: Allah, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?”diye sorduğunda, O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin diye cevap verir. Sonra, Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan, cennetler vardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeylerin mülkü yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir buyurularak, akıllarını başlarına almaları için insanlar uyarılır. 112. âyette zikri geçen “sofra”nın gönderilip gönderilmediği açıklanmaz. Eldeki muharref İncîllerde de bu konuya dair bir bilgi yoktur. Ama rivâyet mekanizması burada da devreye girer ve üretimine devam eder: “Sofra indi. Sofrada pulsuz ve kılçıksız bir balık vardı. Yanında da tuz, sebze, sirke, üzeri yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve pastırma vardı”, “Sofrada, yedi çörek ve yedi balık vardı”, “Sofra, dünyadaki tüm yiyeceklerin lezzetini veren bir balıktı”, “Sofra cennet nimetlerindendi”, “Sofra, ekmek, pirinç pilavı ve sebzeden ibaretti”, “Havariler hep bu sofradan beslenirlerdi. Sonra birisi hırsızlık etti, sofra ondan sonra inmez oldu.” vs. gibi daha birçok asılsız ve mesnetsiz sözler ortaya atılmıştır. Kanaatimizce sofra inmemiştir. Zira âyette, Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, Ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım buyurulmuştur, ki böyle bir mucize ızharından sonra felaket söz konusudur: Ve onlar, “Bu Peygamber'e bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı. (En‘âm/8) Ve Bizi, âyetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsrâ/59) Burada dikkat çeken ikinci nokta da, Îsâ'nın insanlara, kendisini ve annesini kutsallaştırmaları yönünde bir telkininin olmadığıdır. Hristiyanlıkta Îsâ ve Meryem'in kutsallaştırılması, çıkarcı sözde din bilginleri tarafından sonradan dayatılmıştır. Bu konu 68-79. âyetin tahlili kapsamında detaylı olarak sunulmuştu. Allah doğrusunu en iyi bilendir. [1] Lisânu'l-Arab, “Bhm” mad. [2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [3] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [4] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [5] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 379-537. [6] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 10, s. ?????????????? [7] Sayılar, 1:1-16. [8] Çıkış, 4:22-23. [9] Yeremya, 31:9. [10] Sayılar, 13:1-33. [11] Sayılar, 14:1-45. [12] Tekvin, 4:1-16. [13] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [14] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [15] Lisânu'l-Arab, “Vsl” mad. [16] İbn Kesîr. [17] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [18] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [19] Tesniye, 22:13-30. [20] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 21:12-27. [21] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [22] İbn Kesîr. [23] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [24] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [25] Levililer, 26:1-13. [26] Levililer, 26:14-46. [27] Tesniye, 28:1-14. [28] Tesniye, 28:15-68. [29] İbn Kesîr. [30] Matta, 4:7-11. [31] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân. [32] Mezmur, 10:1-18. [33] Mezmur, 50:1-23. [34] Matta, 23:1-39. [35] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [36] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [37] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [38] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [39] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [40] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [41] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [42] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. |
24. February 2013, 01:02 AM | #9 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 1.606
Tesekkür: 667
710 Mesajina 1.305 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 23 |
Maide Suresi 116. 117. 118. ve 119. Ayetler
116–118. Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, 'Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin' dedin?" O [Îsâ], "Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen, benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin' dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, Azîz ve Hâkim'in ta kendisisin" dedi.
119. Allah dedi ki: "Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan, cennetler vardır." Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Degerli Kardeslerim, Bu surelerde izahata ihtiyacim var. Isa Peygamber ( selam olsun ona ) bu cümlelerle ne demek istiyor ve hemen arkasindan gelen 119. Ayet Isa Peygambere cevap mi oluyor? Kafam karisti dogrusu. NISA / 48 Muhakkak ki Allah, O'na şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimse için bağışlar. Ve kim Allah'a şirk koşarsa, o taktirde büyük bir günah işleyerek iftira etmiştir. NISA / 116 Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki şeyleri ise, dilediği kimse için mağfiret eder. Ve kim Allah'a şirk koşarsa, o taktirde o, uzak bir dalâletle sapmıştır. Bunun böyle oldugu apacik ortada. Peki, Isa Peygamber ne kastediyor bu cümle ile? Ortada apacik bir "ALLAH'a ortak kosma" var besbelli. Buna ragmen Isa peygamberden olan cevabi anliyamadim ben. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, Azîz ve Hâkim'in ta kendisisin. Ben Ayetleri bagdastiramadim dogrusu. Lütfen beni aydinlatirmisiniz bu hususta. Selam ve dua ile. |
23. June 2014, 06:03 PM | #10 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 819
Tesekkür: 0
160 Mesajina 228 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 |
Alıntı:
Söz konusu olan, Allah'in ayetidir. Gerçekçi olalim. Dogru çeviri bu olamaz. |
|
Bookmarks |
Etiketler |
maide, suresi |
|
|