![]() |
|
|
|
|
#1 |
|
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 387 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
16. CUMARTESİ YASAĞI
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İçinizden cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Bu sebeple onlara "aşağılık maymunlar olun!" demiştik. Bunu yaptık ki, hem orada olanlar ve olmayan*lar için caydırıcı bir ceza, hem de sakınanlar için bir öğüt olsun.”(Bakara 2/65–66) Yahûdi lerde cumartesi günü av yasağı vardı. Davûd (a.s.) zamanında sahil kenti olan Eyle'de[1] Yahûdi ler yaşardı. Yılın bir ayında her taraftan oraya balıklar akın eder, neredeyse su görün*mez olurdu. O ayın dışında ise sadece cumartesi günleri balık gelirdi. Derken deniz kenarında havuzlar kazıp arklar açtılar. cumartesi havuzlar balıkla dolar, pazar günü avlar güya yasağı çiğnememiş olurlar ama yine de cezalandırılacaklarından korka korka balıklardan yararlanırlardı. Zamanla evlatlar babaların yolundan gitti, zengin oldular. Bunu hoş karşılamayanlar vazgeçirmeye çalıştılarsa da vazgeçmediler. "Çoktandır bunu yapıyoruz, Allah'tan bir ceza gelmedi." Dediler. "Aldanmayın, belki bir azap gelir, yok olursu*nuz." dendi. Bir sabah alçak maymunlar haline geldiler. Üç gün böyle yaşadılar, sonra yok olup gittiler[2]. Bir bölük mücadeleyi sürdürdü. “Aralarından bir (başka) bölük şöyle di*yordu: "Allah'ın yok edeceği veya şid*detli azaba uğratacağı bir topluma niçin öğüt veriyorsunuz?" Öğüt verenlerin buna cevabı şöyle olmuştu: "Bu, Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilme*miz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar.” Âyetler şöyle devam ediyor “Kendilerine yapılan öğütleri unutunca, biz fe*nalıktan men edenleri kurtardık ve zalimleri, Allah'a karşı gelmelerinden ötürü şiddetli azaba uğrattık. Konan yasakları aşınca, onlara: "Aşağılık maymunlar olun" dedik.”(A’raf 7/165-166) [1] Kutsal Kitap’ın Türkçe baskısına (Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İst. 2001) eklenen haritaya göre bu yerin adı Eylat’tır. [2] Fahrüddin er-Râzî, Tefsir-i kebîr, Bakara 64-65’in tefsiri.
__________________
De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam. Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” Kâfirûn Sûresi |
|
|
|
|
|
#2 |
|
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 387 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
17. BAKARA (Kurbanlık Boğa) OLAYI
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bir gün Musa ulusuna dedi ki: “Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor”. "Sen bizimle eğleniyor musun?" dediler. "Kendini bilmez biri olmaktan, Allah'a sığınırım" dedi. Dediler ki: "Bizim için Rabbine sor, o nasıl bir şeydir, bize açıklasın". Dedi ki: "O bir sığırdır, diyor. Ne yaşlı, ne körpe. İkisinin ortası bir şey”. “Haydi, emri yerine getirin!" "Bizim için Rabbine sor, o ne renktir, bize açıklasın" dediler. Dedi ki: "O, sarı bir sığırdır, diyor. Sapsarı renkte. Görenlere zevk verir”. "Bizim için Rabbine sor, o nasıl bir şeydir, bize açıklasın! Bize göre, sığır sığıra benzer. Allah dilerse, hedefi tam tuttururuz" dediler. Dedi ki: “O bir boğadır” diyor. "Ne koşulup toprağı sürmüş, ne de ekin sulamıştır. Sapasağlam, alacası da yok”. "Tamam! Şimdi doğru açıklamayı getirdin, dediler”. Nihâyet onu kestiler. Neredeyse yapmayacaklardı.”(Bakara 2/67-71) بَقَرَةٌ (bakara),بَقَر= bakar‘ın tekilidir, sığırdemektir. Erkeğine (ثور = sevr) denir[1]. Âyetteki (تُثِيرُ الأَرْضَ = tusîru’l-arda) ifadesi bu sığırın erkek olduğunu gösterir. Çünkü (ثور = sevr) ile (تُثِيرُ= tusîru) aynı köktendir. (وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ= velâ tesqi’l-hars) ikinci kanıttır. Yani öyle bir sığır ki; "Ne koşulup toprağı sürmüş, ne de ekin sulamıştır.” Bunları yapacak kabiliyette ama yapmamıştır. Bu bir boğadan başkası olamaz. Fiillerin müennes olması بَقَرَةٌ nın müennes-i lafzî olmasından dolayıdır. Memfis’te Apis adı verilen boğaya tapılırdı. Memfis, Kahire. ’nin 35 km. güneyinde, Nil üzerinde yer alan eski Mısırkentidir. Bu inanç daha sonra Mısır’ın diğer bölgelerine yayılmıştı. Apis bir tane olur ve ölen Apis’in başka bir boğanın bedeninde yeniden dünyaya geldiğine inanılırdı. Yeni boğayı rahipler otlaklarda arar, belirgin özellikleriyle diğerlerinden ayırır, bulurlardı[2]. Tevrat'ta konu ile ilgili şu ifadeler vardır: "Mısır'da bildirin, Migdol'da duyurun, Nof'ta[3], Tahpanhes'te duyurun: Yerini al, hazırlan, çünkü çevrendekileri yiyip bitiriyor kılıç! İlahın Apis neden kaçtı? Boğan neden ayakta kalamadı? Çünkü Rab onu yere serdi." (Yeremya 46/14) Bakara’nın âyetleri Apis özelliğinde bir boğanın kesilmesini emretmektedir. Böylece o batıl inanç ortadan kalkacaktı. Çünkü Musa aleyhisselam, 40 günlüğüne Tur’a gidince İsrail oğulları, Harun aleyhisselama rağmen buzağı heykeli yapıp tapmışlardı. “...buzağı tutkusu onların içlerine işlemişti...” (Bakara 2/93) Böyle olmasa, o sığırı kesmemek için bahane aramazlardı. Hindular, ineğe saygı gösterirler. Bir inek camiye girse çıkarılması sıkıntı doğurur. Hindistan’da 250 milyon kadar inek olduğu belirtiliyor. Hint yönetiminin, ineği asıl konumuna getirmek için uğraştığı ama başarılı olamadığı bildiriliyor[4]. Müslümanların her yıl kutladığı kurban bayramı bu bakımdan önemlidir. İnsanların bir kesimi tarafından kutsanan hayvanları kurban kesen Müslümanlar bu tür inançlardan sürekli uzak kalmaktadır. Kurbanla ilgili şu âyet pek anlamlıdır: “O kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah’a erişecektir. Ona erişecek olan, sizin (şirkten) korunmanızdır.”(Hac 22/37) Kurban bayramı kurbanında önemli olan hayvanın kanını akıtmaktır. Etin yenmesi veya fakirlere dağıtılması şart değildir. Bu sebeple kurbanı kesip etini kendi yiyen veya öylece bırakıp kimseye yedirmeyen kişi de kurban kesmiş olur. Ama kurban kesmeden tonlarca eti fakir fukaraya ve eşe dosta dağıtan kişi kurban kesme görevini yerine getirmiş olmaz. [1] Müfredât,بقر mad. [2] Büyük Larousse Sözlük Ve Ansiklopedisi, c. II, s. 712. [3] Nof, Memfis'in diğer adıdır. Bu husus, Tevrat'ın dipnotlarında ve ekindeki haritada yer almaktadır. (Kutsal Kitap, Yeni Çeviri, İstanbul, 2001) [4] Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 2002, s. 145.
__________________
De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam. Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” Kâfirûn Sûresi |
|
|
|
|
|
#3 |
|
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 387 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
18. UYKU ÖLÜM İLİŞKİSİ
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir. Size belgelerini gösterir. Belki aklınızı kullanırsınız.”(Bakara 2/73) “… İşte Allah ölüleri böyle diriltir.”hükmü önemlidir.Ahirette ölüler, bir sığır parçasının vurulması ile diriltilmeyeceklerdir. Onunla olsa olsa, uyuyan bir ikişi uyandırılabilir. Öyleyse ölülerin diriltilmesi, uyuyanın uyanması gibi olabilir. Çünkü âyetlere göre ölüm bir uyku, kabir. uyuma yeri, öldükten sonra dirilme de uykudan kalkma gibidir. Bir âyet şöyledir: “Geceleyin sizi öldüren ve gündüzün ne yap*tığınızı bilen odur. Sonra belirli süre doluncaya kadar gündüzün sizi kaldırır.”(En'am 6/60) Kıyâmetin anlamı kalkıştır. Öldükten sonra dirilme yataktan kalkış, sura üfleme de kalk borusunun çalması gibidir. Yukarıdaki âyet, yeni öldürülmüş ve vücudu henüz bozulmamış kişinin diriltilmesinden bahsediyor. Allah Teâlâ kudretiyle onun tahrip olmuş organını düzeltmiş ve ruhu vücuda göndermiştir. İşte ölülerin yeniden dirilmesi böyle olacaktır. Önce kişinin vücudu canlı hale getirilecek, sonra ruhu, uykudan uyanır gibi bedene döndürülecektir. İnsan, sulanmış topraktan (tîn) yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yarattığı her şeyi güzel yaratan odur. İnsanı yaratmaya tînden başlamıştır. Sonra onun soyunu süzülmüş bir özden, dayanıksız bir sudan yaratmıştır.”(Secde 32/7-8) Tîn, su ile toprağın karışmış halidir[1]. Su toprağa karışmazsa hayat olmaz. Bütün yiyecekler bu şekilde oluşur. Dolayısıyla sadece Adem değil, her insan topraktan yaratılmıştır. Gıdalardan süzülen bir öz, insan tohumunu oluşturur. Tohum ana rahminde, topraktan gelen gıdalarla gelişir. Vücut ölünceye kadar toprak ve su ile beslenir. Ondan ayrılan her şey, tekrar toprak olur. Yeniden yaratılma da topraktan olacak ve insan bitkilerin çıkması gibi yeryüzüne çıkacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizi topraktan yarattık, ona iade edeceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.” (Taha 20/55) 18.1. İnsan Ruhu Vücut, ana rahminde belli bir kıvama geldikten sonra Allah ona ruh üfler. Yukarıdaki âyetlerin devamı şöyledir: “Sonra onu düzenli bir şekle sokmuş ve içine ruhundan üflemiştir. Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etmiştir. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”(Secde 32/9) 18.2. Ölüm ve Uyku Ruh, vücudu ev gibi kullanır. Uykuya dalınca çıkar gider. Uyanma sırasında tekrar gelir. Ölen vücut, yıkılan ev gibidir. Yeniden yaratılıncaya kadar ruh oraya dönmez. Şu âyet bunu anlatmaktadır: “Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyen*lerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekini belli bir vakte kadar salıverir.(Zümer 39/42) Âyete, daha açık olarak şu meâl verilebilir: “Allah ölümü esnasında nefsleri vefat et tirir, ölmeyen* nefsin vefatı uykudadır. Ölümüne hükmettiği nefsi tutar, ötekini belli bir vakte kadar salıverir.” Âyette hem mevt, hem vefat kelimeleri geçer. “Nefisler” hem (يتوفي = yeteveffa) fiilinin mef’ûlü hem, mevtin (موت) ve (منام = menam)ın yani uykunun fâilidir. Buna göre bir kişide iki nefis vardır. Biri vefat ettirilen nefis, diğeri de uyuyan ve ölen nefistir. Ayetler arası ilişkiler iyi kurulursa görülür ki, uyuyan veya ölen beden, vefat ettirilen ise ruhtur. Vefat’ın kökü vefâ (وفى)‘dır. Vefâ Arapça’da bir şeyin tamamına ulaşma anlamınadır. Vefat ettirmek yani teveffi = (توفي); işini tamamlatmaktır. Ölüm veya uyku sırasında ruhun yapacağı bir iş kalmadığı için Allah onu bedenden çekip alır. Mevt (موت), canlılığın kaybolması yani ölüm demektir. Uyuyan ve ölen bedendir. Ruh ne ölür, ne de uyur. İnsan, ruh ile bedenin birleşimidir. Bunların her ikisine de nefs denir. Kur’ân bize, ölmüş bedenden ayrılan bir ruhun yapacağı şu konuşmayı bildirir: “Onlardan birine ölüm gelince der ki: «Rabbim! Beni geri çeviriniz. Belki terkettiğim dünyada iyi bir iş yaparım. Hayır; bu onun söylediği sözdür. Arkalarında yeniden dirilecekleri güne kadar berzah (engel) vardır.”(Müminun 23/99-100) Ruh ile vücudun ilk birleşmesi ana rahminde olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah sizi topraktan, sonra bir meni parçasından yarattı. Sonra eşleşmiş hale getirdi.” (Fâtır 35/11) Ahirette beden tekrar yaratılınca eşleşme de tekrarlanacaktır. Bu, Nefisler eşleştiği an…” (Tekvir 81/7)diye bildirilen andır. Uyku, dinlenmek için zorunludur. Ölüm de bozulmayan, ihtiyarlamayan ve hasta olmayan ölümsüz yani Ahiret hayatına uygun bir vücuda sahip olmak için zorunludur. Kişi, bu işin göz açıp kapayıncaya kadar bittiğini sanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “O saatin oluşu ancak bir göz kırpması kadardır, belki ondan da az. Çünkü Allah’ın gücü her şeye yeter.”(Nahl 16/77) Yeniden dirilme bu dünyada olur ve ruh o zaman bedenle eşleşir. O zaman kişi kendini, uykudan uyanmış gibi hissedecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sura üflenmiştir. İşte o zaman kabirlerinden Rablerine doğru koşup giderler. Yazık oldu bize! Bizi uyuduğumuz yerden kim kaldırdı? derler.” (Yasin 36/51-52) Kişinin algılaması açısından uyku ne ise ölüm de odur. Yukarıdaki âyetler bunu anlatmaktadır. [1] Ragıp el-İstafahani, Müfredât طين mad.
__________________
De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam. Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” Kâfirûn Sûresi |
|
|
|
|
|
#4 |
|
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 387 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
20.YAHÛDİLER İSYAN SÖZÜ MÜ VERDİLER ?
Allah Teâlâ şöyle buyurur: وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِن كُنتُمْ مُّؤْمِنِينَ Ayette geçen “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا= semi’nâ ve aseynâ” cümlesine, “Dinledik ve sıkı sarıldık” şeklinde anlam verdik. Ancak bütün meâl ve tefsirler ona; “Dinledik ve isyan ettik” şeklinde anlam vermişlerdir. Sahneyi göz önüne getirelim; Allah Tur’u, o koskoca dağı İsrail oğulları’nın üstüne kaldırmış, onlardan kesin söz alıyor; “Size verdiğimiz şeye sıkı sarılın” diyor. Böyle bir anda kim “işittik ve isyan ettik” diyebilir? Şu âyet, dağın durumunu daha açık olarak bildiriyor: “Bir gün o dağı yerinden koparıp tepelerine kaldırdık, sanki bir gölgelik gibi oldu. Üstlerine düşecek sandılar. «Size verdiğimize sıkı sarılın, onda olanı aklınızdan çıkarmayın, belki sakınırsınız.» dedik.” (A’raf 7/171) Bir an için "İsyan ettik" dediklerini düşünelim. Böyle söyleyen birinden söz alınmış olur mu? Halbuki Allah, “Bir gün sizden kesin söz aldık” diyor. Ayetin son bölümü şöyledir: “… Oysa kâfirlik etmeniz sebebiyle o buzağı tutkusu içinize işlemişti. De ki: “İmanınız size ne kötü emir veriyor!.. Eğer inanmış kimselerseniz.” “İşittik ve isyan ettik” diyenler için böyle bir ifade kullanılmaz. Bütün bunlara göre “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” cümlesine anlam verirken “عَصَيْنَا=aseyna” kelimesine özel önem vermek gerekir. el-Asa (العصا) değnek demektir. “عصى = asâ” ise değneği tutar gibi tuttu veya değnekle döver gibi dövdü anlamınadır. Esmaî. , bazı Basralıların şu sözünü nakleder: Değneğe asa denmesi elin ve parmakların, üzerinde birleşmesinden dolayıdır. Ebû Abîd. ’e göre asa’nın kök anlamı, birleşme ve anlaşmadır. (عصى): İsyan etti, emre karşı çıktı anlamına da gelir[2]. Her iki anlam da değnekte saklıdır. Onu bir iş için kullanırsanız, sıkı sarılırsınız. Ama değneği bir başkasının kafasına da indirebilirsiniz. Bu da onun “isyan” anlamı ile ilgilidir. Buna göre “َعَصَيْنَا و سَمِعْنَا” cümlesi, “işittik ve sıkı sarıldık” anlamına gelebileceği gibi “işittik ve isyan ettik” anlamına da gelebilir. Kötü niyetliler, böyle ifadeleri seçerler ki, her yöne çekebilsinler. Bu tür kullanıma cinas denir. “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” Nisa 46. âyette bu şekilde kullanılmıştır. Bu sebeple o âyette Yahûdi lerin “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا=semina ve aseyna”yerine “سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا = semi’nâ ve ata’nâ” “Dinledik ve boyun eğdik” demelerinin daha iyi olacağı bildirilmiştir. “Daha iyi” “iyi”nin karşılığıdır. Demek ki, Yahûdi lerin “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَاا” demeleri de iyidir, ama onu başka tarafa yani “işittik ve isyan ettik” anlamına çekme imkanı olduğu için Allah, ikinci cümleyi söylemelerini tavsiye emiştir. Bu âyetle ilgili açıklama "Kitabı Tahrîf" başlığı altında geçmişti. Tevrat’ın konu ile ilgili bölümü şöyledir: “Musa gidip RABB'in bütün buyruklarını, ilkelerini halka anlattı. Herkes bir ağızdan, «RABB'in her söylediğini yapacağız» diye karşılık verdi. Musa RABB'in bütün buyruklarını yazdı. Sabah erkenden kalkıp dağın eteğinde bir sunak kurdu, İsrail'in on iki oymağını simgeleyen on iki taş sütun dikti. Sonra İsrailli gençleri gönderdi. Onlar da RABB'e yakmalık sunular sundular, esenlik kurbanları olarak boğalar kestiler. Musa kanın yarısını leğenlere doldurdu, öbür yarısını sunağın üzerine döktü. Sonra antlaşma kitabını alıp halka okudu. Halk, «RABB'in her söylediğini yapacağız, O'nu dinleyeceğiz» dedi.” (Tevrat, Çıkış 24/3-7) Kur’ân’daki bilgi ile Tevrat’taki bilginin birbirini tamamladığı görülmektedir. Bu da Kur’ân’ı açıklamada önceki ilahi kitaplarından yararlanılabileceğini gösterir. [1] Burada iltifat sanatı vardır; “demiştiniz” yerine “dediler” yazmak gerekir. Ancak Türkçe’de iltifat sanatı olmadığından, böyle yapmak cümlenin güzelliğini ve akışkanlığını bozar. Bu sebeple yukarıdaki anlam tercih edilmiştir. [2] es-Sıhah, Tacu’l-arus, Lisanu’l-arab.
__________________
De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam. Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” Kâfirûn Sûresi |
|
|
|
|
|
#5 |
|
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 387 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
21. KUR’ÂN’DAKİ MEŞÎET VE İRÂDE KAVRAMLARI
Kur’ân’da meşiet. (المشيئة) ve irade. (الإرادة) kökünden türemiş kelimeler geçer. Bunlar arasında anlam farkı vardır. İrade bir şeyi istemek, meşiet ise isteyip yapmaktır. Meşiet. , Allah için kullanılırsa bir şeyi isteyip var etmesi anlamına gelir[1]. İnsanın meşieti için şartlar uygun olmalıdır. Uygun şartları yaratacak olan Allah’tır. Bu sebeple hadiste, (ما شاء الله كان وما لم يشأ لم يكن) “Bir şey, Allah’ın meşieti varsa olur, yoksa olmaz[2]” buyrulmuştur. İrade (الإرادة)sadece,isteme anlamında olduğu için gerçekleşmeyebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah sizin tevbe ederek affa uğramanızı irade eder; şehvetlerinin peşinde olanlar ise büyük bir yamuklukla yamulmanızı irade ederler.”(Nisa 4/27) Allah’ın iradesi “ol (كن = kün”emri ile gerçekleşir. Bu, iradenin meşiete dönüşmesidir. Bir ayet şöyledir:“Bir şeyi irade ettiği zaman onun yaptığı "ol" demekten ibarettir; hemen oluverir.” (Yasin 36/82) Bu sebeple Allah’ın iradesi tekvînî (الإرادة التكوينية)ve teşriî irade (الإرادة التشريعية)olmak üzere ikiye ayrılır. Tekvînî irade “ol” emri ile ortaya çıkar. Her şey bu şekilde yaratılır. Teşriî iradede “ol” emri yoktur. Allah insanların Müslüman olmasını ister ama kimseyi buna zorlamaz. Yani bu konuda iradesi vardır ama meşieti yoktur. Yoksa herkes, zorunlu olarak Müslüman olurdu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: أَفَلَمْ يَيْأَسِ الَّذِينَ آمَنُواْأَن لَّوْ يَشَاء اللّهُ لَهَدَى النَّاسَ جَمِيعًا Kişinin yola gelme iradesi meşiete dönüşünce Allah onu kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلكِن يُضِلُّ مَنيَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَلَتُسْأَلُنَّ عَمَّا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ Sonuç olarak Allah’ın meşieti olmadan hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hiç bir şey için «ben bunu yarın yaparım» deme; Allahın meşieti olursa yaparım de[3].”(Kehf 18/23–24) Zamanla meşiet ve irade kavramları arasındaki fark kaybolmuştur. Mesela Ehl-i sünnet’in iki büyük kolu olan Maturidî ve Eş’ârîmezhepleri, görüşlerini bu farkın kaybolduğu bir temel üzerine kurmuşlardır. Nuruddin es-Sabûnî(öl. 580 h./1184 m.) bu konuda şöyle der: و لا فرق بين المشيئة و الإرادة عند أهل السنة Bu anlayış insanları kaderciliğe sürüklemiş ve birçok âyetin yanlış yorumlanmasına yol açmıştır. Kur’ân’da geçen مَن يَشَاء (men yeşâ) ifadelerinin bundan gördüğü zarar oldukça fazladır. “Yeşâ”nın faili “o” zamiridir. Zamir, men’i gösterir sayılsa anlam “isteyen kişiyi” olur. Allah lafzını gösterir sayılsa “Allah’ın istediği kişiyi” şeklinde olur. Bunlardan hangisinin fail olacağı, karinelere göre belirlenir. Sonradan ortaya çıkan gelişmelerin etkisiyle tefsir ve meallerin çoğu, karinelere bakmadan faili, Allah olarak kabul etmiş ve aşağıda görüleceği gibi birçok âyetin eksik veya yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Hâlbuki bazı ayetlerde fail yalnızca مَن(men), bazılarında yalnızca Allah lafzı, bazılarında da her ikisidir. 21.1. Failin YalnızcaMen Olması Allah Teâlâ şöyle buyurur: وَمَا أَرْسَلْنَامِن رَّسُولٍ إِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللّهُمَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ Tefsir ve meallerin çoğunda âyete şu şekilde anlam verilmiştir: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” Ayete bu şekilde anlam verenler şunları düşünmeliydiler: Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi gönderir? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılır mı? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi? Çelişkiler “yeşâ”nın faili olan “o” zamirinin Allah lafzını gösterir sayılmasından kaynaklanmıştır. Hâlbuki burada zamir, yalnız “men= kim”i gösterir. Uzağında olan Allah lafzını göstermesi için karine gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Üstelik konu ile ilgili âyetler, yola gelmeyi ve sapmayı kişinin fiili olarak göstermektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: منِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّعَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَرَسُولاً قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءكُمُالْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِوَكِيلٍ وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَنشَاء فَلْيَكْفُرْ وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ ءَايَةٌ مِنْ رَبِّهِ قُلْ إِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ يُنِيبُ Elimizdeki mealler içinde Muhammed ESED’in yaptığı doğrudur. Onun meali şöyledir: “Biz her elçiyi, mutlaka kendi halkının diliyle [vahyedilmiş bir mesajla] gönderdik ki, [hakkı] onlara açık (ve dolaysız) bir biçimde ulaştırabilsin; artık bundan sonra Allah [sapmayı] dileyeni sapıklık içinde bırakır, [doğru yolu tutmayı] dileyeni de doğru yola yöneltir, çünkü doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibi O'dur.” (İbrahim 14/4)
__________________
De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam. Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” Kâfirûn Sûresi |
|
|
|
|
|
#6 |
|
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 387 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
22. ECELİN KISALMASI
Ecel, bir şey için belirlenmiş süredir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz gökleri, yeri ve o ikisi arasında olanları ecel-i müsemmâsı olan gerçek varlıklar olarak yaratmışızdır.”(Ahkaf 46/3) İnsanlar hakkında da şöyle buyurulur: “Sizi tînden yaratan odur. Sonra bir ecel belirlemiştir. Onun katında bir de ecel-i müsemmâ vardır.” (En’âm 6/2) Göklerin ve yerin tek bir eceli olduğu halde insan için iki ecelden bahsedilmesi önemlidir. Bunlardan biri, diğer varlıklarda da olan ecel-i müsemmâ olduğuna göre diğeri tabiî ecel olabilir. Tabiî ecel, vücudun dayanma süresidir. Süre bitince insan, dalında kuruyan çiçek gibi olur. Tabipler ömür biçerken ona bakarlar. Ecel-i müsemmâ. ise kişinin yaşayacağı süredir. Bu süre sonunda insan, dalından koparılmış çiçek gibi ölür. Tabii eceli 100 sene olanın ecel-i müsemmâsı 60 sene olabilir. Bu süreyi yalnız Allah bilir. Tîn, su ile toprağın karışmış halidir[1]. Su toprağa karışmazsa hayat olmaz. İnsan tohumu, topraktan gelen gıdalardan süzülen bir özden oluşur. Ana rahminde, yine topraktan gelen gıdalarla gelişir. İnsan ölünceye kadar topraktan beslenir. Ondan ayrılan her şey toprak olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizi önce topraktan sonra meni parçasından, sonra rahime yapışık kan pıhtısından[2] yaratan odur. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarır, sonra kuvvetli çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye yaşatır. Bundan önce vefat edeniniz de olur. Bunlar ecel-i müsemmâya ulaşmanız içindir. Belki aklınızı kullanırsınız.”(Mümin 40/67) Sonsuz hayat için yaratılan ve ölümsüz bir ruh taşıyan insanın dünyada geçireceği süre onun ecel-i müsemmâsıdır. Bu süre içinde ruh, vücudu bir ev gibi kullanır. Vücut uykuya dalınca çıkar gider; uyanınca geri döner. Ölen vücut, yıkılan ev gibi olduğundan yeniden yaratılıncaya kadar ruh ona dönmez. Kıyâmet günü yaratılacak yeni vücut, ihtiyarlamayan, yaşlanmayan, hastalanmayan ve ölmeyen bir vücut olacaktır. Bunu âyetlerdeki (خالدين) = hâlidîn kelimesinden anlıyoruz. Kelimenin kökü olan (الخلود) = el-hulûd; bir şeyin bozulmayacak özellikte olması ve bulunduğu hal üzere kalması anlamınadır[3]. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İman etmiş ve iyi iş yapmış olanlar cennetin arkadaşlarıdır. Onlar orada hâliddirler.” (Bakara 2/82) Cehennemlikler de aynıdır. Onlarla ilgili olarak da şöyle buyurulur: “Görmezlik edip kâfir olan ve ayetlerimiz karşısında yalan söyleyenler cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada hâlidirler.” (Bakara 2/39) Cehennemliklerin sadece derileri değişir. Bunu şu âyetten öğreniyoruz: “Ayetlerimizi görmezlikten gelenleri ateşte kızartacağız; derileri piştikçe başka derilerle değiştireceğiz ki o azabı tatsınlar.”(Nisa 4/56) Ölümsüz bir ruh taşıyan insanın dünyada geçireceği süre, vücudun canlı kaldığı süredir. İnsan bazen kendi eliyle, bazen başkasının eliyle hayatını kaybedebilir. Bu, ona verilen sürenin, yani ecel-i müsemmasının bitmesinden önce olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:“Her ecelin yazıldığı bir belge (bir Kitap) vardır. Allah dilediğini siler (kısaltır), dilediğini sabitleştirir. Ana Kitap onun yanındadır.”(Ra’d 13/38-39) “Yaşayanın yaşatılması ve ömrünün kısaltılması bir deftere kesin olarak kayıtlıdır. Bu Allah’a kolaydır.”(Fâtır 35/11) Ayetlere bakılanca iki şeyin eceli kısalttığı görülür; biri yanlış davranışlar, diğeri kendini Allah yolunda feda etmektir. 22.1. Yanlış Davranışlar Kişi, yanlış davranışlarla kendi ecelini kısalttığı gibi suçsuz birinin ecelinin kısalmasına da yol açabilir. 22.1.1. Kişinin Kendi Ecelini Kısaltması Yapılan yanlışların eceli kısaltacağı konusunda en iyi örnek, Yunus aleyhisselam ve kavmidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yunus da elçilerden biridir. Bir gün dolu bir gemiye kaçtı. Diğer yolcularla kur’a çekti ve kaybetti. Sonra onu bir balık yutuverdi, o kendini kınayıp duruyordu. Eğer tesbih etmeseydi yeniden dirilecekleri güne kadar balığın karnında eriyip gidecekti. Tesbih edince onu boş bir yere attık; hasta bir haldeydi. Yanıbaşında kabakgillerden bir bitki bitirdik. Halbuki onu yüz binlere, daha da çok kimselere elçi göndermiştik. Nihayet onlar ona inandılar. Biz de onları bir süreye dek nimetlendirdik.”(Sâffât 37/139-148) Sonra Yunus aleyhisselam kavmine döndü. Daha önce ona inanmayan kavmi bu defa inandı ve helaktan kurtuldu. Bunu da şu âyetler haber vermektedir: “Azap gelip çatmadan imana gelip de imanı kendine fayda vermiş bir tek kavim olsaydı keşke; Yunus kavmi başka, onlar iman ettiler; biz de kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları bir süre daha yaşattık.”(Yunus 10/98) Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Elçiler, toplumlarına dediler ki: “Allah hakkında şüphe mi olur; göklerin ve yerin yaratıcısı hakkında? O, günahlarınızı bağışlamak ve ecel-i müsemmânıza kadar yaşatmak için size çağrıda bulunmaktadır.” (İbrahim 14/10) “Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra hakîm olan ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. Allah’tan başkasına kul olmayasınız diye. Ben onun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim. Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra ona dönün ki sizi ecel-i müsemmâ gelinceye kadar güzel bir şekilde yaşatsın. Fazlasını yapana, kendi katından daha fazlasını versin. Eğer yüz çevirecek olursanız, o büyük günün azabına uğramanızdan korkarım.”(Hûd 11/1-3) “Biz Nuh’u kavmine elçi gönderdik; kendilerini acıklı bir azap çarpmadan önce onları uyar diye. Nuh dedi ki: “Kavmim! Ben sizi açıkça uyaran bir kişiyim; Allah’a kul olun; ondan sakının, sözlerimi dinleyin ki Allah günahlarınızı bağışlasın, sizi ecel-i müsemmânıza kadar yaşatsın. Çünkü Allah’ın belirlediği ecel gelince artık geri bırakılmaz. Bunu bir bilseydiniz.”(Nuh 71/1-4) Tevbe, hem Yunus aleyhisselamın hem de kavminin kurtuluşunu sağlamıştı. Firavun da tevbe etmişti ama boğulmaktan ve kâfir olarak ölmekten kurtulamamıştı. Bu sebeple burada bu konuya değinmek gerekir. 22.1.1.1. Tevbenin Kabul Zamanı Hem Yunus aleyhisselam hem kavmi, ölümle yüzyüze gelmeden hatalarını anlamış, tevbe etmişlerdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın kabul edeceği tevbe, cahilce kötülük işleyen, sonra vakit varken tevbe edenlerin tevbesidir. Allah işte bu gibilerin tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bilir, doğru karar verir. Yoksa kötülük işleyip duran, ölüm gelip çatınca da: “İşte ben şimdi tevbe ettim” diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi tevbe değildir. Onlar için acıklı bir azap hazırlamışızdır.”(Nisa 4/17-18) Yunus aleyhisselamı balık yutmuştu ama o, karanlık bir yere girdiğini sanıyordu. Balığın yuttuğunu bilseydi ölmek üzere olduğunu anlar, son pişmanlığın fayda vermeyeceğini bilirdi. Çünkü bu, Allah’ın yukarıdaki ayette yer alan kanunudur. Ama o, nerede olduğunu bilmediği için tevbe etmiş, tesbihte bulunuyordu. Bunu şu âyetlerden öğreniyoruz: “Balığın yuttuğu Yunus’u da an. Bir gün öfkelenmiş, başını alıp gitmişti. Dünyayı başına dar etmeyeceğimizi sanmıştı. Sonra karanlıklar içinden şöyle yakarmıştı: “Senden başka ilah yoktur. Senin kusurun yok, ben yanlış yaptım.” Onun yakarmasına karşılık verdik; onu üzüntü ve kederden kurtardık. İşte inananları böyle kurtarırız.”(Enbiya 21/87-88) Nuh aleyhisselam da kurtulma ümidi varken, oğlunu tevbeye çağırmıştı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları çalkalıyordu. Nuh, bir kenarda duran oğluna seslendi: "Yavrucuğum! Bizimle birlikte bin, kafirlerle beraber olma" dedi. "Bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur" diye karşılık verdi: Nuh ise: "İkram ettikleri bir yana, bugün Allah'ın bu işinden koruyacak biri yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, o da boğulanlara karıştı gitti.”(Hûd 11/42-43) Firavun da tevbe etmiş ama tevbeyi, ölümle yüzyüze geldiği anda yaptığı için kabul edilmemişti. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İsrail oğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri haksızca ve düşmanca onları takibettiler. Firavun boğulmayla yüzyüze gelince dedi ki, "İsrail oğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben ona teslim olanlardanım." "Şimdi mi? Az öncesine kadar baş kaldırmış ve bozgunculardandın. Bugün senin cesedini bir tepeye atacağız ki, senden sonrakiler için belge olsun. İnsanların çoğu belgelerimizden gerçekten habersizdir.”(Yunus 10/90-92) “Bunlar, kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rabbinin gelmesinden ya da Rabbinin birkaç işaretinin gelmesinden başka ne bekliyorlar? Rabbinin işaretleri gelince, o zamana kadar iman etmemiş veya imanlı olarak iyi iş yapmamış olanın o anki imanının faydası olmaz. De ki: “Bekleyin; biz de bekliyoruz.” (En’âm 6/158) Firavun da tıpkı Yunus aleyhisselam gibi kendini kınamıştı. Ama Yunus aleyhisselam bunu, ölüm gelmeden önce, Firavun ise ölüp denizin dibini boyladıktan sonra yapmıştı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Firavun’u ve ordularını yakaladık, denizin dibine attık. Bu sırada o, kendini kınıyordu.”(Zâriyat 51/40) Kendini kınama, kafir olarak ölen her ruhun yapacağı iştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Onlardan birine ölüm gelince der ki: «Rabbim! Beni geri çeviriniz. Belki terkettiğim dünyada iyi bir iş yaparım. Hayır; bu onun söyleyip duracağı bir sözdür. Arkalarında yeniden dirilecekleri güne kadar bir engel (berzah) vardır.”(Müminun 23/99-100) Peygamberimiz şöyle demiştir: “Allah kulunun tevbesini, can boğaza gelinceye kadar kabul eder[4].”
__________________
De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam. Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” Kâfirûn Sûresi |
|
|
|
|
|
#7 |
|
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 300
Tesekkür: 477
198 Mesajina 387 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
22.2. Allah Yolunda Kendini Feda Etmek
İnsanlar, canlarını Allah yolunda feda ederek de ecel-i müsemmâlarının kısalmasına yol açabilirler. Allah, bunun karşılığını kat kat verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hele Allah yolunda öldürülün veya ölün; görürsünüz ki, Allah’ın bağışı ve ikramı dünyada kalıp biriktireceğiniz şeylerden daha iyi olacaktır.”(Al-i İmran 3/157) Ölen kişi, ecel-i müsemmasının dolmasıyla ölür. Ama Allah yolunda öldürülen, canını Allah için feda ettiğinden canına karşılık Allah ona yeni can verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ama siz bunu fark edemezsiniz.”(Bakara 2/154) “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar Rableri katında diridirler; kendilerine rızık verilir. Allah'ın onlara yaptığı ikram ile mutlu olurlar. Henüz aralarına katılmamış olanlara şu müjdeyi vermek isterler: “Üstlerinde ne bir korku olur, ne de üzülürler.” Allah'ın nimetini ve ikramını da müjdelemek isterler. Allah, müminlerin alacağı karşılığı azaltmayacaktır.”(Al-i imran 3/169-171) Allah yolunda öldürülenler, verdikleri ömrün kat kat fazlasını alırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim bir iyilikle gelirse ona onun on katı vardır.”(En’âm 6/160) Bu iyilik, Allah yolunda malını harcama şeklinde olursa 700 katına, hatta daha fazlasına çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren bir taneye benzer. Her başakta yüz tane vardır. Allah, dilediğine kat kat verir.”(Bakara 2/261) Allah yolunda öldürülenin ömrü ise Kıyâmete kadar uzar. Onun ömrü bitmiş olsaydı fedakarlık yapmış ve böyle bir karşılığı hak etmiş olmazdı. Bu da Allah yolunda ölen ile öldürülenin farkıdır. İbnu Mes'ud’un bildirdiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yere bir dörtgen çizdi. Sonra, onun ortasını boydanboya keserek dışarı çıkan bir hat çizdi. Bu hattın içte kalan kısmına doğru bir çok küçük hatlar çizdi ve dedi ki: “Şu hat insandır. Şu onun ecelidir; kendini çepeçevre sarmıştır. Şu dışarı uzanan bölüm onun emelidir. Şu küçük hatlar da başa gelenlerdir. Şu hat onu alt etmezse bu eder. Bu da alt etmezse bu eder[9].” Peygamberimizin çizdiği çizgiyi şu şekilde gösterebiliriz. Allah Teâlâ, sağdan ve soldan gelen bela oklarına karşı insanları korumaktadır. Bir âyet şöyledir: “Kişinin önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, onlarda olanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilmesi diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.”(Ra’d 13/11) [1] Ragıp el-İsfahani, Müfredât طينmad. [2] Alak (علق) bulaşan ve yapışan nesne anlamına gelir. Bulaşıp yapıştığı için kızıl kana, koyu kana veya pıhtılaşmış kana da alak ya da alaka denir. [3] Müfredat خلد mad. [4] Tirmizi, Daavat 98; İbn Mace, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, 2/132, 153. [5] Ebû Davûd, Taharet, 127. [6] Mirasçı yakınları. [7] Maruf; kısaca güzelliği akıl veya din yoluyla anlaşılan şey şeklinde tarif edilmiştir. [8] Lisan’ul-arab قصصmad. [9] Buharî, Rikâk, 4.
__________________
De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam. Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibâdeti yapmazsınız. Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” Kâfirûn Sûresi |
|
|
|
| sevginur Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler: | hiiic (14. November 2012) |
|
|
#8 | |
|
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Aug 2009
Mesajlar: 933
Tesekkür: 110
268 Mesajina 414 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 18 ![]() ![]() |
Alıntı:
Bu başlığa alıntıladığınız yazıları, alıntıladığınız yerde buna ilişkin itirazlar varsa onlarıda görüp anlayarak alıntılamanız herkes için çok önemlidir. Alıntıladığınız yeri bilemediğimden, belki, alıntıladığınız yerde bu kısma ilişkin aksi yazılarda olmayabileceğinden, bu kısımdaki anlatımlar size mantıklı geldiği için buraya alıntılamış olabilirsiniz. Ancak; ecel nedir, müsemma ecel nedir, insan yada toplumların eceli uzayıp kısalırmı, hatta katil maktülün ecelini kılatmışmıdır, katil öldürmeseydi maktül yaşarmıydı, maktül zaten ölecekse katil neden ceza alırdı vb. soruların cevaplarını da kapsayacak şekilde bu yazıdaki kabulün tersine; "ECELİN TEK OLDUĞU, UZAYIP KISALMAYACAĞI VE BU TEK ECELE MÜSEMMA ECEL DENDİĞİ" ni anlatan itiraz yazılarım vardır. Aslında bu forumda da bu konuyu bir başlık altında ele almıştım. Şimdi, bu yazınızı o başlık altına taşıyarak, sizin ve diğer kardeşlerimin bu yazdıklarınızı oradaki anlatımlarla karşılaştırmasını ve hangisi akıllarına yatıyorsa onu kabul etmelerini öneriyorum. Not: bu yazınız; "Ecel tekmidir, eceli kaza ve eceli müsemma nedir, maktul öldürülmeseydi yaşarmıydı" başlığına (http://www.hanifler.com/showthread.php?t=2860) alıntılanmıştır. selamlarımla... aorskaya |
|
|
|
|
![]() |
| Bookmarks |
| Etiketler |
| bildiğimiz, doğru, işığında, kur’an, yanlışlar |
|
|