hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 52. Hud Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 16. January 2009, 08:28 PM   #1
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

27-30. AYETLER:

27 - Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri; “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz.” dediler.
28 – O [Nuh], dedi ki: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! -Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”-
29 – Ve “Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rabblerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.”
30 – Ve “Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edecek? Peki siz hiç düşünmez misiniz?

Her toplumda olduğu gibi, Nuh kavminde de gerçeklerin karşısına çıkanlar toplumun ileri gelenleridir. Bunun tarihte hep böyle olduğunu Rabbimiz şöyle bildirmiştir:

Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri; “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız.” dediler. (Zühruf/23)

Kavmin ileri gelen inkarcıları, soyluluk ve ihtişamlarına güvenerek Nuh peygamberden “sığ görüşlü aşağı tabakadan” olarak niteledikleri kimseleri yanından kovmasını istemektedirler ki, aynı talep Mekke ileri gelenleri tarafından peygamberimize de yapılmış, onlar da zayıf kişilerle aynı mecliste oturmak istememişlerdir. Mekkeli kodamanların bu girişimlerine karşılık Rabbimiz de peygamberimize şu talimatları vermiştir:

Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua eden kimseleri kovma. Onların hesabından sana hiçbir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovup da zalimlerden olasın!
Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? (En’am/52, 53)

Ve kendini, sabah akşam Rabblerinin rızasını isteyerek O’na [Rabblerine] yalvaran kişiler ile beraber sabırlı kıl. Basit hayatın süsünü isteyerek onlardan gözlerini de ayırma. Ve de kalbini, Bizim zikrimizden gafil kıldığımız, hevasına uymuş ve de işi aşırılık olan kimseye uyma. (Kehf/28)


40. AYET

40 - Nihayet emrimiz geldiği ve fırın/ tandır kaynadığı zaman Biz dedik ki: “Her cinsten birer çifti ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle”. -Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.-

Bu ayette geçen “fırın/tandır kaynadığı zaman” tabiri azabın yaklaştığını belirten temsilî bir ifadedir. Bu ifade, Arapların savaşın kızışma anı için kullandıkları “fırın/tandır ısındı, kızdı” tabiri ile büyük benzerlik arz etmektedir.
Rabbimizin Nuh peygambere verdiği talimat içinde yer alan “ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni” ifadesi, Nuh peygamberin ailesinde de inkârları sebebiyle cezalandırılmasına karar verilmiş olanların bulunduğunu göstermektedir. Sonraki ayetlerde, bunlardan birinin Nuh peygamberin oğlu, diğerinin de eşi (Tahrim/10) olduğu açıklanmaktadır.
Rabbimizin gemiye binenlerin “çok az” olduğunu söylemesine ve sayıları hakkında bir bilgi vermemesine rağmen rivayetlerde bunların kaç kişi oldukları, adları ile birlikte yer almaktadır:

İbn Abbas [r.a] der ki: Hz. Nuh`un kavminden seksen kişi iman etmişti. Bunların üç tanesi oğlu idi: Sâm, Hâm ve Yâfes. Bunlarla birlikte üç de gelini iman etmişti. Bunlar gemiden çıktıklarında bugün Musul taraflarında "Karyetu`s-Semaîn" [seksen kişinin kasabası] diye bilinen bir kasaba inşa ettiler. Haberde nakledildiğine göre, gemide seksen kişi vardı. Bunlar arasında Hz. Nûh ile boğularak cezalandırılandan başka bir hanımı, üç oğlu ve bunların zevceleri de vardı. Katâde, el-Hakem b. Uyeyne, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Ka`b`ın görüşü de budur. Hâm gemide iken hanımına yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Nûh da Yüce Allah`a nutfesini değişikliğe uğratması için dua etti, böylelikle siyahiler ondan doğmuş oldu. Atâ dedi ki: Nûh [as], Hâm`a: Çocuklarının saçları kulaklarından aşağıya inmesin, nerede olurlarsa Sâm ve Yâfes`in çocuklarına köle olsunlar, diye beddua etti.
el-A`meş: [Gemidekiler] yedi kişi idiler. Nûh, üç oğlu ve üç gelini, diyerek Nuh`un hanımını saymamıştır.
İbn İshâk dedi ki: Hanımları hariç on kişi idiler. Nûh, oğullan Sâm, Hâm ve Yâfes ile ona iman etmiş altı kişi ile bunların hepsinin hanımları.” (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)


41-43. AYETLER

41 – Ve o [Nuh] dedi ki: “İçerisine binin, onun akışı da duruşu da Allah adınadır. Kesinlikle Rabbim gerçekten çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
42 – Ve o [gemi] onlarla, dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu. Ve Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: “Yavrucuğum, bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!”
43 – O [Nuh’un oğlu], dedi ki: “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” O [Nuh]; “Bugün O’nun [Allah’ın] merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur.” dedi. Ve dalga aralarına girdi. O da suda boğulanlardan oluverdi.

41. ayetteki “onun akışı da duruşu da Allah adınadır” ifadesi, meydana gelen olayların hep Allah’ın müdahalesi ile geliştiği, herhangi bir karışıklığın söz konusu olmadığı anlamındadır. Bu durum, kıssanın anlatıldığı diğer ayetlerde de belirtilmiştir:

Sonra sen ve beraberindeki kişiler gemiye yerleştiğinde de, “Hamd bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah içindir” de!
Ve de ki: “Rabbim! Beni bolluk olan bir yere indir/bana bolca ikramda
bulun. Sen, indirenlerin/ikramda bulunanların en iyisisin.” (Müminûn/28, 29)

Ve O, bütün çiftleri [eşleri] yaratan ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri kılandır.
Siz onların sırtına binip üzerlerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nimetini anarak şöyle diyesiniz: "Bunları bizim hizmetimize veren Allah`ı tenzih ve tesbih ederiz. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi."
"Gerçekten biz Rabbimize döneceğiz." (Zühruf/12-14)

Ve onlar Allah`ı hakkıyla takdir etmediler. Ve yeryüzü kıyamet günü O`nun avucundadır. Gökler de O’nun sağ eliyle [kudretiyle] dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve çok yücedir. (Zümer/67)

Ve o vakit Rabbin [onlara], kıyamet gününe kadar üzerlerine, mutlaka kendilerini en kötü azaba uğratacak kimseler göndereceğini ilân etti. Şüphe yok ki, Rabbin cezayı çabucak verendir. Ve muhakkak ki O, Gafur ve Rahîm’dir. (A`râf/167)

Ve onlar senden, iyilikten önce kötülüğü çabuklaştırmanı isterler. Hâlbuki onlardan önce onlara misal olacak cezalar gelip geçmiştir. Ve gerçekten senin Rabbin, zulümlerine karşılık insanlar için cidden mağfiret sahibidir. Ve kesinlikle senin Rabbin, azabı cidden çok çetin olandır. (Ra`d/6)

Şüphesiz, sular kabarınca, onu, size bir ibret yapalım ve anlayışlı kulaklar anlasın diye sizi [akıcıda] gemide Biz taşıdık. (Hakka/11, 12)

O’nu [Nuh’u] da, nankörlük edilen kişiye bir mükâfat olmak üzere, korumamız/ gözetimimiz altında akıp giden levhaları [tahtaları] ve çivileri/ urganları olan [sal] üzerinde taşıdık.
Ve ant olsun Biz, bunu bir ayet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? (Kamer/13-15)

Bazı kaynaklarda Nuh peygamberin gemiye binmeyen inkârcı oğlunun “Yam” ismindeki dördüncü oğlu olduğu ileri sürülmüştür.

44. AYET

44 - Ve “Ey yeryüzü, suyunu yut! Ey gökyüzü sen de tut!” denildi. Sular da çekildi. Emir de yerine gelmiş oldu. Gemi de Cudi üzerine oturdu. Ve o zalim kavme, “Uzak olun [kahrolun]!” denildi.

Mevdudî, Tufan’ın bittiğini ve geminin Cudi üzerine oturduğunu anlatan bu ayet hakkında bazı araştırmalar yaptıktan sonra şu mütalâada bulunmuştur:

Kur`an`a göre, gemi, Doğu Anadolu`da eskiden Cezire-i İbn-i Ömer olarak anılan bölgenin kuzeydoğusunda bulunan Cudi Dağı`nın üzerine oturmuştur. Fakat Kitab-ı Mukaddes`e göre geminin oturduğu yer Ararat [Ağrı] dağıdır. Kadim tarihler de geminin oturduğu yerin Cudi Dağı olduğunu teyit etmektedirler. Sözgelimi M.Ö. 250 yıllarında yaşamış olan Babil kentinin dini lideri Berasus, Keldanilerle ilgili tarihinde Hz. Nuh`un gemisinin Cudi Dağı üzerine oturduğunu söylemektedir. Aristo`nun öğrencisi Abydenus ise aynı rivayeti teyit etmekle kalmaz, aynı zamanda kendi çağındaki birçok Iraklının geminin parçalarına sahip olduklarını, bu parçaları batırdıkları suları da hastalara şifalı su olarak içirdiklerini yazar.
Şimdi meseleyi yeniden mütalaa edelim: Burada zikredilen tufan tüm yeryüzünü kapladı mı, yoksa yalnızca Hz. Nuh`un [a.s] bölgesini mi içine aldı? Bu, şimdiye dek halledilmemiş bir sorudur. Kitab-ı Mukaddes`e ve İsrailiyata bakarsanız tufan arz çapında olmuştu. (Tekvin 7: 18-24) Fakat Kur`an bu konuda sükut etmektedir. Gerçi tufandan arta kalanları tüm insanlığın selefleri olarak zikretmektedir ama bu illa da tufanın dünya çapında olduğunu düşünmemizi gerektirmez. Bu meseleye şöyle bir açıklama getirilebilir: Tarihin o döneminde yeryüzünün yerleşim bölgesi yalnızca Hz. Nuh`un [a.s] yaşadığı bölgeydi ve tufandan arta kalan kuşaklar tedrici olarak yeryüzünün diğer bölgelerine yayıldılar. Bu teoriyi iki şey desteklemektedir. Birinci olarak, Dicle ve Fırat bölgesinde büyük bir tufanın meydana geldiği yolunda tarihsel geleneklerin, arkeolojik buluntuların ve jeolojik kanıtların teyit ettiği kesin deliller söz konusudur. Buna karşılık yeryüzünün diğer bölgelerinde tufanın dünya çapında olduğunu kanıtlayacak herhangi bir delil söz konusu değildir. İkinci olarak, Amerika ve Avustralya gibi birbirinden çok uzak yerlerdekiler dahil hemen tüm yeryüzü sakinlerinin geleneklerinde bir zamanlar yeryüzünde büyük bir tufanın koptuğu yolunda rivayetler vardır. Bunlardan çıkarılacak sonuç, insanlığın atalarının bir zamanlar yeryüzünün belli bir yöresinde yaşıyor olduklarıdır. Demek ki, bu olaydan sonra yeryüzünün çeşitli yerlerine dağılmışlar ve tufana dair rivayetlerini de beraberlerinde götürmüşlerdir. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

45 - 47. AYETLER

45 – Ve Nuh Rabbine seslenip de dedi ki: “Rabbim! Oğlum benim ehlimdendi. Senin vaadin de elbette hakktır. Ve Sen hâkimlerin en hâkimisin.”
46 – O [Allah]; “Ey Nuh! Şüphesiz o senin ehlinden değildir. Şüphesiz o, salih olmayan bir iştir/ o salih olmayan bir iş işlemiştir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme! Şüphesiz Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım” dedi.
47 – O [Nuh]; “Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum” dedi.

Bu ayette “ehil” kelimesi birinci plânda din kardeşliği açısından “yakın” anlamında kullanılmış, böylece mühim olanın soy yakınlığı değil, din yakınlığı olduğu vurgulanmıştır. Zira Nuh peygamber ile oğlu arasındaki nesep yakınlığı tartışmasızdır; ancak Allah “Ey Nuh! Şüphesiz o senin ehlinden değildir” diyerek buradaki “ehil” sözcüğün “iman ve amel yakınlığı” anlamında olduğunu göstermiştir. Demek oluyor ki, kişi mümin olmadıkça, peygamber çocuğu da olsa bunun ona bir yararı dokunmamaktadır.
“Ehil” sözcüğünü ayetteki bağlamından kopararak:
* “O, Benim kendilerini kurtarmayı vaat ettiğim aile halkından değildir”
* “Nuh onu kendi oğlu sanıyordu ama o Nuh’un oğlu değildi. Nuh’un karısı onu başkasından peydahlamıştı.”
* “Oğlan Nuh’un evinde doğdu ama eşinin eski kocasındandı” şeklinde zorlama yorumlarla açıklamaya çalışmak gereksizdir. Çünkü bir peygamber çocuğunun da inkârcı, zalim olması mümkündür:

Ve hani Rabbi İbrahim’i, bir takım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış], o, onları tam olarak yerine getirince [Rabbi ona], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım.” demişti. O da; “Zürriyetimden de [yap]!” dedi. [Rabbi ona] “Benim ahdim zalimlere nail olmaz!” dedi. (Bakara/124)

Ancak şu husus gözden kaçırılmamalıdır: Nuh peygamberin bizzat oğlu için Allah’a yalvarması, oğlunun müşrik olduğunu bilmediğini göstermektedir. Zira müşrikler için istiğfar etmek mümkün olmadığından, onun da bile bile oğlu için böyle bir talepte bulunması mümkün değildir:

Kendilerine, cehennem ashabı oldukları iyice belli olduktan sonra peygambere ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfar etmek yoktur.
İbrahim`in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan [istiğfardan] vazgeçti. Şüphesiz İbrahim, çok içli, çok halim birisi idi. (Tövbe/113, 114)

Nitekim Rabbimiz 46. ayette “Hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme! Şüphesiz Ben seni cahillerden olmaktan sakındırırım” demek suretiyle Nuh peygambere bu konuda bilgisi olmadığını belirtmiş ve ona öğüt vermiştir. Nuh peygambere verilen bu öğütten Allah’tan ne isteneceğinin iyi bilinmesi gerektiği anlaşılmalıdır. Allah’tan bilinçsizce ve bilgisizce bir şey istemek doğru bir davranış değildir.
Rabbimiz Kur’an’da insanlara sürekli öğüt vermiştir:

Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini ebedî olarak bir defa daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler. (Nur/17)

Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın. Yoksa haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi nefsine zulmetmiş olur. Sakın Allah’ın ayetlerini oyuncak edinmeyin, Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] hatırlayıp, düşünün. Hem Allah’a takvalı davranın ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.
Ve siz kadınları boşadığınız zaman ecellerini [iddet sürelerini] bitirdiklerinde, aralarında maruf bir şekilde rızalaştıkları takdirde, kendilerini kocalarıyla nikâhlanacaklar diye sıkıştırıp, engellemeyin. İşte bu, sizden Allah`a ve ahiret gününe inanan kimselerin kendisiyle öğütlendiği şeydir [ilkedir]. Bu, sizin için daha uygun ve daha nezihtir. Ve Allah bilir, siz ise bilemezsiniz. (Bakara/231, 232)

Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi çok işiten, çok iyi görendir. (Nisa/58)

Şüphesiz Allah, size adaleti, iyilik-güzellik yapmayı ve yakınlara vermeyi emreder; hayasızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size öğüt verir. (Nahl/90)


47. ayette, Nuh peygamber Âdem ile eşinin şu duasını tekrarlamak*tadır:

[Onlar; her ikisi] “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler. (A`râf/23)

Nuh peygambere verilen mesaj daha sonra onun neslinden gelen İbrahim peygambere de verilmiştir. Rabbimiz, inanmayanları dışlayarak rızk duasında bulunan İbrahim peygambere inan*mayanları da az bir zaman faydalandıracağını bildirerek uyarıda bulunmuştur:

Ve bir zaman İbrahim; “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları, meyvelerle rızklandır.” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!” (Bakara/126)

49. AYET

49 - İşte bunlar [Nuh ile ilgili anlatılanlar], sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz akıbet, takvalı davrananlarındır.

Nuh peygambere ait kıssa bitirildikten sonra bu ayette peygamberimize dönülmüş, kendisinin ve kavminin bilmediği bu kıssadan ders alarak sabretmesi istenmiştir. Hatırlanacak olursa, peygamberimize daha önce de sabırlı olması emredilmişti:

Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Davud’u hatırla. Şüphesiz o, [Rabbine] çokça dönendi. (Sad/17)

Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. (Kalem/48)

Rabbimizin kıssadan alınmasını istediği dersler, suç ve cezanın bireysel olduğu, insanların sosyal statülerine göre değerlendirilme*mesi gerektiği, insanların değerlendirilmesinde hasep, nesebin önemli olmadığı ve hiç kimseye ayrıcalık tanınmadığı gibi hususlardır.
Kıssanın peygamberimize hitap eden son ayeti, alınması gereken mesajlarla beraber şu şekilde takdir edilebilir: “Nuh`un başından ge*çenleri size anlattım. O nasıl sabretti ise siz de sabretmelisiniz. Toplumu*nun ona gösterdiği olumsuz tepkiyi ve işi ne derece ileri gö*türdüklerini gördünüz. Nuh’un nasıl kurtarıldığını da öğrendiniz. Size de olumsuz tepkiler olacaktır. Ama bunun en büyük çaresi sabırdır. Siz de Nuh gibi mutlaka selâmete ereceksiniz.”

50-52 - Ad’a da kardeşleri Hud’u (gönderdik)... O, dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yok. Siz uydurmacılardan başka bir şey değilsiniz. Ey kavmim! Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak beni yaratan üzerinedir. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O`na tövbe edin ki, üzerinize gökten bol bol göndersin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Ve günahkârlar olarak sırt çevirmeyin.”

İkinci ibret tablosu, Hud peygamber ile onun kavmi Ad hakkındadır. Hud peygamber de kavmine karşı peygamberimizin verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiş ve Mekkeliler gibi müşrik olan Ad halkını tevhide davet etmiştir. Tarihte iki tane Ad kavmi yaşamış olup birisi Hud peygamberin elçi olarak gönderildiği kavim, diğeri de sütunlar sahibi olan İrem halkıdır.
Hud kıssası bu surede Nuh kıssası kadar uzun ve detaylı olarak verilmemiştir. 50 ile 60. ayetler arasında özetlenen kıssa, elçi ile kavmi arasında geçen karşılıklı konuşma şeklindedir. Bu anlatımıyla kıssa adeta canlı bir tiyatro sahnesi gibidir. Kıssanın bu anlatımında, daha evvelki surelerde anlatılanlara göre farklı bazı ifadeler de mevcuttur.

Ad, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
Hani kardeşleri Hud onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için / sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar / kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verene; davarlar, oğullar, cennetler [bağlar, bahçeler], pınarlar verene takvalı davranın. Şüphesiz ki ben sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum.”
Onlar dediler ki: “Sen, öğüt versen de yahut öğüt verenlerden olmasan da bizim için aynıdır. Bu, sadece öncekilerin hayat tarzlarıdır. Ve biz azaba uğratılacaklar değiliz.”
Bunun üzerine onu yalanladılar da Biz kendilerini helâk ettik. Şüphesiz ki bunda kesinlikle mutlak bir ayet vardır, ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir. (Şuara/123-140)

(Ant olsun ki,) Ad’a da kardeşleri Hud’u (elçi gönderdik). O, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?” dedi.
Kavminden, ileri gelen kâfir kimseler “Biz seni sefahet [akıl hafifliği, cahillik] içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz” dediler.
(Hud da) “Ey kavmim! Bende sefahet [akıl hafifliği, cahillik] yok, velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderilerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir zikir [öğüt/kitap] gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra halifeler yaptı ve yaratılışta boy pos itibariyle sizi artırdı. Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa erdirilesiniz” dedi.
(Onlar da) Dediler ki: “Demek sen tek Allah`a kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!”
(Hud)] Dedi ki: “Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!”
Bunun üzerine onu ve onunla beraber olan kimseleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve ayetlerimizi yalanlayan ve iman etmemiş olan kimselerin kökünü kestik. (A’raf/65-72)

53-57 - Onlar dediler ki: “Ey Hud! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar değiliz de. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” O [Hud] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh [hareket eden canlı] yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi halife yapar. Ve siz O’na hiçbir şeyce zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.”
58 – Ve ne zaman ki emrimiz geldi, Hud`u ve onunla birlikte iman etmiş olan kişileri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık, Biz onları çok ağır bir azaptan da kurtardık.

Bu ayetlerde, Hud peygamberin gayet açık, net, ikna edici, akla ve mantığa uygun açıklamalarına yer verilmiş ve bu açıklamalar karşısında, iyi düşünenlerin gerçeği inkâr etmedikleri, düşünemeyenlerin ise inkârlarına devam ettikleri vurgulanmıştır.

59, 60 - Ve işte bu, Rabblerinin ayetlerine kafa tutan, O’nun elçilerine isyan eden ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad’dır. Bu dünyada ve kıyamet günü arkalarına lânet takıldı. Haberiniz olsun! Ad, Rabblerini inkâr ettiler. Haberiniz olsun! Hud’un kavmi olan Ad’a uzaklık verildi.

Hud kıssanın sonunda yer alan bu ayetlerde Rabbimiz sanki parmakla gösterircesine Ad’ı işaret etmiş, “Ve işte bu, Rabblerinin ayetlerine kafa tutan, O’nun elçilerine isyan eden ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad’dır” diyerek çok canlı bir uyarı yapmıştır.
Ad kavmini konu alan ayetlerden, bu kavmin Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ettikleri, elçileri yalanladıkları, her zorbanın arkasından gittikleri ve bu suçları yüzünden cezalandırıldıkları anlaşılmaktadır. Kıssadan çıkartılması gereken hisse ise, belirtilen suçları işleyenlerin de Ad ile aynı kötü akıbete ulaşacak olduklarıdır.

61, 62 - Semud’a da kardeşleri Salih’i (gönderdik). O, dedi ki: “Ey halkım! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yok. O, sizi yeryüzünden oluşturan ve size orada ömür geçirtendir. Artık O’ndan af dileyin. Sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim Karîb`dir [çok yakındır], Mucîb`dir [cevap verendir].” Dediler ki: “Ey Salih! Sen, bundan önce aramızda aranan/ ümit beslenen bir kişi idin. Şimdi kalkmış, atalarımızın kulluk ettiklerine kulluk etmemizi mi yasaklıyorsun? Ve hiç şüphesiz biz, bizi çağırdığın şey hakkında kafaları karıştıran bir kuşku içindeyiz.”
63, 64 - O [Salih] dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir rahmet vermişse… Bu durum karşısında O’na asi olursam beni Allah’tan kim korur? O zaman sizin de bana zarardan başka katkınız olmaz. Ve ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah’ın nâkası [beş yaşında, yavrulu, bol sütlü dişi devesi]. Artık onu bırakın, Allah’ın yeryüzünde yesin. Ve ona kötülük dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalayıverir.

Bu ayetlerde, yine peygamberimizin elçilik mücadelesine benzeyen bir başka mücadelenin anlatımına başlanmış, Semud kavmine elçi yapılan Salih peygamber ile kavmi arasındaki diyalog, herhangi bir izahı gerektirmeyecek açıklıkla canlı olarak nakledilmiştir.
“Nâkatullah” ve “Semud” sözcükleri ile ilgili detay Şems ve A’raf surelerinin tahlillerinde verildiğinden burada tekrar açıklamaya gerek görülmemiştir. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1, s: 511-517 ve c: 2, s: 613-615)

65 - Derken, onlar, onu [nâkayı] inciklerinden keserek öldürdüler. Bunun üzerine o [Salih] dedi ki: “Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. İşte bu, yalanlanmayacak bir vaattir.”

Bu ayette, Semud kavminin Allah’ın nâkasını [kamu maliyesini] ayaklarını [gelir kaynaklarını] keserek yok etmeleri üzerine Salih peygamberin kavmine sonlarının yaklaştığını ihtar eden sözleri yer almaktadır. Bu sözler arasında geçen “üç gün” ifadesi de, muhtemelen zamanın kısalığından kinayedir.

66 – Artık ne zaman ki, emrimiz geldi, Salih’i ve onunla birlikte iman etmiş olan kişileri, tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz ki senin Rabbin, O güçlü, mutlak üstün olandır.
67 – Ve o zalimleri, korkunç bir gürültü yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.
68 - Sanki orada hiç kalmamışlardı. Haberiniz olsun! Hiç şüphesiz Semud kavmi gerçekten Rabblerini inkâr ettiler. Haberiniz olsun! Semud için uzaklık verildi.

Semud kavminin sonunun bildirildiği bu ayetlerde, Salih peygamber ve onunla birlikte iman etmiş olanların kurtarıldıkları, diğerlerinin ise sanki orada hiç yaşamamışlar gibi mahvedildikleri anlatılmaktadır. “Sanki orada hiç kalmamışlardı” ifadesi, adlarının, sanlarının ve izlerinin yok olup gittiği anlamındadır. Bununla o kavimden geriye sadece ibret verici bu kıssanın kaldığı vurgulanmıştır. Hatırlanacak olursa, bu kıssa ile ilgili olarak A’raf suresinde şu açıklamalar verilmişti:

(Ant olsun ki,) Semud’a da kardeşleri Salih’i (elçi olarak gönderdik). O dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil [kanıt] geldi. İşte şu, Allah’ın dişi devesi, sizin için bir ayettir; bırakın onu Allah’ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. Ve düşünün ki Ad’dan sonra sizi halifeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi; onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarından evler yontuyorsunuz. Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.”
Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Salih`in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?” [Onlar da] “Kesinlikle biz onunla gönderilene inananlarız [inanıyoruz]!” dediler.
O büyüklük taslayan kimseler; “Biz, sizin inandığınızı kesinlikle inkâr edenleriz [ediyoruz]!” dediler.
Hemencecik de o dişi deveyi ayaklarından kesip öldürdüler ve büyüklenerek Rabblerinin buyruğundan dışarı çıktılar ve “Ey Salih! Eğer hakikaten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini getir bize!” dediler.
Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökekaldılar. (A’raf/73-78)

Kıssanın tümü dikkate alınarak Semud kavminin işlediği suçlar şu şekilde özetlenebilir:
* Körlüğü doğru yola tercih etmek,
* Allah’ın devesini öldürmek,
* Elçileri [elçilik misyonunu] yalanlamak

Bu suçlar başka ayetlerde de açıklanmıştır:

Semud’a gelince; işte Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yol üzerine sevdiler [tercih ettiler]. Bunun üzerine kazandıkları şeyler sebebiyle alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakalayıverdi.
Ve Biz iman etmiş kimseleri ve takvalı davranmış olan kimseleri kurtardık. (Fussılet/17, 18)

Fakat onlar, onu yalanladılar, deveyi de inciklerini kesip öldürdüler. Rabbleri de günahları dolayısıyla onları düzleyiverdi [yerle bir etti]. (Şems/14)

Semud, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. (Şuara/141)

69 – Ve ant olsun ki, İbrahim`e de elçilerimiz müjde ile geldiler, “Selâm!” dediler. O; “Selâm!” dedi de saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmeye gecikmedi.
70 – Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar; “Korkma, şüphesiz biz Lut’un kavmine gönderildik” dediler.
71 – Ve onun [İbrahim`in] karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik.
72 - O [İbrahim’in karısı] dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir “acuz”um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”
73 - Onlar [elçiler]; “Sen Allah`ın işinden mi şaşıyorsun? Allah`ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir [övülmeye lâyıktır], Mecid’tir [cömertliği boldur].” dediler.
74 - Sonra İbrahim’den korku iyice geçip gidince ve kendisine müjde gelince, Bizimle Lut kavmi hakkında mücadeleye başladı.
75- Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu, çok ah vah eden [yufka yürekli], yönelen biri idi.
76 - -“Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.-

Bu pasajda Hud suresinde nakledilen kıssaların dördüncüsü yer almaktadır. İbrahim peygamberin hayatından önemli bir kesitin nakledildiği pasajın içeriği, daha çok İbrahim peygamberin insanlara güzel örnek oluşuyla ilgilidir. Pasajda değinilen olayların Hicr ve Zariyat surelerindeki anlatımları, konunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır:

Ve onlara [kullarıma], İbrahim’in misafirlerinden haber ver.
Hani onlar [İbrahim’in misafirleri], İbrahim`in yanına girdiler de “selam!” demişlerdi. O [İbrahim]: “ Şüphesiz biz sizden korkanlarız” demişti.
Onlar [İbrahim’in misafirleri]: “Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz. Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?”
Onlar [İbrahim’in misafirleri]: “Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”
O [İbrahim]: “Ey gönderilmişler [elçiler]! İşiniz nedir?” dedi.
Onlar [elçiler]: “Şüphesiz biz suçlu bir kavme gönderildik.
Ancak Lût ailesi müstesnâdır.” -Şüphesiz Biz, Lût`un karısı hariç onların hepsini muhakkak kurtaracağız. Biz takdir ettik. Şüphesiz o, kesinlikle geride kalanlardandır [gözü arkada olanlardandır].- (Hicr/51-60)

İbrahim’in saygınlaştırılmış misafirlerinin haberi sana geldi mi?
Hani onlar, onun [İbrahim`in] üzerine girmişlerdi de "Selâm!" demişlerdi. O [İbrahim]; “Selâm tanınmamış topluluk!” dedi.
O İbrahim, sonra ehline gitti de semin [güç veren] buzağı ile geldi.
Sonra onu [güç veren buzağıyı] onlara yaklaştırdı, “Nasiplenmez misiniz?” dedi.
Sonra onlardan çekindi. Onlar “Korkma!” dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.
Bunun üzerine karısı bağırarak öne geldi de elini yüzüne vurarak “Bir bahtsız, bir kısır!” dedi.
Onlar [Misafirler]: “Rabbin işte böyle buyurdu. Şüphesiz O [Rabbin], hikmet sahibidir. En iyi bilenin ta kendisidir” dediler.
Bunun üzerine o [İbrahim]; “Sizin önemli işiniz nedir ey elçiler?” dedi.
Onlar [elçiler]: “Şüphesiz biz, Rabbin katından aşırı gidenler için işaretlenmiş, çamurdan pişirilmiş sert taşları üzerlerine yağdırmamız için günahkâr bir kavime gönderildik”dediler.
Bunun üzerine Biz müminlerden orada bulunan kimseleri çıkardık.
Fakat Biz orada müslümanlardan bir evden başka bulmadık.
Ve Biz orada acı bir azaptan korkan kimseler için bir ayet bıraktık. (Zariyat/24-37)

İbrahim peygamberin hayatının bu bölümünün Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı ise şöyledir:

15 Tanrı İbrahim`e, "Karın Saray’a gelince, ona artık Saray demeyeceksin" dedi, "Bundan böyle onun adı Sara olacak.
16 Onu kutsayacağım; ondan sana bir oğul vereceğim. Onu kutsayacağım ve ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak."
17 İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, "Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?" dedi, "Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?"
18 Sonra Tanrı`ya, "Keşke İsmail`i mirasçım kabul etseydin!" dedi.
19 Tanrı, "Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın" dedi, "Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim.
20 İsmail`e gelince, seni işittim. Onu kutsayacağım; onu verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım.
21 Ancak antlaşmamı, gelecek yıl bu zaman Sara`nın doğuracağı oğlun İshak`la sürdüreceğim."
22 Tanrı İbrahim`le konuşmasını bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi.
23 İbrahim evindeki bütün erkekleri - oğlu İsmail`i, evinde doğanların ve satın aldığı uşakların hepsini - Tanrı`nın kendisine buyurduğu gibi aynı gün sünnet ettirdi.
24 İbrahim sünnet olduğunda doksan dokuz yaşındaydı.
25 Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu.
26 İbrahim oğlu İsmail`le aynı gün sünnet edildi.
27 İbrahim`in evindeki bütün erkekler - evinde doğanlar ve yabancılardan satın alınanlar - onunla birlikte sünnet oldu. (Tekvin; 17/ 15-27)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 16. January 2009, 08:35 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Kitab-ı Mukaddes’teki bu anlatım Müslümanları da etkilemiş ve buna uygun rivayetlerin oluşmasına sebep olmuştur.

KONUMUZ OLAN 69-76. AYETLERİN TAHLİLİ

69- Ve ant olsun ki, İbrahim`e de elçilerimiz müjde ile geldiler; “Selâm!” dediler. O; “Selâm!” dedi, sonra da saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmeye gecikmedi.

Elde herhangi bir kanıt bulunmamasına rağmen klâsik kaynaklarda bu elçilerin “melek” olduğu dayatılmıştır. Bizim kanaatimize göre ise; bu elçiler İbrahim peygamberin o güne kadar tanımadığı, varlıklarından haberdar olmadığı, o yöredeki beşer elçilerdir [peygamberlerdir]. Sayılarının “bir”den fazla olması bu konuda tereddüde mahal vermemelidir; çünkü Ya Sin suresinde de bir kente art arda üç elçi gönderildiği bildirilmiştir.
Elçilerin getirdiği müjde hakkında:
* Lut kavminin helâkinin müjdesi,
* Kendilerinin Allah’ın elçileri olduklarının müjdesi,
* İbrahim peygamber için korkulacak bir şey olmadığının müjdesi gibi yorumlar yapılmışsa da, Rabbimiz bu müjdeyi 71. ayette açıklamıştır: “Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik.”
İbrahim peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, bu ayette “haniyz” sözcüğüyle, Zariyat/26’da ise “semiyn” sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi -sırasıyla- “kızartılmış” ve “semiz” olarak aktarmışlardır. Ne var ki, koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen “kızartılmış” ifadesi ile ancak canlı bir hayvan için kullanılan “semiz” ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir. Çünkü misafire tavuk hatta kuzu kızartılıp ikram edilmesi makul olmakla beraber bir buzağının kızartılıp bütünüyle ikram edilmesi akıllardan uzak bir durumdur. Ayrıca gelenekçilerin nitelemelerine göre, konumuz olan ayetteki buzağı “kızartılmış” yani ölü bir buzağıdır. Zariyat/26’da ise aynı buzağı “semiz” yani canlı bir buzağıdır. Bu durumda iki ayet arasında bir çelişki söz konusu olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir.
Bize göre, bu olaydaki “buzağı” ile kastedilen anlamın teviline o buzağının sıfatları olarak bildirilen “haniyz” ve “semiyn” sözcüklerinin gerçek anlamlarından yola çıkarak ulaşmak gerekmektedir.

الحنيذHANİYZ

“الحنيذ Haniyz” sözcüğü “arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış” demektir. Sözcük ilk olarak “atı terletme” anlamında kullanılmış, daha sonra Araplar hem “Güneş’in insanı terletmesi”ni hem de “etin sıcak taşlara sıkıştırılarak suyunun giderilmesi, akışkanlığının kaybettirilmesi” işlemini bu sözcükle ifade etmişlerdir. (Lisanü’l-Arab, 2/624, 625; El-Müfredat/133)
Buna göre “الحنيذ haniyz”, “bir nesnenin içindeki fazlalıkların, özellikle de nesneyi bozacak şeylerin atılması” anlamına gelmekte, dolayısıyla ayetteki “haniyz” sözcüğü de meful anlamıyla “arıtılmış, içinde zararlı maddeler bulunmayan, saf hâle getirilmiş” demek olmaktadır.
Fakat klâsik eserlerde sözcüğün esas anlamı dikkate alınmadığı gibi, “kurutulmuş” anlamına bile itibar edilmemiş, sözcük “ateşte kızartılmış” anlamında kullanılmıştır.

السّمينSEMİYN

Bu sözcük “zayıf”lığın karşıtı olup güç kaynağı olması sebebiyle “yağ”a da “ سمن semen” denir. (Lisanü’l-Arab, 4/692, 693; el-Müfredat/243)
O hâlde Zariyat/26’da geçen “semiyn” ifadesi de ism-i fail anlamıyla “güç veren” demektir.

BURADAKİ BUZAĞI ALTINDIR

Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının “saf hâlde bulunan” ve “güç veren” bir buzağı olduğu anlamına ulaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, biz bu buzağının A’raf suresindeki “aldatıcı sesi olan ceset buzağı” gibi “altın” olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu tevilimize göre, İbrahim peygamber müjdeci elçilere müjdelik olarak “altın” vermiştir.

70 – Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar; “Korkma, şüphesiz biz Lut’un kavmine gönderildik” dediler.

Ayetten anlaşıldığına göre, İbrahim peygamberin ikram olarak takdim ettiğine [‘altın’a], misafirleri [elçiler] el sürmemişler, daha doğrusu sürememişlerdir. Çünkü onlar elçidir ve daha evvel birçok ayette bildirildiği gibi, görevleri gereği yaptıklarına karşılık herhangi bir ücret almaları söz konusu değildir.
Verilen hediyeyi almamaları üzerine İbrahim peygamberin korkuya kapılmasından, verilen hediyenin veya yapılan ikramın reddedilmesinin o günün geleneğinde husumet ve düşmanlık belirtisi sayıldığı anlaşılmaktadır. İbrahim peygamber gaybı bilmediği, kendileri açıklayıncaya kadar misafirlerin elçi olduğunu anlamadığı için geleneğe göre düşmanca sayılan bu davranıştan dolayı korkuya kapılmıştır.
Bu durumdan çıkan bir diğer sonuç da Allah bildirmediği sürece peygamberlerin gaybı bilmesinin mümkün olmadığıdır.

Kıssanın buraya kadarki bölümü, bazı ek bilgilerle Hicr suresinde şu şekilde yer almaktadır:

Ve onlara [kullarıma], İbrahim’in misafirlerinden haber ver.
Hani onlar [İbrahim’in misafirleri], İbrahim`in yanına girdiler de “selam!” demişlerdi. O [İbrahim]: “ Şüphesiz biz sizden korkanlarız” demişti.
Onlar [İbrahim’in misafirleri]: “Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz. Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?”
Onlar [İbrahim’in misafirleri]: “Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”
O [İbrahim]: “Ey gönderilmişler [elçiler]! İşiniz nedir?” dedi.
Onlar [elçiler]: “Şüphesiz biz suçlu bir kavme gönderildik. (Hicr/51-58)

Kitab-ı Mukaddes’te yazılanlar ise Kur’an’a uymamaktadır:

1 İbrahim günün sıcak saatlerinde Mamre meşeliğindeki çadırının önünde otururken, RABB kendisine göründü.
2 İbrahim karşısında üç adamın durduğunu gördü. Onları görür görmez karşılamaya koştu. Yere kapanarak birine,
3 "Ey efendim, eğer gözünde lütuf bulduysam, lütfen kulunun yanından ayrılma" dedi,
4 "Biraz su getirteyim, ayaklarınızı yıkayın. Şu ağacın altında dinlenin.
5 Madem kulunuza konuk geldiniz, bırakın size yiyecek bir şeyler getireyim. Biraz dinlendikten sonra yolunuza devam edersiniz." Adamlar, "Peki, dediğin gibi olsun" dediler.
6 İbrahim hemen çadıra, Sara`nın yanına gitti. Ona, "Hemen üç sea ince un al, yoğurup pide yap" dedi.
7 Ardından sığırlara koştu. Körpe ve besili bir buzağı seçip uşağına verdi. Uşak buzağıyı hemen hazırladı.
8 İbrahim hazırlanan buzağıyı yoğurt ve sütle birlikte götürüp konuklarının önüne koydu. Onlar yerken, o da yanlarında, ağacın altında bekledi.
9 Konuklar, "Karın Sara nerede?" diye sordular. İbrahim, "Çadırda" diye yanıtladı.
10 RABB, "Gelecek yıl bu zaman kesinlikle yanına döneceğim" dedi, "O zaman karın Sara`nın bir oğlu olacak." Sara RABB`in arkasında, çadırın girişinde durmuş, dinliyordu.
11 İbrahim`le Sara kocamışlardı, yaşları hayli ileriydi. Sara âdetten kesilmişti.
12 İçin için gülerek, "Bu yaştan sonra bu zevki tadabilir miyim?" diye düşündü, "Üstelik efendim de yaşlı."
13 RABB İbrahim`e sordu: "Sara niçin, `Bu yaştan sonra gerçekten çocuk sahibi mi olacağım!` diyerek güldü?
14 RABB için olanaksız bir şey var mı? Belirlenen vakitte, gelecek yıl bu zaman yanına döndüğümde Sara`nın bir oğlu olacak."
15 Sara korktu, "Gülmedim" diyerek yalan söyledi. RAB, "Hayır, güldün" dedi. (Tekvin; 18. Bab)

Konumuz olan 70. ayette “Lut kavmi” olarak geçen halk, aslında Lut peygamberin soyca mensup olduğu kavim değildir. Çünkü Lut peygamber, tıpkı İbrahim peygamber gibi Güney Babil`deki Ur şehrinin yerlilerindendir ve amcasıyla beraber oradan göç etmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da geçen “Lut kavmi” tabirleri, Lut peygamberin göç ederek geldiği ve orada yaşarken elçilikle görevlendirildiği şehrin [ülkenin] sakinlerini ifade etmektedir ki, tarihî kayıtlara göre burası Sodom şehridir.

71- Ve onun [İbrahim`in] karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik.

Bu ayette 69. ayetin birinci bölümüne yapılmış bir gönderme vardır. İbrahim peygamberin karısının bu ayette yaptığı bildirilen davranışı [gülüvermesi], 69. ayetin birinci bölümünde anlatılanlar sırasında İbrahim peygamber ile elçilerin selâmlaşması ve elçilerin müjdeyi vermesi üzerine olmuştur. Yani İbrahim peygamberin karısı, elçilerin verdiği müjdeyi duyunca buna gülmüştür. Burada 71. ayetten 69. ayete yapılan gönderme, Zariyat suresinde de 29. ayetten 25. ayete yapılmıştır. İbrahim peygamberin burada 69. ayetin ikinci bölümünde, Zariyat suresinde de 26. ayette belirtilen müjdelik teklifi ise karısının gülmesinden sonradır.
71. ayette üzerinde durulması lâzım gelen iki nokta İbrahim peygamberin karısının “gülmesi” ve “kaime”liğidir:

İBRAHİM PEYGAMBERİN KARISININ GÜLMESİ

Ayette geçen “ ضحكتdahıket” sözcüğü “gülmek” demektir. “Gülmek” sadece dudakları gererek ve ses çıkarmadan yapılan tebessüm değildir; dişlerin görüneceği şekilde sesli olarak yapılan bir davranıştır. İbrahim peygamberin karısı, gülüvermesinin ardından 72. ayette bildirilen konuşmasında, kendisinin “acuz”luğu ve kocasının yaşlılığı sebebiyle müjdeyi çok tuhaf bulduğunu söylemiştir. Yani, elçilerin İbrahim peygambere verdiği müjde, İbrahim peygamberin karısının çok tuhafına gitmiş ve yaşlı kocasından bir çocuk sahibi olacağı haberi onu kahkahalarla güldürmüştür.
Ne var ki klâsik eserlerin birçoğunda “dahıket” sözcüğü şu anlamlara çekilmiştir:
Mücahid ve İkrime, Yüce Allah`ın "Güldü" buyruğu ile ilgili olarak “müjdenin tahakkuku için ay halinden kesilmiş iken, ay hali oldu” diye açıklamışlardır. ... Cumhur ise der ki: Burada bildiğimiz "gülmek" kastedilmektedir. Ancak bunun mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunun hayret ve şaşkınlık ifade eden gülmek olduğu söylenmiştir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Mukatil de der ki: Hz. İbrahim, misafirlerine hizmet ederken ve ihtişamıyla ortada iken üç kişiden korkması ve titremesine gülmüştü, çünkü Hz. İbrahim tek başına yüz kişiye bedel kabul ediliyordu.
Yine (Mukatil) der ki: Sözlükte bu kelimenin ay hali anlamına gelmesi uygun değildir. Ebu Ubeyd ve el-Ferrâ da bu anlamı kabul etmezler. el-Ferrâ der ki: Ben bu kelimenin bu anlamını güvenilir birisinden işitmiş değilim. Bu olsa olsa bir kinaye olabilir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Kıssanın buradaki bölümü ile ilgili olarak bir çok olay ortaya atılmıştır. Ne var ki, bu gerçek dışı anlatımların naklinde yarar görmüyoruz.

İBRAHİM PEYGAMBERİN KARISININ AYAKLANMIŞLIĞI

Ayette İbrahim peygamberin karısının “ قائمةkaime” olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade mealciler tarafından genellikle “ayakta dikiliyordu” şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki kıssadaki anlatıma göre olayların gelişiminde İbrahim peygamberin karısının ayakta durmasının veya oturmasının yahut da yatmasının hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla buradaki “kaime” ifadesinin başka bir anlamı olmalıdır.
Bize göre, buradaki “kaimelik” ayaklanmışlığı, baş kaldırmışlığı ifade etmektedir. Buna göre, İbrahim peygamberin karısının “kaime” oluşu, onun kocası ile arasının açık olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, İbrahim peygamber ile karısının ayrılma, boşanma safhasında olduklarını göstermektedir. Nitekim “kıyam” sözcüğü “siyasî baş kaldırma” anlamında olup sözcüğün Kur’an’da bu anlamda kullanıldığı birçok ayet vardır:

Ve şu bir gerçek ki Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [“cinn” den bir grup] onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar [kenetlenecekler]. (Cinn/19)
Ve Biz onlar ayaklanıp da; “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz.” dediklerinde, onların kalplerini sağlamlaştırdık. (Kehf/14)

Allah, Kâbe’yi; o Beyt-i Haram’ı, haram ayı, heydi [hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı] ve [kurbanlardaki] gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. (Maide/97)

Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e; “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz tutunuz.” diye ahit almıştık. (Bakara/125)

Ayrıca Hacc/26, Şuara/218, Zariyat/45 ve Âl-i Imran/97’ye de bakılabilir.

Bu konudaki nakillerden klâsik eserlerde yer alanlarının çoğu Kitab-ı Mukaddes kaynaklıdır:

12 İçin için gülerek, "Bu yaştan sonra bu zevki tadabilir miyim?" diye düşündü, "Üstelik efendim de yaşlı."
13 RABB İbrahim`e sordu: "Sara niçin, `Bu yaştan sonra gerçekten çocuk sahibi mi olacağım!` diyerek güldü?
14 RABB için olanaksız bir şey var mı? Belirlenen vakitte, gelecek yıl bu zaman yanına döndüğümde Sara`nın bir oğlu olacak."
15 Sara korktu, "Gülmedim" diyerek yalan söyledi. RABB, "Hayır, güldün" dedi. (Tekvin 18/ 12-15)

72 – O [İbrahim’in karısı] dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir “acuz”um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”
73 - Onlar [elçiler]; “Sen Allah`ın işinden mi şaşıyorsun? Allah`ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir [övülmeye lâyıktır], Mecid’tir [cömertliği boldur]” dediler.

Bu ayetlerde, İbrahim peygamberin karısı kendisini “acuz”, İbrahim peygamberi de “şeyh [yaşlı biri]” olarak nitelemiş ve verilen müjdenin nasıl gerçekleşebileceği konusundaki hayretini dile getirmiştir. Bu nitelemeler dikkate alınarak Zariyat suresindeki sıfatlara bakıldığında, oradaki “acuz” sıfatını yine İbrahim peygamberin karısına, “akim” sıfatını ise İbrahim peygambere izafe etmek gerekmektedir. Bu durumda, İbrahim peygamber, karısı tarafından hem “yaşlı” hem de “kısır” olarak nitelenmiş olmaktadır.
İbrahim peygamberin çocuklarından İsmail’in burada müjdelenen İshak’tan evvel doğduğuna dair elde bir kanıt bulunmamaktadır. Muhtemeldir ki, İsmail, bu müjdeden sonra, İbrahim peygamberin kısırlığı Allah tarafından giderildikten sonra doğmuştur.

“ العجوزACUZ” SÖZCÜĞÜ: Bu sözcük “yaşlı” demek olduğu gibi, “geniş kalçalı” veya “kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım” anlamlarına da gelmektedir. (Lisanü’l-Arab; c.6, s. 99)
Yukarıdaki anlamlardan ele aldığımız konuya en uygun düşeni sonuncusudur. Çünkü İbrahim peygamberin karısının 72. ayette bildirilen “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir “acuz”um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!” şeklindeki sözleri, onun genç, doğurmaya elverişli bir kadın olduğunu göstermekte, buna karşılık İbrahim peygamberi ise yaşlı (Zariyat/26’ya göre akim, kısır) biri olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla İbrahim peygamberin karısı, verilen müjdeye kocasının yaşlılığı ve kısırlığı dolayısıyla gülmüştür. Onun bu anlayışı, içinde bulunduğu durum sebebiyle kendini nitelediği “acuz” sözcüğünü “zavallı, çileli, dengini bulmamış” anlamında kullanmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim müjdeye şaşıran İbrahim peygamber de -Hicr Suresi’nde- şaşkınlığına gerekçe olarak yaşlılığını göstermiş, karısı ile ilgili herhangi bir açıklama yapmamıştır:

Ve onlara [kullarıma], İbrahim’in misafirlerinden haber ver.
Hani onlar [İbrahim’in misafirleri], İbrahim`in yanına girdiler de “selam!” demişlerdi. O [İbrahim]: “ Şüphesiz biz sizden korkanlarız” demişti.
Onlar [İbrahim’in misafirleri]: “Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz. Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?”
Onlar [İbrahim’in misafirleri]: “Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?” (Hicr/51-56)


Klâsik eserlerde ise bu konuya dair mesnetsiz nakiller mevcuttur:

Mücahid der ki: O vakit Hz. Sara doksan dokuz yaşında idi. İbn İshak da doksan yaşında idi, demektedir. Bundan başka görüşler de vardır.
Denildiğine göre; Hz. İbrahim yüz yirmi yaşında idi. Onun yüz yaşında olduğu da söylenmiştir. Mücahid`in görüşüne göre Hz. Sara`dan sadece bir yaş büyük idi. Denildiğine göre Hz. Sara`nın "ve şu eşim de bir ihtiyar iken" sözleri ile İbrahim’in (as) kendisine yaklaşmadığını üstü kapalı ifade etmiştir. Hz. İbrahim`in hanımı olan Hz. Sara, Hârân`ın kızıdır. Hârân, Nâhûr`un oğlu, o Şârû`un, o Arğû`nun, o da Fâliğ`in oğludur. Sara, Hz. İbrahim`in amcasının kızıdır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

74- Sonra İbrahim’den korku iyice geçip gidince ve kendisine müjde gelince, Bizimle Lut kavmi hakkında mücadeleye başladı.
75 - Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu, çok ah vah eden [yufka yürekli], yönelen biri idi.

Bu ayetlere göre, İbrahim peygambere gelen elçilerin kimlikleri ve aslî görevleri, yani esas olarak nereye ve ne için gittikleri belli olunca İbrahim peygamberin artık kendi adına bir korkusu kalmamış, ancak bu kez de Lût kavminin helâk edileceğini öğrendiğinden, helâk edilmemeleri için onlarla mücadeleye girişmiştir.

Ve elçilerimiz İbrahim`e müjdeyi getirdiklerinde; “Biz bu kentin halkını helâk edeceğiz.” dediler. -Şüphesiz oranın halkı zalimler idiler.-
O [İbrahim]; “Şüphesiz orada Lut var!” dedi. Onlar; “Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve geride kalanlardan olan karısı dışındaki ailesini elbette kurtaracağız” dediler. (Ankebut/31, 32)

75. ayette açıkça belirtildiği gibi, İbrahim peygamber yumuşak huylu, yufka yürekli birisidir. Bu sebepledir ki, helâk edileceklere acıdığı için elçilerle mücadeleye girmiştir. Bu mücadele, Kitab-ı Mukaddes’te, Allah ile yapılan bir pazarlık şekline sokulmuştur:

23 RABB`e yaklaşarak, "Haklıyı da haksızla birlikte mi yok edeceksin? diye sordu,
24 "Kentte elli doğru kişi var diyelim. Orayı gerçekten yok edecek misin? İçindeki elli doğru kişinin hatırı için kenti bağışlamayacak mısın?
25 Senden uzak olsun bu. Haklıyı, haksızı aynı kefeye koyarak haksızın yanında haklıyı da öldürmek senden uzak olsun. Bütün dünyayı yargılayan adil olmalı."
26 RABB, "Eğer Sodom`da elli doğru kişi bulursam, onların hatırına bütün kenti bağışlayacağım" diye karşılık verdi.
27 İbrahim, "Ben toz ve külüm, bir hiçim" dedi, "Ama seninle konuşma yürekliliğini göstereceğim.
28 Kırk beş doğru kişi var diyelim, beş kişi için bütün kenti yok mu edeceksin?" RABB, "Eğer kentte kırk beş doğru kişi bulursam, orayı yok etmeyeceğim" dedi.
29 İbrahim yine sordu: "Ya kırk kişi bulursan?" RABB, "O kırk kişinin hatırı için hiçbir şey yapmayacağım" diye yanıt verdi.
30 İbrahim, "Ya Rab, öfkelenme ama, otuz kişi var diyelim?" dedi. RABB, "Otuz kişi bulursam, kente dokunmayacağım" diye yanıt verdi.
31 İbrahim, "Ya Rab, lütfen konuşma yürekliliğimi bağışla" dedi, "Eğer yirmi kişi bulursan?" RABB, "Yirmi kişinin hatırı için kenti yok etmeyeceğim" diye yanıt verdi.
32 İbrahim, "Ya Rabb, öfkelenme ama, bir kez daha konuşacağım" dedi, "Eğer on kişi bulursan?" RABB, "On kişinin hatırı için kenti yok etmeyeceğim" diye yanıt verdi. (Tekvin /18: 23-32)

76- -“Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.-

Bu ayet, elçilerin kendileriyle mücadeleye girişen İbrahim peygambere verdiği bir cevap olabileceği gibi, Rabbimizin kıssanın sonunda İbrahim peygamberi muhatap alarak tüm zamanların insanlarına verdiği genel bir mesaj da olabilir. Bu takdirde, ayette, Allah’tan istenecek şeylerin hangi şartlarda isteneceği ifade edilmiş olmaktadır; ki, böyle bir ifade farklı bir üslûpla Tövbe suresinde de yer almıştır:

Kendilerine, cehennem ashabı oldukları iyice belli olduktan sonra peygambere ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfar etmek yoktur.
İbrahim`in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan [istiğfardan] vazgeçti. Şüphesiz İbrahim, çok içli, çok halim birisi idi.
Netice olarak 76. ayette bildirilen karar, ilm-i ilâhiye göre verilmiş bir karar olup dönüşü mümkün değildir. Onun için yalvarıp yakarmanın anlamı yoktur. (Tövbe/113, 114)

77 – Ve ne zaman ki, elçilerimiz Lut’a geldiler, bunlar yüzünden o üzüldü, bunlar yüzünden kolu daraldı [sıkıntıya düştü] ve “Bu, müthiş bir gündür” dedi.
78 – Ve onun kavmi hızlıca ona geldiler. Onlar daha önce çirkinlikler yaparlardı. O [Lut]; “Ey kavmim! İşte bunlar kızlarım. Onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah’a takvalı davranın, beni misafirlerim hakkında rezil rüsva etmeyin. Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?”dedi.
79 – Onlar; “Hiç şüphesiz sen, senin kızlarında bizim için herhangi bir hak olmadığını bildin. Ve şüphesiz ki sen bizim ne istediğimizi kesinlikle biliyorsun” dediler.
80 – O [Lut]; “Keşke size karşı bir gücüm olsaydı, ya da çok sarp bir yere sığınabilseydim” dedi.
81 – Onlar [misafir elçiler]: “Ey Lut! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın, eşin başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?” dediler.
82, 83 - Nihayet emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, zalimlerden uzak değildir.

Beşinci kıssa olarak Lut kıssasının anlatıldığı bu pasajda, Lut peygamberin iman edenlerle birlikte kurtarılışı, karısının ise işbirliği içinde olduğu kâfirlerle birlikte helâk edilişi nakledilmiş ve bu olaylardan ibret alınması istenmiştir.
Daha önce inmiş surelerde de nakledilmiş olan Lut kıssasının buradaki anlatımında, eski anlatımlara ek olarak Lut peygamberin gelen misafirlere halkının kötülük yapmasından endişe duyarak sıkıntıya düştüğü vurgulanmıştır.
Lut kıssası, önceki surelerde şu ifadelerle nakledilmişti:

(Ant olsun,) Lut’u da (elçi olarak gönderdik). Hani o, kavmine demişti ki: “Siz, sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı iğrençliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten ve kesinlikle siz, kadınların astından erkeklere şehvetle gidiyorsunuz. Aslında siz sınırı aşan bir kavimsiniz.”
Ve kavminin cevabı yalnızca “Onları kentinizden çıkarın, çünkü onlar, fazla temizlenen insanlarmış!” demek oldu.
Bunun üzerine Biz de onu ve ailesini kurtardık, yalnız karısını kurtarmadık; o, geride kalanlardan idi.
Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu! (A’raf/80-84)

Lut’u da (elçi olarak kavmine gönderdik). Hani o, kavmine; “Göz göre göre hâlâ o aşırılığı [hayâsızlığı] yapacak mısınız? Kadınlardan aşağı olan erkeklere şehvet yönünden yaklaşacak mısınız? Aslında siz cahillikte devam edegelen bir kavimsiniz!” demişti.
Sonra da kavminin cevabı sadece “Lut ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demeleri oldu.
Bunun üzerine onu ve geride kalmasını takdir ettiğimiz karısı dışındaki yakınlarını kurtardık.
Ve onların üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Ne kötü idi uyarılanların yağmuru! (Neml/54-58)

Lut kavmi uyarıları yalanladı.
Biz, onların üzerine ufak taş yağdıran bir fırtına gönderdik. Lut’un ailesi müstesna. Onları katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık; Biz şükreden kimseyi böyle mükâfatlandırırız.
Ant olsun [Lut], onları bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar uyarıları kuşku ile karşıladılar
ve ant olsun onun konuklarından murat almaya [cinsel yönden faydalanmaya] kalkıştılar. Biz de gözlerini siliverdik: "Haydi azabımı ve uyarıları tadın!"
Ve ant olsun sabah erkenden, onları kararlı bir azap bastırıverdi. (Kamer/33-38)

Lut`u da (gönderdik). Hani o kavmine; “Şüphesiz siz, kesinlikle âlemlerden sizden önce geçmiş olanların yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz!
Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” dedi. İşte kavminin cevabı da sadece “Doğru söyleyenlerden isen Allah`ın azabını bize getir!” demeleri oldu. (Ankebut/28, 29)

Konumuz olan pasajın tahliline başlamadan önce konu hakkında Kitab-ı Mukaddes’e bakmak yararlı olacaktır. Böylece olayın hangi boyutlarda çarpıtıldığı ve Kitab-ı Mukaddes’in nasıl bir cüretle tahrif edildiği daha iyi anlaşılmış olacaktır:

1 İki melek akşamleyin Sodom`a vardılar. Lut kentin kapısında oturuyordu. Onları görür görmez karşılamak için ayağa kalktı. Yere kapanarak,
2 "Efendilerim" dedi, "Kulunuzun evine buyurun. Ayaklarınızı yıkayın. Geceyi bizde geçirin. Sonra erkenden kalkıp yolunuza devam edersiniz." Melekler, "Olmaz" dediler, "Geceyi kentin meydanında geçireceğiz."
3 Ama Lut çok diretti. Sonunda onunla birlikte evine gittiler. Lut onlara yemek hazırladı, mayasız ekmek pişirdi. Yediler.
4 Onlar yatmadan, kentin erkekleri, Sodom`un her mahallesinden genç yaşlı kentin bütün erkekleri evi sardı.
5 Lut`a seslenerek, "Bu gece sana gelen adamlar nerede?" diye sordular, "Getir onları da yatalım."
6 Lut dışarı çıktı, arkasından kapıyı kapadı.
7 "Kardeşler, lütfen bu kötülüğü yapmayın" dedi,
8 "Erkek yüzü görmemiş iki kızım var. Size onları getireyim, ne isterseniz yapın. Yeter ki, bu adamlara dokunmayın. Çünkü onlar konuğumdur, çatımın altına geldiler."
9 Adamlar, "Çekil önümüzden!" diye karşılık verdiler, "Adam buraya dışardan geldi, şimdi yargıçlık taslıyor! Sana daha beterini yaparız." Lut`u ite kaka kapıyı kırmaya davrandılar.
10 Ama içerdeki adamlar uzanıp Lut`u evin içine, yanlarına aldılar ve kapıyı kapadılar.
11 Kapıya dayanan adamları, büyük küçük hepsini kör ettiler. Öyle ki, adamlar kapıyı bulamaz oldu.
12 İçerdeki iki adam Lut`a, "Senin burada başka kimin var?" diye sordular, "Oğullarını, kızlarını, damatlarını, kentte sana ait kim varsa hepsini dışarı çıkar.
13 Çünkü biz burayı yok edeceğiz. RABB bu halk hakkında birçok kötü suçlama duydu. Kenti yok etmek için bizi gönderdi."
14 Lut dışarı çıktı ve kızlarıyla evlenecek olan adamlara, "Hemen buradan uzaklaşın!" dedi, "Çünkü RABB bu kenti yok etmek üzere." Ne var ki damat adayları onun şaka yaptığını sandılar.
15 Şafak sökerken melekler Lut`a, "Karını ve iki kızını al, hemen buradan uzaklaş" diye üstelediler, "Yoksa kent cezasını bulurken sen de canından olursun."
16 Lut ağır davrandı. Ama RABB ona acıdı. Adamlar Lut`un, karısının ve iki kızının elinden tutup onları kentin dışına çıkardılar.
17 Kentin dışına çıkınca, adamlardan biri Lut`a, "Kaç, canını kurtar, arkana bakma" dedi, "Bu ovanın hiçbir yerinde durma. Dağa kaç, yoksa ölür gidersin."
18 Lut, "Aman, efendim!" diye karşılık verdi,
19 "Ben kulunuzdan hoşnut kaldınız, canımı kurtarmakla bana büyük iyilik yaptınız. Ama dağa kaçamam. Çünkü felaket bana yetişir, ölürüm.
20 Bakın, şurada kaçabileceğim, yakın bir kent var, küçücük bir kent. İzin verin, oraya kaçıp canımı kurtarayım. Zaten küçücük bir kent."
21 Adamlardan biri Lut`a, "Peki, dileğini kabul ediyorum" dedi, "O kenti yıkmayacağım.
22 Çabuk ol, hemen kaç! Çünkü sen oraya varmadan bir şey yapamam." Bu yüzden o kente Soar adı verildi.
23 Lut Soar`a vardığında güneş doğmuştu.
24 RABB Sodom`la Gomora`nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı.
25 Bu kentleri, bütün ovayı, oradaki insanların hepsini ve bütün bitkileri yok etti.
26 Ancak Lut`un peşisıra gelen karısı dönüp geriye bakınca tuz kesildi.
27 İbrahim sabah erkenden kalkıp önceki gün RABB`in huzurunda durduğu yere gitti.
28 Sodom`a, Gomora`ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu.
29 Tanrı ovadaki kentleri yok ederken İbrahim`i anımsamış ve Lut`un yaşadığı kentleri yok ederken Lut`u bu felaketin dışına çıkarmıştı.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 16. January 2009, 08:38 PM   #3
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Lut ile Kızları

30 Lut Soar`da kalmaktan korkuyordu. Bu yüzden iki kızıyla kentten ayrılarak dağa yerleşti. İki kızıyla birlikte bir mağarada yaşamaya başladı.
31 Büyük kızı küçüğüne, "Babamız yaşlı" dedi, "Dünya geleneklerine uygun biçimde burada bizimle yatabilecek bir erkek yok.
32 Gel, babamıza şarap içirelim, soyumuzu yaşatmak için onunla yatalım."
33 O gece babalarına şarap içirdiler. Büyük kız gidip babasıyla yattı. Ancak Lut yatıp kalktığının farkında değildi.
34 Ertesi gün büyük kız küçüğüne, "Dün gece babamla yattım" dedi, "Bu gece de ona şarap içirelim. Soyumuzu yaşatmak için sen de onunla yat."
35 O gece de babalarına şarap içirdiler ve küçük kız babasıyla yattı. Ama Lut yatıp kalktığının farkında değildi.
36 Böylece Lut`un iki kızı da öz babalarından hamile kaldı.
37 Büyük kız bir oğlan doğurdu ve ona Moav adını verdi. Moav bugünkü Moavlılar`ın atasıdır.
38 Küçük kızın da bir oğlu oldu ve adını Ben-Amm koydu. O da bugünkü Ammonlular`ın atasıdır. (Tekvin/19. Bab)

78. ayette “Onlar daha önce çirkinlikler yaparlardı” cümlesindeki çirkinlikler ile erkeklerin cinsel arzularını kadınlar yerine hemcinsleriyle tatmin etmesi, yani homoseksüel ilişkiler kastedilmiştir. Daha önceki kavimlerde görülmemiş olan bu sapıklığın Lut peygamberin elçilik yaptığı kavimde önü alınamaz bir seviyeye ulaştığı görülmektedir. Tarihteki adıyla Sodom halkının, Lut peygambere misafir geldiğini haber alır almaz, gelen bu misafirlere [elçilere] de tecavüz etmek için Lut peygamberin evine koşuşmuş olmaları bunu göstermektedir.

“Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?”

Kavmini önce ikna etmeye çalışan Lut peygamber, son olarak onları “Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?” diyerek uyarmıştır. Ayetin orijinalindeki “ الرّشيدreşit” sözcüğü “rüşd sahibi [aklı başında]” demektir. Anlaşılan o ki, Lut peygamber toplum içinde birkaç kişi de olsa reşit [aklı başında] adam aramıştır. Ne var ki, toplumdaki herkes şehvet sarhoşudur, kimsenin aklı başında değildir:

-Ömrüne kasem olsun ki [sen ömrün boyu gördün ki] gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.- (Hicr/72)

78. ayet, toplumlardaki kokuşmanın yol açtığı felâketin akılların başlardan gitmesi sonucu olduğunu göstermektedir. Biraz ileride karşımıza gelecek olan şu ayette ise toplumların uğrayacağı bu tür felâketleri akıl sahiplerinin önleyebileceği bildirilmektedir:

İşte sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri [akıllı insanlar, kitap ehli] yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmeden kişiler ise şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular. (Hud/116)

78. ayette geçen “kızlarım” ve 79. ayette geçen “senin kızların” ifadeleri, Lut peygamberin kendi kızları anlamında değil, “toplumun kadınları” anlamında alınmalıdır. Çünkü Lut peygamberin kendi sulbünden olan kızlarının sayıca kavmin bütün erkekleri ile denkleşmesi mümkün değildir. Böyle bir denkleşmeden ancak “kızlarım” ifadesi ile kavmin bütün kadınlarının kastedilmesi hâlinde söz edilebilir. Lut peygamber, kavminin bütün kadınlarını kendi kızı olarak görüyor olmalı ki, ayette bu şekilde bir ifade kullanılmıştır. Aynı şekilde, kavmin erkeklerinin Lut peygambere verdikleri “sen, senin kızlarında bizim için herhangi bir hak olmadığını bildin” cevabının da “Senin kızlarına, yani kadınlara ihtiyacımız yok, onlara cinsel arzu duymuyor, meyletmiyoruz, onları istemiyor ve sevmiyoruz, onlarda gözümüz yok” şeklinde anlaşılması gerekmektedir.

80- O [Lut]: “Keşke size karşı bir gücüm olsaydı, ya da çok sarp bir yere sığınabilseydim!” dedi.

Lut peygamber, aklını yitirmiş, kuduz köpek gibi saldırıya geçen kavmine karşı çaresiz kalmış, ya onlarla tek başına mücadele edebilecek bir güce sahip olmayı, ya da şehvet sarhoşu o toplumdan kaçıp kurtulmayı dilemiştir.
Kötü alışkanlıklarla ve reşit [aklı başında] olmayanlarla mücadele etmek gerçekten çok zordur. Lut peygamber de gücünü aşan böyle bir mücadelede çaresiz kalmıştır. Ne var ki, tam o sırada her şey değişmiş, çare gözükmüştür:

81- Onlar [misafir elçiler]: “Ey Lut! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın, eşin başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?” dediler.

Bu ayette elçiler Allah’ın elçileri olduklarını, Lut peygamber ile -eşi hariç- ailesini o azgın toplum onlara zarar veremeden kurtaracaklarını ve geride kalan şehvet sarhoşu kavmin de helâk edileceğini açıklamışlardır.
Ayette geçen “Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın, eşin başka” ifadesi, “gözü arkada kalma” deyimiyle aynı anlama gelmektedir. Bu ifade ile elçiler “Yaşadığınız kentteki malı, mülkü, yakınları, kısaca hiçbir şeyi dikkate almadan buradan çıkıp gidin! Gemileri yakın; bir daha buraya dönmeyin!” demek istemişlerdir. Lut peygamberin karısı ise inançsız biri olmalı ki, gözü arkada kalmış ve o günahkâr toplumla birlikte helâk edilmiştir.

82, 83- Nihayet emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, zalimlerden uzak değildir.

Görüldüğü gibi, Rabbimiz, Sodom halkı kovamadan, Lut peygamber ve inananları elçileri vasıtasıyla ülkeden çıkartmıştır. Yüce Allah’ın onları oradan çıkartması, Lut peygamber ve ona inananların kurtuluşlarını, geride kalanların ise cezalandırılmalarını sağlamak içindir.
83. ayetin sonundaki “Ve bunlar, zalimlerden uzak değildir” ifadesi çok ciddî ve keskin bir mesajdır. Bu mesaj, “Buna benzer durumlar zalimlerden hiç de uzak değildir. Lut kavmi gibi zalim toplumlar her zaman aynen buradaki gibi helâk edilirler” anlamına gelmektedir. Rabbimiz bu ifade ile ilâhî vahyi ve Allah’ın gönderdiği elçileri yalanlayıp inkâr etmenin, cinsel sapıklık gibi ahlâkı temelinden sarsan davra*nışlarda bulunmanın ve bundan geri dönmeyip sapıklıkta ısrar etmenin toplumların helâkine sebep olacağını bildirmekte ve gelecek nesillere öğüt verip uyarıda bulunmaktadır.

84-86 – Medyen’e de kardeşleri Şu’ayb’i (gönderdik). O [Şuayb]: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi hayır ile görüyorum. Ve ben kuşatacak bir günün azabından sizin için korkuyorum. Ve ey kavmim! Ölçmeyi ve tartmayı hakkaniyetle tam tamına yerine getirin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde fesatçılar olarak fenalık etmeyin. Eğer mümin iseniz, Allah’ın bıraktığı [helâlinden size ihsan ettiği kâr] sizin için daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim” dedi.
87 – Onlar dediler ki: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salatın mı emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.”
88-90 – O [Şuayb]: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Şayet ben Rabbimden bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şayet O bana kendi katından güzel bir rızk ihsan etmişse!? Ve Ben size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi istiyorum. Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir. Ben yalnızca O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yönelirim. Ve ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Ve Lut kavmi sizden pek uzak değildir. Ve Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir” dedi.
91 – Onlar [Şuayb’in kavmi] dediler ki: “Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu iyice anlamıyoruz. Seni içimizde çok zayıf olarak görüyoruz. Eğer senin grubun [akrabaların, taraftarların] olmasaydı mutlaka seni recm ederdik [taşa tutar öldürürdük]. Ve senin bize karşı hiçbir üstün gücün [galip gelecek durumun] yoktur.”
92, 93 – O [Şuayb]: “Ey kavmim! Benim grubum [akrabalarım, taraftarlarım] size karşı Allah’tan daha mı güçlü/değerli? Ve O’nu [Allah’ı] arkanıza atılmış bir şey edindiniz. Şüphesiz ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. Ve ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Şüphesiz ben yapıcıyım. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyiniz, şüphesiz ben sizinle beraber gözetleyiciyim” dedi.
94 – Ve ne zaman ki, emrimiz geldi, Şuayb’i ve onunla birlikte inanmış olan kişileri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve o zalim kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar.
95 - Sanki onlar orada hiç yaşamadılar. Haberiniz olsun! Semud kavmi nasıl uzaklaştı ise Medyen’e de öyle uzaklık vardır.

Şuayb peygamber ile Medyen halkı arasında geçen olayların anlatıldığı bu bölümde, Medyen halkının inanç ve ekonomik düzen itibariyle yanlış bir yol üzerinde bulundukları, Allah ve elçi tanımadıkları, geçimlerini temin ederken haksız kazanç peşinde koşup haram lokma yedikleri vurgulanmaktadır.
Karşılıklı konuşma şeklinde nakledilen kıssadan anlaşıldığına göre, Medyen’e elçi olarak gönderilen Şuayb peygamber, kendi kavmi ile -peygamberimizle Mekkeli müşrikler arasındakine benzer- uzun bir mücadeleye girişmiştir. Bu mücadelede kavmini Allah’a kulluğa davet etmiş, onlara adaletli olmak, ölçüde tartıda dürüst davranmak, hakkaniyetli olmak, yapageldikleri yanlışlar için af dilemek gibi erdemli davranışları tavsiye etmiş, aksi hâlde belâya çarptırılacaklarını haber vererek uyarılarda bulunmuştur. Kıssada inançsızlıkla beraber ekonomik ve sosyal bozuklukların da dile getirilmiş olmasından, şirkin de, adaletsiz bir ekonomik düzenin de toplumların çöküşlerini oluşturan ana dinamikler arasında bulunduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki, Meyden toplumu Şuayb peygamberin bu konudaki hiçbir düzeltici uyarısını dinlememiş, bu nedenle de Yunus/49’da açıklandığı gibi, çöküşün ertelenmesi mümkün olmamıştır.
Şuayb peygamberin elçi gönderildiği kavmin “Medyen” ismiyle anılması konusunda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, Medyenliler İbrahim peygamberin oğlu Medyen`in soyundandırlar ve bu sebeple onlara “Medyenoğulları” anlamında “Medyen” denilmiştir. İkinci görüşe göre ise “Medyen” bir şehrin adıdır; içinde yaşayan halk da şehrin adına nispetle “Medyen” olarak anılmıştır.
87. ayette geçen “Mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salâtın mı emrediyor?” ifadesindeki “salat” sözcüğü “din”i temsil etmektedir. Tıpkı “yüz” ifadesinin bedenin tümünü, “yüz” fotoğrafının da insanın kimliğini temsil etmesi gibi, sosyal yardım inancı ve ameli olan “salât” da “din”in sosyal ve bireysel hayata yansıyan en önemli özelliğidir. Aynı ayette Medyen halkının ağzından verilen “Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın” ifadesi ise ya “Sen kendini yumuşak huylu, aklı başında biri sanıyorsun” anlamındadır, ya da Şuayb peygamberle alay etmek için söyledikleri bir sözdür.
Şuayb peygamberin kıssası diğer surelerde şu ifadelerle yer almıştır:

(Ant olsun ki,) Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i (elçi gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, eğer inanan kimseler iseniz bu sizin için daha hayırlıdır! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Ve eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin! Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz!” [Şuayb de] Dedi ki: “İstemesek de mi!” Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, kesinlikle Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi durumu ayrı. Ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a güvenip dayandık.” -Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakk ile hükmet. Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın!-
Ve onun kavminden, kâfir olan ileri gelenler dediler ki: “Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz kesinlikle ziyana uğrayanlardan olursunuz.”
Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Şuayb’i yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış / zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şuayb’i yalanlayanlar var ya işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular.
Bunun üzerine (Şuayb) onlara sırt çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, hâl böyleyken kâfir bir kavme / topluma nasıl tasalanayım [üzüleyim]?” (A’raf/85-93)

Eyke ashabı, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı.
Hani Şuayb onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan kişiye [Allah’a] takvalı davranın.”
Onlar; “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver.” dediler.
O [Şuayb]; “Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir” dedi.
Bunun üzerine onu yalanladılar da kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Şüphesiz o büyük bir günün azabı idi!
Şüphesiz bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
Ve şüphesiz Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak üstün olan] ve Rahıym’in [engin merhametli olanın] ta kendisidir. (Şuara/176-191)

96, 97 – Ant olsun ki Biz Musa`yı da ayetlerimizle ve apaçık bir belge ile Firavun ve ileri gelenlerine gönderdik [elçi yaptık]. Ama onlar Firavun`un emrine uydular. Hâlbuki Firavun`un emri reşit [aklı çalıştıran, doğruya ulaştıran] değildir.
98 – O [Firavun] kıyamet günü, kavminin önüne düşer. -Artık o [Firavun], bunları [kavmini] ateşe götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!-
99 - Ve bunda [bu dünyada] ve kıyamet gününde lânetle izlendiler -verilen bu vergi ne kötü vergidir!-

Bu ayetlerde surenin yedinci kıssası olan Musa ve Firavun kıssası anlatılmaktadır. Çok kısa olarak özetlenen kıssada, Firavun’un kendi kavmini yanlış bir yola soktuğu, kavminin de bu yanlış adamı izlediği, böylece Firavun ile kavminin hem dünyada hem de ahirette beraberce felâkete sürüklediği açıklanmaktadır.
97. ayetin son bölümündeki “Hâlbuki Firavun`un emri reşit [aklı çalıştıran, doğruya ulaştıran] değildir” ifadesi çok önemli bir noktaya, aklın yoluna vurgu yapmaktadır. Firavun’un sürüklediği bilgisizlik, inat, zann ve hayal ürünü yollar, akıl dışı yollardır ve işe yarar hiçbir tarafları yoktur.
98, 99. ayetlerde Firavun’un ve onu izleyenlerin akıbeti açıklanmış, dünyada ve ahirette lânetlendikleri [Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıldıkları] bildirilmiştir.
Firavun ve benzeri kişilerin sonları Kur’an’da birçok ayette değişik üslûplarla anlatılmıştır:

Ad kavmine, sütunların sahibi İrem`e -ki beldeler içinde bir benzeri yaratılmamıştı-, vadilerde kayaları kesen Semud kavmine, o kazıkların sahibi Firavun`a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı. Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı. (Fecr/6-13)

Ama Firavun elçiye isyan etti de Biz de onu korkunç bir tutuşla tutuverdik. (Müzzemmil/16)

Ama o [Firavun] yalanladı, karşı geldi.
Sonra koşarak [çabucak] arka döndü.
Derken topladı da seslendi.
O [Firavun]; “Ben sizin en yüce rabbinizim.” dedi.
Allah da, dünya ve ahiret azabıyla yakalayıverdi.
Şüphesiz bunda, haşyet [saygı] duyan kimseler için bir ibret vardır. (Naziat/21-26)

(Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız, tanımadığınız] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver!” dediler [derler]. [Allah] “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der]. (A’raf/38)

Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzab/67, 68)

O [Firavun], kendisi ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerine inandılar.
Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Şimdi, zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!
Ve onları ateşe çağıran imamlar [önderler] kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyecekler de.
Ve bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmiş/ uzaklaştırılmış kimselerdendirler. (Kasas/39-42)

Sonra Allah onu [o mümini], onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun`un ehlini [yakınlarını] ise, azabın kötüsü; ateş kuşattı. Onlar, sabah akşam [daima] ona [ateşe] arz olunurlar. Kıyamet kopacağı gün ise: “Firavun’un ehlini [yakınlarını] azabın en şiddetlisine sokun!” (Mümin/45, 46)

100 - İşte bu, kentlerin ciddî haberlerindendir. Biz onu sana anlatıyoruz; onlardan ayakta olan ve biçilmiş ekin olan da vardır.
101 - Ve onlara Biz zulmetmedik; fakat onlar kendilerine zulmettiler. Onun için Rabbinin emri geldiğinde, Allah’ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı ve onlara ziyandan başka bir şey artırmadılar.

Bu ayetlerde, surenin başından bu yana nakledilen kıssalara işaret edilerek herkesin bu kıssalardan hisse alması istenmektedir.
Kıssalardaki olaylara bakıldığında, toplumların anlatılan akıbetlere bizzat kendi davranışları sebebiyle ulaştıkları anlaşılmaktadır. Toplumlar kendi elleriyle ekmiş olduklarını biçmekte, dolayısıyla kötü akıbet konusunda hiçbir haksızlığa uğratılmamaktadırlar. Bu husus birçok ayette defalarca tekrarlanmıştır:

Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nuh’un Kavmi’nin, Ad`ın, Semud`un, İbrahim’in Kavmi`nin, Medyen Ashabı`nın ve mü`tefikelerin [alt-üst olmuş kentlerin] haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve sonra Allah, onlara zulmeden değildi. Velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı. (Tövbe/70)

İşte hepsini günahları sebebiyle yakaladık; onlardan kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, onlardan kimini korkunç bir ses yakaladı, onlardan kimini yerin dibine geçirdik, onlardan kimini de suda boğduk. Ve Allah onlara zulmetmiyordu velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı. (Ankebut/40)

Her kim salihi işlerse artık kendi için yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, artık kendi aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara çok zalim değildir. (Fussılet/46)

Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir ecir verir. (Nisa/40)

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış.” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Ve Biz sana anlattıklarımızı, daha önce Yahudilere de haram kılmıştık. Ve Biz onlara zulmetmedik. Ama onlar kendilerine zulmediyorlardı. (Nahl/118)

102 - Ve Rabbin, zalim olan kentleri yakaladığında, onun yakalayışı işte böyledir. Şüphesiz O’nun yakalaması pek acıklıdır, çok çetindir!
103 – Şüphesiz ahiret azabından korkan kimseler için bunda muhakkak ki, bir ayet [ibret] vardır. O, insanların kendisi için toplandığı bir gündür ve mutlaka görülecek bir gündür.
104 – Ve Biz onu sadece belli bir süreye kadar geciktiriyoruz.

Bu ayetlerde Rabbimizin suçluları yakalayışının çok çetin olduğu, kimsenin O’ndan kaçamayacağı, suçlulara sadece mühlet tanındığı bildirilmektedir. Suçlulara mühlet verilmesinin sebebi ise Allah’ın onların soyundan dünyaya gelecek olanlar hakkında yaptığı plânların gerçekleşmesi içindir. Yoksa, zalimler zulümlerinin hesabını mutlaka vereceklerdir. Dolayısıyla bu ayetlerde insanlığa, vakit varken kendilerini toparlamaları mesajı verilmiştir.

Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere dünya hayatında ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz. (Mümin/51)

Ve inkâr edenler peygamberlerine, “Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!” dediler. Rableri de onlara, “Biz zalimleri mutlaka helâk edeceğiz.” [diye] vahyetti.
Ve onlardan sonra sizi mutlaka yeryüzüne yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir. (İbrahim/13, 14)


105 - O gün geldiğinde O’nun [Allah’ın] izni olmadan hiç kimse konuşmaz. İşte o gün onlardan [insanlardan] bir kısmı bedbaht ve [bir kısmı da] mutludur.
106, 107 - İşte şu bedbaht olanlar cehennem ateşi içindedirler. Onlara orada iç çekme ve hıçkırma vardır. Gökler ve yer durdukça onlar da o ateşte sürekli kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesna.- Şüphesiz Rabbin dilediğini en üst seviyede yapandır.
108 - Ve şu mutlu olanlara gelince, onlar da gökler ve yer durdukça ardı arkası kesilmeyen bir ikram olarak cennettin içinde sürekli olmak üzere kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesna.-

Bu ayetlerde, o gün [Mahşer günü] insanların “bedbahtlar” ve “mutlular” olmak üzere iki grup olacakları bildirilerek bedbahtların cehennemdeki, mutluların da cennetteki durumları kısaca açıklanmaktadır.
Ayetlerde geçen “gökler ve yer durdukça” ifadesi, cennetteki ikramların ve cehennemdeki azapların sürekliliğini belirtmektedir. Zira klâsik Arapçada “gökler ve yer durdukça” ve “gece gündüz peş peşe geldikçe” tabirleri, “sonu gelmeyen süre [ebed] anlamında kullanılır. Yoksa ahirette, aşağıdaki ayetlerden de görüleceği üzere, ne gökler vardır ne de yeryüzü; dağlar yıkılıp yer dümdüz edilecek, gök de başka bir şekle döndürülecektir:

Ve Bizim dağları yürüttüğümüz gün; ve sen yer yüzünü çırılçıplak/ dümdüz göreceksin. Ve Biz onları bir araya topladık. Böylece onlardan hiçbir kimseyi bırakmadık. (Kehf/47)

O gün Sur’a üflenir: Siz de hemen bölükler hâlinde gelirsiniz.
Ve gökyüzü açıldı da kapılar oluvermiştir [oluverecektir].
Ve dağlar yürütülmüş ve serap oluvermiştir. (Nebe`/18-20)

Sana dağlardan soruyorlar, de ki: “Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin.” (Ta Ha/105-107)

Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır. (Neml/88)

O gün gök, sarsıldıkça sarsılır, dağlar da yürüdükçe yürür. (Tur/9, 10)

O gün gök erimiş bir maden gibi olur.
Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur. (Mearic/8, 9)

Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur. (Kaariah/5)

Olacak o vak’a olduğu zaman. —Ki onun [o vak’anın] oluşu için yalan söyleyen yoktur. O [o vak’a], alçaltıcıdır, yükselticidir.- Yeryüzü şiddetle sarsıldıkça sarsıldığı ve dağlar ufalandıkça ufalanıp da toza dumana dönüşüverdiği zaman. (Vakıa/1-6)

O gün yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek. Gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. (İbrahim/48)


Bu konuda ayrıca İnfitar ve İnşikak surelerine bakılabilir. İşte o gün [Mahşer günü] dünyada iken ertelenmiş akıbet gelmiş olacak, artık kimse konuşamayacak, söz mülk sahibinin olacaktır:

İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahman’a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. (Furkan/26)

O gün onlar meydana çıkarlar. Kendilerinden hiçbir şey Allah`a karşı gizli kalmaz. -"Bugün mülk kimindir?", “Sadece tek ve kahhar olan Allah`ındır!”- (Mümin/16)

Ruh ve melekler saf saf dikildikleri gün. Rahman`ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o [izin verilen] doğruyu söyledi. (Nebe’/38)

Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. (Ya Sin/65)

Bu, onların konuşmayacakları gündür [andır].
Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. (Mürselat/35, 36)

Onun karini [yaşıtı olan arkadaşı] dedi ki: "Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir dalâlet [kayboluş / sapıklık] içindeydi."
[Allah] Buyurdu ki: "Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim." (Kaf/27, 28)

Ve dediler ki: “Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzab/67, 68)

İnkâr edenler; “Biz kesin olarak, ne bu Kur’an’a inanırız, ne ondan önceki [indirile]ne.” dediler. Sen o zulmedenleri, Rabbleri huzurunda tutuklanmış, sözü [suçlamaları] birbirlerine karşı evirip-çevirip birbirlerine atıp dururken bir görsen! Zaafa uğratılan [müstazaf]lar, büyüklük taslayanlara “Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mümin [kimse]ler olurduk.” diyecekler
Büyüklük taslayanlar, zayıf düşürülenlere, “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz.” derler.
O zayıf düşürülenler de o büyüklük taslayanlara, “Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eş koşmamızı emrediyordunuz.” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman içlerinden pişmanlık getirmektedirler. Biz de o kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yaptıklarının karşılığını görüyorlar. (Sebe’/31-33)

109 - O hâlde sakın şunların ibadet ettikleri şeylerden şüphe içinde olma! Onların ataları daha önce nasıl ibadet ediyor idiyseler bunlar da öyle ibadet ediyorlar. Şüphesiz Biz de kendilerine nasiplerini kesinlikle eksiksiz öderiz.

Peygamberimizi muhatap alan ama onun şahsında tüm insanlığa mesaj veren bu ayette, Mekkeli müşriklerin, kendi atalarından devraldıkları sahte değerlere bağlı kalarak o yol bilmez ataları gibi yanlış yolda bulundukları ve bundan dolayı da kesinlikle cezalandırılacakları ilân edilmektedir. Peygamberimizden istenen, Mekkeli müşriklerin takip ettikleri yolun yanlışlığından asla kuşku duymamasıdır.
Allah’ın indirdiği din yerine atalarından öğrendiklerine uyanların durumları başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve onlara “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170)

Ve onlara “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin.” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? (Maide/104)

Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri; “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız.” dediler. (Zühruf/23)

Konumuz olan ayetin sonunda yer alan “Şüphesiz Biz de kendilerine nasiplerini kesinlikle eksiksiz öderiz” ifadesi, onların dünyada iken hayırdan ve şerden yaptıklarının karşılığının tam olarak verileceği anlamına gelmektedir:

Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/7, 8)

Ve herkes için yaptıkları işlerden, bir takım dereceler vardır. Ve onlar zulmedilmeden, O [Allah], onlara amellerini tam ödeyecektir. (Ahkaf/19)

Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır? (Âl-i Imran/25)

Ne amel yaptıysa herkese karşılığı tam olarak ödendi. Ve O [Allah], onların yaptıklarını en iyi şekilde bilendir. (Zümer/70)

Ayrıca Zümer/10, Bakara/272, 281, Âl-i Imran/57, 161, 185, Nisa/173, Nahl/111 ve bu surenin 15 ve 11. ayetlerine bakılabilir.

110 - Ve ant olsun ki Biz, Musa’ya Kitap’ı verdik de onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette aralarında gerçekleştirilirdi. Ve onlar şüphesiz, bundan [Kur’an’dan] kuşkulu bir şüphe içindedirler.
Bu ayette İsrailoğullarının durumu ortaya konmuş, onların kendi kitaplarında ayrılığa düştükleri, mezheplere ayrıldıkları, farklı farklı anlayışlara sahip oldukları açıklanmıştır.
İnsanların ayrılığa düşmesi konusu başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Ve onlar kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından adı konmuş bir süreye dair bir söz geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitap’a vâris kılınan kişiler ondan [Kur’an’dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. (Şûra/14)

İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilâf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hakk ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/ dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)

Ayette geçen “Rabbinden, daha önce verilmiş bir Söz” ibaresi, Allah’ın bir kararını ifade etmektedir ve bu karar Yunus suresinin tahlilinde belirttiğimiz gibi şu anlama gelmektedir:

RABBİMİZDEN GEÇEN SÖZ

110. ayette konu edilen “Söz”, Rabbimizin cezaları “adı konmuş süreye erteleme” ilkesidir. Eğer bu ilke olmasa idi, herkesin hak ettiği anında kendisine verilecekti. Fakat Allah ilkesini katiyen bozmaz.

Ve onlar kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından, “adı konmuş bir süreye kadar” sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitap’a vâris kılınan kişiler ondan [Kur’an’dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. (Şûra/14)

Ve ant olsun ki Biz, Musa’ya Kitap’ı verdik de onda ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette aralarında gerçekleştirilirdi. Ve onlar şüphesiz, bundan [Kur’an’dan] kuşkulu bir şüphe içindedirler. (Hudn/110)

Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiçbir dabbehi [canlıyı] bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını en iyi görendir. (Fatır/45)

Ayrıca Fussılet/45 ve Ta Ha/129’da da aynı ilkeye değinilmiştir.

Şayet Yüce Allah, hakkında anlaşmazlığa düştükleri ko*nularda mükâfat ve cezayı vermek suretiyle kıyamet gününden ön*ce aralarında hüküm vermeyeceğine önceden hükmetmemiş olsaydı, elbet*te dünya hayatında hak ettiklerini hemen gerçekleştiriverirdi. Yani amelleri sebebiyle mümin*leri cennete girdirir, küfürleri sebebiyle de kâfirleri cehenneme atardı. Fakat şanı yüce Allah bütün insanların neler yapacağını bilmekle birlikte, önceden beri belli bir eceli tayin etmiş ve bunun için vade olarak kıyamet gününü tespit etmiştir.
Dikkat edilirse, tahlilini yapmaya çalıştığımız bu ayet, içinde bulunduğu pasajdaki konu akışına uymamaktadır. Bu sebeple biz 110. ayetin ya İsrailoğullarının tutumunun konu edildiği bir dönemde diğer ayetlerden bağımsız olarak inmiş ayrı bir necm, ya da Kur’an’daki başka bir pasaja ait bir ayet olduğunu düşünmekteyiz. Ama kesin olan şudur ki, 110. ayet, içinde bulunduğumuz pasaja ait değildir. Nitekim bir sonraki 111. ayet, bir önceki 109. ayetin devamı durumundadır:

109, 111. Ayetler:
O hâlde sakın şunların ibadet ettikleri şeylerden şüphe içinde olma! Onlar daha önce ataları nasıl ibadet ediyor idiyseler bunlar da öyle ibadet ediyorlar. Şüphesiz Biz de kendilerine nasiplerini kesinlikle eksiksiz öderiz.
Ve şüphesiz ki, hepsi öyle kimselerdir ki, onların yaptıklarının karşılığını Rabbin kendilerine tam ödeyecektir. Şüphesiz O, onların yaptıkları şeylere hakkıyla haberdardır.

111 – Ve şüphesiz ki, hepsi öyle kimselerdir ki, onların yaptıklarının karşılığını Rabbin kendilerine tam ödeyecektir. Şüphesiz O, onların yaptıkları şeylere hakkıyla haberdardır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, 109. ayetin devamı olan bu ayette, atalarından aldıkları yanlışlar üzerinde ısrar eden kimselere yapılan tehditler çok çarpıcı vurgularla dile getirilmiştir. Nitekim bu ayetin orijinalinde teknik olarak yedi tane vurgu söz konusudur.

112 - İşte bundan dolayı emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberindeki tövbe edenler de (doğru olsunlar). Ve aşırı gitmeyin! Muhakkak ki O [Allah], bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
113 - Ve zulüm yapan kimselere meyletmeyin sonra size ateş dokunuverir. Ve sizin için Allah’ın astlarından veliler yoktur. Sonra yardım göremezsiniz.

Tüm İslâm ilkelerinin çekirdeği mahiyetinde olan bu iki ayette söze önce peygamberimize hitap edilerek başlanmış, daha sonra da İltifat sanatı yapılarak hitap tüm müminlere yaygınlaştırılmıştır.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 16. January 2009, 08:39 PM   #4
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

SIRAT-I MÜSTAKİM

Kur’an ayetleri ışığında değerlendirildiğinde, bu tamlamanın “Allah’ın Yolu”, “Hakk Yol”, “Allah’ın Kitabı”, “İslâm Dini”, “İslâm Milleti” gibi anlamlara geldiği görülür (Âl-i Imran/51, En’am/126, 153, Hicr/41, Nahl/76, Meryem/36, Ya Sin/61, Zühruf/61, 64). Ancak en güzel anlam, Fatiha suresindeki anlamdır: “Üzerlerine gazap dökülmüşlerin ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru giden yol.”
Dikkat edilirse, 112. ayette sadece “dosdoğru ol” denmemiş; “Emrolunduğun gibi, Allah’ın çizdiği sınırlarda, koyduğu ilkelerde dosdoğru ol!” denmiştir. Bunun sebebi, bize göre, insanın kendi kendine dosdoğru yolu tamı tamına bulmada yetersiz oluşudur.
113. ayette geçen “Ve zulüm yapan kimselere meyletmeyin, sonra size ateş dokunuverir” ifadesindeki zulmedenler, birinci plânda müşrikler, ikinci plânda ise kötü ahlâklı kişilerdir. Bu gibi kişilere meyledilmesinin meyledene de zarar vereceğini bildiren bu uyarı, aynı zamanda, bir başkasından etkilenerek onu taklit etmenin yanlış olacağı manasını da taşımaktadır. Nitekim Yüce Allah’ın bizleri sakındırmak istediği bu durum, insanlar arasındaki ilişkilerde o kadar çok doğrulanmış olmalıdır ki, “Üzüm üzüme baka baka kararır”, “Atı atın yanına bağlama ya huyundan ya suyundan kapar”, “Arkadaşını söyle, senin nasıl biri olduğunu söyleyeyim” gibi atasözleri ortaya çıkmıştır.
İnsanların birbirlerinden etkilenmeleri başka bir ayette daha konu edilmiştir:

Ve ayetlerimiz hakkında dalanları gördüğün zaman onlar, ondan başka söze dalıncaya kadar hemen onlardan yüz çevir. Ve eğer şeytan bunu sana terk ettirse de hatırladıktan sonra o zalimler topluluğu ile beraber oturma.
Takva sahibi olan kişilere de o zalimlerin hesabından bir şey yoktur. Fakat takva sahibi olmaları için bir hatırlatma! (En’âm/68, 69)

114 - Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara/ Allah’ı unutmayanlara bir öğüttür.

Surenin “sunuş” bölümünde de belirttiğimiz gibi, namazın vakitlendirildiği bu ayet Medine dönemine aittir. Bu ayete göre namaz, İsra suresinde de bildirilmiş olan vakitlerde, yani sabah, akşam ve yatsı olmak üzere üç vakitte ikame edilmelidir.
Namaz ve namaz vakitleri ile ilgili detaylı açıklamamız İsra/78’in tahlilinde yapıldığından, “Namaz Kaç Vakittir?” başlıklı yazımızın oradan okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 4, s: 383-394)

115 - Ve sabret! Çünkü Şüphesiz Allah muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] ecirlerini yitirmez.

114. ayetin Medenî olması sebebiyle bu ayetin 114. ayetin devamı olarak kabulü mümkün değildir. Dolayısıyla bu ayet ya peygamberimizin sıkıntılı bir döneminde inmiş başlı başına ayrı bir necmdir, ya da başka bir pasajın ayeti olup sahabe tarafından burada tertip edilmiştir.
Biz, müminlere umut ve destek veren, kendilerine verilen görevleri yerine getirirken karşılaşacakları sıkıntılara, acılara göğüs germelerini, var güçleriyle yılmadan görevlerini sürdürmelerini isteyen bu ayetin başlı başına bir necm olduğu kanaatindeyiz.
Hatırlanacak olursa, bu ayetin bir benzeri de Yunus suresinde geçmişti:

Ve sen, sana vahyolunan şeye uy! Ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. Ve O [Allah], hüküm verenlerin en hayırlısıdır. (Yunus/109)

Ayette konu edilen “muhsinlik”, Rabbimizin razı olduğu ve sürekli övdüğü bir niteliktir. Birçok ayette muhsinlerin sürekli ödül alacakları bildirilmiştir:

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar [daki hakların]dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Âl-i İmran/134)

Artık demiş oldukları şeyler sebebiyle Allah onlara içlerinde sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler vermiştir. İşte bu, muhsinlerin [iyilik- güzellik üretenlerin] karşılığıdır. (Maide/85)

Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O’na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti, muhsinlere [iyileştirenlere-güzelleştirenler] çok yakındır. (A`râf/56)

Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah`a ulaşmayacaktır. Ancak O`na sizden takva ulaşır. Size kılavuzluk ettiği üzere Allah’ı büyükleyesiniz diye onları size boyun eğdirdi. Ve muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] müjdele. (Hacc/37)

Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik-güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebut/69)

Onlar için Rabbleri nezdinde diledikleri şeyler vardır. İşte bu, muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] karşılığıdır. (Zümer/34)

Eğer siz [Peygamber kadınları] Allah’ı, elçisini ve ahiret yurdunu istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, sizden muhsinat [iyilik-güzellik üretenleriniz] için büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab/29)

116 – İşte sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri [akıllı insanlar, kitap ehli] yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmeden kişiler ise şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular.
117 – Ve senin Rabbin, halkları ıslahatçı [düzeltici] iken, o memleketleri haksız yere/ zulüm sebebiyle helâk edecek değildir.

Helâktan kurtulmanın bir başka yolunun açıklandığı bu ayetlerde, kötü gidişat sergileyen toplumlarda ortaya çıkıp mücadele vermesi gerekirken, ev, dam, çoluk-çocuk, mal-mülk, makam-mevki düşünüp çıkar uğruna suskun kalan bilgi ve akıl sahibi nemelâzımcılar kınanmaktadır.
Demek oluyor ki, toplumların bozulma dönemlerinde, o toplumdaki bakıyye sahibi kişilerin, yani toplumun “bilge” nitelikli bireylerinin öne çıkıp toplumun düzeltilmesi yolunda çaba harcamaları, vurdumduymazlık yapmamaları gerekmektedir. Nitekim yukarıda nakledilen Lut kıssasında elçinin kendi toplumuna “İçinizde reşit, aklı başında biri yok mu?” demesi de bu bakış açısı ile söylenmiş bir sözdür.

Ve içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Âl-i Imran/104)

Bu, bir kavim kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah’ın ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı nedeniyledir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir. (Enfal/53)

Her kişi için, önünden ve arkasından Allah`ın emriyle onu gözetip-koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi özlerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O’nun astlarından bir veliy [yardım eden, yol gösteren] de yoktur. (Ra’d/11)

Her kim salihi işlerse artık kendi için yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, artık kendi aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara çok zalim değildir. (Fussılet/46)

118, 119 - Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet [önderli topluluk] kılardı. Oysa Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Onları işte bunun için yarattı. Ve Rabbinin “Ant olsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan, onların tümünden dolduracağım” Söz’ü tamamlanmıştır.

Bu ayetlerde, bütün insanları “iman” veya “küfür” ümmeti şeklinde tek bir ümmet yapmaya kadir olduğunu haber veren Rabbimiz, böyle yapmadığını bildirerek insanlar için belirlediği “özgürlük” ilkesini açıklamaktadır. Allah’ın insanları özgür bıraktığı, bir başka ayette ise şöyle ifade edilmiştir:

Oysa Rabbin dileseydi elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inananlar olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın? (Yunus/99)

Allah’ın insanı kendilerine vahyedilenden başkasını yapamayan diğer canlılar gibi yaratmayıp özgür bırakması, farklı düşüncelerin, farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu da insanlar arasında ayrılıklar oluşturmuştur. Ancak bunun böyle olduğunu çok iyi bilen Yüce Allah, bu ayrılıkların ortadan kaldırılması ve rahmetinden herkesin istifade etmesi için insanlara vahiyler ve elçiler göndermiş, böylece tüm inananlara dosdoğru bir yolda birleşme imkânı sağlamıştır. Allah’ın gösterdiği bu dosdoğru yol, Kur’an’da “Sırat-ı Mustakim” olarak ifade edilmiştir. İnsanların bu dosdoğru yolda bulunmaları hâlinde aralarında en ufak bir ayrılık bile doğmamaktadır.

120 – Ve elçilerin haberlerinden kalbini yatıştıracak olanlardan hepsini sana kıssa olarak anlatıyoruz. Ve bunda sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.

Bu ayette Rabbimiz, kıssa nakletmekteki amacını açıklamakta ve kıssaların yararlarını bildirmektedir.
Ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, önceki elçilerin haberleri Kur’an’da sadece olayların gelişimini hikâye etmek için değil, içlerindeki ahlâkî gerçekleri sergilemek ve böylece inananların inançlarını pekiştirmek için yer almaktadır. Zaten kıssaların üslûbu da tarih bilgisi vermek amacıyla değil, öğüt vermek amacıyla anlatıldıklarını göstermektedir. Kur’an’daki kıssaların insanlara sağlayacağı yararlar kısaca şöyle özetlenebilir:
* Kur’ân`daki kıssalar, eskiden de peygamberlerin gelip geçtiği bilgisini vermek sûretiyle peygamberlerin türedi olmadığını gösterir.
* Kur’ân`daki kıssalar, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin görevlerinin “tebliğ etmek” ve “öğütte bulunmak”tan ibaret olduğunu öğretir.
* Kur’ân`daki kıssalar, Allah`ın elçilerine daima gönderildikleri toplumun ileri gelenleri [mele’] tarafından karşı çıkıldığı bilgisini verir.
* Kur’ân`daki kıssalar, Peygamberimizin tebliğine karşı çıkıp o`nu engellemek isteyenlere, bu tavırlarının bedelini nasıl ödeyecekleri konusunda geçmişten -bazılarını kendilerinin de bildikleri- örnekler vermek sûretiyle hatırlatma yapar, uyarıda bulunur.
* Kur’ân`daki kıssalar, Peygamberimizin ve yandaşlarının karşı karşıya bulundukları durumun daha önceki peygamberler ve toplumları arasında meydana gelenlere benzediğini, hatta büyük ölçüde aynı olduğunu bildirmek sûretiyle Peygamberimize ve yandaşlarına güven telkin eder; ayrıca Allah`ın elçilerinin daima galip geldiklerini bildirmek sûretiyle onlara azim kazandırır ve manevîyatlarını kuvvetlendirir.

121, 122 – Ve iman etmeyen o kişilere de ki: “Elinizden geleni geri koymayın! Şüphesiz biz yapıcılarız. Bekleyin! Şüphesiz biz bekleyenleriz.”

Ortaya konan onca açık kanıta rağmen hâlâ inkârda direnenler tehdit edilmekte, peygamberimize de açık destek verilmektedir. Burada kısa ve özlü bir şekilde verilen mesaj, aşağıdaki ayetlerde daha detaylı verilmiştir:

O [Şuayb]; “Ey kavmim! Benim gurubum [akrabalarım, taraftarlarım] size karşı Allah’tan daha mı güçlü/ değerli? Ve O’nu [Allah’ı] arkanıza atılmış bir şey edindiniz. Şüphesiz ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. Ve ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Şüphesiz ben yapıcıyım. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz. Gözetleyiniz, Şüphesiz ben sizinle beraber gözetleyiciyim” dedi. (Hud/92, 93)

De ki: “Ey kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında yurdun sonunun kim için olduğunu bileceksiniz. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.” (En’am/135)

De ki: “Ey kavmim! Siz bulunduğunuz yer üzere çalışın. Şüphesiz ben de çalışıcıyım. Artık kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve kalıcı bir azabın kimin üzerine yerleşeceğini yakında bileceksiniz.” (Zümer/39, 40)

123 - Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Ve tüm iş/oluş yalnızca O’na döndürülür. O hâlde O’na kulluk et, O’na tevekkül et. Ve Rabbin, sizin yapmakta olduklarınızdan gafil [habersiz, duyarsız] değildir.

Bu ayette, göklerde ve yerde bilinmeyen şeylerin hepsini Allah’ın bildiği, olup biten her şeyin O’na döndüğü bildirilerek insanlara O’na kul olmaktan başka çarelerinin olmadığı hatırlatılmaktadır.
Surenin bu son ayetinin mesajı kısaca şudur: “Aklınızı kullanırsanız Allah’a kul olmaktan başka çareniz yoktur.”
Allah doğrusunu en iyi bilendir


Kaynak
Hakkı Yılmaz - Meal Tebyin
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
52. hud suresi, ayet, ayetlerin, hud, tahlil, tahlili


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 10:50 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam