hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 54. Hicr Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 7. February 2009, 09:58 PM   #1
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

İNS, İNSAN

Sözcük anlamı “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demek olan “insan” sözcüğü, “ فعليان fi’liyan” kalıbında olup “ انسens” sözcüğünden türemiştir. “İnsan” sözcüğünün aslı “ إنسيانinsiyan” sözcüğüdür. (Lisanü’l-Arab; c.1, s.241. ens mad.)
Sözcük, anlam olarak evrendeki tüm görünen [cisimli] varlıkları kapsamasına rağmen sadece insanlara isim olarak verilmiştir. Bunun nedeni, insanın yaratılış itibariyle ünsiyete muhtaç, yani sosyal bir varlık olmasıdır.
Ayetler, insanın “pişmiş çamurdan, kuru balçıktan, çınlayan kilden, işlenebilir çamurdan” yaratıldığını söylemektedir. Bu ifadeler “madde”nin hâlden hâle girmesini çağrıştırmakta ve insanın genel anlamda maddeden yaratıldığına işaret etmektedir. (Detaylı bilgi için bkz: Tebyînü’l-Kur’an; c: 3, s: 189-190)

28, 29 – Ve bir zamanlar Rabbin meleklere, “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş [işlenebilen] bir çamurdan bir beşer yaratacağım. Ben, ona biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde, siz hemen onun için secde edenler olarak yere kapanın!” demişti.
30 - Bunun üzerine meleklerin hepsi topluca secde ettiler.
31 - İblis hariç. O, secde edenlerle beraber olmaya dayattı.
32 – O [Allah] dedi ki: “Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?”
33 – O [İblis cevap olarak]; “Kuru balçıktan, şekil verilmiş [işlenebilen] bir çamurdan yarattığın bir beşere secde etmem için olmadım [yaratılmadım]” dedi.
34, 35 – O [Allah]; “Öyle ise oradan çık! Sen, artık kesinlikle racimsin ve kesinlikle Din gününe kadar lanet sadece senin üzerindedir” dedi.
36 – O [İblis]; “Rabbim! Öyle ise onların yeniden dirilecekleri güne kadar beni karşında tut [bana mühlet ver]!” dedi.
37, 38 – O [Allah]; “Öyleyse sen kesinlikle bilinen vaktin gününe kadar karşıda tutulanlardansın [mühlet verilenlerdensin]” dedi.
39, 40 – O [İblis] dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!”
41 - 44 – O [Allah] dedi ki: “İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır.”

Bu ayet grubunda Rabbimiz, insanın madde ve enerjiden olan yapısını temsilî bir anlatımla ortaya koymaktadır.
İnsan soyunun ilk yaratılış aşamalarına dair bilgiler Kur’an’da ilk kez Sad suresinin 71-85. ayetlerinde verilmişti:

Hani Rabbin bir zaman meleklere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratıcıyım. Onu tesviye edip, ruhumdan ona üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın!” demişti.
Bunun üzerine meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler,
İblis etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden [görmezden gelenlerden] oldu.
(Allah) “Ey İblis! O benim iki elimle / kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” buyurdu.
(İblis) Dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”
(Allah) “Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle racimsin” dedi.
“Ve elbette lânetim [hayırdan uzak tutmam], karşılık gününe kadar senin üzerindedir.”
(İblis) “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt [beni karşında tut / mühlet ver]!” dedi.
(Allah) “Haydi sen belirli bir vakte kadar bakıtılanlardansın [karşıda duranlardansın / mühlet verilenlerdensin]” buyurdu.
(İblis) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna” dedi.
(Allah) Buyurdu ki: “Hak budur. Ben de şu hakkı söylüyorum:
Ant olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.” (Sad/71-85)

Gerek Sad suresinde gerekse konumuz olan pasajda insanın yaratılışıyla ilgili ifadeler temsilîdir. Olayın bir tiyatro sahnesi gibi canlandırılarak anlatılması, evrenin, dünyanın ve canlıların var oluş aşamaları hakkında bilgi sahibi olmayanların konuyu iyi anlamalarını sağlamaya yöneliktir. Konunun Allah, melekler, Âdem ve İblis arasında geçen diyaloglarla anlatılması, olayın tamamen temsilî olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah`ın bir insanla bu tarz konuşması veya Kendi yarattığı bir şeyin O`na isyan etmesi, bizzat Kendisinin Kur’ân`da bildirdiğine göre mümkün değildir.
Ayette ifade edilen “çamurdan yaratılış”, “tesviye”, “ruhun üfürülmesi” ve “meleklerin secdesi” bir anda olup bitmiş olaylar değildir. Kur’an’da verilen ayrıntılara göre, bu olaylar milyarlarca yıllık bir süreçte gerçekleşmiştir. Yani, bu anlatımlardan: “Allah, melekleri ve İblis’i çağırdığı bir toplantıda 2-3 dakika içinde, hemen Âdem’i yaratacağını söyledi ve yaratıverdi. Sonra meleklere secde etmelerini söyledi, onlar da derhal secde ettiler. Ama İblis …” şeklinde, her şeyin çok kısa bir zamanda gerçekleştiği anlamını verecek bir sonuç çıkarılmamalıdır.
Konu ile ilgili geniş açıklama Sad Suresi’nin tahlilinde (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 430-449) verildiğinden, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
Konumuz olan 44. ayette cehennemin yedi kapısı olduğundan bahsedilmektedir. Cehennemin yedi kapısının ne olduğu hakkında birçok görüş ileri sürülmüştür. Açıklamaların çoğu, bu kapıların cehenneme girecek günahkârların işledikleri suç cinslerine göre olduğu yönündedir. Mesela inançsızların, münafıkların, müşriklerin veya nefse, mala, mülke, makama, şehvete tapanların hep kendilerine ayrılmış ayrı kapılardan cehenneme girecekleri söylenmiştir. Görüş sahipleri, kâfirlerin kendi inkârcılıklarının yansıması olan inançsızlık, yalanlayıcılık, müşriklik, münafıklık gibi amellerinin cezalarını çekmek üzere atılacakları cehennemin Kur’an’da farklı isim ve niteliklerde olmasına dayanarak, cehenneme ait bu isim ve niteliklerin cehennemin kapılarını temsil ettiğini ileri sürmüşlerdir. Kur’an’da geçen isim ve nitelikler şunlardır:
1- Nar [“ateş”; genel bir tabirdir],
2- Lezâ [“hiddetli alev/alev püskürtüsü”]
3- Sa`îr [“harlı alev”],
4- Sekar [“kavurucu ateş]
5- Cahîm [“harlı ateş”],
6- Hâviye [kızgın ateş]
7- Hutame [“ezici, iliklere işleyen azap]

Birçokları tarafından bu niteliklerin cehenneme ait ayrı bölümler olduğu kabul edilmiş ve her bölümün ayrı bir kapısı olacağı öngörülmüştür.
Klasik kaynaklarda yer alan iki görüş ise şöyledir:

Ateşin en üst basamağında Muhammed ümmetinden olanlar, ikincisinde Hıristiyanlar, üçüncüsünde Yahudiler, dördüncüsünde Sabiiler, beşincisinde Mecusiler, altıncısında Arap müşrikleri, yedincisinde ise münafıklar, Firavun hanedanı ve Hz. İsa`ya sofra indirilmesini isteyip de indirildikten sonra onu İnkâr edenler bulunacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar" (Nisâ/145). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun!" (Mü`min/46). Sofranın indirilişini görenlerden kâfir olanlar hakkında da "Ama bundan sonra sizden kim kâfir olursa, Ben onu alemlerden kimseyi azaplandırmayacağım bir azapla azaplandıracağım" (Maide/115) diye buyurmaktadır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

1- Cehennem, üst üste yedi tabakadır. Her bir tabakaya "dereke" denir. Bunun böyle olduğuna, "Hiç şüphesiz münafıklar, cehennemin en alt derekesindedirler" (Nisa/145) ayeti de delildir.
2- Cehennemin karargahı yedi kısma ayrılmıştır ve her kısmın bir kapısı vardır. İbn Cüreyc`in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bunların ilki cehennemdir, sonra "Lezâ", sonra "Hutame", sonra "Sa`ir", sonra "Sakar", sonra "Cahîm", sonra "Hâviye" gelir." Dahhâk şöyle demiştir: "İlk tabakada [derekede], mü`minler günahları nispetinde azap olunur ve sonra oradan çıkarılırlar. İkincisi Yahudilere, üçüncüsü Hıristiyanlara, dördüncüsü Sâbiîlere, beşincisi Mecûsilere, altıncısı müşriklere, yedincisi de münafıklara aittir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Ancak cehennem bir bütündür ve yukarıdaki isim ve nitelikler cehennemdeki azabın niteliklerini yansıtmaktadır. Cennet ve cehennemin Kur’an’daki anlatımları temsilî [sembolik] anlatımlardır. Bu semboller özellikle Arabistan coğrafyasından alınan, o coğrafya ile ilgili sembollerdir. Çünkü cennet ve cehennem hem gayb konularındandır, hem de içinde bulunduğumuz boyuttan farklı boyutta olan mekanlardır. Dolayısıyla insanların yaşadığından farklı bir boyutta olan herhangi bir şeyin mahiyetinin tam olarak anlaşılması, zihinde canlandırılması ancak semboller vasıtası ile mümkün olabilmektedir. Rabbimiz de cennet ve cehennemi bize bu nedenle temsilî olarak anlatmaktadır:

Müttakilere söz verilen cennetin misali şöyledir: Onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgeleri süreklidir. İşte bu, takvalı davrananların akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti de ateştir. (Rad/35)

Takvalı davranmışlara vaat edilen cennetin örneği: “Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rabblerinden bir bağışlanma vardır. Bunlar, ateşte ebedî olarak kalacak olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar su içirilen kimse gibi olur mu? (Muhammed/15)

Cehennemin kapılarıyla ilgili olarak verilen “yedi” sayısı, bize göre çokluktan kinayedir. Bununla insanları cehenneme sürükleyen yolların çokluğu anlatılmıştır. Çünkü daha evvel birçok kez açıkladığımız gibi, “yedi” sayısı “çokluk, değişiklik” anlamını ifade etmek için de kullanılmaktadır.

45, 46 – Şüphesiz ki, muttakiler cennetlerde ve pınarlardadır: “Selametle güven içinde oraya girin!”
47 – Ve Biz onların [muttakilerin] göğüslerindeki kinleri çıkarıp attık. Onlar kardeşler hâlinde yüz yüze sedirlere otururlar.
48 - Orada [cennette] kendilerine hiçbir yorgunluk dokunmaz. Onlar oradan çıkarılacak da değildirler.

Bu ayetlerde, İblis’e uymayan muttakilerin durumları anlatılmaktadır. Muttaki kullar Ahiret Günü`nde bahçelerde ve pınar başlarında ağırlanacak, çeşitli ikramlara nail olacaklardır. Köşklerde içlerinden kin, haset gibi dünyevî pislikler temizlenmiş bir şekilde dostlar hâlinde oturacaklar, bu yaşamlarına ebedî olarak devam edeceklerdir. Benzer ayetler Kur’an’da pek çoktur:

İman edenler ve salihatı işleyenler; –ki Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz– işte onlar cennet yâranlarıdır ve onlar, orada ebedî olarak kalıcılardır. Ve göğüslerinde gıll`den [kinden, hınçtan, kıskançlıktan, hileden, hainlikten, garazdan] ne varsa çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. [Ve onlar,] “Bize bunun için kılavuzluk eden Allah`a hamdolsun. Eğer Allah bize kılavuzluk etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçek ile gelmiştir” derler. Ve onlara seslenilir: “İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris oldunuz.” (A’raf/42, 43)

Şüphesiz şu iman etmiş ve salihatı işlemiş kimseler; içlerinde sürekli kalmak üzere Firdevs onlar için ikram olunmuştur. Onlar, oradan hiç ayrılmak istemezler. (Kehf/107, 108)

Takvalı davranmışlara vaat edilen cennetin örneği: “Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır. Bunlar, ateşte ebedî olarak kalacak olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar su içirilen kimse gibi olur mu? (Muhammed/15)

–Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.– (Sad/54)

Mütteki, ittika ve takva sözcükleri hakkındaki ayrıntılı açıklamamız A’raf suresinin tahlilinde verilmiştir (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 544-548). Yararlı olacağı kanaatiyle ilgili bölümün tekrar okunmasını öneriyoruz.

Cennetlerin sayısı hakkında Rabbimiz Kur’an’da şu bilgileri vermiştir:

Ve Rabbinin makamından korkan kimseler için iki cennet vardır. (Rahman/46)

Bu ikisinin astından iki cennet daha vardır. (Rahman/62)

49, 50 – Kullarıma, hiç şüphesiz Benim çok bağışlayıcı ve pek merhamet edicinin ta kendisi olduğumu,
Benim azabımın da, çok acıklı bir azabın ta kendisi olduğunu önemle haber ver!

Bu ayetlerde Rabbimiz, rahmeti gereği, bir hatırlatma ve uyarı yaparak peygamberimize kendisinin çok bağışlayıcı ve çok merhametli olduğunu, bununla birlikte azabının da pek çetin olduğunu duyurmasını emretmiştir.
Hem bağışlayıcılığını hatırlatarak umutlandıran hem de azabını hatırlatarak korkutan Rabbimiz, bu yöntemiyle bir taraftan rahmetinden ümit kesilip karamsarlığa düşülmemesini, diğer taraftan da sürekli rahmeti umularak ihmalkârlık yapılmamasını öğütlemiş olmaktadır. Buna göre, insan da orta yolu bulmalı, -benzetme yerinde ise-, hasta olduğunda duyacağı korkuyu henüz sağlıklı iken de duyabilmelidir.

51 – Ve onlara [kullarıma], İbrahim’in misafirlerinden haber ver.
52 - Hani onlar [İbrahim’in misafirleri], İbrahim`in yanına girdiler de “Selam!” demişlerdi. O [İbrahim]; “Şüphesiz biz sizden korkanlarız” demişti.
53 – Onlar [İbrahim’in misafirleri]; “Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz” dediler.
54 – O [İbrahim] dedi ki: “Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz. Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?”
55 – Onlar [İbrahim’in misafirleri]; “Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!” dediler.
56 – O [İbrahim] dedi ki: “Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”
57 - O [İbrahim]; “Ey gönderilmişler [elçiler]! İşiniz nedir?” dedi.
58 – Onlar [elçiler]: “Şüphesiz biz suçlu bir kavme gönderildik.
59, 60 – Ancak Lut ailesi müstesnâdır.” -Şüphesiz Biz, Lut`un karısı hariç onların hepsini muhakkak kurtaracağız. Biz takdir ettik. Şüphesiz o, kesinlikle geride kalanlardandır [gözü arkada olanlardandır].-

49, 50. ayetlerde rahmet ve azabına dikkat çeken Rabbimiz, bu ayetlerde de bunları tarihî olaylarla örneklendirmektedir.
Allah’ın rahmetini hak edip azaptan kurtulanlar ile yanlış davranarak azap görenlere örnek verilen olaylar, İbrahim peygamberin müjdelenmesi, Lut peygamberin ailesinin -karısı hariç- kurtarılması, Lut kavminin ise helak edilmesi olaylarıdır.
Bu olaylar daha önce Hud suresinde de dile getirilmiştir:

Ve ant olsun ki, İbrahim`e de elçilerimiz müjde ile geldiler, “Selâm!” dediler. O; “Selâm!” dedi de saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmeye gecikmedi.
Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar; “Korkma, şüphesiz biz Lut’un kavmine gönderildik” dediler.
Ve onun [İbrahim`in] karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik.
O [İbrahim’in karısı] dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir “acuz”um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”
Onlar [elçiler]; “Sen Allah`ın işinden dolayı mı şaşıyorsun? Allah`ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir [övülmeye lâyıktır], Mecid’tir [cömertliği boldur]” dediler.
Sonra İbrahim’den korku iyice geçip gidince ve kendisine müjde gelince, Bizimle Lut kavmi hakkında mücadeleye başladı.
Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu, çok ah vah eden [yufka yürekli], yönelen biri idi.
-“Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.- (Hud/69-76)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 7. February 2009, 09:59 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

RAHMETTEN ÜMİT KESİLMEZ, RAHMETTEN SADECE SAPIKLAR ÜMİT KESER

57. ayette İbrahim peygamberin ağzından, Allah’ın rahmetinden sadece sapıkların ümit kestiği bildirilmiştir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiği Yusuf suresinde Yakub peygamberin ağzından da dile getirilmiş, rahmetten ümit kesenlerin sadece kâfirler olduğu bildirilmişti:

O [Yakup] dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım, gidin de Yusuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin; kesinlikle kâfirler kavminden başkası Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez. (Yusuf/86, 87)

Allah’ın rahmetinden ümit kesme sapkınlığı, özellikle Allah’ı tanımamaktan veya yanlış tanımaktan kaynaklanmaktadır. Yüce Allah’ın Rahîm, Ğafur, Rauf, Tevvab, her şeye gücü yeten, dualara icabet eden, affedici ve cömert olduğunu bilenler, hiçbir zaman O’nun rahmetinden ümit kesmezler.

LUT PEYGAMBERİN AİLESİNİN AZAPTAN KORUNMASI

Ayette, Lut kavminden sadece Lut peygamberin ailesinin -karısı hariç- kurtarıldığının bildirilmesi, Lut peygambere inananların azlığını göstermektedir. Bu durum bir başka ayette şöyle açıklanmıştır:

Fakat Biz orada Müslümanlardan, bir evden başka bulmadık. (Zariyat/36)

59, 60. ayetlerde yer alan “Şüphesiz Biz, Lut`un karısı hariç onların hepsini muhakkak kurtaracağız. Biz takdir ettik. Şüphesiz o, kesinlikle geride kalanlardandır [gözü arkada olanlardandır]” ifadesi bir “istisna-yı münkatı” cümlesi olup elçilerin sözü değil, Rabbimizin bir parantez içi bildirimidir. Zira elçilerin kurtarma, takdir etme güçleri ve yetkileri söz konusu olamaz.
Rabbimizin bu ifadesinden anlaşıldığına göre, O’nun nezdinde herkes işlediği suçlardan ve haksız fiillerden dolayı, sosyal statüsü dikkate alınmadan sorumlu tutulmaktadır. Yüce Allah hiç kimseyi statüsünden dolayı sorumluluktan istisna edip cezadan muaf tutmamaktadır. Çünkü sorumluluk statüye göre değil, işlenen fiillere göredir.

61, 62 - Sonra elçiler, Lut’un ailesine gelince, o [Lut]; “Doğrusu siz alışılmadık bir kavimsiniz [siz benim tanımadığım kimselersiniz]” dedi.
63 - 65 – Onlar [elçiler] dediler ki: “Bilakis biz sana onların kuşku duyup durduğu şeyi getirdik. Ve sana gerçeği getirdik ve biz elbette doğru olanlarız. Hemen gecenin bir bölümünde aileni yola çıkar, sen de arkalarından izle. Ve sizden hiç kimse iltifat etmesin [oyalanmasın; geride bırakılanları düşünmesin], emrolunduğunuz yere doğru geçin gidin.”

Bu ayetlerde, cezayı hak eden ve cezalandırılmasına karar verilmiş olan Lut kavmine gelen elçilerin Lut peygamber ile konuşmaları yer almaktadır.
Lut peygamberi ziyarete gelen bu elçiler “melek” olmayıp Hud suresinde de söylediğimiz gibi, insan elçilerdir.
61, 62. ayetlerde “siz alışılmadık bir kavimsiniz” şeklinde çevirdiğimiz sözcüğün aslı “münkerun”dur. “Nekire”lik, “marife”liğin zıddı olduğu için, bu ifade “Ben sizi tanımıyorum, sizin kimlerden olduğunuzu ve geliş amacınızı bilmiyorum” anlamına gelmektedir.
65. ayette geçen “Ve sizden hiç kimse iltifat etmesin” şeklindeki ifadenin anlamı, çoğu yerde yanlış olarak manalandırıldığı şekliyle “Hiç biriniz geride ne olup bittiğini anlamak için dönüp bakmasın” demek değildir. İfadenin doğru anlamı, “Hiç kimse burada benim malım, mülküm, işim gücüm, dostum ahbabım var demesin, onları düşünmesin” demektir.
Hatırlanacak olursa, A`râf/82 ve Neml/56’da Lut kavminin kendi peygamberlerini ülkeden kovmak, çıkarmak istediği bilgisi verilmişti. Yukarıdaki ayetlerde Lut peygambere ülkesinden çıkması için talimat verildiği görülmektedir. Ne var ki, Lut peygamberin elçiler vasıtasıyla aldığı talimat üzerine gerçekleşen bu çıkış, kavminin kovması sonucu değil, Allah’ın onları kurtarması sebebiyle olmuştur. Geride kalanlar ise helak edilmişlerdir.

66 – Ve Biz, ona [Lut`a] emri gerçekleştirdik: “Şüphesiz sabaha çıkarken şunların arkaları kesilmiş olacaktır.”

Bu ayette Rabbimizin Lut peygambere yaptığı vahiy yer almaktadır. Kavminin sonunun sabaha çıkmadan geleceği, Lut peygambere bizzat Allah tarafından bildirilmiştir.

Ve ant olsun, senden önceki ümmetlere [önderli toplumlara] elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk [yoksulluk] ve sıkıntılarla çeviriverdik.
Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi [süsledi].
Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar umutları suya düşenler oldular.
Böylece zulmeden topluluğun kökü kesildi. -Ve hamd, alemlerin Rabbi Allah`adır.- (En’am/42- 45)


67 – Ve şehir halkı, sevinerek geldiler.
68, 69 – O [Lut]; “Şüphesiz bunlar benim misafirlerimdir, o nedenle beni rüsva etmeyin ve Allah’a takvalı davranın ve beni aşağılamayın!” dedi.
70 – Onlar; “Biz seni âlemlerden alıkoymamış mıydık?” dediler.
71 – O [Lut]; “İşte bunlar, benim kızlarım! Eğer yapıcılarsanız...” dedi.
72 - -Ömrüne kasem olsun ki, gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. [Sen ömründe bunlar gibi şehvet çılgınlığı içinde bocalayıp duran rezilleri hiç görmedin].-
73 - Güneş doğarken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi.
74 – Böylece Biz, onların üstünü altı kıldık ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
75 – Şüphesiz bunda, düşünen keskin anlayışlılar için kesinlikle ayetler vardır.
76 – Ve şüphesiz o [Lut kavminin bulunduğu şehir harabesi], kesinlikle bir yol üzerinde durmaktadır.
77 - Şüphesiz ki, bunda iman edenler için kesinlikle bir ayet vardır.

Bu ayet grubunda, Lut kavmindeki erkeklerin Lut’un (as) misafirlerine karşı düşündükleri kötülük, bu yüzden Lut peygamber ile kavmi arasında geçen tartışma ve işin sonunun felaketle bitişi nakledilmektedir.
Kıssanın bu bölümü Hud suresinde de geçmişti:

Ve ne zaman ki, elçilerimiz Lut’a geldiler, bunlar yüzünden o üzüldü, bunlar yüzünden kolu daraldı [sıkıntıya düştü] ve “Bu, müthiş bir gündür” dedi.
Ve onun kavmi hızlıca ona geldiler. Onlar daha önce de çirkinlikler yaparlardı. O [Lut]; “Ey kavmim! İşte bunlar kızlarım. Onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah’a takvalı davranın, beni misafirlerim ile ilgili olarak rezil rüsva etmeyin. Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?” dedi.
Onlar; “Hiç şüphesiz sen, senin kızlarında bizim için herhangi bir hak olmadığını bildin. Ve şüphesiz ki sen bizim ne istediğimizi kesinlikle biliyorsun” dediler.
O [Lut]; “Keşke size karşı bir gücüm olsaydı, ya da çok çetin bir rüküne [ulaşılmaz bir bölgeye / güçlü bir topluma] sığınabilseydim” dedi.
Onlar [misafir elçiler]; “Ey Lut! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın, eşin başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?” dediler.
Nihayet emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, zalimlerden uzak değildir. (Hud/77-83)

Dikkat edilirse, konumuz olan Hicr/67’de geçen “şehir halkı” ifadesi, Hud/78`de “onun kavmi” şeklinde geçmektedir. Sözü edilen şehir tarihte “Sodom” ve şehir halkı da “Sodomlular” olarak bilinmektedir. Şehir halkının [Sodomluların] kendi beldelerine gelen yabancıları görür görmez Lut peygamberin yanına geliş halleri de yine Hicr/ 67`de “ يستبشرونyestebşirûn [birbirini kutlayarak, sevinerek]”; Hud/ 78`de de “ يهرعون yühra`ûn [koşarak]” şeklinde yer almıştır.
76. ayetteki “Ve şüphesiz o [Lut kavminin bulunduğu şehir harabesi], kesinlikle bir yol üzerinde durmaktadır” ifadesi, o şehrin kalıntılarının gözler önünde dur*duğu, araştırma yapanlar için de hâlâ tazeliğini koruduğu anlamına gelmektedir. Nitekim kalıntıların işaretlerini Hicaz [Arabistan] - Mısır - Suriye yolu üzerindeki Ölü Deniz’in [Lut Gölü] güney doğusunda görmek mümkündür. Kur’an’ın indiği dönemde de Lut kavminin kalıntıları Araplarca çok iyi bilinmekteydi. Öyle ki, helak edilen bu kavmin öyküsü destanlaşmış bir halde herkesin dilindeydi. Bu husus Saffat suresinde şöyle belirtilmiştir:

Şüphesiz Lut da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].
Hani Biz onu ve geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız kadın hariç ehlinin tamamını kurtarmıştık. Sonra diğerlerini helak etmiştik.
Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onların üzerine uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ akletmiyor musunuz? (Saffat/133-138)

Lut kavminin içinde bulunduğu ahlaki çöküntünün boyutları hakkında bir fikir vermesi bakımından, Mevdudi’nin Talmut’tan derlediği bir açıklamayı aktarmakta yarar görüyoruz:

Bu, o topluluğun ahlaksızlığın en aşırısına saptıklarını göstermektedir. Onlar yakışıklı yabancıların şehre geldiklerini duyar duymaz, sevinçle Lut`un (a.s) evine toplandılar ve ondan zevklerini tatmin etmek için misafirlerini kendilerine vermesini istediler. Ne yazık ki onların içinden bu ahlaksızca işe ve bu büyük günaha karşı çıkan hiç kimse olmadı. Bu onların, toplum olarak, bütün namus duygularını yitirdiklerini ve böyle ahlaksızca bir isteği açıktan söylemekten hiç bir utanç duymadıklarını göstermektedir. Böyle ahlaksız bir isteği, hiç utanmaksızın, Allah`tan korkan ve dindar bir adam olan Lut (a.s)`a teklif edebilmeleri, bu büyük günahın onlar arasında hiç kimseyi ayırdetmeyecek denli yaygın olduğunu göstermektedir.
Talmut, Lut kavminin ahlaki bozulması ile ilgili birçok örnekler zikretmektedir. Bir keresinde bir yabancı onların şehrinden geçerken karanlık çökmesi nedeniyle Sodom`da sabahlamak zorunda kalır. Yanında gerekli erzakı bulunduğu için hiç kimseye ihtiyaç duymaksızın geceyi geçirmek üzere bir ağacın dibine yatar. Fakat bir Sodomlu onu evine davet eder. Geceleyin yabancının eşeğini ve eşyalarını alıp kaçar. Yabancı sabahleyin yardım istediğinde, şehirdekiler oraya gelirler, fakat yardım etmek için değil geri kalan eşyalarını çalmak için.
Bir keresinde Hz. Sara, Lut (a.s) ailesi hakkında haber almak üzere kölesini Sodom`a gönderir. Köle şehre girdiğinde bir Sodomlunun başka bir yabancıyı dövdüğünü görür. Doğal olarak Hz. Sara`nın kölesi Sodomlunun ahlaki duygularını canlandırmağa çalışır: "Böyle bir zavallı yabancıya neden kötü davranıyorsun?" der. Fakat bu soruya karşılık topluluk içinde başı yarılır.
Bir seferinde de fakir bir adam Sodom`a uğrar, fakat hiç kimse ona yiyecek vermez. Açlıktan ölmek üzere iken yere düşer. Lut (a.s)`ın kızlarından biri onu görür ve yemek gönderir. Bunun üzerine Sodomlular Lut (a.s) ve kızını, böyle "davranış"lardan vazgeçmezlerse şehirden kovmakla tehdit ederler.
Buna benzer birçok olay anlattıktan sonra Talmut, bu topluluğun çok vahşi, merhametsiz ve şerefsiz olduklarını ve hiç bir yolcunun güven içinde onların şehirlerinden geçemediğini ve hiç bir fakirin onlardan yardım veya yiyecek ummadığını bildirir. Böyle bir durumda onlar ölünün elbiselerini soyarlar ve onu çıplak gömerlerdi. Eğer bir yabancı onların şehrine uğrama gafletini göstermişse, onu topluluk içinde soyarlar ve yabancı eğer adaletle davranmalarını isterse, onunla alay ederlerdi. Orada yetiştirdikleri bahçeler içinde utanmazca açıktan günah işlerlerdi ve onları Lut (a.s) dışında bu günahlara karşı uyaran başka kimse yoktu. Kur`an onların bütün günahkar hayatlarını iki anlamlı cümlede toplamıştır: l- "... Onlar daha önceden çok büyük günahlar işlemekteydiler". (Hud/78) 2- "Siz erkeklere yaklaşıyor, yolcuları soyuyor ve topluluk içinde büyük günahlar işliyorsunuz". (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

71. ayette Lut peygamberin saldırganlara yönelik olarak söylediği “İşte bunlar, benim kızlarım” şeklindeki sözleri dikkate değer bir ifadedir. Lut peygamberin kızlarının bütün şehir halkının şehvet duygularını tatmin edebilecek sayıda olamayacağı gerçeğinden hareket ederek bu ifade ile Lut peygamberin kendi kızlarını değil, kavminin tüm kadınlarını kastetmiş olduğu kanaatine varıyoruz. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu ifadeden o toplumda evlilik müessesinin tümden iflas ettiği, homoseksüel ilişkinin aile kurumunun yerini aldığı anlaşılmaktadır. “Benim kızlarım” ifadesinin o kavmin tüm kadınları için kullanıldığını düşündüren bir diğer husus da, peygamberlerin gönderildikleri toplumların manevi babaları, eşlerinin de manevi anaları durumunda oluşlarıdır:

Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha yakın, onun [peygamberin] eşleri, onların [müminlerin] analarıdır. (Ahzab/6)

72. ayetteki “-Ömrüne kasem olsun ki, gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. [Sen ömründe bunlar gibi şehvet çılgınlığı içinde bocalayıp duran rezilleri hiç görmedin].-” ifadesi, peygamberin ömründe böyle bir rezilliğe tanık olmadığını ve o toplumun aklını, iradesini yitirmiş bir sarhoş gibi hareket ettiğini anlatmaktadır. Demek oluyor ki, bu toplumda homoseksüellik marjinal bir sapkınlık olmaktan çıkmış, toplumsal bir hâl almıştır.

78, 79 - Eyke ashabı da kesinlikle zalimlerdi de Biz onlardan [Eyke halkından] intikam aldık [yakalayıp cezalandırmak suretiyle adaleti yerine getirdik]. İkisi de [Eyke ve Lut kavmi] açık bir yol üzerindedir.

Bu ayetlerde, Şuara suresinde detaylı olarak verilen Şuayb peygamberin kıssasına değinilmektedir.
“Eyke” sözcüğünün Şuayb peygamberin ve halkının yaşadığı şehrin adı olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun bir beldenin adı olduğu da söylenmiştir. “el-Eyke”, “sık orman” demektir. “Leyke” olarak da okunmuştur. Bu da “Mekke”ye “Bekke” demeye benzer. (Lisanü’l-Arab; c. 1, s. 298, 299 “eyk” mad.)
79. ayette “ikisi de” ifadesi kullanılmak suretiyle, Eyke’nin harabelerinin de Sodom’un harabeleri gibi Arapların gelip geçtiği yollar üzerinde bulunduğuna dikkat çekilmiştir.
Burada “zalimler” olarak nitelenen Eyke ashabının sergilediği zulümlerin ayrıntısı başka ayetlerde açıklanmıştır:

(And olsun ki,) Medyen`e de kardeşleri Şuayb`ı (elçi gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah`a kulluk edin, sizin için O`ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan kimseler iseniz, bu sizin için daha hayırlıdır! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Ve eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin! Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz!” (Şuayb da) Dedi ki: “İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, kesinlikle Allah`a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah`ın dilemesi hariç ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah`a güvenip dayandık.” –Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakk ile hükmet. Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!–
Ve o`nun kavminden, kâfir olan ileri gelenler dediler ki: “Eğer Şuayb`a uyarsanız o takdirde siz kesinlikle ziyana uğrayanlardan olursunuz.” (A’raf/85-90)

Onlar; “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver” dediler. (Şuara/185-187)

Onlar [Şuayb’in kavmi] dediler ki: “Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu iyice anlamıyoruz. Seni içimizde çok zayıf olarak görüyoruz. Eğer senin grubun [akrabaların, taraftarların] olmasaydı mutlaka seni recm ederdik [taşa tutar öldürürdük]. Ve senin bize karşı hiçbir üstün gücün [galip gelecek durumun] yoktur.” (Hud/91)

80- Ant olsun ki, Hıcr ashabı da gönderilmişleri [elçileri] yalanladılar.
81- Ve Biz, onlara ayetlerimizi vermiştik de onlar, onlardan yüz çeviriyorlardı.
82- Ve onlar, dağlardan emniyetli emniyetli evler yontuyorlardı.
83, 84- Derken onları da sabahleyin korkunç bir çığlık yakalayıverdi. Böylece kazanmakta oldukları şeyler, kendilerinden hiçbir şeyi savmadı.

Hıcr ashabı, Salih peygamberin gönderildiği Semud kavmidir. Bu kavmin yaşadığı yer de yine Arapların gelip geçtikleri yollardan biri olan Hicaz-Şam yolu üzerindedir ve Araplar bu medeniyetin kalıntılarını o bölgeden geçtikçe görmektedirler. Bu konu Mevdudi’nin açıklamalarında şu şekilde yer almıştır:

El-Hicr, Semud kavminin başkentiydi. Kentin harabeleri, Medine`den Tebûk`a giden yol üzerinde, Medine`nin kuzey-batısında yer alan el-Ula şehri yakınlarında bulunmaktadır. Kervanlar, yolculukları sırasında orada kalmayı yasaklamıştır.
İbn Batuta, hicri sekizinci yüzyılda Mekke`ye giderken oraya uğradığında: "Kızıl dağlara oyulmuş Semud evlerini gördüm. Resimler o denli parlaktı ki, sanki kısa bir süre önce boyanmıştı. ... Onların içinde bugün bile hala çürümüş insan kemikleri bulunmaktadır" demiştir. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

Bir zamanlar Semud kavminin yaşadığı Hicr vadisindeki kalıntılar “Salih`in şehirleri” di*ye anılmaktadır. Bu kalıntılar isteyenlerce bugün de görülebilmektedir. Dikkat edilirse, Araplar hep kendilerince gayet iyi bilinen medeniyetlerin akıbetleriyle uyarılmışlardır.

80. ayette geçen “elçiler” ifadesinden ilk bakışta Semud kavmine birden fazla peygamber gönderildiği anlaşılsa da, esas anlam, bu kavmin Allah’ın peygamber gönderme sünnetini kabul etmemeleridir. Böyle olunca da Hicr ashabı tüm peygamberleri yalanlamış olmaktadır.
82. ayetteki “Ve onlar, dağlardan emniyetli emniyetli evler yontuyorlardı” ifadesinden anlaşıldığına göre, Hicr ashabının dağları yontmak suretiyle ev yapmaları, yaşadıkları bölgenin coğrafi zorunluluğundan değil, yaptıkları azgınlık, taşkınlık ve kötülüklerde kullanmak sebebiyledir. “Dağlarda ev yontmak”, Hud, Şuara ve Araf surelerinde Salih peygamberin kavmi Semud`un vasfı olarak belirtilmiştir.
Semud’un azgınlıkları hakkında başka ayetlerde de açıklamalar vardır:

Derken, onlar, onu [nâka’yı] inciklerinden keserek öldürdüler. Bunun üzerine o [Salih] dedi ki: “Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. İşte bu, yalanlanmayacak bir vaattir.” (Hud/65)

Semud kavmine gelince de, Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yol üzerine sevdiler [tercih ettiler]. Bunun üzerine kazandıkları şeyler sebebiyle alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakalayıverdi. (Fussilet/17)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 7. February 2009, 09:59 PM   #3
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

85 - Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hakk / gerçek ile yarattık ve elbette ki, o saat [kıyamet] mutlaka gelecektir [kopacaktır]. Şimdi sen aldırış etme ve güzel muamele et.
86 - Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratandır ve iyi bilendir.

Önceki ayetlerde anlatılan kıssaların ve verilen öğütlerin amacının bildirildiği bu ayetler, aynı zamanda inkârcılar için uyarı, peygamberimiz için de teselli mahiyetindedir.
Rabbimizin göklerin ve yeryüzünün hakk ile yaratıldığı [amaçsız, boşuna yaratılmadığı] ve kıyametin mutlaka gerçekleşip zalimlerin hesap vereceği şeklindeki mesajı başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah`ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için. (Necm/31)

Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan kişilerin hâline! (Sad/27)

Peki siz, Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve şüphesiz sizin yalnızca bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?
İşte gerçek kral Allah, yüceler yücesidir. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, saygın Arş’ın Rabbidir. (Müminun/115, 116)

Rabbimiz, uyarısını yaptıktan sonra, peygamberimize, verdikleri onca eziyete ve getirmiş olduğunu yalanlamalarına rağmen müşriklere yumuşak ve iyi davranmasını emretmiştir.

Artık sen onlardan vazgeç ve “Selam!” de! Artık onlar yakında bileceklerdir. (Zühruf/89)

87 – Ant olsun ki, Biz sana ikişerlilerden [katmerli] yediyi ve büyük Kur`an`ı verdik.
88, 89 - Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir. Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de.

Peygamberimizi destekleyen ve onu teselli eden bu ayetler, öncelikle peygamberimizin eğitilmesine yöneliktir. Rabbimiz, elçisinden, kendisine verilen nimetlerin daha hayırlı olması sebebiyle, başkalarında olan mala, mülke, makama, mevkie özenmemesini istemekte, müminlere merhametli davranmasını ve kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu söylemesini buyurmaktadır.
Peygamberimize verilen bu mesajın bir benzeri Ta Ha suresinde de vardır:

Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta Ha/131)

“SEB’AN MİNE’L-MESANΔ

Arapça üç sözcükten oluşan bu ifade, Arap dili gramerine göre cümlede “mef’ulü bih” olarak yer almıştır. Yani ayetin tümü bir cümle kabul edildiğinde, bu ifade cümlenin nesnesi durumundadır.
İfadenin birinci sözcüğü olan “ سبعseb’a” sözcüğünün anlamı bugüne kadar hiç kimse tarafından farklı algılanmamış ve tartışılmamıştır. Sözcük, Arapçada “esma-i aded” denilen sayı adlarından biridir ve “yedi” demektir.
İfadenin ikinci sözcüğü olan ve Arapçada “harf-i cer” denilen “ منmin” sözcüğü, isimlere “...den” hâli veren bir edattır. Tüm dil ve din bilimcilerinin ittifakla kabul ettikleri gibi, bu sözcük, cümleye “başlangıç, açıklama ve teb’iz [bütünden parçalama]” anlamları katar. Türkçede buna “uzaklaştırma eki” denmektedir.
İfadenin üçüncü sözcüğü olan “ مثانىmesanî”, farklı köklerden türemiş olması muhtemel bir sözcüktür. Ancak burada “seb’a [yedi]” sayısı ile birlikte kullanıldığı için, hiç başka kök aramadan, sözcüğün “sayı” anlamı ifade eden “ اثنا isna [iki]” kökünden türediği kabul edilmek durumundadır. Çünkü sözcüğün türemesi muhtemel olan diğer kökler arasında, bir sayı olan “seb’a” sözcüğüne anlamca uyum gösteren başka bir kök bulunmamaktadır. Buna göre “mesani” sözcüğü, bir üleştirme sayısı olan ve “ikişer, ikili” anlamına gelen “mesna” sözcüğünün çoğuludur. Anlamı da “ikişerliler, ikililer” demektir. “Mesani” sözcüğünün “ikişerliler, ikililer” demek olduğunda bir tartışma olmamasına karşılık, bu sözcükle ayette neyin ikişerlilerinin veya neyin ikililerinin kastedildiği hususunda bir netlik oluşmamıştır.
Sözcüğün anlamı, matematikteki “ikili sistem”i, yani bugün bütün bilgi işlem programlarında kullanılan sayı sistemi olan “iki” tabanına göre düzenlenmiş “ikili sayma sistemi”ni çağrıştırıyor olsa da, biz bunun -Kur’an’daki anlatımların hep zıddıyla beraber yapıldığı gerçeğine dayanarak- zıtlıklardan oluşan ikilileri ifade ettiğini düşünmekteyiz. Çünkü her şey zıddıyla kaimdir ve her şey zıddıyla daha iyi anlatılıp açıklanır, anlaşılır.
Yani nasıl herhangi bir sayının sayı ekseni üzerinde bir negatif [-], bir de pozitif [+] işaretlisi varsa, hayatta da her kavramın böyle bir zıddı vardır. Bize göre, ayette sözü edilen “mesanî” sözcüğü, hakk-batıl, iman-küfür, ödül-ceza, iyi-kötü, gece-gündüz, cennet-cehennem ... gibi zıt kavramların oluşturduğu bu tür ikililere işaret etmektedir.
“Seb’an mine’l-mesani” ifadesindeki üç sözcüğün anlamlarını bu şekilde saptadıktan sonra, bu ifadenin ne anlama geldiği hakkındaki incelemelerimize geçebiliriz. Söz konusu ifade ile ilgili olarak ortaya çeşitli rivayetler atılmış, bu rivayetlere dayandırılan birçok görüş ileri sürülmüştür. Kimileri bazı rivayetlere dayanarak bu ifadeyle kastedilenin, namazların her rekatında okunması ve Allah’ın övülmesi sebebiyle Fatiha suresi olduğunu söylemiş, kimileri de Kur’an’ın en uzun yedi suresinin kast edildiğini ispat için başka rivayetleri delil göstermiştir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, Hicr suresinin Medine’de inen yedi uzun sureden çok önce inmiş olması, bu ikinci iddiayı tutarsız hâle getirmektedir. Netice olarak denebilir ki, mevcut meal ve tefsirlerin hepsinde de bu ifadeyle Fatiha suresinin veya Kur’an’ın en uzun yedi suresinin kast edildiği yazmaktadır. İlginç olanı, bu iddiaların hepsinin de şöhretli şahsiyetlerden birine dayandırılmış olmasıdır. Hatta Arapça ve Türkçe yayınlanmış bazı tefsirlerde, ifadeyi anlama çabası ile “seb’an mine’l-mesani” kalıbının “es’seb’ul-mesani” diye bozulduğu bile görülmüştür.
Biz, 87. ayette peygamberimize verildiği bildirilen “ikililerden/ikişerlilerden yedi şey”in, peygamberimizin hayatında var olan yedi negatif/olumsuz hususun yedi pozitif/olumlu hâle dönüşmesi olduğu kanaatindeyiz. Yani, söz konusu ifade, bize göre, peygamberimizin yedi “eksi”sinin “artı” yapılmasını ifade etmektedir. Bunların neler olduğunu bulabilmek için yapılacak şey, her zaman olduğu gibi Kur’an’a müracaat etmek olmalıdır.
Kur’an’a bakıldığında, peygamberimize verilenlerin bildirildiği üç sure bize yol göstermektedir. Bunlar Duha, İnşirah ve Kevser sureleridir. Peygamberimize verilenlerin tümünü “kevser” sözcüğü altında toplayan Kevser Suresi hariç tutulduğunda, geriye iki sure kalmaktadır:

Şu kuşluk vaktine ve karanlığı büsbütün bastırdığı zamanki geceye ant olsun ki,
*Rabbin seni terk etmeyecek, sana darılmayacak.
Sonrası senin için öncesinden elbette daha hayırlı olacak. Ve Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın.
*O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı?
*Seni sapıtmış olarak bulup da hidayet etmedi mi?
*Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi?
O hâlde yetimi kahretme!
İsteyeni azarlama.
Ve Rabbinin nimetini söz ve fiillerinle ortaya koy! (Duha/1-11)


*Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı?
*Senden ağır yükünü indirmedik mi?
Ki o, senin belini çatırdatmıştı.
*Senin zikrini [şanını] de senin için yüceltmedik mi?
Demek ki zorluğun yanında mutlaka bir kolaylık var.
Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var.
O hâlde boşalır boşalmaz hemen yeni bir şeye başla.
Ve arzularını yalnızca Rabbine yönelt. (İnşirah/1-8)

Her iki surede peygamberimize verildiği bildirilen lütuflar alt alta sıralandığında, Kevser suresinin tahlilinde verdiğimiz şu tablo ortaya çıkmaktadır:

E k s i l e r : A r t ı l a r :
1- Sıradan birisi idi. Seçilip Peygamber yapıldı.
2- Yetim idi. Barınağa kavuşturuldu.
3- Şaşırmış idi. Doğruya iletildi.
4- Dar gelirli idi. Zenginleştirildi.
5- Sıkıntılıydı. Göğsü açıldı, ferahlatıldı.
6- Yükü ağırdı. Ağır yükü hafifletildi.
7- Adı unutulacaktı. Adı, sanı ve şanı yüceltildi.

Tabloda görüldüğü gibi, Yüce Allah, peygamberimizin hayatındaki yedi olumsuz hususu olumlu hâle getirmiş, yani yedi tane “eksi”sini “artı” yapmak suretiyle ona “seb’an mine’l-mesani”yi vermiştir.
Buna göre, 87, 88. ayetlerin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Biz sana böyle yedi tane nimet [yukarıda saydıklarımız] verdik; sana rehberin olsun diye Yüce Kur’an’ı da verdik. Daha ne istersin, ne beklersin? Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, müminler için de kanatlarını ger!”

Buradaki “yedi” sözcüğünün çokluktan kinaye olması da mümkündür. Ancak bu durumda “mesani” sözcüğü “ikişerliler, ikililer” anlamına değil, “katmerli” anlamına gelir. Diğer taraftan, ayette geçen “ikişerlilerden yediyi ve Kur’an’ı” ifadesinden anlaşılmaktadır ki, “seb’an min-el-mesani” ifadesi ile Kur’an’dan başka bir şey kastedilmektedir. Yani, buradaki “mesani”, Kur’an’ın özelliklerinden biri olan ve Zümer/23’te konu edilen “mesanilik” ile ilgili değildir.

Allah sözün en güzelini “Müteşabih” ve “ikililerli” bir kitap olarak indirdi. Rabblerine karşı içleri titreyerek korku duyanların, ondan derileri ürperir. Sonra da onların derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine yatışır. İşte bu, Allah’ın yol göstermesidir. Onunla dilediğini doğruya iletir. Allah, kimi sapıtırsa, artık onun için de bir yol gösteren yoktur. (Zümer/23)

“Esbab-ı nüzul” nakillerinde, 88. ayetin iniş sebebi olarak Müslümanların zengin Yahudilerin servetine özenmeleri gösterilmiştir:

Denildiğine göre, beldelerin birinde, Kurayza ve Nadîr Yahudilerine, yüklerinde çeşitli elbise, koku, mücevherat ve diğer eşyaların bulunduğu yedi kervan çıkageldi. Bunun üzerine Müslümanlar: "Şayet bu mallar bizim olsaydı, biz bununla güç ve kuvvet kazanır, bunları Allah yolunda infâk ederdik" dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara sanki, "Andolsun ki ben size yedi ayet verdim. Bunlar, bu yedi kafileden muhakkak ve muhakkak daha hayırlıdırlar" demiştir.
İkinci Görüş: İbn Abbas, bu ifâdenin manasının "Kendisiyle herhangi bir kimseyi üstün kıldığımız dünya metâını temenni etme!" şeklinde olduğunu söylemiştir. Vahidî de bu manayı izah ederek şöyle der: "Bir kimse, bakışını ve diğer hasselerini iyice devam ettirip diktiğinde, ancak iki gözünü o şeye uzatmış ve dikmiş olur. Bir şeye gözünü dikip ona alabildiğince bakmak ise, o kimsenin onu arzuladığına ve beğendiğine, temenni ettiğine delâlet eder. Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.s), dünya metâından hoşuna gidebilecek şeylere bu şekilde bakmıyordu. Rivayet olunduğuna göre, o, Benî Müstalık`ın idrarları ve pislikleri üzerine bulaşarak kurumuş olan davarlarına bakmış, bunun üzerine, elbisesini hemen yüzüne ve başına çekerek bu ayeti okumuştur." O deve, sığır ve koyunların idrar ve dışkılarının uylukları ve butları üzerinde kuruması ise, onların bahar mevsiminde besiye alınıp, böylece de et ve yağlarının fazlalaşması maksadının güdülmesinden dolayıdır ki, bu, en güzel besi biçimidir.
Üçüncü Görüş: Bazıları da bu ifadenin manasının "Kendisine dünyalık verilmiş olan hiç kimseye haset etme!" şeklinde olduğunu söylemiştir. Kadî, bu mananın uzak olduğunu, zira, herkesin haset etmesinin çirkin ve kötü olduğunu; hasedin başkasının nimetinin yok olmasını istemek olduğunu; bunun ise Allah`a itiraz etmek ve O`nun hüküm ve kazasını beğenmemek gibi bir şey olacağını; dolayısıyla bunu herkesin yapmasının çirkin olacağını; bunun sadece Hz. Peygamber`e. tahsis edilmesinin güzel olmayacağını söylemiştir. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Bazıları da 88. ayetin peygamberimizin Medine`deki Yahudiler*den borç istemesi üzerine indiğini ileri sürmüşlerdir:

İbn Ebu Hatim der ki: Vekî` İbn Cerrâh`tan nakledildiğine göre; ... Hz. Peygamberin (s.a.) arkadaşı Ebu Rafi` şöyle anlatıyor: Hz. Peygambere (s.a.) bir misâfir gelmişti. Hz. Peygamberin (s.a.) yanında ona yarar [onu ağırlayabileceği] bir şey yoktu. Yahudilerden birisine haber gönderip ‘Allah`ın Elçisi Muhammed sana diyor ki: Receb hilâline [Receb ayının başına] kadar bana bir miktar un ödünç ver’ dedirtti. Yahûdî: Rehinsiz olmaz cevabım verdi. Hz. Peygambere (s.a.) gittim ve bunu haber verdim. O: “Allah`a yemîn olsun ki, ben göktekilerin eminiyim, yeryüzündekilerin eminiyim, şayet bana borç verir veya satarsa muhakkak ona ödeyeceğim” buyurdu. Onun yanından çıktığımda âyetin sonuna kadar “Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe gözlerini dikme!” âyeti nazil oldu da, sanki Allah Teâlâ bununla onu dünyaya karşı sabra teşvik etti. Avfî`nin rivayetine göre, İbn Abbâs “Gözlerini dikme!” âyeti hakkında: ‘Kişiyi arkadaşının malı hakkında temennide bulunmaktan men etmiştir’ der. Mücâhid de “Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz, geçimliğe ...” âyetinde, zenginlerin kastedildiğini söyler. (İbn Kesir)

Mevdudi ise bu ayetlerin iniş sebebini, gerçekçi bir yaklaşımla Müslümanların o dönemde içinde bulundukları şartlarla açıklamıştır:

Kur`an`ın büyük bir nimet olarak verildiğinin belirtilmesi, Peygamber (s.a) ve ona uyanlara, kafirlerin dünyevi mallarına özenmemeleri gerektiğini, zira Kur`an gibi büyük bir nimetin yanında onların varlıklarının hiçbir değeri olmadığını hatırlatmak içindir. Bunun önemini tam anlamıyla kavrayabilmek için, o dönemde Peygamber (s.a) ve ona uyanların fakirlikten kıvrandıklarını göz önünde bulundurmak gerekir. Peygamber (s.a) tebliğe başladığında, ticari etkinlikleri hemen hemen sona ermişti. Bunun yanı sıra Hz. Hatice`nin (r.a) bütün malını da harcamıştı. Sahabenin çoğu ise evlerinden ayrılan ve fakirleşen gençlerdi. Ekonomik boykot, ticaretle uğraşanların işlerini olumsuz yönde etkilemişti. Bunlardan başka, Kureyşlilerin kölesi veya mevlası olan ve hiçbir ekonomik pozisyonu olmayan müminler vardı. Bu ekonomik dertlerin yanı sıra, bütün Müslümanlar, peygamber (s.a) ile birlikte, Mekke ve çevresindekilerden işkence görüyorlardı. Kısacası o kadar çok işkence çekmiş, alay edilmiş ve horlanmışlardı ki, neredeyse hiçbiri maddi veya manevi işkenceden ma`sun kalamamıştı. Diğer tarafta, onlara işkence eden düşmanları olan Kureyş, bu dünyadaki bütün iyi şeyleri alıyor ve lüks içinde bir hayat sürüyorlardı. İşte müminlere yapılan tesellinin arka planı budur: "Neden bu konuda cesaretinizi yitiriyorsunuz? Biz size her türlü zenginliğin ötesinde bir `servet` verdik. O halde düşmanlarınız sizin bilginizi ve yüce ahlakınızı kıskanmalıdır; siz onların kötü yoldan kazanılmış servetlerini ve günah dolu zevklerini kıskanmamalısınız. Çünkü onlar Rableri katına vardıklarında, orada değeri olan hiçbir servet kazanmadıklarını göreceklerdir." (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

89. ayetteki “Sen kanatlarını müminler için indir” buyruğu daha evvel İsra/24’te de geçmiş, biz de ayeti tahlil ederken şu açıklamayı yapmıştık:
Ayetteki “Ve merhametinden dolayı onlar için alçakgönüllülük kanatlarını indir” ifadesinde İstiare sanatı vardır. Rabbimiz bu sanatlı ifadeyle ana-babalara merhamet edilmesini emretmektedir. Sanat diliyle verilmiş olan bu talimat, sıradan bir emir cümlesiyle verilecek olandan daha fazla etki uyandırmaktadır. Ayrıca buradaki hitap peygamberimize olduğu ve o dönemde peygamberimizin ana-babası olmadığı için, “onlar” ile kastedilenler onun ümmetidir:

Ve müminlerden sana uyan kimselere kanadını indir. (Şuara/215)

89. ayette peygamberimize ayrıca “apaçık bir uyarıcı” olduğunu söylemesi emredilmiş, böylece onun elçilik görevlerinden biri olan “uyarıcılık” ön plana çıkarılmıştır. Uyarıcılığın hedefi, insanlara yanlış davranışların, günahın ve kötülüklerin varacağı kötü neticeyi öğ*retmek, insanları kendilerini bekleyen akıbetten haberdar etmektir. Buradaki “apaçık” sözcüğünün “çıplak” şeklinde ifade edilmesi de mümkündür.


90 - O taksimci / yeminci kimselere indirdiğimiz şey gibi.
91 – Onlar ki Kur’an’ı bir takım parçalar / [sihir, şiir, esatir, uydurulmuş söz gibi] kötü sözler kılan kimselerdir.
92 - 93 – Peki, ant olsun Rabbine ki, Biz, mutlaka onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz.

Meallerinin Şuara suresinin 3-6. ayetleri arasında gösterilmesine rağmen bu ayetlerin tahlilinin burada yapılmış olmasının sebebi, ayetlerin asıl yeri ile ilgili kanaatimizin gerekçesini ifade edebilmektir.
Bu ayetler, aşağıda sıraladığımız sorunlar sebebiyle, bizde, hem teknik hem de anlam olarak bulundukları yere ait olmadıkları yönünde bir kanaat uyandırmıştır.

1- Teşbih edatından kaynaklanan sorun:

90. ayet, “teşbih edatı” olan “ كkaf” ile başladığından, edatın ifadesi olan “gibi” sözcüğü mealde mutlaka yer almak durumundadır. Böyle olunca da, Allah’ın bu taksimcilere/yemincilere indirdiği gibi kime ne indirdiğinin bu ayetten evvel zikredilmiş olması gerekmektedir. Zira “kaf” edatının varlığı, 90. ayeti başka bir ayetin [ana cümlenin] öğesi durumuna getirmektedir. Ama Hıcr suresinin bu bölümünde, 90. ayetin ana cümlesi olmaya uygun bir ayet bulunmamaktadır.
Bu husus maalesef meal ve tefsir yazanlar tarafından görmezden gelinmiş ve ayet bir takım zorlama ifadelerle geçiştirilmiştir. Biz yine de bu durumun onların vicdanlarını rahatsız ettiğini düşünmekteyiz.
Bu sorun klasik kaynaklarda da ya ayetteki “kaf” edatını zait [fazlalık] saymak ya da ayete mahzuf [gizli] sözcükler takdir etmek suretiyle çözülmeye çalışılmıştır:

Bu ifadede hazfedilmiş sözler vardır. Yani: “Ben bir azap ile apaçık uyaran bir kimseyim” anlamında olup "azap" kelimesi hazfedilmiştir. Çünkü "uyarmak " zaten buna delildir. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyrulmaktadır: "Ben Ad ve Semud`un yıldırımı gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım" (Fussilet/13) diye buyrulmaktadır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

“Nitekim” anlamındaki kâf’ın fazladan geldiği de söylenmiştir. Yani “ben sizi bölüşenlere indirdiğimiz şeyler ile açıkça uyarıcıyım demek olur. Yüce Allah`ın: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ/11) buyruğunda olduğu gibi. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

2- 91. ayetin 90. ayetin devamı olmasından kaynaklanan sorun:

Mevcut sıralamada 91. ayet, 90. ayetin devamı ve açılımı durumunda olduğundan, 91. ayetteki “ellezine [o kimseler]” ism-i mevsulü de 90. ayetteki “muktesimîn [taksimciler/yeminciler]” sözcüğü ile tefsir edilmektedir. Yani 90. ayette sözü edilen “taksimciler/yeminciler”in, 91. ayette sözü edilen “Kur’an’ı parça parça edenler / Kur’an’a sihir, şiir, esatir ve yalan söz gibi iftira atanlar, kötü söz söyleyenler” oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim klasik eserlerdeki nakiller de hep bu yöndedir:

"Bölüşenler"in anlamı ile ilgili olarak yedi farklı görüş vardır:
1- Mukatil ve el-Ferra der ki: Bunlar Hac döneminde Velid b. el-Muğıre`nin gönderdiği on bir kişidir. Bunlar Mekke`nin dar yollarını, geniş yollarını, dağlardaki yollarını kendi aralarında paylaştırarak bu yollardan geçenlere köle diyorlardı: ‘Aramızda çıkan ve peygamberlik iddiasında bulunan bu kimseye sakın aldanmayın! O bir delidir’, bazen ‘o bir sihirbazdır’, bazen ‘o bir şairdir’, bazen de ‘o bir kahindir’ diyorlardı. Onlara bu şekilde "bölüşenler" adının verilmesi bu yolları kendi aralarında paylaştırmalarıdır. Allah bunların hepsinin canlarını en kötü şekilde aldı. Bunlar ayrıca Velid b. el-Muğire`yi mescidin kapısında hakem olarak tayin etmişlerdi. Peygamber (sav) hakkında ona soru soranlara da: ‘O adamlar doğru söylediler’ diye cevap verirdi.
2- Katade der ki: Bunlar Kureyş kafirlerinden bir topluluk olup Allah`ın kitabını bölüştürerek, bir kısmına şiir, bir kısmına büyü, bir kısmına kehânet, bir kısmına da öncekilerin efsaneleri adını vermişlerdi.
3- İbn Abbas der ki: Bunlar kitabın bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr eden kimselerdir.
4- İkrime de şöyle demiştir: Bunlar ehl-i kitap kimselerdir. Onlara "bölüşenler" adının veriliş sebebi, alay eden kimseler oluşları ve onların kimisinin ‘Bu sûre benimdir, bu sûre de senin olsun’ demeleridir. İşte dördüncü görüş de budur.
5- Katade der ki: Bunlar kitaplarını bölüştüler, darmadağın ve parçalara ayırdılar ve tahrif ettiler.
6- Zeyd b. Eslem der ki: Burada kastedilenler, Hz. Salih`in kavmidir. Bunlar onu öldürmek üzere kasem ettiklerinden dolayı onlara el-muktesimîn" [yemin eden, kasem eden kimseler] adı verilmiştir. Nitekim Yüce Allah: "Kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki: Ona ve aile halkına gece baskın yapalım" (Neml/49) buyruğuyla buna işaret etmektedir.
7- el-Ahfeş der ki: Bunlar karşılıklı olarak yemin ile kendi aralarında bazı hususları bölüşen bir topluluktu. Denildiğine göre, bunlar As b. Vail, Rabia`nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu Cehil b. Hİşam, Ebu’l-Bahteri b. Hişam, en-Nadr b. Haris, Ümeyye b. Halef ve Münebbih b. Haccac`dırlar. Bunu da el-Maverdi nakletmektedir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Bu konuda Razi de Kurtubi’nin naklettiği çözümler doğrultusunda nakiller yapmıştır.
Yukarıdaki nakillerde görüldüğü gibi, 90. ayette sözü edilen “muktesimîn [taksimciler/yeminciler]” sözcüğü ile kimlerin kastedildiği konusu iki şekilde çözümlenmek istenmiştir:
* Bu muktesimîn Mekkelilerdir.
* Bunlar [bölüşenler], ehl-i kitaptır.
Ancak her iki çözüm de gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü “muktesimîn” sözcüğü ile Mekkelilerin kastedildiği varsayıldığında, Mekkelilere daha önce azap inmemiş olması; ehl-i kitabın kastedildiği varsayıldığında ise onların Kur’an’la herhangi bir ilgilerinin bulunmaması, yani Kur’an’ı parça parça etmediklerinin bilinmesi, bulunan bu çözümleri geçersiz kılmaktadır.

Mevdudi ise “muktesimîn” sözcüğü ile kimlerin kastedildiği konusuna, ayetteki Kur’an’ı Tevrat yaparak bir çözüm bulmaya çalışmıştır:

Bölücüler, dinlerini birçok bölüme ayıran ve onda ayırıcılık yapan Yahudilerdi. Onlar, dinin bir bölümüne inanıyor, bir bölümünü reddediyor, dine bazı şeyleri ekliyor, bazı şeyleri de dinden çıkarıyorlardı. Bu şekilde hepsi birbirine düşman birçok gruplara ayrılmışlardı. Onların Kur`an`dan muradı Tevrat`tır. Onlara Tevrat nazil olmuştur. Hz. Muhammed (s.a)`in ümmetine nazil olan Kur`an gibi. "Onlar Kur`an`larını çeşitli bölümlere ayırdılar." "Onlar kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmazlar." Aynı şey Bakara suresi 85. ayette de ele alınmıştır: "Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?" "Bu, bizim bölücülere [Yahudiler] gönderdiğimiz uyarının aynısıdır." Burada müminler Allah tarafından yapılan uyarıyı dikkate almayan ve işledikleri günahta ısrar eden Yahudilerin durumundan ders almaları için uyarılmaktadırlar: "Yahudilerin düştüğü rezaleti görmektesiniz. Bu uyarıyı dikkate almayarak aynı sonla karşılaşmak ister misiniz?" (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

“ المقتسمينMUKTESİMîN” NE DEMEKTİR?

“Sarf İlmi”nin kurallarına göre, bu sözcüğün “kısım [bölüm]” veya “kasem [yemin]” sözcüklerinden türemiş olmasında herhangi bir engel bulunmamaktadır. Ancak sözcük “المقتسمين el-muktesimîn” şeklinde belirteç ile geldiğinden, bu kişilerin daha evvel bildirilmiş birileri olması gerekmektedir. O halde sözcüğün burada hangi anlama geldiğini anlayabilmek için yapılacak iş, Kur’an’da bu ayetten önceki ayetler içinde, başlarına bela indirildiği bildirilen “yeminciler” ya da “taksimciler” bulmaktan ibarettir.
Bu amaçla Kur’an’a bakıldığında, başlarına bela indirilmiş, cezalandırılmış iki grup görülmektedir. Bunlar, Neml suresinde bahsi geçen “Salih peygambere tuzak kuranlar” ile Kalem suresinde bahsi geçen “cennet [bahçe] sahipleri”dir:

Allah’a yeminleşerek: “Gece ona ve ailesine baskın yapacağız; sonra da velisine [yakınlarına], ‘Biz, o ailenin yok edilişine şahit olmadık [olay sırasında orada değildik] ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler.
Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. (Neml/49, 50)

Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir / kesinlikle belâ vereceğiz, [tıpkı] o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca mutlaka onu devşireceklerine yemin etmişlerdi.
Bir istisna da yapmıyorlardı.
Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir dolaşan [afet] onun üzerinden dolaşıverdi.
Sabaha, o bağ biçilmiş / devşirilmiş gibi oluverdi.
Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler.
"Haydi, devşirecekseniz (çiftliğinize) sabahleyin erkence gidin!" dediler.
Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı:
"Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!"
Sadece engelleme gücüne sahip / şiddete güçleri yeten [bir tavırla] erkenden gittiler.
Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz mutlaka sapıklarız / biz şaşırmışız / yanlış yere gelmişiz,
yok yok, biz mahrum edilmişiz" dediler.
En mutedil [ılımlı] olanları; "Ben size ‘tesbih etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?" dedi.
Onlar: "Rabbimiz, Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler zalimlermişiz!” dediler.
Sonra döndüler, birbirlerini kınıyorlardı;
"Yazıklar olsun bizlere; bizler gerçekten azgınlarmışız / kendini firavun gibi gören küstahlarmışız.
Umarız ki, Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz" diye.
İşte böyledir azap. Elbette ahiret azabı daha büyüktür, keşke bilenlerden olsalardı! (Kalem/17-33)

İlk bakışta, Hıcr suresinden evvel inmiş olmalarından dolayı “muktesimin” sözcüğü ile Kalem ve Neml surelerinde anlatılan gruplardan her ikisinin de kastedildiği düşünülebilir. Bizim tercihimiz, kast edilenin Kalem suresindeki “yeminciler” grubu olduğu yönündedir. Zira yukarıda da bahsettiğimiz gibi, hem teknik hem de anlam bakımından, 90-93. ayetlerin, bulundukları yere ait olmamaları söz konusudur. Yaptığımız uzun araştırmalar bize bu ayetlerin yerinin Şuara suresinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Şuara suresinde geçmesi gereken “muktesimîn” ifadesiyle, Şuara suresinden sonra inmiş olan Neml suresindeki “Salih peygambere tuzak kuranlar”ın kastedilmiş olması mümkün olamayacağından, biz, “muktesimîn” olarak Kalem suresindeki “yeminciler”i görüyoruz.

“ عضينIDIYN” SÖZCÜĞÜ

Kur’an’da sadece 91. ayette geçen “Idıyn” sözcüğünün anlamı, -dolayısıyla sözcüğün kökü- hakkında bazı farklı görüşler ileri sürülmüştür:
* Sözcüğün عضوّ ّuduv” kökünden geldiği kabul edildiğinde, çoğul olan bu sözcük -Türkçedeki gibi- “uzuvlar [parçalar]” anlamındadır.
* Sözcüğün “ عضهadah” kökünden geldiği kabul edildiğinde, bu sözcük “yalan, iftira, dedikodu” gibi “kötü söz” anlamındadır.
* Ferra ise sözcüğün “sihir” anlamında olduğunu söylemiştir. (Lisanü’l-Arab, c: 6, s: 305- 306 Udh mad.; İsfehani, el-Müfredat, Udv mad.)
Anlaşılan o ki, konumuz olan ayette yukarıdaki anlamların hepsi birden kastedilmiştir. Yani Kur’an’ı parça parça ayıranlar, Bakara/ 85’de açıklandığı gibi, işine gelene inanıp işine gelmeyene inanmayanları ve Kur’an’a sihir, şiir, esatir ve yalan söz gibi iftira atanları, kötü söz söyleyenleri kapsamaktadır.
92, 93. ayetlerde Rabbimizin tüm insanların kendisi tarafından hesaba çekileceğini bildirmesinden, sorgulamayı ve cezalandırmayı da bizzat O’nun yapacağı* anlaşılmaktadır. Bu durumda elçiye sadece “uyarı” işi kalmaktadır.
Bunun böyle olduğu birçok ayette bildirilmiştir:

Şüphesiz şu, dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar; sen hiçbir şeyce onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra O [Allah] onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir. (En’am/59)

Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi.
Sen şimdi onları bir zamana kadar sapkınlıkları ile baş başa bırak! (Müminun/53, 54)

94 - 96 - Şimdi sen emrolunduğunu açıkça bildir ve müşriklerden yüz çevir. Şüphesiz ki Biz, Allah ile birlikte başkasını ilâh edinen şu alay eden kimselere karşı sana yeteriz. Artık onlar yakında bileceklerdir.
97 – Ant olsun, Biz biliyoruz ki, kesinlikle onların söylediklerine senin göğsün daralıyor.
98, 99 - O hâlde sana “Yakin” gelmesi için Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden [boyun eğenlerden, teslim olanlardan] ol ve Rabbine kulluk et!

Surenin bu son ayetlerinde peygamberimizin şahsına hitap edilerek elçilik görevini sürdürürken muhatap olduğu sıkıntı veren davranışlar karşısında nasıl hareket etmesi gerektiği üzerinde durulmuş ve kendisine Kur’an’a karşı olumsuz davranışta bulunanlardan herhangi bir beklentisinin olmaması tembih edilmiştir. Çünkü Allah kendi elçisine yeterlidir, elçisine düşmanlık edenler ise yakında neyle karşılaşacaklarını göreceklerdir.
98, 99. ayetlerde peygamberimize elçilik görevine dair bir takım yeni emirler verilmiş ve kendisinden tesbih etmesi, secde edenlerden olması ve Rabbine kulluk yapması istenmiştir. Bu emirleri yerine getirmekle hem elçilik görevini yapmış olacak, hem de “Yakin [kesin bilgi]” sahibi olacak ve göğsünün daralması geçecektir. Çünkü peygamberimiz, görevini yaparken karşılaştığı tavırlar yüzünden ciddi sıkıntılar içindedir. Bu sıkıntılar Kehf/6’da ve diğer birçok ayette ifade edilmiştir. Peygamberimize verilen emirlerden anlaşıldığına göre, sıkıntılar zann ve vehimden kaynaklanmakta, kesin bilgi sahipleri ise sıkıntılardan uzak, rahat olmaktadırlar.
Kesin bilginin gelmesi için peygamberimize verilen emirlerden biri “tesbih etme” tavrıdır. Tesbih, Allah’ı noksan sıfatlardan, ortaklardan, yakıştırılmış türlü saçmalıklardan arındırma eylemidir. Bu anlamıyla tesbih aslında her elçinin ilk görevidir.

“SECDE EDENLERDEN OLMAK”

Daha önce “Haydi Allah`a secde edin ve kulluk edin!” (Necm/62) ayetinin tahlilinde (Teybinü’l-Kur’an; c: 1, s: 440-443) açıkladığımız gibi, “secde” “otoriteye boyun eğmek, teslim olmak”; “kulluk” da “teslim olduktan sonra otoritenin verdiği görevleri eksiksiz yapmak” demektir. Konumuz olan ayette peygamberimizden istenen de budur.

AYETTEKİ “ حتّىHATTA” EDATINDAN KAYNAKLANAN ÇEVİRİ SORUNLARI

Genellikle “bağlaç” olarak kullanılan “حتّى hatta” edatı, cümleye “nihayetü’l-gaye [amacın sonu]”, yani “o bile” anlamı katar. Bu kural sebebiyle 98. ayetteki “ حتّى يأتيك اليقين hatta ye’tiyeke’l-yakin” ifadesine hep “sana yakin gelinceye kadar” anlamı verilmiş ve çoğu mealde ifade “Sana yakin gelinceye dek Rabbine ibadet et!” şeklinde yer almıştır. Bunun sonucunda ise ortaya kesin bilgiye ulaşıncaya kadar kulluğa devam edilmesi, kesin bilgi gelince de ibadetin, kulluğun son bulması gerektiği şeklinde bir anlayış çıkmıştır. Nitekim bu anlayış doğrultusunda birçok felsefi akımda “Bana yakin geldi, ben olgunlaştım” diyerek kulluğu, yükümlülüğü bırakanlar olmuş, hatta bazı şaşkınlar “Ben artık Hakk oldum” bile diyebilmişlerdir.
Bu çarpık sonuçları gören din bilginleri, insanlığı sapıklığa götüren bu anlayışı ortadan kaldırmak için “yakin [kesin bilgi]” kavramını tevil etmek zorunda kalmışlar ve “yakin, ölümdür” diyerek ayetin anlamını “Sen, sana ölüm gelinceye dek Rabbine kulluk et!” şeklinde ayarlamışlardır. Gerçi ölüm, en gerçek olan, tartışılmayan, itiraz edilemeyen, yani kesin olan bir olgudur ama bu tevili yapanlar, ayetteki ifade ile ibadetin sürekliliğinin istendiğini ileri sürmüşler, yaptıkları tevile de Meryem/31’de İsa peygamberin ağzından nakledilen “Hayatta bulunduğum müddetçe bana namazı / sosyal desteği ve zekâtı tavsiye etti” ifadesini delil göstermişlerdir.

İŞİN DOĞRUSU

“حتّى Hatta” edatı sadece “bağlaç” olarak kullanılmayıp cümle başlarında istinaf ve “key” edatı yerine ta’lil için de kullanılır. (el-İtkan; 505, 506; el-Bürhan, c: 4, s: 272, 273) Bunun örnekleri Tevbe/31, Hucurat/9, Bakara/217, Münafikun/7’de açıkça görülmektedir. Ta’lil için “key” edatı yerine kullanıldığında “hatta” edatına “için” anlamı verilmelidir. Söz konusu edat, konumuz olan ayette cümle başında bulunduğundan, çevirinin buna göre yapılması gerekir. Biz de ayetteki “hatta” edatının bu özelliğini dikkate alarak ayeti “O hâlde sana ‘Yakin’ gelmesi için Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden [boyun eğenlerden, teslim olanlardan] ol ve Rabbine kulluk et!” şeklinde anlamlandırdık.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
tahlil


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 01:17 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam