![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
96. ayetteki “Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır” ifadesi Rahman suresinde tekrarlanmış, Yunus suresinde detaylandırılmıştır:
Güneş ve Ay bir hesap iledir [hesaba bağlıdır]. (Rahman/5) O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye, Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için ayetleri detaylandırır. (Yunus/5) 96. ayetteki ifadenin de iki türlü anlaşılması mümkünüdür. a- “Güneş ve Ay’ı hesap ile kılmıştır” ifadesinden, Yunus/5’te bildirildiği gibi, “senelerin hesabı” yani “zaman” anlaşılabilir. Çünkü Dünya’nın kendi etrafında bir kez dönmesi ile “gün”, Güneş etrafındaki yörüngesinde bir tur dolaşması ile de “yıl” hesap edilmektedir. Ayrıca Ay’ın Dünya etrafında bir tur dolaşması da 29,5 günlük zaman süresi olan “bir ay”a tekabül etmektedir. b- Aynı ifadeden gerek Güneş, Ay ve Dünya’nın birbirlerine göre olan konumlarında, gerekse Güneş ve Ay’ın dönme hızlarında çok hassas hesapların bulunduğunun anlaşılması da mümkündür. Çünkü yeryüzündeki mevcut yaşamın devam etmesi ancak bu ince hesapların hiç şaşmamasına, bozulmamasına bağlıdır. 96. ayetteki ifade hangi türlü anlaşılırsa anlaşılsın, evrendeki ince hesaplar hiç şaşamamakta, gerek zaman gerekse yeryüzündeki yaşam koşulları değişmemektedir. Sana hilallerden [yeni aylardan] soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hacc için, zaman ölçmeye yarar.” Evlerinize arka taraflarından girmeniz “birr” değildir. Ama “birr”, takvalı davranmaktır. Öyleyse, evlerinize kapılarınızdan girin. Ve Allah’a takvalı davranın. Belki başarıya erenlerden [kurtulanlardan] olursunuz! (Bakara/189) 98. ayette geçen " مستقرّMüstakarr" ve " مستودعMüstevda" sözcükleri daha evvel Hud suresinin tahlilinde ele alınmıştı. (Tebyînü’l-Kur’an, c:5, s: Hud Suresi ile En’am Suresi aynı ciltte bulunduğundan, bu iki sözcükle ilgili tahlilin oradan okunmasını öneriyoruz. 100 – Ve onlar, cinnleri [görünmez güç ve varlıkları] Allah’a ortaklar kıldılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. -O’nun şanı onların nitelediği şeylerden münezzeh ve yücedir. 101 – O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun sahibesi [eşi] olmadığı hâlde, nasıl olur da O’nun çocuğu olur? Ve O, her şeyi yaratmıştır. Ve O, her şeyi en iyi bilendir.- 102 - İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse, O’na kulluk edin. O, her şey üzerine vekildir [yönetendir]. 103 - Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir; O, Latîf’tir [idrakin ötesinde nüfuz edilemeyendir], Habîr’dir [her şeyi en iyi bilendir]. Rabbimiz, bu pasajın ilk ayetinde müşriklerin davranışlarındaki yanlışları gayet ikna edici delillerle ortaya koymuş, son iki ayetinde de kendi Zatına ait birçok sıfat ve eylemi zikrederek Müslümanların nasıl bir Allah`a inandıklarını, inanmaları gerektiğini bildirmiştir. 100. ayetten anlaşıldığına göre, müşrikler hiçbir ilahi veriye ve bilimsel gerçeğe dayanmadan sırf kendi hayal ve kuruntularının ürünü olan bir takım gizli varlıklara kâinatın yönetiminde ve insanların kaderlerinde güç ve görev verecek kadar ileri gitmişler ve bu gizli varlıkları Allah’a ortak tanıyarak inkâr etmişlerdir. Nitekim o günlere ait tarihî bilgilerde, bazı kimselerin veya nesnelerin, “yağmur tanrısı”, “bitki tanrısı”, “servet tanrıçası”, “hastalık tanrıçası” yapıldığı, bazı müşrik topluluklarca bir tanrılar ve tanrıçalar soyağacı uydurulduğu gibi bilgiler yer almaktadır. Ayetteki “cinnler” ifadesi ile “melekler” kastedilmiştir. Çünkü Sebe’ suresinde, o günün müşriklerinin, “Allah`ın kızları” namıyla bu âlemin idarecileri olarak benimseyip Allah’a ortak koştuklarının “melekler” olduğu açıklanmıştır: Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere, “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir. Onlar; “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim veliymiz Sensin. Bilakis onlar cinnlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler. (Sebe’/40, 41) 102. ayette bu tür yanlış inançlar reddedilmektedir. Ne var ki, bu yanlış inançlar sadece o tarihlerle ve o günkü cahili toplumlarla sınırlı kalmamış, sonraki dönemlerde ve tüm toplumlarda görülmeye devam etmiştir. Nitekim günümüz de hâlâ birçok saçma ilahların kabul edildiği toplumlara rastlanmaktadır. 103. ayetteki “Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir” ifadesi birçokları tarafından yanlış değerlendirilmiş, “Allah’ı görme” diye bir konu icat edilerek bu ifadeyle delillendirilmeye çalışılmıştır. Kimileri Allah`ı görmenin mümkün olmayacağını söylerken, kimileri de bu ve diğer bazı ayetleri kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayarak Allah’ın görülebileceğini ileri sürmüşlerdir. Biz, bu ifadenin özellikle içinde bulunduğu paragrafın anlamı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Ayetin bağlamından koparılarak olmadık alanlara çekilmesi son derece yanlış ve sakıncalıdır. Dolayısıyla ayetteki bu ifade, Allah`ı ortaklardan arındırmak, O`nun yüceliğini, gücünü ve sıfatlarının kemalini ortaya koyarak müşrikleri eleştirmek için gelmiş olan bu ayetlerin tamamından ayrı mütalâa edilmemeli ve içinde bulunduğu pasajın genel amacı dışında manalandırılmamalıdır. 104 / 68 - Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim! Bu ayet, anlam olarak 67. ayetten sonra gelmesi gereken, o paragrafa ait bir ayettir. Mushafı tertip edenler tarafından, 103. ayette geçen “ بصرbasar” sözcüğü ile bu ayetteki “ بصائرbesair” sözcüğünün ilişkilendirilmesi sebebiyle buraya yerleştirilmiş olmalıdır. Yoksa ayetin burada değerlendirilmesi mümkün değildir. Çünkü ayetin yerinin burası olduğu kabul edildiğinde, bu ayetin peygamberimizin kendi sözü olması gerekmektedir ki bu durum da, Kur’an’a elçi sözünün karıştığı gibi çok sakıncalı bir istifham yaratmaktadır. Nitekim Kur’an çalışması yapanlardan bazıları bu sakıncaları ortadan kaldırabilmek maksadıyla ayetin başına “ قلkul [de ki]” sözcüğü takdir etmişlerdir. Hâlbuki ayet, hem teknik hem semantik [anlambilim] açıdan ait olduğu paragrafa taşındığında bu sorun ortadan kalkmakta; ayet, Allah’ın peygamberimize 66. ve 67. ayetlerde söylettirdiği sözlerin devamı olmaktadır. Buna göre; ayette önce göndermiş olduğu akli delillere işaret eden Rabbimiz, bu delillere bakarak herkesin sağduyulu davranıp kendisini karanlıklardan aydınlığa çıkarması gerektiğini ihtar etmekte, sonra da bu konuda insanlara yardımcı olacak her türlü malzemeyi kendisi gönderdiği için, peygamberimize toplum üzerinde bir vekilliğinin, koruyucu-bekçiliğinin bulunmadığını beyan ettirtmektedir. Ayette geçen “besair” sözcüğü, “ بصيرةbasiret” sözcüğünün çoğuludur. “Basiret” sözcüğü “kalpte meydana gelen tam idrak [anlama]” demektir. “Basiret” sözcüğü “gözler ile görme” manasındaki “ba*sar” sözcüğünden farklıdır ve insanın başında bulunan gözlerle değil, kalbi ile görmesini ve anlamasını ifade etmektedir. Bu sözcük Kur’an’da birçok ayette geçmektedir: Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. (Kıyamet/14) De ki: “İşte bu, benim yolumdur; basiret üzere [aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak] Allah`a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar… Ve Allah münezzehtir. Ve ben müşriklerden değilim.” (Yusuf/108) Onlara bir ayet getirmediğin zaman da, “Kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum.” İşte bu [Kur’an], Rabbinizden gelen basiretlerdir [kalp gözünü açacak beyanlardır], iman eden bir kavim için bir kılavuz ve bir rahmettir. (Araf/203) O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri], birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin helâk olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.” (İsra/102) Ve ant olsun ki Biz, ilk nesilleri helâk ettikten sonra Musa’ya, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, kılavuz ve rahmet olarak Kitap`ı [Tevrat`ı] verdik. (Kasas/43) Bu [Kur`an], insanları için basiretler [kalbî idrakler], kesin inanan toplum için bir yol gösterme ve rahmettir. (Casiye/20) Konumuz olan ayetteki “Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi” ifadesi ile daha önce geçen ayetler kastedilmektedir. Aslında bu ayetlerin kendileri “basiret” değildirler. Fakat bunlar, kuvvetleri ve açık oluşları sebebi ile onları iyice tanıyıp hakikatlerine vâkıf olan kimseler için birer basiret [kalben idrak] vesilesi olmaktadırlar. Söz konusu ayetlerin “basiretler” diye isimlendirilmeleri de insanların basiretlerine sebep olmaları dolayısıyladır. Ayette geçen “kim hakkı görürse” ifadesindeki “görme” ile sözcüğün “ilim [bilme]” manası, “kim de körlük ederse” ifadesindeki “körlük” ile de sözcüğün “cehalet” manası murat edilmiştir. Sözcüklerin bu manalarda kullanıldığı ayetlerden bir tanesi de Hacc suresindedir: Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46) 104. ayetin son cümlesi olan “Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim” ifadesi ise Şûra/48 ile daha iyi anlaşılmaktadır: Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki şüphesiz insan çok nankördür. (Şûra/48) Demek ki, dinde zorlama yoktur. İnsanlar öğrenip öğ*renmemekte, görüp görmemekte, inanıp inanmamakta serbesttirler. 105 - İşte böylece Biz, sana “Sen ders görmüşsün [bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin] desinler ve açığa koyalım diye ayetleri evirip çeviriyoruz [geniş geniş açıklıyoruz]. Bu ayette Rabbimiz, Kur’an’ın detaylandırılma sebebini açıklamaktadır. Buna göre; Kur’an’ın çok güzel açıklamalar içermesi, müşrikler arasında elçinin birisinden ders aldığı takıntısını yaratmakta, inanmış olanların ise ortaya daha çok açık kanıt konmasından dolayı inançlarını pekiştirmekte, mutluluklarını arttırmaktadır. Rabbimiz, müşriklerin içinde bulundukları bu psikolojik durumu birçok ayette belirtmiştir: Ve inkâr etmiş olanlar, “Bu [Kur’an], onun [Muhammed’in] uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir.” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler. Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler. (Furkan/4, 5) Ve onlara, “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar “Öncekilerin efsanelerini” dediler. (Nahl/24) 106, 107 – Sen kendisinden başka ilah diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy! Ortak koşanlardan da yüz çevir! Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine vekil de değilsin! Bu ayetlerde peygamberimiz, görevi bir daha kendisine hatırlatılarak teselli edilmiş ve her türlü fırsat, imkân verilmesine rağmen inanmamakta direnenleri Allah’a bırakıp onlardan yüz çevirmesi konusunda uyarılmıştır. 107. ayette “vekil” ve “hafız” nitelemelerinin birlikte yapılması, bu ayetlerin de 66, 67 ve 104/68. ayetlerle aynı paragrafta olduğunu göstermektedir. Konumuz olan ayetlerden anlaşıldığına göre, inanç konusunda insana tam bir özgürlük tanınmıştır ve bu sebeple de elçinin bu konuda zorlayıcı bir etkinliği olmamalıdır. Başka bir ifade ile insanlar, iradelerine karışılmadan, hürriyetleri kısıtlamadan inanacaklarsa inanmalı, küfredeceklerse küfretmelidirler. Bu ilke aşağıdaki ayette daha açık bir ifade ile ortaya konmuştur: Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma / sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29) Bu durumda, elçinin din konusunda kendine göre bir yol izlemesi, keyfî davranması söz konusu değildir. Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. (Yunus/15) Haydi öğüt ver; sen sadece bir öğütçüsün. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin. (Ğaşiye/21, 22) Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. (Ra`d/40) 108 – Ve onların Allah’ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah`a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir. Bu ayette, tüm Müslümanlar, gayrimüslimlerin tapındıkları şeylere [sahte ilahlarına ve inanış ilkelerine] karşı kötü söz söylemekten kaçınmaları konusunda uyarılmaktadır. Bu uyarısıyla Rabbimiz müminler için çok önemli bir kural ortaya koymuş olmaktadır. Bu kural, müşriklerin düşmanlık tepkisiyle Allah hakkında kötü sözler söylememeleri için, onların sözde tanrılarına, yanlış inançlarına sövmemektir. Ayette yasaklama emri çoğul olarak ifade edildiği için muhatap tüm müminlerdir. Başka ayetlerde yanlış inançlara karşı çıkmaları istenen müminler, bu ayet ile de karşı çıktıkları inançların temel unsurlarını aşağılamaktan ve yanlış yoldaki insanların duygularını incitmekten men edilmektedir. Rabbimizin bu incelikli uyarısı gereğince; müminler yanlışlıklara karşı çıkacaklar ama karşısındakileri tahrik etmeyecek, onlara nazikçe nasihatte bulunacaklardır: Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir. (Nahl/125) Müminlerin unutmaması gereken bir diğer husus da amellerin ancak Allah tarafından değerlendirileceğidir. İnsanlar birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırabilirler ama bütün davranışların nihai değerlendirmesi sadece Allah’a aittir ve mahşerde yapılacaktır. Müminlerin bazı tavırlarına karşı bir uyarı olarak inmiş olması muhtemel olan bu ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında şunlar yer almaktadır: Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç husus zikretmişlerdir: a- İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Allah Teâlâ`nın “Siz de, Allah`ı bırakıp taptıklarınız da, hiç şüphesiz ki cehennem kütüğüsünüz (Enbiya/98)” âyeti nazil olunca müşrikler Hz. Peygambere "ilahlarımıza sövüp hakaret etmekten vazgeçmezsen, biz de senin ilahını hicvede*riz" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Derim ki: Bu rivayette bence iki müşkil söz konusudur: 1- Âlimler bu surenin bir defada [toptan] nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh "Bu ayetin sebeb-i nüzulü şudur" demek nasıl mümkün olur? 2- Müşrikler Allah`ın varlığını kabul ediyor ve "putlara ibadet ancak Allah katında şefaatçi olacakları için makbul olmuştur" diyorlardı. Bu böyle olduğuna göre, onların Allah`a hakarete ve sövmeye yeltenmeleri nasıl düşünülebilir? b- Süddî şöyle demiştir: Ebu Talib`in vefatı yaklaşınca Kureyş kabilesi şöyle dedi: "Ebu Talib`e varıp ondan kardeşinin oğlu [Muhammed`i] bizimle uğraşmaktan vazgeçirmesini isteyelim. Çünkü o öldükten sonra, Muhammed`i öldürmekten utanırız. Eğer Ebu Talib öldükten sonra, Muhammed`i öldürmeye kalkarsak, bütün Araplar ‘Kureyş`i Muhammed`i öldürmekten alıkoyan Ebu Tâlib idi. O ölünce, Muhammed`i öldürdüler’ derler. Bundan dolayı bir toplulukla birlikte Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Nadr b. Hars, kalkıp Ebu Talib`e gittiler ve ona ‘Sen bizim büyüğümüzsün’ deyip düşündükleri şeyleri söylediler. Ebu Talib de Hz. Muhammed (s.a.s)`i çağırdı ve ‘Bunlar senin kavmin ve amcaoğullarındır. Senden, onları kendi dinleriyle baş başa bırakmanı istiyorlar ve seni dininle baş başa bırakmayı teklif ediyorlar’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.s], ‘Allah`dan başka ilah yoktur’ deyiniz!’ dedi. Onlar bunu kabul etmeyince Ebu Talib, ‘Bu ke*limeden başka bir şey söyle; çünkü senin kavmin bundan hoşlanmıyor’ dedi. Bu*nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Ben, onlar güneşi getirip elimin içine koysa*lar bile, bundan başkasını diyecek değilim" dedi. Onlar da, Hz. Peygamber`e, "O hâlde, ilahlarımızı [putlarımızı] tenkit etmekten vazgeç. Aksi hâlde, biz de seni ve sana bunu emredeni tenkit ederiz" dediler. İşte, Cenâb-ı Hakk`ın "Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah `a söverler" sözünden maksat budur. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) 109 – Ve onlar [müşrikler], kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah`a yemin ettiler. De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır.” Onlara mucizeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz? 110 – Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız. 111 - Ve eğer Biz şüphesiz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilemesi dışında- yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar. Bu ayet grubunda Rabbimiz, müşriklerin kendilerine bir mucize gelmesi hâlinde inanacaklarına dair ettikleri yeminleri yerine getirmeyeceklerini, hatta istediklerinden de fazla mucize gelse bile inanmamaya kararlı olduklarını bildirmektedir. 109. ayetin iniş sebebi hakkında klasik eserlerde şunlar yer almaktadır: “Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah`a yemin de ettiler ki, herhâlde kendilerine bir ayet, istedikleri bir mucize gelse [bu cümleden olarak Safa tepesi altın olsa] muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet edildiğine göre bazı müminler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri ayetin inmesiyle iman edecekleri ümidine düştüler.” (İbn Kesir) Bir başka kaynakta ise şöyle nakledilir: Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şu izahı yapmışlardır: a- Onlar şöyle demişlerdir: “Cenâb-ı Hakk`ın "Eğer dilersek biz onların tepesine gökten bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğili kalır (Şuarâ/4)” ayeti nazil olunca, müşrikler Allah`a yemin ederek, eğer kendilerine bir mucize gelirse, muhakkak O`na inanacaklarını söylemişlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur." b- Muhammed İbn Ka`b el-Kurazî şöyle demiştir: "Müşrikler Hz. Pey*gamber (s.a.s)`e, "Bize, Musa`nın âsasıyla taşa vurduğunu, böylece de taştan su fışkırdığını; Hz. İsa`nın ölüleri dirilttiğini ve Hz. Salih`in dağdan bir dişi deve çıkardığını söylüyorsun. O hâlde, seni tasdik edebilmemiz için, sen de bize bir mucize getir" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Neyi arzu ediyor*sunuz?" deyince, onlar, "Safa tepesini bizim için altın haline getirmeni istiyoruz dediler ve eğer bunu yaparsa hep birlikte Ona uyacaklarına yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) dua etmek için ayağa kalktı. Derken, Cebrail (a.s) kendisine gelerek, "Eğer istersen bu olur; ama bu olur da, onlar da o zaman se*ni tasdik etmezlerse, Allah onları toptan imha eder. Eğer onlar kendi hallerine bırakılırlarsa, hiç değilse bir kısmına Allah imana dönüş nasip eder" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Öyleyse ben de mucize istemek için duadan vazgeçiyorum. Bari bazıları imana gelseler!" dedi. İşte bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb) 110. ayette geçen “Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz” ifadesi, Rabbimizin inanmak isteyenlere engel olacağı şeklinde değil, Tin suresinin tahlilinde yer alan “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi” (Tebyînü’l-Kur’an; c: 1, s: 564-573 ) başlığı altındaki açıklamalarımız çerçevesinde değerlendirilmelidir. Buna göre, Yüce Allah’ın buradaki “... ters çeviririz” sözleri, Tin suresinden başka Ya Sin/8-10’un tahlilinde de belirttiğimiz gibi, inatçı müşriklerin içinde bulundukları kötü duruma düşmelerine sebep olan fiillerin de Rabbimiz tarafından yaratıldığını ifade etmektedir. Yani müşrikler, Allah’ın yaratmış olduğu yollardan “hakk”a değil de “batıl”a sarılarak yanlış inançlara saplanmakta, yanlış inançlar ise insanın dinleme, anlama, kavrama yeteneklerini devre dışı bırakarak bu zavallıların kör ve şaşkın hâle gelmelerine, kısacası kalplerinin mühürlenmesine yol açmaktadır. 111. ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında şunlar yer almaktadır: İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur`ân-ı Kerim ile en çok istihza edenler beş kişi idiler: Velid b. Mugîre el-Mahzûmî, Âs b. Vâil es-Sehmî, Esved b. Abdiyeğûs ez-Zühri, Esved b. Muttalib ve Hars b. Hanzala... Sonra bunlar, Mekkeli bazı kimselerle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)`e gelip "Bize, senin Resûlullah olduğuna şahitlik edecek melekleri göster veya bizim için ölülerimizden bazılarını dirilt de onlara, söylediğin şeylerin hak mı, batıl mı olduğunu soralım. Yahut da kefil olarak, yani id*dia ettiğin şeye şahit olarak Allah`ı ve melekleri getir" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Biz defalarca şunu anlattık: Müfessirler bu surenin bir de*fada nazil olduğu hususunda ittifak edince, "Bu ayet, falanca hâdise hakkında nazil oldu" demek, çok müşkil bir mesele olur. Ama bizim açıkladığımız izah şekline gelince, ki bu da, bundan maksat, onların bir kısmının "şayet kendilerine bir ayet gelirse Hz. Muhammed`e iman edecekleri hususunda var güçleriyle yemin etmiş oldukları" şeklindeki sözlerine cevap olmasıdır. İşte Allah Teâlâ bu sözü, onların yalan söylediklerini, gelmiş olan ayetlerden sonra başka ayetler göndermede bir fayda bulunmadığını, aksine doğruyu yalandan ayırmak için mutlaka tek bir mucizenin da*hi kâfi geleceğini, bundan fazlasını istemenin ise sırf bir tahakküm ve işi yo*kuşa sürme ve ihtiyaç duyulmayan bir şey olduğunu; aksi hâlde onların, ikinci muci*zenin izharından sonra üçüncüsünü, üçüncüden sonra dördüncüsünü isteyebileceklerini, delilin ve durumun, bir noktada karar kılıp son bulmaması gerekeceğini, bunun ise nübüvvet kapılarının kapanmasını icab ettireceğini beyan etmek için zik*retmiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Müşriklerin mucize geldiği takdirde inanacaklarına dair ettikleri yeminler oldukça ciddi bir görünüm arz etmiş olmalı ki, Rabbimiz 111. ayette onların inanmayacaklarını kesin bir ifade ile tekrarlamıştır. Çünkü onların dilleriyle söyledikleri şey gönüllerine uymuyordu ve maksatları da mucize görüp inanmak değil, işi yokuşa sür*mekti. Yani, onların bu davranışı münafıklıktan başka bir şey değildi: İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah`ın izniyledir. Ve müminleri bilsin ve münafıklık yapanları bilsin içindir. Ve onlara, "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız." denilmişti. Onlar; "Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık." dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. (Âl-i Imran/166, 167) Arabilerden [ağzı laf yapanlardan] geri kalmış olanlar sana yakında, “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti [alıkoydu]. Hadi Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile.” diyeceklerdir. Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar dilediyse veya bir fayda dilediyse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Bilakis Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Feth/11) Şüphesiz şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hakk olmuş olan kimseler, kendilerine bütün mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Yunus/96, 97) 112, 113 - Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur / fısıldar]. —Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!- Bu ayetler, müşriklerin kör ve şaşkın olarak bırakıldığına dair 110. ayetteki ifadenin tefsiri mahiyetindedir. Bu ayetlerde, müşriklerin kendi kendilerini nasıl kandırdıkları ve çevrelerindekileri de kendilerine benzetmek için nasıl etkilemeye çalıştıkları açıklanarak müminler uyarılmakta, ayrıca bu durumun yeni bir şey olmayıp inkârcılar tarafından her peygambere karşı uygulanmış bir siyaset olduğu belirtilerek peygamberimiz teselli edilmektedir. Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı. (Âl-i Imran/184) Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En’am/34) Senin için senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin Rabbin kesinlikle mağfiret sahibidir ve acı veren bir azap sahibidir. (Fussılet/43) Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter. (Furkan/31) ZUHRUFU’L-KAVL “Zuhruf” aslında “altın” demektir. Sonradan genel olarak “ziynet, süs” anlamında kullanılır olmuştur. (Lisanü’l Arab; c. 4, s. 353) Buna göre, “zuhrufu’l-kavl” deyimi de “sözün süslenmişi, yaldızlı sözler” demektir. Gerçekten de tarihe bakıldığında, Hakk’a çağıran elçilere karşı halkı kışkırtıp galeyana getirenlerin çoğunlukla yalanlarını edebî sanatlarla süsleyen şairler olduğu görülmektedir. Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir, kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan süslü sözdür. Bu konu Şuara suresinin tahlilinde (Tebyînü’l-Kur’an; c: 4, s: 95-98) ayrıntılı olarak incelendiğinden, “Şiir Nedir?” başlıklı bölümün oradan okunmasını öneriyoruz. 114 / 66 – Ve O, size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı / hakk, batıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen [Onların bu Kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu*sunda] sakın şüphecilerden olma. Bu ayet de 104. ayet gibi peygamberimizin ağzından verilen ifadelerle başladığından, peygamberimize “kul [de ki]” diye başlayan paragrafın devamı mahiyetindedir. Dolayısıyla peygamberimizin kendi sözlerinin Kur’an’a karıştığı gibi bir müşkül oluşturmaması için bu ayetin de o paragrafta değerlendirilmesi ve bize göre 66. sırada yer alması gerekmektedir. Bu ayette Rabbimiz, peygamberimize istifham-ı inkârî tarzında bir soru sordurarak Kur’an dışı bir hakem aramaması gerektiğini bildirmektedir. “HAKEM” SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMI Dilbilimciler bu ayette geçen “ حكمhakem” sözcüğü ile “ حاكمhâkim” sözcüğünün aynı anlama geldiğini ileri sürmüşlerdir. (Lisanü’l-Arab; c. 4, s.540) Ne var ki, Kur’an’da “hakem” sözcüğünün geçtiği ayetler [Nisa/35 ve En’am/114] iyi tetkik edildiğinde, “hakem” sözcüğünün “hâkim” sözcüğünden daha üst bir mana ifade ettiği görülür. Çünkü Kur’an’da hükmeden herkese “hâkim” denilmesine karşılık, sa*dece hakk ile hükmedene “hakem” denmektedir. Buna göre, ayetteki “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” ifadesi, “hakem” sözcüğünün yerine bu sözcüğün anlamı olan “hakk ile hükmeden bir hâkim” ibaresi konularak “Allah’tan başka hakk ile hükmeden bir hâkim mi arayayım?” şeklinde takdir edilebilir. Rabbimiz, peygamberimize söylettirdiği sözlerin ardından, konuşmayı bizzat kendine döndürerek Ehlikitap arasında dinî bilgisi olan kişilerin Kur’an’ın Allah tarafından hakk ile indirildiğini bildiklerini açıklamakta, peygamberimizden [ve dolayısıyla herkesten] de onların bu Kitap’ın Allah tarafından indirildiğini bildikleri husu*sunda şüphe etmemelerini istemektedir. Ayette “kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler” ifadesi ile kastedilenler, ayetin Mekki olması münasebetiyle Mekke’de bulunan Yahudi ve Hıristiyan din bilginleridir. Kur’an’ın hakk kitap ve peygamberimizin de hakk elçi olduğuna Ehlikitap ve kitaplarının tanık gösterilmesi, başka ayetlerde de yapılmıştır: Ve şu küfretmiş olan kişiler; “Sen gönderilmiş [elçi] değilsin.” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitap’ın bilgisi bulunan kişi yeter.” (Ra’d/43) De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız? Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.” (Ahkaf/10) Diğer taraftan, Kitab-ı Mukaddes’te de Allah’ın sonradan elçi göndereceğine dair ifadeler mevcuttur: Tanrınız RABB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. (Tesniye 18/ 15) Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. (Tesniye 18/18) Ben de Baba`dan dileyeceğim ve O, sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye size başka bir Yardımcı, Gerçeğin Ruhunu verecek. Dünya O`nu kabul edemez. Çünkü O`nu ne görür, ne de tanır. Siz O`nu tanıyorsunuz. Çünkü O aranızda yaşıyor ve içinizde olacaktır. (Yuhanna; 14/ 16,17) 115 – Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O`nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir. Rabbimizin “doğruluk ve adalet” yönüyle tastamam ve mükemmel [baliğa] olan sözlerinin değiştirilmesinin mümkün olmadığının bildirildiği bu ayette konu edilen “değişmez söz”, bize göre, Allah’ın daha evvel Tevrat ve İncil’de peygamber göndereceğine dair verdiği sözüdür. Muhammed (as)’in elçi olarak gönderilmesi ile de bu söz yerini bulmuştur. Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla zulmedici değilim. (Kaf/29) |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
Ayette Rabbimizin kelimeleri “tam, mükemmel, doğru, adil, değiştirilemez söz” olarak nitelenerek onların eksiklikten, eleştirilmekten uzak olduğu da beyan edilmiş olmaktadır.
116 – Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar. 117 - Şüphesiz ki senin Rabbin, kendi yolundan kimlerin saptığını en iyi bilenin ta kendisidir. Ve O, doğru yolda olanları daha iyi bilendir. Bu ayetlerde Rabbimiz peygamberimizi ve onun şahsında tüm insanlığı uyarmaktadır. Anlaşıldığına göre, insanların çoğunluğu bilgi yerine zanna uymakta, Allah’ın sözleri yerine atalarının sözlerine inanmakta, bu sebeple de çoğunluk tarafından benimsenmiş inançlar, teoriler, düşünce ve ilkeler sırf çoğunluk tarafından paylaşılıyor diye doğru olarak kabul edilmektedir. Oysa bu saçmalıkların çoğunluklar tarafından kabul edilmesi hiçbir zaman onların doğruluğuna delil olamaz. Doğrular doğru olma niteliklerini onları doğru kabul eden çoğunlukların kabullerinden değil, bizzat kendilerindeki gerçeklikten alırlar. Doğru olan, en iyi işiten ve en iyi bilen, hükümleri en mükemmel, en doğru, en adil olan Allah’ın sözleridir. Bu sebeple, çoğunluğa uyulduğu takdirde doğru yoldan sapılmış ve çoğunlukların gerçeksiz zanlarına mahkûm olunmuş olunur. Rabbimiz yukarıdaki ayetlerde insanların çoğunluğunun yüz çevirdiğine işaret ederek çoğunluğa uyulduğu takdirde yoldan sapılacağını ihtar etmektedir. Kendi yolundan sapanları en iyi bilen Rabbimiz, bu sapkınlığa çoğunlukların zanna uyarak hayal peşinde koşmalarının neden olduğuna işaret etmektedir. Bu husus Kur’an’da onlarca kez dile getirilmiştir: Âl-i Imran/110, Bakara/100, 243, A’raf/17, 102, 131, 187, Yunus/55, 60, Hud/17, Yusuf/21, 38, 40, 68, 103, Ra’d/1, Nahl/38, İsra/89, Furkan/50, Rum/6, 30, Sebe’/28, 36, Mümin/57, 59, 61, Casiye/26, Maide/59, 103, En’am/37, 116, Enfal/ 34, Tövbe/8, Saffat/71 118 – Artık, eğer Allah`ın ayetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan yiyin. 119 – Ve size ne oluyor da, kendisi size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde Allah`ın adı anılanlardan yemiyorsunuz? Ve şüphesiz birçokları bilmeden keyiflerine uyarak saptırıyorlar. Şüphesiz ki, senin Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilenin ta kendisidir. 120 - Günahın açığını ve gizlisini terk edin! Şüphesiz günah kazanan kimseler, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle cezalandırılacaklardır. 121 - Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o fısktır [tam bir yoldan çıkıştır]. Ve şüphesiz şeytanlar kendi velilerine sizinle mücadele etmeleri için vahyederler [gizlice telkinde bulunurlar]. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz müşrikler oldunuz demektir. Bu ayet grubunda Rabbimiz, günlük hayata müdahale ederek yenilecek şeyler konusunda tevhidî bir ilke koymakta ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerin yenmesini –zorunlu hâller dışında- yasaklamaktadır. İnsanların din kisvesi altına sokarak benimsediği çok sayıdaki yanlışlardan bir tanesi de, haklarında herhangi bir ilahî hüküm olmadığı hâlde bazı yiyecekler hakkında getirilmiş sınırlamalardır. Ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, o günkü toplumda, üzerine Allah’ın adı anılmamışların helal, Allah’ın adı anılmışların ise haram olduğu yolunda saçma bir inanç mevcuttur. Rabbimiz, konumuz olan ayetlerde bu tür inançları reddetmekte, Müslümanlara da kâfirler ve müşriklerce uydurulmuş batıl inançları bırakmalarını, Allah’ın hidayetine karşı getirilmiş böyle sınırlamaları kaldırmalarını emretmektedir. Şirk ve cahiliye geleneklerini yıkarak sadece Allah’ın helal kıldığının helal, haram kıldığının da haram olması gerektiğini bildiren bu ilkeler Nahl suresinde de yer almaktadır: Öyleyse Allah’ın size rızk olarak verdiği şeylerden helal ve temiz olarak yiyin. Allah`ın nimetine şükredin, eğer gerçekten sadece O`na kulluk ediyorsanız. O [Allah], size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah`tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden zorlanırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir. Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “şu helaldir, şu haramdır” demeyin; aksi hâlde Allah`a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler kurtulamazlar. (Nahl/114-116) Görüldüğü gibi, gerek konumuz olan ayetler gerekse Nahl suresindeki ayetler, insanın temel gıdalarından biri olan “et”in nasıl helal olacağını hükme bağlayarak “helal et” ve “haram et” kavramlarına açıklık getir*mektedir. 118. ayetin “ فfe” edatıyla başlaması ve 119. ayetteki “haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde” ifadesi, konumuz olan ayetlerin bu hususun detayıyla açıklandığı Maide/3’ten sonra, yani Medine döneminde inmiş olduğunu göstermektedir. 119. ayetteki “mecbur kalmanızın dışında” ifadesinden, zorluk hâllerinin hükümler için bir istisna teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Bu durum halk arasında “Zorunluluklar haramları mubah kılar” şeklinde yorumlanmıştır. Günümüz hukuk sisteminde de “mücbir sebep” ifadesi ile yer alan bu zorunlu hâl istisnaları, insanın canını veya bir organını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı zaruri durumlar olarak tanımlanmıştır. Ancak bu zaruri durumlarda kullanılacak istisnadan yararlanma sınırı, tehlikeyi atlatacak ölçüyü aşmamalıdır. Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı kendi aranızda yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere, aranızda haksız yolla yemeyin, kendilerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir. (Nisa/29) Ve Allah yolunda bağış yapın, ellerinizi [kendinizi] tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin, güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri, güzelleştirenleri sever. (Bakara/195) Kim imanından sonra Allah`a [karşı] inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu hâlde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah`tan bir gazap vardır ve onlar içindir büyük azap. (Nahl/106) 121. ayette sözü edilen ve boyun eğenlerin müşrik olacakları bildirilen “şeytan telkinleri” konusu “Esbab-ı nüzul” kayıtlarında aşağıdaki olayla yer almıştır: Abdullah b. Abbas`dan gelen bir rivayete göre, Yahudilerin Hz. Muhammed`e (s.a) karşı öğrettikleri çıkış yollarından biri şuydu: "Allah`ın [tabiî ölümle] öldürdüğü haram oluyor da, bizim [Allah`ın adını anarak] öldürdüğümüz [boğazladığımız] nasıl helâl oluyor?" İşte, Ehlikitap’ın çarpık tutumu böyleydi. Halkın zihnini zehirlemek ve gerçek`le savaşlarında onları silâhlandırmak için böylesi sorular icat ediyor ve onlara yöneltiyorlardı. (Taberani, İbn-i Cerir, Ebu Davud) 122 - Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları, böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir. Surenin başından beri işlenen iman-şirk konusunun bir benzetme ile ortaya konduğu bu ayette, Rabbimiz mümini “canlı”, “aydın”, “aydınlık yolda yürüyen” bir kimseye; kâfiri ise “kör”, “karanlıklar içine düşmüş” zavallı bir insana benzeterek aklıselim sahiplerine bu iki kişinin birbirinden farklı olup olmadığını sormaktadır. Cevabı belli olan bu sorunun maksadı, bu cevabın muhatap tarafından söylenmesini sağlayarak mesajı vurgulamaktır. Ayetteki “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz” ifadesi, “cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken bilgi ve anlayış vererek gerçeği tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığımız” anlamına gelmektedir. Gerçekten de, doğruyu eğriden ayıramayan ve Doğru Yol`u göremeyen bir kimse fizikî olarak canlı kabul edilebilirse de aslında insanı insan yapacak değerlerden uzak, hayvana kıyasla “canlı” ama insana kıyasla “ölü” mesabesinde olan bir canlıdır. Canlı bir insan doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırabilen bir özelliktedir. Canlılık bu özellikleri gerektiren bir durumdur. Dolayısıyla kâfirler, küfür ve şirkin insanın en yüce değerlerini yok edip onu insan olma özelliklerinden uzaklaştırması sebebiyle “ölü”ye; müminler de iman ve takvanın insana insan olma özelliklerini kazandırması sebebiyle “canlı”ya benzetilmiştir. Kur’an’da kâfirlerin ölüye benzetildiği birçok ayet vardır: Ve onların Allah’ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey yaratmazlar, kendileri yaratılmışlardır. Ölülerdirler, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerine de bilinçlenmezler. (Nahl/20, 21) Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hakk olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. (Ya Sin/69, 70) Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. (Neml/80) Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz. Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine / dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. (Fatır/19-22) Mesajı genel ve her zamana yönelik olan bu ayette mukayesesi yapılan kişilerin kimlikleri ile ilgili olarak klasik eserlerde bir takım isimler yer almaktadır: Ayetten Hz. Hamza[r.a]`nın Kastedilmesi Birinci rivayet: İbn Abbas şöyle demektedir: "Henüz Hz. Hamza`nın iman etmemiş olduğu bir sırada, Ebu Cehil Hz. Peygamber`e bir deve tersi, [kığısı] atar. Derken Hz. Hamza, yayı elinde olarak avdan döndüğü bir sırada bunu duyar. Bunun üzerine Ebu Cehil`e yönelir ve yayıyla onu sıkıştırarak başına vurmaya başlar. Derken Ebu Cehil ona, "O`nun getirdiği şeyi görmüyor musun? Akıllarımızı hiçe çıkardı; ilahlarımıza sövdü, tenkit etti!" dedi. Bu söze karşılık Ham*za, "Siz insanların en beyinsizisiniz; Allah`ı bırakıp taşlara tapıyorsunuz. Ben şahadet ederim ki, eşi benzeri olmayan, bir olan Allah`tan başka ilah yoktur!. Yi*ne şahadet ederim ki, Hz. Muhammed O`nun kulu ve elçisidir" dedi. İşte bu hadise üzerine, bu ayet-i kerime nazil oldu." (Razi; el Mefatihu’l-Gayb) Ayetten Hz. Peygamber’in Kastedilmesi "Bu ayet, Hz. Peygamber ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur. Bu böyledir, zira Ebu Cehil, "Şerefte Abdimenâf oğulları bizi sıkıştırdı; öyle ki, biz aynı gaye uğruna yarışan iki kim*se gibi olduk. Abdimenafoğulları, "Bizden, kendisine vahyolunan bir nebî çıktı!" diyorlar. Allah`a yemin olsun ki, ona gelen vahiy bize de gelmediği sürece, biz ona inanmayız" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu." (Mukatil) Ayetten Daha Başka Sahabelerin Kastedilmiş Olması Üçüncü rivayet: İkrime ve Kelbî, bu ayetin Ammar b. Yaslr ile Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Dördüncü rivayet: Dahhâk bu ayetin Ömer b. el-Hattâb ile Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemiştir. İkinci görüş: Bu ayet, bütün mümin ve kâfirler hakkında geçerli olan genel bir ayettir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü bu mana herkes hakkında söz ko*nusu olduğuna göre, bunu tahsis etmek, işi anlamsız biçimde zora koşmak olur. Hem biz, bu surenin tek bir defada nazil olduğunu söylemiştik. Binaenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)`in, "Allah`ın, bu umûm olan ayetten maksadı, bizzat falan*cadır" demiş olması durumu müstesna, bu ayetin nüzul sebebinin “falan, falanca” muayyen şeyler olduğunu söylemek zordur. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb) 123 – Ve Biz böylece, her kentte ileri gelenleri, orada hileler çevirsinler diye oranın suçluları yaptık. Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar. 124 – Ve onlara bir ayet geldiği zaman, “Allah`ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir zillet ve çetin bir azap dokunacaktır. Bu ayetlerde, kentlerdeki ileri gelenlerin her zaman entrikalar çeviren suçlular olduğu bildirilmekte ve densizliklerinden bir örnek verilmek suretiyle bunların şımarıklıkları sergilenmektedir. Bu ayetlerle ortaya konan sosyal vakıa, geçmişten günümüze hep aynı şekilde devam edip gelmektedir. Çünkü suçlulardan olan bu ileri gelenler, kurmuş oldukları düzendeki rabliklerinden ve fıskufücurlarından olmamak ve sömürülerine devam etmek için her zaman elçilere karşı çıkmışlar, çevrelerini ve güçlerini hep bu yolda harcamışlardır. İleri gelenlerin kendilerine de vahy gelmediği takdirde inanmayacaklarını söyleyerek sergiledikleri densizlikleri, aslında onların sonu gelmeyen talep ve mazeretlerinden biridir. Bize kavuşmayı ummayanlar da “Bizim üzerimize melekler indirilmeliydi.” ya da “Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Ant olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak suretiyle azgınlık ettiler [azgınlaştıkça azgınlaştılar]. (Furkan/21) İçlerinden her kişi, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin istiyor. (Müddessir/52) Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsra/90-93) Esbab-ı nüzul kayıtlarında bu ayetlerin Kureyş ileri gelenlerinden Velid b. Mugi*ra’nın peygamberimize söylediği "Şayet nübüvvet gerçek olsaydı ona ben senden daha layık olurdum. Çünkü ben senden daha yaşlı ve daha zenginim" şeklindeki sözleri üzerine yahut aynı mealdeki Ebu Cehil`in sözleri üzerine indiği ileri sürülmüştür. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Kentlerdeki ileri gelen suçlularla ilgili olarak Kur’an’da pek çok ayet vardır: Ve işte böyle Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter. (Furkan/31) Ve Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine emrederiz de onlar orada fasıklık ederler. Artık oranın üzerine Söz hakk olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz. (İsra/16) Ve şu, inkâr eden kimseler; “Biz kesin olarak, bu Kur`an`a inanmayız, ondan öncekine de.” dediler. Sen o zulmedenleri, Rabbleri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler müminler olurduk” diyecekler. Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere, “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler. O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere, “Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz.” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar. Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın kodamanları; “Biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri [mesajları] inkâr edicileriz” dediler. Ve yine dediler ki: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba uğrayacaklardan değiliz.” (Sebe`/31-35) Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri; “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız” dediler. (Zühruf/23) Nuh, “Rabbim! Kavmim bana isyan etti. Malı ve evlâdı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydular. Onlar büyük tuzaklar kurdular ve ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, Vedd, Suva’, Yagus, Yeuk ve Nesr gibi putlarınızdan vazgeçmeyin!’ dediler” dedi. (Nuh/21-23) 123. ayetin sonundaki “Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar” ifadesiyle toplumda “ileri gelenler” konumunda bulunanların sorumluluğuna dikkat çekilmektedir. Bu dikkat çekiş başka ayetlerde de karşımıza çıkacaktır: Onlar elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorgulanacaklardır. (Ankebut/13) Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! (Nahl/25) Bu ayet grubunun başındaki “ve böylece” ifadesi, 123. ve 124. ayetlerin başka bir pasajın devamı olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bize göre surenin 122. ayeti, 125. ayet ile devam etmektedir. 125 - Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle Allah, ricsi [pisliği; zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine kılar [bırakır, atar]. 126 – Ve işte bu, dosdoğru olarak Rabbinin yoludur. Kesinlikle Biz, hatırlayıp öğüt alan bir topluluk için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık. 127 - İşlemiş oldukları şeyler nedeniyle Rabbleri katındaki selam [huzur, güvenlik ve esenlik] yurdu yalnızca onlarındır. Ve O [Rabbleri], onların Veliy’sidir [yakın kimsesidir] 122. ayette verilen “mümin” ve “müşrik” örneği bu ayet grubunda biraz daha açıklanmakta ve insanların gerçek mutluluk, esenlik ve güvenliği sadece Allah’ın yolunda bulabilecekleri ilân edilmektedir. 125. ayette geçen “Allah … göğsünü açar” ifadesi, “Allah’ın zihinlerden ve kalplerden İslâm hakkındaki her tür kuşku ve kararsızlığı gidermesi, kişiyi İslâm gerçeği konusunda iyice ikna ederek mutlu ve huzurlu kılması” anlamına gelir. Bu ifadedeki “göğsün açılması” deyimi hakkında detay, İnşirah suresinin tahlilinde bulunmaktadır. (Tebyinü’l Kur’an; c. 1, s.249-251) 125. ayetten ilk bakışta Allah’ın bazı kullarını doğru yola ilettiği, bazılarını da saptırdığı yolunda bir anlam çıkıyorsa da, buradaki “kimi saptırmak isterse” ifadesi, her şeyin Allah’ın yaratması çerçevesinde ve Allah’ın kontrolünde cereyan ettiği anlamındadır. Bu konudaki detay da Tekvir suresinin tahlilinde “Meşiet” başlığı altında verilmiştir. (Tebyinü’l Kuran’c. 1, s. 176-182) Ve Allah, selam yurduna çağırıyor ve O, dilediği / dileyen kimseye kılavuz olur. (Yunus/25) دار السّلامDAR`US-SELAM [SELAM YURDU] 127. ayette geçen “Daru’s-selam [selam yurdu]” ifadesi cennet için söylenmiştir. Cennete “selam yurdu” denmesi, oraya gi*renin her türlü afet ve musibetten selâmete ermesinden ötürüdür. Ayrıca “ السّلامes-Selâm”, Rabbimizin isimlerinden biri olup bu açıdan bakılınca da ayetten “Allah kendi yurduna çağırıyor” anlamı çıkmaktadır. Biz, konumuz olan ayetlerin de içinde yer aldığı pasajın, daha iyi anlaşılması için aşağıdaki şekilde tertip edilmesi gerektiği kanaatini taşımaktayız: 119-121, 122, 125-127. Ayetler: 119 – Ve size ne oluyor da, kendisi size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişçe açıklamış olduğu hâlde Allah`ın adı anılanlardan yemiyorsunuz? Ve şüphesiz birçokları bilmeden keyiflerine uyarak saptırıyorlar. Şüphesiz ki, senin Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilenin ta kendisidir. 120 - Günahın açığın ve gizlisini terk edin! Şüphesiz günah kazanan kimseler, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle cezalandırılacaklardır. 121- Ve üzerine Allah’ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o fısktır [tam bir yoldan çıkıştır]. Ve şüphesiz şeytanlar kendi velilerine sizinle mücadele etmeleri için vahyederler [gizlice telkinde bulunurlar]. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şühesiz siz müşrikler oldunuz demektir. 122- Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir. 125- Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle Allah, ricsi [pisliği; zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine kılar [bırakır, atar]. 126 – Ve işte bu, dosdoğru olarak Rabbinin yoludur. Kesinlikle Biz, hatırlayıp öğüt alan bir topluluk için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık. 127- İşlemiş oldukları şeyler nedeniyle Rableri katındaki selam [huzur, güvenlik ve esenlik] yurdu yalnızca onlarındır. Ve O [Rabbleri], onların Velî’sidir [yakın kimsesidir]. 128 – Ve O [Allah], onların hepsini topladığı gün, “Ey cinn topluluğu! Kesinlikle insten çoğalttınız.” Ve insten onların velileri de; “Rabbimiz! Biz birbirimizden kazanç sağladık. Nihayet biz, bizim için vakitlendirdiğin ecelimize ulaştık” derler. O [Allah]; “Ateş, sizin durağınızdır. Orada, Allah’ın dilemesi müstesna, ebedî olarak kalacaksınız” der. Şüphesiz Rabbin Hakîm’dir, en iyi bilendir. 129 - Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına Veliy yaparız [yakınlaştırırız]. 130 - Ey cinn ve ins topluluğu [tüm insanlar]! Size ayetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar “Kendi aleyhimize şahidiz” dediler. Basit yaşam onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin ta kendisi olduklarına şahitlik ettiler. 131 – İşte bu, Rabbinin, halkı gafil iken ülkeleri zulüm ile helak edici olmayışıdır. Bu ayet grubunda Rabbimiz, önce mahşerde birbirleriyle yüzleştirilen suçluların suçta ortak olduklarına dair açık itiraflarını canlı olarak gözler önüne sermektedir. Suçlulara bu suçlarının itiraf ettirileceğinin haber verilmesi, aslında herkesin kendi akıbetini kendisinin hazırladığı mesajını vermeye yönelik bir bildirimdir. Burada sözü edilen “cinn”ler, A’raf/ 15 ayetinin tahlilinde belirttiğimiz gibi, haşirde insanların “karin”i [yaşıtı] olmak sıfatıyla yanlarında bulunacak olan iblisleridir. 128. ayette, suçluların insten olan veliyleri tarafından söyleneceği bildirilen “Biz birbirimizden kazanç sağladık” şeklindeki sözler tam bir itiraf olup “Her birimiz diğerini istismar etti ve bencil hedefleri uğruna aldattı” anlamına gelmektedir. Suçluların bir diğer itirafı da, kendilerine uyarıcı elçilerin gelip gelmediği konusundaki soruya “Kendi aleyhimize şahidiz” şeklinde verdikleri cevaptır. Bu kısa cevapla suçlular “İtiraf ederiz ki, Sen`den bize birbiri ardı sıra elçiler geldi, fakat onların söylediklerine inanmamakla biz hata ettik” demektedirler. Mahşerde suçlulara yöneltilecek sorular başka ayetlerde şöyle dile getirilmiştir: Ve inkâr etmiş olanlar bölük bölük cehenneme sevk olundu [olunacak]. Nihayet oraya vardıklarında kapıları açıldı [açılacak]. Ve onun bekçileri onlara, “İçinizden size Rabbinizin ayetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” dediler [diyecekler]. Onlar; “Evet geldi” dediler [diyecekler]. —Velakin kâfirler üzerine azap kelimesi hakk oldu.- (Zümer/71) Az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” Derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.” Ve derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık, yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık.” Böylece günahlarını itiraf ettiler. Artık, toz duman olmak ateş ashabı içindir. (Mülk/8-11) Görüldüğü gibi, Mülk/8-11’de suçluların verdikleri cevabın anlamı açılmış ve içinde bulundukları durumun dünya hayatının geçici çıkarlarını gözetip peygamberleri dinlememelerinden ve akıllarını kullanmamalarından ileri geldiği belirtilmiştir. Henüz yaşanmamış olan mahşer sahnelerinin yaşanmış gibi aktarılması, birçok yerde açıkladığımız gibi, anlatılanların mutlaka tahakkuk edeceğinden dolayıdır. Verilen bir haberi vurgulamak için kullanılan bu ifade tekniğine Kur’an’da sıkça rastlanmaktadır. 129. ayetteki “Ve işte Biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına veliy yaparız [yakınlaştırırız]” ifadesi, “Onlar birbirinin yardımcısı, destekçisi, işbirlikçisi olur” şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü dünyada iken yaptıkları kötülüklerde suç ortağı olan böylesi zalimler, ahirette de cezalarını ortaklaşa çekeceklerdir: Ve her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o onun için karindir [yaştaş, yakın arkadaştır]. (Zühruf/36) 132 – Ve hepsi [cinn ve insin tümü; herkes] için yaptıklarına göre dereceler vardır. Ve senin Rabbin onların yaptıklarından gafil [duyarsız] değildir. 133 - Ve senin Rabbin, Ğani’dir [hiçbir şeye muhtaç değildir], merhamet sahibidir. Sizi, başka kavimlerin soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de giderir [yok eder] ve sizden sonra yerinize dilediğini halife yapar. 134 – Şüphesiz sizin vaat olunduğunuz şeyler kesinlikle gelecektir. Ve siz, aciz bırakanlar [bunu engelleyecek birileri] değilsiniz. Bu ayetlerde Rabbimiz herkesin yaptıklarına derecelerle karşılık vereceğini; dilediği takdirde iman etmeyenleri evvelkiler gibi giderip onların yerlerine yeni nesiller getirebileceğini bildirmektedir. Allah’ın insanlara vaat ettikleri kesinlikle gerçekleşecek, insanların bunu engellemeye hiçbir şekilde güçleri yetmeyecektir. 133. ayette geçen “Ve senin Rabbin, Ğanî’dir” ifadesi şu anlama gelmektedir: “Allah sizden yardım alma ihtiyacında değildir. Bu yüzden, ne itaatinizle O`na bir iyilikte bulunabilir, ne de isyanınızla O`na bir zarar verebilirsiniz. Getirilen ilkeler, konulan kurallar Allah’ın yararına değil, sizin yararınıza olan şeylerdir.” Bu ayetlerde verilen mesajlar başka ayetlerde de tekrarlanmıştır: İşte onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinn ve insten ümmetler içerisinde aleyhlerinde Söz hakk olmuş kimselerdir. Şüphesiz onlar gerçekten hüsrana uğramışlar idiler. Ve herkes için yaptıkları işlerden, bir takım dereceler vardır. Ve onlar zulmedilmeden, O [Allah], onlara amellerini tam ödeyecektir. (Ahkaf/18, 19) Eğer O [Allah] dilerse sizi giderir ey insanlar! Ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna güç yetirendir. (Nisa/133) İşte sizler, işte o Allah yolunda infak etmek için çağrılan kimselersiniz. Öyleyken içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse ancak kendi aleyhine cimrilik eder. Allah zengindir, siz ise fakirlersiniz. Eğer siz sırt çevirirseniz O [Allah] yerinize başka bir toplum getirir. Sonra onlar sizin benzerleriniz olmazlar. (Muhammed/38) Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. Daha önce içinde durduğun kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu iş, elbette, Allah`ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Bakara/143) Ve iman etmeyen o kişilere de ki: “Elinizden geleni geri koymayın! Şüphesiz biz yapıcılarız. Bekleyin! Şüphesiz biz bekleyenleriz.” (Hud/121,122) Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz. O gün zalimlere özür dilemeleri fayda vermez. Ve onlara lanet vardır, yurdun en kötüsü de onlar içindir. (Mümin/51, 52) Ant olsun ki Biz, Zikir’den sonra, Zebur`da da ‘şüphesiz yeryüzüne ancak Benim salih kullarımın mirasçı olacağı’nı yazdık. (Enbiya/105) Ve inkâr edenler, peygamberlerine, “Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!” dediler. Rableri de onlara, “Biz zâlimleri mutlaka helak edeceğiz.” [diye] vahyetti. Ve onlardan sonra sizi mutlaka yeryüzüne yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir. (İbrahim/13, 14) Allah, sizlerden iman etmiş ve salihatı işlemiş olanlara, kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini] vaat etmiştir. (Nur/55) Bir toplumu ortadan kaldırılmaktan kurtaracak tek şey, o toplumdaki bireylerin Asr suresinin ana konusunu teşkil eden davranışı göstermeleri ve kötü gidişe "dur" diyerek salihatı işlemeleridir: İşte sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri [akıllı insanlar, kitap ehli] yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmeden kişiler ise şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular. Ve senin Rabbin, halkları ıslahatçı [düzeltici, reformist] iken, o memleketleri haksız yere / zulüm sebebiyle helâk edecek değildir. (Hud/116, 117) 135 - De ki: “Ey kavmim! Gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında yurdun sonunun kim için olduğunu bileceksiniz. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.” Bu ayet, inatçı ve kibirli müşriklere son derece sert bir uyarı içermektedir. Verilen mesajdan anlaşıldığına göre, artık müminler düze çıkmışlar, müşriklerle her türlü mücadele imkânına kavuşmuşlar ve kendi aralarında da rahat hareket eder bir hâle gelmişlerdir. Ayetin takdirini şu şekillerde yapmak mümkündür: * “Uyarıya kulak vermiyor ve üzerinde bulunduğunuz yanlış yolu bırakmıyorsanız, siz de ben de kendi yollarımızda gidelim ve sonunda izlediğimiz yolların nerelere vardığını görelim.” * “Siz bu yurdun sonunun kimin olduğunu, övülecek akıbetin kime olacağını yakında bileceksiniz; Dar-ı İslâm`da [İslâm yurdunda] kimin galip geleceğini, yeryüzüne kimin mirasçı olacağını, ahiret yurdunun [cen*netin] kime ait olduğunu öğreneceksiniz.” * “Anlaşıldı, siz yola gelmeyeceksiniz. Öyleyse dilediğinizi ardınıza koymayın, yapın! Ama bilin ki, ben de yapacağımı yapacağım.” Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir. (Fussilet/40) Ayetteki “Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” ifadesi, “Şüphesiz zalimler amaçlarına ve niyetlerine ulaşamayacaklardır” demektir. 136 – Ve onlar, O’nun [Allah`ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah`a bir hisse kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir.” dediler. İşte ortakları için olan şey [hisse] Allah`a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür! 137 – Ve onların ortakları, kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak! 138 – Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle, “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır.” dediler. Bir kısım hayvanları da O’na bir iftira olarak üzerlerine Allah`ın adını anmazlar. O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır. 139 – Ve onlar; “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır.” dediler. O [Allah], onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, Hakîm’dir Alîm’dir. Bu ayet grubunda [136-146. ayetler], cahiliye Araplarının şirkleri sergilenmektedir. Daha evvel de açıkladığımız gibi, Mekke müşrikleri Allah’ı bilen ve O’na inanan insanlardı. Bu sebeple de, elde ettikleri ürünlerden ve kendilerine yararı dokunan hayvanlardan bir kısmını Allah’ın payı olarak bir kenara ayırma alışkanlıkları vardı. Ne var ki, ürün ve hayvanların bir kısmını da putların temsil ettiği aile veya kabile tanrılarına sunmaktaydılar. Çünkü bu müşrikler, kendi uydurdukları tanrıların, meleklerin, cinnlerin, yıldızların, ölmüş atalarının ruhlarının kendileri için Allah yanında şefaatte bulunduklarına inanıyorlar ve Allah`ın da bu şefaatçilere karşı çok yumuşak ve lütufkâr olduğunu kabul ediyorlardı. Bu sebeple de tüm bu şefaatçilerin kendilerine iyi davranmaları için onların paylarına çok daha büyük önem gösteriyorlardı. Mesela sanki Allah emretmiş gibi, Bahira, Saibe, Vesile adlı hayvanları putlara kurban etmek için ayırıp onları işe koşmazlar, Ham denilen hayvanı da saygıya layık görüp üzerine binmezlerdi. Ayrıca bu hayvanların isimlerinin Allah tarafından bildirildiğine inanırlardı. Müşriklerin bu sapık inançları Maide suresinde şöyle açıklanmıştır: Allah Bahriye’den, Saibe’den, Vasiyle’den ve Ham’dan hiç birini [meşru] kılmamıştır. Ancak inkâr edenler, Allah’a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez. (Maide/103) Müşrikler bu samimiyetsiz ve çıkarcı davranışları sebebiyle Rabbimiz tarafından alayla karışık bir azarla terslenmiş ve yaptıkları paylaştırmanın gülünçlüğü 136. ayetin sonunda “Verdikleri hüküm ne kötüdür!” ifadesi ile vurgulanmıştır. Müşriklerin akılsızca yaptıkları paylaştırmalara başka ayetlerde de örnekler verilmiştir: Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. –O [Allah], bundan münezzehtir.– Kendileri için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır. Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğü, dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet ve horluğa rağmen onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin onların verdikleri hüküm [töreleri] ne kötüdür! (Nahl/57-59) Ve onlar O’nun için, O’nun kullarından bir kısmını bir parça kıldılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankördür. (Zühruf/15) Erkek sizin için, dişi O`nun için mi? İşte bu, bu şekilde olursa, eksik / haksız bir bölüştürmedir. (Necm/21, 22) 137. ayette geçen “onların ortakları” ifadesiyle, daha evvel İsra/64’de uyarısı yapılan ve bizim de aynı ayetin tahlilinde “İblisin ortaklığı” başlığı altında değindiğimiz (Tebyînü’l-Kur’an; c: 4, s: 369-370 ) “şeytan ortaklar” kastedilmiştir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
Bu ortaklarla ilgili olarak Razi de şunları söylemiştir:
Cahiliye Arapları, fakirlik ve evlendirme endişesinden dolayı kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. İşte ayetten maksat budur. Âlimler, ayette geçen şürekâ [ortaklar] tabiriyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mücahid şöyle demiştir: "Onların ortak*ları", onlara kendi çocuklarını geçim sıkıntısı endişesiyle diri diri gömmelerini emre*den şeytanlarıdır. Şeytanlara "ortaklar" adı verilmiştir. Çünkü onlar, Allah`a isyan etme hususunda o şeytanlara itaat ediyorlardı. Ayette, "onların ortakları" denildi, çünkü onlar o şeytanları ortak ediniyorlardı. Bu, tıpkı, “Nerede boş yere [ortak ol*duğunu] iddia ettiğiniz şeyler? (En`âm/22)” ayetinde olduğu gibidir." Kelbî de şöyle demiştir: "Onların putlarının hizmetçileri ve bakıcıları bulunu*yordu. Kâfirlere çocuklarını öldürmeyi hoş gösterenler de işte bunlardır. Tıpkı Ab-dulmuttalib`in kendi oğlu Abdullah hakkında yemin etmesi gibi, cahiliye döneminde birisi kalkıyor ve şayet kendisinin şöyle şöyle ... çocukları olursa, onlardan birisini kurban edeceğine yemin ediyordu." Bu görüşe göre de, ayette bahsedilen "ortak*lar" o putların bakıcı ve hizmetçileri olmuş olur. Mücahid`in görüşüne göre şey*tanlara nasıl şürekâ [ortaklar] denilmişse, bu görüşe göre de hizmetçilere bu isim verilmiştir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) İşte, bu şeytan ortaklar [müşriklerin iblisleri], müşriklere, kendilerini mahveden ve dinlerini karıştırıp bozan bir suçu [evlatlarını öldürmeyi] güzel göstermekte ve o beyinsizler de bu suçu kolayca işliyorlardı. Bu zulmü işlerken kendilerince geçerli saydıkları üç sebebe dayanıyorlardı: * Kız çocuklarının bakım ve beslenmelerinin kendilerine ağır yükler getirmesi kaçınılmazdı. * Kız çocuklarının kabile savaşlarında kolayca esir düşmeleri ve ileride kendileri için utanç vesilesi olma ihtimali vardı. Ayrıca, damat sahibi olmak da âdeta yüz karasıydı. * Tanrıların memnun olması için çocuk kurban edilmeli idi. Bu son uydurma sebebin bazıları tarafından İbrahim peygamber döneminden kalma bir gelenek olduğu ileri sürülmüşse de, bize göre böyle bir ihtimal mümkün değildir. Bu konuya ilişkin ayrıntılar inşallah Saffat suresinde verilecektir. 138. ayetin sonunda yer alan “O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır” ifadesindeki “Allah’a iftira etmek” eylemi, Allah’ın koymadığı kuralları Allah’a nispet etmektir: Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “şu helaldir, şu haramdır” demeyin; aksi hâlde Allah`a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler kurtulamazlar. (Nahl/116) Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir? O zalimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış: “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En`âm/93) 139. ayette, Araplarca uydurulmuş bir başka yasa dile getirilmektedir. Bu yasaya göre, ana karnından yeni doğmuş hayvanların etleri, hayvan ölü doğmadıkça erkeklere helal, kadınlara haram sayılmaktaydı. Allah’a iftira niteliğindeki bu yasa, aynı zamanda müşrik Arapların kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yaptıklarını da göstermektedir. 140 - Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah`ın kendilerine verdiği rızkı Allah`a iftira ederek haram kılanlar, kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır ve onlar hidayete ermişler değillerdir. Bu ayette Rabbimiz, kendi kafalarından bilgisizce hükümler koyarak Allah’a iftira edenlerin ve beyinsizce evlatlarını öldürenlerin doğru yolda olmadıklarını bildirmektedir. Gerçekten de müşrikler, bir taraftan fakir düşme korkusuyla çocuklarını öldürmekte, diğer taraftan ise Allah’ın kendilerine verdiği rızklardan bir kısmını kendilerine haram kılarak fakirlikten korkmaz gibi davranmaktadırlar. Bu çelişik halleriyle Rabbimizin “beyinsiz” nitelemesini tam olarak hak ettiklerini göstermektedirler. Müşriklerin beyinsizce evlatlarını öldürmeleri hakkında nakledilen aşağıdaki olay ibret vericidir: Rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav)`in ashabından bir adam, Resulullah’ın (sav) huzurunda devamlı sıkıntılı ve kederli dururmuş. Bir sefer Resulullah (sav) ona sormuş: "Ne diye üzüntülüsün?" O da “Ey Allah`ın Resulü!” demiş. “Ben, cahiliye döneminde bir günah işledim. Müslüman olsam dahi Allah`ın o günahımı bana bağışlamayacağından korkuyorum.” Hz. Peygamber, ona "Bu günahını bana bildir" demiş. Adam “Ey Allah`ın Resulü, ben kız çocuklarını öldürenlerden idim. Benim bir kız çocuğum oldu. Hanımım onu öldürmeyip bırakmam için bana yalvarıp yakardı. Ben de onu öldürmedim. Nihayet büyüdü, yetişti. En güzellerden bir kadın oldu. Evlenmek için ona talip ol*dular. Ancak hamiyet [kıskançlık duyguları] beni sardı. Ne onu evlendirme*ye gönlüm tahammül etti, ne de evde kocasız bırakmaya. Hanıma: Filan fi*lan kabileye, akrabalarımı ziyaret etmek üzere gitmek istiyorum, kızını da be*nimle gönder, dedim. Annesi bundan dolayı sevindi, elbiselerle, süs ve ta*kılarla onu süsledi. Bu hususta kendisine ihanet etmemem için benden sözler aldı. Kızımı alıp bir kuyu başına gittim. Kuyuya baktım. Kız, kendisi*ni kuyuya bırakmak istediğimi anladı. Bana sımsıkı sarılıp ağlamaya ve: Ba*bacığım bana ne yapmak İstiyorsun dedi, ben de ona merhamet ettim. Bir daha kuyuya baktım. Yine hamiyet gelip beni buldu. Yine kız bana sarıldı ve şöyle demeye koyuldu: Babacığım, annemin emanetini zayi etme. Ben, bir kuyuya bakıyor, bir de kıza bakıyor ve şefkat duyuyordum. Nihayet şey*tan bana galip geldi. Onu yakaladığım gibi baş aşağı kuyuya attım. Kuyuda bana: Babacığım beni öldürdün, diyordu. Sesi kesilinceye kadar orada durdum, sonra da geri döndüm.” Bunun üzerine Resulüllah (sav) da, ashabı da ağladı ve şöyle buyurdu: "Şayet cahiliyede yaptıkları dolayısıyla her han*gi bir kimseyi cezalandırmam bana emredilmiş olsaydı, şüphesiz seni ceza*landırırdım. (Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an; Semerkandi, Bahrü’l-Ulûm, 111, 517) Bu pasajda 137. ve 140. ayetlerin ayrı paragraf yapılması, bize göre mesajın daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır: 137, 140. ayetler: “137 – Ve onların ortakları, kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak! 140 - Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah`ın kendilerine verdiği rızkı, Allah`a iftira ederek haram kılanlar kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır; ve onlar hidayete ermişler değillerdir.” 141 - Ve O [Allah], asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde kılandır. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve israf etmeyin. Şüphesiz O [Allah], israf edenleri sevmez. 142 – Ve O, hayvanlardan yük taşıyan, döşek yapılan yaratandır. Allah`ın sizi rızklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. 143 - Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.” 144 - Ve deveden iki, sığırdan da iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz [O’nun yanında mıydınız]?” Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah`a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna kılavuz olmaz. Bir önceki pasajda müşriklerin bitkiler ve hayvanlar üzerindeki düzmece anlayışları sergilendikten sonra, bu ayet grubundaki 141. ayette bitkiler, 142-144. ayetlerde de hayvanlar konusunda işin gerçekleri açıklanmaktadır. 141. ayette geçen “hasat günü de onun hakkını verin” ibaresindeki “hakk” sözcüğü genel bir ifade olup bize göre “zekât” anlamındadır. Ancak bu ayet indiği dönemde Müslümanların henüz organize bir toplum olmamaları sebebiyle “zekât” diye adlandırılmamıştır. Nitekim ürünler üzerindeki bu “hak”, daha sonra “zekât” olarak ifade edilir olmuş ve özelleşmiştir. Ayetten anlaşıldığına göre, zekâtın farz olma zamanı “meyvelerin olgunlaşıp toplandığı” dönemdir. Buna göre, kazancın zekâtını ödeme günü de, paranın sahiplenildiği zaman, yani paranın “kazanma günü” olmalıdır. Dolayısıyla ticari kazancın zekâtı, tıpkı maaş bordrosunda yapılan vergi tevkifatı gibi, kazanç anında ayrılmalı ve derhal yerine ödenmelidir. Zeccâc`ın naklettiğine göre, bu ayetin Me*dine`de indiği de söylenmiştir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) 143. ayette geçen “ ثمانية ازواجsemaniyete ezvac” ifadesi “sekiz eş” demek olup birçok mealdeki gibi “sekiz çift” demek değildir. Çünkü “ زوجzevc”; “kendi cinsinden bir diğeri ile beraber bulunan” demektir. Kendi cinsinden bir diğeri ile bulunan varlıklardan her biri, diğerine göre “zevc” yani “eş” konumundadır. Eşlerden her birinin bizzat kendisi ise “fert” diye adlandırılır. (Lisanü’l Arab; c. 4, s. 429, 430) Dolayısıyla “ زوجzevc” sözcüğü, birbirinin eşi olan iki şeyden birinin diğerine göre adı olup eşlerin her ikisini değil birini ifade eder. Bir başka ifade ile “zevc”, bazılarının yanlış bildiği gibi, “çift” anlamına değil, “bir çiftin her bir teki” anlamına gelir. Mesela “semaniyete ezvac” ifadesinin “sekiz çift” olarak anlaşılması hâlinde, ayette “on altı birey”den bahsediliyor olması gerekir. Oysa Rabbimiz bu zevclerin ikisinin koyun, ikisinin keçi, ikisinin deve, ikisinin de sığır cinsinden olduğunu belirtmiş ve toplam “sekiz birey” saymıştır. Diğer taraftan, Arapça’da “esma-i aded [sayı isimleri]” denilen sözcüklerden tamlama yapıldığı zaman, 3 ilâ 10 arasındaki sayıların tamlamalarının [ismü’l-ma’dûd] dilbilgisi kuralları gereği cemi [çoğul] olması gerekmektedir. Ama dikkat edilirse, ayette “ ثمانية زوج semaniyete zevcin” değil de “ ثمانية ازواجsemaniyete ezvacin” şeklinde tamlama yapılmış ve tamlamanın “sekiz çiftler” veya “sekiz eşler” değil de “sekiz eş” anlamına geldiği bu şekilde belirtilmiştir. Ayrıca bu anlam, “sekiz eş”i oluşturan dört çiftin cinslerinin sayılması ile de teyit edilmiştir. Bu ayet grubunda, cinsleri koyun, keçi, deve ve sığır olarak belirtilen ve o günün Bedevileri için en önemli nimetlerden sayılan bu hayvanlardan aynı tamlama ile fakat cins belirtilmeden Zümer/6’da da bahsedilmiştir. Bu hayvanların önemi, o günün Bedevilerinin hayatlarının bu hayvanlara endeksli olmasından, o yörede Bedevilerin geçimlerini sağlayacak başka hayvan türlerinin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. 145 - De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti -ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]- yahut Allah`tan başkası adına kesilmiş bir fisk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Artık kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere… [bunlardan yiyebilir]” İşte, şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 146 – Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun yağlarını da onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette doğrularız. Bu ayette Rabbimiz önce elçisine emrederek nelerin ne sebeple haram olduğunu ilan ettirmiş, sonra da bu konuda Yahudilerle ilgili bazı açıklamalar yapmıştır. 145. ayette “leş”, “akıtılmış kan”, “domuz eti” ve “Allah’tan başkası adına kesilenler” olarak zikredilen haram listesi başka ayetlerde de verilmiştir: O, size ölü hayvanı, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanları haram kıldı. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek üzere ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. (Bakara/173) Size leş, kan, domuzun eti, Allah`tan başkasının adı anılarak kesilen; boğulmuş, vurulmuş, yukardan düşmüş, boynuzlanmış, canavar yırtmış olup da canlı iken kesmedikleriniz; dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılındı. Bunların hepsi doğru yoldan çıkmaktır. Bugün şu küfretmiş olan kimseler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Öyleyse onlara haşyet duymayın Bana haşyet duyun. Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak da İslâm’a razı oldum. Artık kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden zorda kalırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir. (Maide/3) O [Allah], size ancak leşi, kanı, domuzun etini ve Allah`tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Artık her kim saldırmadan ve aşırı gitmeden zorlanırsa, bilsin ki şüphesiz Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir. (Nahl/115) Yasaklar arasında yer alan 145. ayetteki “akıtılmış kan” ifadesi, ciğer, dalak ve kesimden sonra damarlarda kalmış olan kan kalıntısını bunun dışında tutmaktadır. Görüldüğü gibi, Rabbimiz yiyeceklerin haram olmasını [yasaklanmasını] iki gerekçeye dayandırmıştır: Bu gerekçelerden birisi, yiyeceklerin “ رجسrics, خبيث habis [pis, zararlı, çirkin]” olması, diğeri de “fısk [günaha sokan, şirkle kirlenmiş]” olmasıdır. Buna göre, rics veya habis olan yiyeceklerdeki bu nahoş özellikler ortadan kaldırılır ve bu yiyecekler “ طيّبtayyib [hoş, nefis, güzel ve yararlı]” duruma getirilirse, haram olma gerekçeleri ortadan kaldırıldığı için yenmelerinde bir mahzur kalmaz. Ancak “fisk” illeti ile kirletilmiş olan yiyeceklerin “tayyib” duruma getirilmesi mümkün olmadığından, bu yiyecekler rics olmasalar da kesinlikle yenemezler: Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil`de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi`ye uyarlar. O hâlde, ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A`raf/157) Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “Size tayyibat [iyi ve temiz şeyler] helal kılındı.” Allah’ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın [besmele çekin], Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. Bu gün size temiz olan şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Müminlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini/ mehirlerini ödediğiniz takdirde- size helal kılındı. Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide/4, 5) RİCS “ الرِّجسrics” sözcüğünün vaz’ [ilk konuş] anlamı “rahatsız eden şiddetli gök gürültüsü, deve sesi” olup sonraları insana rahatsızlık, acı ve ıstırap veren ve bunlara sebep olan her şeye “rics” denilir olmuştur: “Rics” sözcüğü “kirlilik, kir [temiz ve temizliğin karşıtı]” demektir. Her türlü kir, pislik “rics”tir. Bu sözcükle “haram, kötü fiil, azap, lanet ve küfür” de kastedilir. Kur’an’da geçen “ رجسrics” sözcükleri “ رجزricz [azap]” sözcüğüyle aynı olup sondaki “ س s” harfi “ ز z” harfine dönüşmüştür. “ اسدesed [aslan]” sözcüğünün “ ازد ezed [aslan]” söcüğüne dönüştüğü gibi. Zeccac “Rics, Allah’ın kötülemesine sebep olan her şeydir” demiştir. Birisi kötü, çirkin bir şey yaptığı zaman “racese’r-racülü [kişi çirkin iş yaptı]” denir. Bu sözcüğün “recs” formundaki anlamı, “çok şiddetli, rahatsız edici gök gürlemesi ve deve böğürmesi” demektir. (Lisanü’l Arab, c. 4, s. 75, 76 Rcs mad. El-Müfredat, rcs mad.) Kötü işlere ve şirk, küfür, lânet gibi şeylere “rics” denilmesinin sebebi, bunların zarara, azaba, rahatsızlığa neden olmasındandır. “Rics” sözcüğü Kur’an’da sekiz kez geçmektedir. Sözcüğün geçtiği yerlere bakıldığında, azaba sebep olacak şeylere “rics” denildiği gibi, hastalık, rahatsızlık ve huzursuzluğa sebep olacak şeylere de “rics” denildiği görülmektedir. 146. ayette konu edilen “Yahudilere konmuş yasaklar” Kur`an`da iki yerde daha geçmektedir: Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in [Yakub’un] kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrailoğulları için helal idi. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Tevrat`ı getirip de onu okuyun." (Âl-i Imran/93) Sonra da Yahudileşen kimselerden olan zulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. (Nisa/160, 161) Yukarıda meali verilen Âl-i Imran/93’ten anlaşıldığına göre, Tevrat`ın indirilmesinden yüzyıllarca önce Yakub [İsrail] peygamber sadece kendisine bazı şeyleri yasaklamış, ancak onun soyu bu yasakları benimseyerek devam ettirmiştir. (Biz bu yasakların sağlık sebebiyle konmuş perhiz nitelikli yasaklar olduğunu düşünüyoruz.) Yasakların çok eski tarihlere dayanması sebebiyle Yahudi din adamları da bunların dinlerinde haram olduğuna inanmaya başlamışlardır. Bu durumu bildiren ayette Rabbimizin “Hemen Tevrat’ı getirip de onu okuyun!” diye buyurması ise Yakub peygamberin kendisi için koyduğu yasakların asıl Tevrat’ta bulunmayıp sonradan eklendiğini göstermek içindir. Yoksa, Yahudilerin ellerinde bulunan kitaplarında bu yasaklar yazılıdır ve Yahudiler Kur’an’daki bu meydan okumaya hemen cevap vererek kitaplarındaki hükümleri gösterebilir durumdadırlar: 1 RABB Musa`yla Harun`a şöyle dedi: 2 "İsrail halkına deyin ki, karada yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz: 3 Çatal ve yarık tırnaklı, geviş getiren hayvanların tümü. 4 Ancak geviş getiren ve çatal tırnaklı olan hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır. 5 Kaya porsuğu geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır. 6 Tavşan geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır. 7 Domuz çatal ve yarık tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır. 8 Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine dokunmayacaksınız, sizin için kirlidir. 9 "Suda yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz: Denizde, akarsularda yaşayan pullu ve yüzgeçli canlıların etini yiyebilirsiniz. 10 Denizdeki ve akarsulardaki bütün pulsuz ve yüzgeçsiz canlılar - suda küme halinde yaşayanlar ve ötekiler - sizin için iğrenç sayılır. 11 Bunlar sizin için iğrenç sayılacak. Etlerini yemeyecek, leşlerinden tiksineceksiniz. 12 Suda yaşayan bütün pulsuz ve yüzgeçsiz canlılar sizin için iğrenç sayılacak. 13 "Tiksindirici kuşların etini yemeyecek, şunları iğrenç sayacaksınız: Kartal, kuzu kartalı, kara akbaba, 14 çaylak, doğan türleri, 15 bütün karga türleri, 16 baykuş, puhu, martı, atmaca türleri, 17 kukumav, karabatak, büyük baykuş, 18 beyaz baykuş, çöl baykuşu, akbaba, 19 leylek, balıkçıl türleri, ibibik, yarasa. 20 "Dört ayaklı ve kanatlı böceklerin hepsi sizin için iğrençtir. 21 Ama dört ayaklı ve kanatlı olup ayaklarını sıçramak için kullanan bazılarının etini yiyebilirsiniz. 22 Şunları yiyeceksiniz: Bütün çekirge türleri, küçük çekirge, cırcırböceği, ağustosböceği. 23 Öbür dört ayaklı, kanatlı böceklerin hepsi sizin için iğrenç sayılır. 24 "Sizi kirletecek şeyler şunlardır: Aşağıdaki hayvanların leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır; 25 kim aşağıdaki hayvanların leşini taşırsa giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. 26 Çatal tırnaklı ama tırnağı yarık olmayan ve geviş getirmeyen her hayvan sizin için kirlidir. Bunlara dokunan da kirlenmiş sayılır. 27 Dört ayaklı hayvanlardan pençelerini yere basarak yürüyenler sizin için kirlidir. Bunların leşine dokunanlar akşama kadar kirli sayılacaktır. 28 Bunların leşini taşıyanlar giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Çünkü bu hayvanlar sizin için kirlidir. 29-30 "Küçük kara hayvanları içinde sizin için kirli sayılanlar şunlardır: Gelincik, fare, bütün kertenkele türleri, bukalemun. 31 Sizin için kirli sayılan küçük kara hayvanları bunlardır. Bunların leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır. 32 Bunlardan birinin leşi neyin üzerine düşerse onu da kirletir. İster tahta kap, ister giysi, ister deri, ister çul olsun suya konmalıdır. Akşama kadar kirli sayılacak ve akşam temizlenmiş olacaktır. 33 Bunlardan biri bir toprak kabın içine düşerse, kabın içindekiler kirli sayılacaktır. Toprak kap kırılmalıdır. 34 Toprak kaptaki sulu yiyecek ve her içecek kirli sayılacaktır. 35 Bunlardan birinin leşi neyin üzerine düşerse onu da kirletir. Üzerine düştüğü ister fırın olsun, ister ocak, parçalanmalıdır. Çünkü onlar kirlidir ve sizin için kirli sayılacaktır. 36 Ancak kaynak ya da su sarnıcı temiz sayılacaktır; ama bunların leşine dokunan kirli sayılacaktır. 37 Eğer bu hayvanlardan birinin leşi ekin tohumunun üzerine düşerse, o tohum temiz sayılacaktır. 38 Ama suya konmuş tohumun içine düşerse, tohum sizin için kirlidir. 39 "Eti yenen hayvanlardan biri ölürse, leşine dokunan akşama kadar kirli sayılacaktır. 40 Hayvanın leşinden yiyen giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. Leşi taşıyan da giysilerini yıkayacak ve akşama kadar kirli sayılacaktır. 41 "Bütün küçük kara hayvanları iğrençtir. Yenmeyecektir. 42 İster karnı üzerinde sürünen, ister dört ayaklı ya da çok ayaklı canlılar olsun, bunların hiçbirini yemeyeceksiniz. Çünkü bunlar iğrençtir. 43 Bunların hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin, iğrenç duruma sokmayın, kirli duruma düşmeyin. 44 Tanrınız RABB benim. Kendinizi kutsayın ve kutsal olun. Çünkü ben kutsalım. Küçük kara hayvanlarının hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin. 45 Tanrınız olmak için sizi Mısır`dan çıkaran RABB benim. Kutsal olun, çünkü ben kutsalım. 46-47 "Kirli olanı temizden, eti yeneni eti yenmeyenden ayırt edebilmeniz için hayvanlar, kuşlar, suda küme halinde yaşayan bütün canlılar ve küçük kara hayvanlarıyla ilgili yasa budur." (Levililer, 11. Bab) 1 "Eğer biri esenlik sunusu olarak sığır sunmak istiyorsa, RABB`e erkek ya da dişi, kusursuz bir hayvan sunmalı. 2 Elini sununun başına koyup onu Buluşma Çadırı`nın giriş bölümünde kesmeli. Harun soyundan gelen kâhinler kanı sunağın her yanına dökecekler. 3 Kişi esenlik sunusunun bazı parçalarını RABB için yakılan sunu olarak sunmalı. Sununun bağırsak ve işkembe yağlarını, 4 böbreklerini, böbrek yağlarını, karaciğerden böbreklere uzanan perdeyi ayıracak. 5 Harun`un oğulları sunakta yanan odunların üzerinde duran yakmalık sununun üzerinde bunları yakacak. Yakılan sunu, RABB`i hoşnut eden kokudur. 6 "Eğer kişi esenlik sunusu olarak RABB`e davar sunmak istiyorsa, erkek ya da dişi, sunusu kusursuz olmalı. 7 Eğer kuzu sunmak istiyorsa, RABB`in önünde sunmalı. 8 Elini sununun başına koyup onu Buluşma Çadırı`nın önünde kesmeli. Harun`un oğulları kanı sunağın her yanına dökecekler. 9 Kişi esenlik sunusunun bazı parçalarını RABB için yakılan sunu olarak sunmalı. Yağını almalı, kuyruk sokumunun dibinden bütün kuyruk yağını kesmeli, bağırsak ve işkembe yağlarını, 10 böbreklerini, böbrek yağlarını, karaciğerden böbreklere uzanan perdeyi ayırmalı. 11 Kâhin bunları sunağın üzerinde yakacak. RABB için yakılan yiyecek sunusudur bu. 12 "Eğer adağı keçi ise, onu RABB`in önünde sunmalı. 13 Elini adağın başına koyup onu Buluşma Çadırı`nın önünde kesmeli. Harun`un oğulları kanı sunağın her yanına dökecekler. 14-15 RABB için yakılan sunu olarak adaktan şunları ayırıp sunmalı: Bağırsak ve işkembe yağlarını, böbrekleri, böbrek yağlarını, karaciğerden böbreklere uzanan perdeyi. 16 Kâhin bütün bunları sunağın üzerinde yakacak. Yakılan yiyecek sunusudur bu. Kokusu RABB`i hoşnut eder. Yağın tümü RABB`e aittir. 17 Hayvan yağı ve kan yemeyeceksiniz. Yaşadığınız her yerde kuşaklar boyunca bu kural hep geçerli olacak." (Levililer: 3. Bab) 1 "Çok kutsal olan suç sunusunun yasası şudur: 2 Suç sunusu yakmalık sununun kesildiği yerde kesilecek ve kanı sunağın her yanına dökülecek. 3-4 Hayvanın bütün yağı alınacak, kuyruk yağı, bağırsak ve işkembe yağları, böbrekleri, böbrek yağları, karaciğerden böbreklere uzanan perde ayrılacak. 5 Kâhin bunların hepsini sunak üzerinde, RABB için yakılan sunu olarak yakacak. Bu suç sunusudur. 6 Kâhinler soyundan gelen her erkek bu sunuyu yiyebilir. Sunu kutsal bir yerde yenecek, çünkü çok kutsaldır. 7 "Suç ve günah sunuları için aynı yasa geçerlidir. Et, sunuyu sunarak günahı bağışlatan kâhinindir. 8 Yakmalık sununun derisi de sunuyu sunan kâhinindir. 9 Fırında, tavada ya da sacda pişirilen her tahıl sunusu onu sunan kâhinin olacak. 10 Zeytinyağıyla yoğrulmuş ya da kuru tahıl sunuları da Harunoğulları`na aittir. Aralarında eşit olarak bölüşülecektir. Esenlik Sunusu 11 "RABB`e sunulacak esenlik sunusunun yasası şudur: 12 Eğer adam sunusunu RAB`be şükretmek için sunuyorsa, sunusunun yanısıra zeytinyağıyla yoğrulmuş mayasız pideler, üzerine zeytinyağı sürülmüş mayasız yufkalar ve iyice karıştırılmış ince undan yağla yoğrulmuş mayasız pideler de sunacak. 13 RABB`e şükretmek için, esenlik sunusunu mayalı ekmek pideleriyle birlikte sunacak. 14 Her sunudan birini RABB`e bağış sunusu olarak sunacak ve o sunu esenlik sunusunun kanını sunağa döken kâhinin olacak. 15 RABB`e şükretmek için sunulan esenlik sunusunun eti, sununun sunulduğu gün yenecek, sabaha bırakılmayacak. 16 "Biri gönülden verilen bir sunu ya da dilediği adağı sunmak istiyorsa, kurbanın eti adağın sunulduğu gün yenecek, artakalırsa ertesi güne bırakılabilecek. 17 Ancak üçüncü güne bırakılan kurban eti yakılacak. 18 Esenlik sunusunun eti üçüncü gün yenirse adak kabul edilmeyecek, geçerli sayılmayacak. Çünkü et kirlenmiş sayılır ve her yiyen suçunun bedelini ödeyecektir. 19 "Kirli sayılan herhangi bir şeye dokunan et yenmemeli, yakılmalıdır. Öteki etlere gelince, temiz sayılan bir insan o etlerden yiyebilir. 20 Ama biri kirli sayıldığı sürece RABB`e sunulan esenlik sunusunun etini yerse, Tanrı Halkı`nın arasından atılacak. 21 Ayrıca kirli sayılan herhangi bir şeye, insandan kaynaklanan bir kirliliğe, kirli bir hayvana ya da kirli ve iğrenç bir şeye dokunup da RABB`e sunulan esenlik sunusunun etinden yiyen biri Tanrı Halkı`nın arasından atılacak." Yağ ve Kan Yenmemeli 22 RABB Musa`ya şöyle dedi: 23 "İsrail halkına de ki: İster sığır, ister koyun ya da keçi yağı olsun, hayvan yağı yemeyeceksiniz. 24 Kendiliğinden ölen ya da yabanıl hayvanların parçaladığı bir hayvanın yağı başka şeyler için kullanılabilir, ama hiçbir zaman yenmemeli. 25 Kim yakılan ve RABB`e sunulan hayvanlardan birinin yağını yerse, halkımın arasından atılacak. 26 Nerede yaşarsanız yaşayın, hiçbir kuşun ya da hayvanın kanını yemeyeceksiniz. 27 Kan yiyen herkes halkımın arasından atılacak." Kâhinlerin Payı 28 RABB Musa`ya şöyle dedi: 29 "İsrail halkına de ki: RABB`e esenlik sunusu sunmak isteyen biri, esenlik sunusunun bir parçasını RABB`e sunmalı. 30 RABB için yakılan sunusunu kendi eliyle getirmeli. Hayvanın yağını döşüyle birlikte getirecek ve döş RABB`in huzurunda sallamalık bir sunu olarak sallanacak. 31 Kâhin yağı sunağın üzerinde yakacak, ama döş Harun`la oğullarının olacak. 32 Esenlik sunularınızın sağ budunu bağış olarak kâhine vereceksiniz. 33 Harunoğulları arasında esenlik sunusunun kanını ve yağını kim sunuyorsa, sağ but onun payı olacak. 34 İsrail halkının sunduğu esenlik sunularından sallamalık döşü ve bağış olarak sunulan budu aldım. İsrail halkının payı olarak bunları sonsuza dek Kâhin Harun`la oğullarına verdim." 35 Harun`la oğulları kâhin atandıkları gün RABB için yakılan sunulardan paylarına bu düştü. 36 RABB onları meshettiği gün İsrail halkına buyruk vermişti. Adağın bu parçaları gelecek kuşaklar boyunca onların payı olacaktı. 37 Yakmalık, tahıl, suç, günah, atanma, esenlik sunularının yasası budur. 38 RABB, bu buyruğu çölde, Sina Dağı`nda İsrail halkından kendisine sunu sunmalarını istediği gün Musa`ya vermişti. (Levililer; 7. Bab) 1 "Siz Tanrınız RABB`in çocuklarısınız. Ölülere ağıt yakmak için bedeninize yara açmayacaksınız. İki kaş arasındaki tüyleri almayacaksınız. 2 Tanrınız RABB için kutsal bir halksınız. RABB öz halkı olmanız için yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti. 3 "İğrenç sayılan hiçbir şey yemeyeceksiniz. 4 Şu hayvanların etini yiyebilirsiniz: Sığır, koyun, keçi, 5 geyik, ceylan, karaca, yaban keçisi, gazal, ahu, dağ koyunu. 6 Çatal ve yarık tırnaklı, geviş getiren her hayvanın etini yiyebilirsiniz. 7 Ancak geviş getiren, çatal ve yarık tırnaklı hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve, tavşan, kaya porsuğu. Bunlar geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılırlar. 8 Domuz çatal tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır. Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine dokunmayacaksınız. 9 "Suda yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz: Pullu ve yüzgeçli canlıların etini yiyebilirsiniz. 10 Ama pulsuz ve yüzgeçsiz canlıların hiçbirini yemeyeceksiniz. Bunlar sizin için kirli sayılır. 11 "Temiz sayılan bütün kuşları yiyebilirsiniz. 12 Etini yemeyeceğiniz kuşlar şunlardır: Kartal, kuzu kartalı, kara akbaba, 13 çaylak, doğan türleri, 14 bütün karga türleri, 15 baykuş, puhu, martı, atmaca türleri, 16 kukumav, büyük baykuş, beyaz baykuş, 17 çöl baykuşu, akbaba, karabatak, 18 leylek, balıkçıl türleri, ibibik, yarasa. 19 Bütün kanatlı böcekler sizin için kirli sayılır. Hiçbirini yemeyeceksiniz. 20 Ama temiz sayılan kanatlı yaratıkların tümünü yiyebilirsiniz. 21 "Kendiliğinden ölen hiçbir hayvanın etini yemeyeceksiniz. Ölü hayvanı yemesi için kentlerinizde yaşayan bir yabancıya verebilir ya da öteki yabancılara satabilirsiniz. Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. "Oğlağı anasının sütünde haşlamayın." Ondalıklara İlişkin Kural 22 "Her yıl tarlalarınızda yetişen ürünlerin ondalığını bir yana ayıracaksınız. 23 Tahılınızın, yeni şarabınızın, zeytinyağınızın ondalığını, sığırlarınızın ve davarlarınızın ilk doğanlarını, Tanrınız RABB`in adını yerleştirmek için seçeceği yerde O`nun önünde yiyeceksiniz. Bunu yapın ki, her zaman O`ndan korkmayı öğrenesiniz. 24 Tanrınız RABB`in adını yerleştirmek için seçeceği yer uzaksa, yol Tanrınız RABB`in size verimli kıldığı ürünlerin ondalığını oraya taşıyamayacak kadar uzunsa, 25 ondalığınızı gümüşe çevirin. Gümüşü alıp Tanrınız RABB`in seçeceği yere gidin. 26 Gümüşü dilediğiniz şekilde kullanın: Sığır, davar, şarap, içki ya da canınızın istediği başka bir şey alın. Siz ve aileniz orada, Tanrınız RABB`in önünde yiyecek ve sevineceksiniz. 27 "Kentlerinizde yaşayan Levililer`i yüzüstü bırakmayın. Onların sizin gibi payları ve mirasları yoktur. 28 Her üç yılın sonunda, o yılın ürününün bütün ondalığını getirip kentlerinizde toplayın. 29 Öyle ki, sizin gibi payları ve mirasları olmayan Levililer, kentlerinizde yaşayan yabancılar, öksüzler, dul kadınlar gelsinler, yiyip doysunlar. Bunu yaparsanız, Tanrınız RABB el attığınız her işte sizi kutsayacaktır." (Tesniye:14. Bab) 136. ayetten itibaren başlayan konunun bir bütünlük içinde daha iyi anlaşılması için, ayetlerin aşağıdaki düzende olması bize daha uygun görünmektedir: 136, 138, 139, 142-145, 118, 146. ayetler: “136 – Ve onlar, O’nun [Allah`ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah`a bir hisse kıldılar da kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte ortakları için olan şey [hisse] Allah`a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür! 138 – Ve onlar, yanlış inanışları sebebiyle: “Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar sırtları yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Bir kısım hayvanları da O’na bir iftira olarak üzerlerine Allah`ın adını anmazlar. O [Allah], onları iftira ettikleri şeyler sebebiyle cezalandıracaktır. 139 – Ve onlar: “Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır. Eğer ölü olursa o zaman onlar onda ortaklardır” dediler. O [Allah], onların nitelemelerini onlara ceza olarak verecektir. Şüphesiz O, Hakiym’dir Aliym’dir. 142 – Ve O, hayvanlardan yük taşıyan, döşek yapılan yaratandır. Allah`ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. 143 - Sekiz eş: Koyundan iki, keçiden de iki. De ki: “O [Allah], iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Eğer doğrular iseniz bana ilme dayanarak haber verin.” 144 - Ve deveden iki, sığırdan da iki. De ki: O [Allah], "İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinin sarıp büründüğünü mü [yavruları mı]? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz [O’nun yanında mıydınız]? Böyle hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah`a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna kılavuz olmaz”. 145 - De ki: “Bana vahyolunanda, onları yiyen için, leş, veya akıtılmış kan, yahut domuzun eti -ki şüphesiz o [domuzun eti] ricstir [kirlidir, rahatsızlık vericidir]- yahut Allah`tan başkası adına kesilmiş bir fisk olan hariç, haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak Ama kim çaresiz kalırsa, tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere… [bunlardan yiyebilir]” İşte şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 118 – Artık, eğer Allah`ın âyetlerine iman edenler iseniz, üzerine Allah’ın adı anılanlardan yiyin. 146 – Ve Biz Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşınan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram ettik. Bu, saldırganlıkları yüzünden Bizim onları cezalandırışımızdır. Ve Biz elbette doğrularız.” 147 – Artık eğer seni yalanladılarsa, hemen de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Ve O’nun azabı suçlular toplumundan geri çevrilmez.” 148 – Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” Bu ayetlerde Rabbimiz, müşriklerin yukarıdaki açıklamalara karşı kendilerini haklı çıkarmak için ileri sürecekleri tezleri bildirmekte ve onların bir bilgiye dayanmadan, sadece zanna uyarak saçmaladıklarını açıklamaktadır. Müşriklerin 148. ayetteki sözlerini şu şekilde anlamak mümkündür: “Eğer Allah böyle dilememiş olsaydı, biz ve atalarımız hiçbir zaman şirk koşmazdık. Bizim bu davranışlarımız Allah’ın dilemesiyle olduğuna göre, yaptıklarımız Allah`ın iradesine uygun ve doğrudur. Eğer bu yaptıklarınız yanlışsa, bu durumda suçlanması gereken biz değil, Allah`tır.” Müşriklerin ifadeleri ayette “ سيقول seyekûlü [diyecekler]” şeklinde, gelecek zaman kipiyle yer almıştır. Buradan da bu ifadelerin bu ayetlerin inişi sırasında henüz söylenmediği, ancak daha sonra muhakkak söylenecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim daha sonra aynı ifadeler müşrikler tarafından söylenmiş ve konumuz olan ayetin de geleceği haber veren mucize bir ayet olduğu ortaya çıkmıştır: Ve Allah`a ortak koşan şu kimseler; “Allah dileseydi biz ve atalarımız kendisinin astlarından hiçbir şeye tapmazdık ve O`nun astlarından hiçbir şeyden haram kılmazdık.” dediler. Kendilerinden önceki kimseler böyle yaptılar. Buna elçiler üzerine, ancak açık-seçik bir tebliğden başka ne olur? (Nahl/35) Ve onlar; “Eğer Rahman dileseydi, biz onlara [meleklere] tapmazdık.” dediler. Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece uyduruyorlar. (Zühruf/20) 149 - De ki: “İşte, en kesin ve üstün delil, Allah’ındır. O nedenle eğer O [Allah] dileseydi, elbette hepinize kılavuz olurdu.” 150 - De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şahitlerinizi getirin!” Buna rağmen eğer onlar şahitlik ederlerse de sen onlarla beraber şahitlik etme! Ayetlerimi yalanlayan ve ahirete inanmayan kimselerin hevalarına da uyma! Ve onlar Rabblerine denk tutmaktadırlar. 151 - De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştiriliriz korkusuyla] çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmayın. Haksız yere Allah`ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size vasiyet ettikleridir. 152 - Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar [malına] en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah`a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir. 153 – Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun. Ve yollara uymayın da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, takvalı davranırsınız diye O’nun [Allah’ın] size vasiyet ettikleridir. Tüm zamanların insanlarına yönelik olarak verilmiş bir beyanname mahiyetindeki bu ayetler, içerikleri itibariyle suredeki tüm ilkeleri kapsamakta ve bir bakıma surenin özetini oluşturmaktadır. Pasajda kesin ve üstün kanıtların Allah’a ait olduğu belirtildikten sonra, müşriklerin 148. ayette dile getirilen mazeretlerine cevap verilmiş ve insanlar için gerçekten çok önemli olan birçok hayat ilkesi ortaya konmuştur. “Allah’ın vasiyetleri” nitelemesiyle bildirilen bu ilkelerin beyannamede yer alma sebebi ise “insanların akıllarını kullanması, düşünüp öğüt alması ve takvalı davranması için” olarak açıklanmıştır. Söz konusu ilkeler alt alta sıralanmış şekliyle şunlardır: * En kesin ve en üstün delil Allah’ındır. * Allah, görmesi ve işitmesi için duyu organları verdiği; akıl, kavrama ve anlama yeteneğiyle donattığı insanı inanç konusunda tam olarak özgür bırakmıştır. * Allah`a hiçbir şey ortak koşulmamalıdır. * Ana-babaya iyilik yapılmalıdır. * Fakirlik korkusuyla çocuklar öldürülmemelidir. * Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşılmamalıdır. * Haksız yere, Allah`ın yasakladığı “cana kıyma” eylemi yapılmamalıdır. * Erginlik çağına erişinceye kadar yetimin malına sadece en iyi tutumla yaklaşılmalıdır. * Ölçü ve tartı adaletle, tastamam yapılmalıdır. * Yakınların aleyhine de olsa mutlaka adil olunmalıdır. * Allah’a verilen sözler mutlaka tastamam tutulmalıdır. Burada konu edilen ilkelerle ilgili olarak Kur’an’ın değişik surelerinde onlarca açıklama yapılmıştır. Bunlardan bir kısmı aşağıda verilmiştir: “ALLAH’A ORTAK KOŞMAMA VE ANA-BABAYA İYİLİK YAPMA” KONUSUNDA Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.” (İsra/23, 24) Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: -Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.– “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır. Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi, bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim. (Lokman/14, 15) Ve hani bir vakitler İsrailoğullarından misak [kesin bir söz] almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyiniz, salatı ikame ediniz ve zekâtı veriniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sırt çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83) “ÇOCUKLARIN ÖLDÜRÜLMEMESİ” KONUSUNDA Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızklandırırız / besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır. (İsra/31) Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah`ın kendilerine verdiği rızkı, Allah`a iftira ederek haram kılanlar kesinlikle zarara uğradılar. Onlar, kesinlikle sapmışlardır; ve onlar hidayete ermişler değillerdir. (En’am/140) “CANA KIYMA” KONUSUNDA Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.- (Furkan/68-71) Rabbimizin 151. ayette “cana kıyma” yasağının başına koyduğu “haksız yere” nitelemesi, bu yasağın istisnalarına işaret etmektedir. İşaret edilen bu istisnalar, Allah’ın izin verdiği savaştaki ve “kısas ilkesi” çerçevesindeki cana kıyma olaylarıdır. “YETİM HAKKI” KONUSUNDA Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! (Fecr/17-20) O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı? Seni sapıtmış olarak bulup da hidayet etmedi mi? Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi? O hâlde yetimi kahretme! (Duha/6-9) Dünya ve ahirette… Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için iyileştirme en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah Azîz’dir [Güçlü Olan], Hakîm’dir [en iyi Yasa Koyan’dır]. (Bakara/220) Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinize takvalı davranın. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah`a ve akrabalığa takvalı davranın. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. Ve yetimlerinize mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak kesinlikle büyük bir suçtur. Ve eğer ki yetimleriniz konusunda hakkaniyetsizlikten korktuysanız; o takdirde sizin için hoş olan, yetimlerin kadınlarından ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder nikâhlayın. Şayet o takdirde de adaleti gözetemeyeceğinizden korktuysanız, bir tanesini ya da yeminlerinizin sahip olduğunu nikâhlayın. Bu haksızlığa sapmamanız için en uygunudur. Ve bu kadınlara mehirlerini seve seve veriniz. Artık onlar ondan [alacaklarından] bir kısmını size hoş ederlerse [ikramda bulunurlarsa] de onu afiyetle, çekinmeden yeyiniz. Ve Allah’ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu sefihlere vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara maruf söz söyleyin. Ve bu yetimlerinizi nikaha ulaşıncaya kadar belalandırınız [sıkı bir eğitim vererek olgunlaştırınız]. Sonra da eğer kendilerinde rüşd hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz. Onlar büyüyecekler diye onların mallarını saçıp savurup yemeyin de. Ve kim zengin ise artık o iffetli davransın. Kim de fakir ise artık o da maruf ile yesin. Sonra da onların [yetimlerin mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman onlar üzerine şahit tutunuz. Hesap sorucu olarak da Allah yeter. Ana-baba ve akrabaların terekesinde erkek yetimlere bir pay vardır. Ana-baba ve akrabaların terekelerinde de az olsa da çok olsa da farz kılınmış bir nasip olarak kadın yetimlere de bir pay vardır. Taksime yakınlar, yetimler ve miskinler hazır bulunduğu zaman da onları ondan rızklandırın ve onlara maruf söz söyleyin. Ve arkalarında zayıf zürriyet bıraktıkları takdirde endişe edecek olanlar, ürpersinler! Ve de Allah’a takvalı davransınlar ve haksızlığı önleyen söz söylesinler. Kesinlikle yetimlerin mallarını haksız yere yiyen kimseler, muhakkak ki karınlarının içinde ateş yerler. Ve yakında ateşi alevli cehenneme yaslanacaklardır. (Nisa/1-10) |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
“ÖLÇÜ VE TARTI” KONUSUNDA
Yazıklar olsun! İnsanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçen, kendileri başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçen muttaffifin kişilere! Onlar, büyük bir gün için tekrar diriltileceklerini zannetmiyorlar mı? Öyle bir gün ki, insanlar âlemlerin Rabbi için ayakta dikilirler. (Mutaffifin/1-6) 151. ayetteki “kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmama” ilkesi, genellikle “zinaya yaklaşmama” olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki ayetin ifadesi geneldir ve bütün çirkin işleri ve kötülükleri kapsamaktadır. 153. ayetteki “Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun!” sözleriyle Rabbimizin insanları kendi çizdiği sınırlar içindeki yola davet eden ve onlara kurtuluş yolunu gösteren ifadenin bir benzeri de Şûra suresindedir: O [Allah], dinden Nuh`a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim`e, Musa`ya ve İsa`ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de ona kılavuzlar. (Şûra/13) 154 - Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik, güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Musa’ya Kitap’ı verdik. Rabbimiz, İslami ilkelerin bir özeti mahiyetindeki beyannamesini açıkladıktan sonra, bu ayette de böyle bir beyannamenin insanlara daha evvel Musa peygamber vasıtasıyla da ulaştırıldığını bildirmektedir. Ayetin başındaki “ ثمّsümme [sonra]” edatı zamanda sonralığı değil, kelamda sonralığı ifade etmekte olup konunun pekiştirilmesi amacıyla kullanılmıştır. Ayette görüldüğü gibi, aslında Tevrat da Kur’an’ın özelliklerini taşımaktadır: Ve bundan [Kur`an`dan] önce bir rehber ve rahmet olarak Musa`nın kitabı vardı. Ve bu [Kur`an] ise zulmeden kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine tasdik eden bir kitaptır. (Ahkaf/12) Onlar: "Ey toplumumuz! Şüphesiz biz Musa`dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri tasdik eden, hakka ve dosdoğru yola kılavuz olan bir kitap dinledik.” dediler. (Ahkâf/30) Ve Biz onun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir detay yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al, kavmine de en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o fasıkların yurdunu göstereceğim.” (A`raf/145) 155 - 157 – Ve bu [Kur`an], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi, biz ise onların ders yapışlarından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. Bu ayetler ilk bakışta peygamberimizin çağdaşı olan Arapları muhatap alıyor gibi görünse de, ayetlerin mesajı, başta o dönemin Arapları olmak üzere, kendileri bizzat muhatabı olmadıkça vahye inanmayı reddeden bütün zamanların insanlarına yöneliktir. Rabbimiz, bu beyanıyla, “habersiz olmak” veya “anlamamak” konularında kimseye bir mazeret ileri sürme imkânı bırakmadan, tüm bahane uydurma kapılarını kapatarak Kur’an’ın işlevi ve önemini bildirmekte, böylece “muhatap biz değiliz” veya “dili yabancı olduğu için anlayamıyoruz” gibi itirazlarla sorumluluktan kurtulmanın mümkün olamayacağına işaret etmektedir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ayetteki “ ‘Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk’ veya ‘Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk’ demeyesiniz diye” şeklindeki ifade hem Arapların kendi dilleri dışındaki kitaplarla ilgili itirazlarını ortadan kaldırmaya yönelik bir ifadedir, hem de tüm zamanlardaki insanlara Kur’an’ın her dile en doğru şekilde çevrilip anlaşılmasının sağlanması için sorumluluktan kaçamayacaklarını ihtar eden bir talimat niteliğindedir. Ve bundan [Kur`an`dan] önce bir rehber ve rahmet olarak Musa`nın kitabı vardı. Ve bu [Kur`an] ise zulmeden kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine tasdik eden bir kitaptır. (Ahkaf/12): Ve eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık, elbette “Ayetleri detaylandırılmalı değil miydi? İster yabancı dilde ister Arapça!” diyeceklerdi. De ki: “O, iman edenler için bir kılavuz ve bir şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve Kur’an onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.” (Fussılet/44) Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi. Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin; sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı. Ve İsrailoğulları bilginlerinin onu [kendi kitaplarında sağlam bilginin varlığını] bilmesi, onlar için bir ayet olmadı mı? Ve Biz onu [apaçık kitabı] yabancılardan [Arapça bilmeyenlerden] birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi. (Şuara/192-199) Artık onlar [dünyayı isteyenler], hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini O’ndan [Rabbinden] bir şahidin takip ettiği ve de kendinden önce [önünde] bir önder ve rahmet olarak Musa’nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte onlar [böyle olanlar], ona [Kur’an’a] inanırlar. Hangi hizipten olursa olsun kim onu inkâr ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de bundan [Kur’an’dan] şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/ gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar. (Hud/ 17) Musa peygambere indirilen kitaptan [Tevrat’tan] söz edildikten hemen sonra Kur`an’ın gündeme getirilmesi, Kur’an’da birçok yerde görülen bir durumdur. Hatırlanacak olursa, yukarıdaki 90-92. ayetlerde de aynı durum söz konusudur: İşte bunlar, Allah’ın kılavuz olduğu kimselerdir. Artık sen de onların kılavuzlarına uy. De ki:”Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür.” Ve onlar: “Allah, hiçbir beşere bir şey göndermemiştir” demekle, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler [gereği gibi tanıyamadılar]. De ki: Musa`nın insanlara aydınlık ve kılavuz olmak üzere getirdiği, sizin parça parça kâğıtlar kıldığınız, bir kısmını belli ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; siz ve babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitap`ı kim indirdi? Sen de ki: “Allah!” Sonra onları boş uğraşlarında oynar hâlde bırak. İşte bu da Bizim kentlerin anasını [Anakent’i] ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz kendinden öncekini doğrulayıcı mübarek [bereketi, bolluk dolu] bir Kitaptır. Ahirete inananlar ona da inanırlar ve onlar desteklerine de koruyucudurlar [desteklerini de sürdürürler]. (En’am/90-92) Rabbimizin vahyinin birliği, yani bütün kitapların aynı mesajı taşıdığı, çok açık ifadelerle Maide suresinde bildirilmiştir: İçinde hidayet ve nur bulunan Tevrat`ı, Şüphesiz Biz indirdik. Teslim olmuş kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, rabbaniler [kendilerini Allah’a adamış kişiler] ve ahbar [âlimler] da, Allah`ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim ayetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah`ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. Ve Biz onda [Tevrat’ta] onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için keffaret olur. Ve kim Allah`ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Ve Biz onların [o peygamberlerin] izleri üzerine, yanlarındaki Tevrat`ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa`nın gelmesini sağladık. Ve ona Tevrat’tan kendinden öncekileri doğrulamak, muttakilere yol gösterme ve öğüt olmak üzere içinde yol gösterme olan İncil’i verdik. İncil ehli de Allah`ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah`ın indirdiği ile hükmetmezse, artık işte onlar fasıkların ta kendileridir. (Maide/44-47) Ve bundan [Kur`an`dan] önce bir rehber ve rahmet olarak Musa`nın kitabı vardı. Ve bu [Kur`an] ise zulmeden kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine tasdik eden bir kitaptır. (Ahkaf/ 12) 158 - Meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: “Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz.” Bu ayette, önceki ayetlerde onca detay verildikten sonra hâlâ küfür ve şirk üzerinde inat edenlere, bu durumlarını ne zamana kadar sürdürecekleri sorulmakta ve eğer bela, musibet, ölüm veya kıyametle yüz yüze gelince inanacaklarsa, o inanmanın yararı olmayacağı bildirilmektedir. Ayetteki “Rabbinin gelmesi” ifadesi mecazi bir ifadedir. Kur’an’da pek çok yerde geçen bu tür ifadelerin gerçek anlamda anlaşılmamaları gerekir. Çünkü Allah’ın gelmesi, gitmesi asla söz konusu değildir. Rabbimiz bu ayettekilere benzer uyarıları başka ayetlerde de yapmıştır: Hayır… Hayır… Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin geldiği ve meleklerin saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki! (Fecr/21-23) Ayette geçen “bazı ayetlerin gelmesi” ifadesi, kimileri tarafından “Güneş’in batıdan doğması”, “Deccal’in gelmesi”, “Dabbetülarz’ın ortaya çıkması”, “İsa’nın Şam’da beyaz minareye inmesi” gibi başlıklarla dile getirilen kıyamet alametleri olarak değerlendirilmiş ve bunları doğrular mahiyetteki birçok rivayetle birlikte ele alınmıştır. Ancak bunların hiç birisi sağlam delile dayanmamaktadır. Ayette konu edilen olgu, başta ölüm esnasında çektirilen sıkıntı olmak üzere, müşriklerin dünyada iken uğratıldıkları cezalandırılmalardır. Ayetteki “Rabbinin ayetlerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz” ifadesi, “iman-ı yeis” ve “iman-ı beis” diye kavramlaşmış olan; sıkıntı ve ümitsizlik içinde iken çaresizlikten, zoraki yapılan imanın işe yaramadığını bildirmektedir. ZORAKİ İMAN Allah’a, Allah’ın peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmeyen bir kimse, eğer ölüm anında, ölümün şiddetleri kendisine gelip çattığı ve ilâhî azabı kesinkes görüp hissettiği zaman iman ederse, bu imana “iman-ı ye’s” veya “iman-ı be’s [zoraki iman]” denir. Zoraki iman şu üç durumda söz konusu olur: 1- Hayatta iken karşılaşılan felâketler karşısında. 2- Ölüm anında. 3- Kıyamette ve kıyamet sonrası dirilişte. Bu üç durumdan biriyle karşılaştıktan sonra iman edenlerin imanları kabul edilmez. Çünkü onlar özgür iradeleri ile değil, karşılaştıkları belâların sebep olduğu korku ve ümitsizlikle, yani zoraki olarak iman etmişlerdir. Bu nedenle de, bu imanları kendilerine hiçbir fayda vermez. Bu konu hakkında Kıyamet suresinin tahlilinde (Tebyinü’l-Kur’an; s: 1, c: 616-619) detaylı açıklama yapıldığından, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz. 159 – Şüphesiz şu, dinlerini parça parça edip grup grup olanlar; sen hiçbir şeyce onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra O [Allah], onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir. 160 - Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. Peygamberimize hitap edilmekle beraber onun şahsında tüm inananların muhatap alındığı bu ayetlerde, önce dini birliği bozanlar kınanmakta, sonra da insanların bu dünyadan ahirete getirdiklerine karşılık Rablerinden alacakları mükâfat ve cezaların ölçüsünden söz edilmektedir. 159. ayet, gelecekte olacaklar için bir uyarı mesajıdır. Çünkü burada konu edilen tefrikacılar, geçmişte ayrılığa düşüp birbirini sapık ilan eden Hıristiyanlar ve Yahudiler değildir. Burada, kimi Müslüman geçinenlerin mezhep mezhep, tarikat tarikat, cemaat cemaat ayrılacakları; her birinin hakk dinden ayrı bir takım inanç ve amel şekli oluşturacakları ve birbirilerinden kopacakları bildirilmekte, müminlerin ise bu duruma karşı uyanık olmaları istenmektedir. Aynı uyarı Rum suresinde de görülmektedir: Kalben O’na yönelenler olarak, O’na takvalı davranın, salâtı ikame edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş kimselerden de olmayın. -Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.- (Rum/31, 32) Rabbimiz, Kur’an’da, dinin kaynağında bildirilen ilkelerin hepsini almayıp işine geleni almak ve helal-haram konusunda Allah’a iftira etmek suretiyle insanların dini parça parça etmelerine birçok örnek vermiştir: … Yoksa siz Kitap’ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanların alacağı karşılık dünya hayatında bir rüsvalıktan başka nedir? Kıyamet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil / habersiz değildir. (Bakara/85) Ve onlara, "Allah’ın indirdiğine iman edin." denildiği zaman, onlar; "Biz kendimize indirilene iman ederiz." dediler. Ve onlar, o, kendilerinin beraberindekileri tasdik eden hakk olmasına rağmen ondan ötesini inkâr ediyorlar. De ki; “Peki eğer müminler idiyseniz niçin daha önce Allah`ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” (Bakara/91) Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “şu helaldir, şu haramdır” demeyin; aksi hâlde Allah`a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran kimseler kurtulamazlar. (Nahl/116) Oysa dinin kaynağı tektir ve o da Allah’ın vahyidir. Dolayısıyla dinde ayrılığa düşülmemeli, din adına daima içinde tefrika, ihtilaf olmayan o vahye müracaat edilmelidir. O [Allah], dinden Nuh`a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrahim`e, Musa`ya ve İsa`ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kalpten yöneleni de ona kılavuzlar. (Şûra/13) Ey iman edenler! Allah`ın ve Resulünün önüne geçmeyin! Allah`a karşı takvalı olun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Hucurat/1) Ey iman etmiş kimseler! Allah`a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah`a ve ahiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve ilk iş olma bakımından daha güzeldir. (Nisa/59) Dinin asıl kaynağından sapıldığında tefrika kaçınılmazdır. Bilindiği üzere, dinimizdeki ihtilafların pek çoğu, peygamberimize nispet edilen ve hadis, sünnet diye adlandırılan haberlerden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Rabbimiz, 159. ayetteki “sen hiçbir şeyce onlardan değilsin” ifadesiyle elçisini tefrika sebebi olmaktan uzak tutmakta, onu bu pisliklerden aklamaktadır. O hâlde dindar kişilerin de ilk günden beri “aynı” olan ve bugün de “aynı”lığı devam eden Gerçek Din’e uymaları, onda parçalanmalara yol açıp bölük bölük olanların yoluna uymamaları gerekmektedir. Aksi takdirde -ayette bildirildiği gibi- “... şüphesiz onların işi Allah’adır”; yani onlar hakkındaki hüküm Allah tarafından verilecektir: Şüphesiz o iman etmiş kimseler, Yahudi olmuş kimseler, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve eş koşmuş olanlar; şüphesiz Allah, kıyamet günü bunların arasını ayıracaktır. Şüphesiz Allah her şeye en iyi tanıktır. (Hacc/17) Gerçek Din`in temel ilkeleri şunlardır: 1- Kâinatın tek ilâhı ve rabbi Yüce Allah’tır. 2- Sıfatlarında, güç ve kudretinde kimse O`nun dengi ve ortağı tutulamaz. 3- Tüm insanların dünyada yaptıklarının hesabını vereceği bir başka âlem kurulacaktır. 160. ayette Rabbimiz, kıyamet günündeki hükmünü ve adaletindeki lütfunu beyan etmiş; o gün kimsenin haksızlığa uğratılmayacağını, kötülüklerin misliyle cezalandırılacağını, iyiliklerin ise 10 misli ile mükâfatlandırılacağını açıklamıştır. Kur’an’da bu ayetin mesajını içeren birçok ayet daha mevcuttur: Bakara/62, Maide/69, Nahl/97, Kehf/88, Meryem/60, Ta Ha/75, 82, Furkan/70, 71, Kasas/67, 80, Rum/44, Sebe’/37 |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
Aşağıdaki ayetler de aynı mesajı içermektedir:
Yine o iman etmiş olan kimse: “Ey kavmim! Bana uyun ki, size reşadın [akıllı olmanın] yoluna kılavuzluk edeyim. Ey kavmim! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Ahiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mümin olarak salihi [düzeltmeye yönelik işi] işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey kavmim! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz beni Allah`ı inkâr etmeye ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O`na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi Aziz [o çok güçlü] ve Gaffar’a [çok bağışlayıcı olan Allah`a] davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey dünya ve ahirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz haddi aşanlar, cehennem ashabının ta kendileridir. Artık siz benim sizin için söylediklerimi yakında anacaksınız. Ve ben işimi Allah`a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi. (Mümin/38- 44) Görüldüğü gibi, yukarıdaki bu ayetlerde insanlar güzel ve iyi işlere teşvik edilmektedir. 161 - De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, hanif İbrahim’in milletine. O [İbrahim], ortak koşanlardan olmamıştı.” 162, 163 - De ki: “Benim salatım [sosyal desteğim], ibadetim, hayatım ve ölümüm sadece kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” 164, 165 - De ki: “O [Allah] her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O [Allah], ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belalandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Bu ayet grubunda, surenin başından bu yana birçok yönden detaylandırılan ve gayet makul, ikna edici deliller ile ortaya konulan tevhit ilkesi, peygamberlik misyonu ve Allah-kul ilişkisi, bir özet hâlinde peygamberimizin ağzından topluma iletilmektedir. MİLLET, İBRAHİM MİLLETİ “ ملّةMillet” sözcüğü aslında “yol, sünnet” demektir. Sonradan “din” anlamında kullanılır olmuştur. (Lisan’ül-Arab; c. 8, s. 368) Ancak sözcük tek başına değil de ayetlerde görüldüğü üzere izafetli olarak “onun milleti [onun dini]”, “İbrahim’in milleti [İbrahim’in dini]” şeklinde kullanılır. Dolayısıyla konumuz olan ayetteki “İbrahim milleti” ifadesi, bundan önceki Sad/7, A’raf/89 ve Yusuf/37’deki gibi “İbrahim’in dini” demektir. Bu ifadenin Kur’an’da birçok kez kullanılmış olması, Araplar içinde İbrahim peygambere uyduğunu söyleyen kişilerin varlığını göstermektedir. Zaten o günün Arabistan çevresinde yaşayıp Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimselere de “İbrahim milletine mensup” kişiler denilmektedir. Rabbimiz Kur’an’da “tevhit” ve “sağlam din” konularını tanıtırken pek çok defa İbrahim peygamberin adını zikretmiştir: Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim`in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’an’da], elçinin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salatı ikame edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78) Ve İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir. (Bakara/130) De ki: "Allah doğru söylemiştir. Öyle ise hanif olarak İbrahim`in dinine uyun. Ve o, müşriklerden değildi." (Âl-i Imran/95) Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah’a teslim eden ve hanifçe, İbrahim`in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrahim`i “halil [izdaş]” kabul etti. (Nisa/125) 163. ayetteki “Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim” ifadesi daha önce de surenin 14. ayetinde geçmişti. Aynı ifade ileride Zümer/12’de de geçecektir. Söz konusu ifade, “bu ümmetteki Müslümanlarım ilkiyim” anlamındadır. Zira daha evvel gelip geçmiş elçiler de İslam’ı tebliğ ile emrolunmuşlar ve hepsi de kendi toplumlarının ilk müslümanı olmuşlardır. Ve Biz senden önce hiçbir elçi göndermedik ki ona, “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için bana ibadet edin.” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiya/25) Bir de onlara Nuh`un önemli haberlerini oku: Hani o kavmine; “Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum / size karşı çıkışım ve Allah`ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca Allah`a tevekkül etmişimdir. Artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana gerçekleştirin, bana mühlet de vermeyin. Sonra da eğer yüz çevirirseniz; zaten ben sizden bir ücret istemedim! Benim ücretim sadece Allah’ın üzerinedir. Ve ben müslümanlardan olmakla emrolundum” demişti. (Yunus/71, 72) Ve İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir. Rabbi ona, “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrahim], “Ben âlemlerin Rabbi için islam oldum” dedi. Ve İbrahim, kendi oğullarına vasiyet etti: “Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için uzak durun, yalnızca müslümanlar olarak can verin!” Yakub da [oğullarına vasiyet etti]. (Bakara/130-132) -“Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana ehadisin [olacakların / sözlerin] tevilinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var eden! Sen benim velimsin sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni dünya ve ahrette salihler arasına kat!” – (Yusuf/101) Ve Musa; “Ey kavmim! Siz Allah`a iman ettinizse, sadece O’na teslim olan müslümanlardan oldunuzsa, artık sadece O’na tevekkül edin.” dedi. Onlar da; “Biz Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz, bizi o zalim kavim için fitne kılma ve bizi rahmetinle o kâfirler kavminden kurtar!” dediler. (Yunus/84–86) İçinde hidayet ve nur bulunan Tevrat`ı, Şüphesiz Biz indirdik. Teslim olmuş kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, rabbaniler [kendilerini Allah’a adamış kişiler] ve ahbar [âlimler] da, Allah`ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah`ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Maide/44) Ve hani havarilere: “Bana ve elçime inanın.” diye vahyetmiştim de onlar, “İnandık, ve bizim gerçekten teslim olduğumuza tanık ol” demişlerdi. (Maide/111) Ne zaman ki, Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona konuştu. [Musa] “Ey Rabbim! Göster bana kendini de bakayım Sana!” dedi. [Rabbi ona] dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Musa da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, sana döndüm [tövbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A’raf/143) 164. ayetteki “Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz” ifadesi, kıyamet günü vuku bulacak olan cezalandırma hükmünün adaletini haber vermekte, sorumluluğun ve cezanın kişisel olduğunu, hiç kimsenin -akrabası bile olsa- başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir. Yani o günde nefisler kendi amelleri karşılığında cezalandırılacaklardır. Kişinin amelleri “hayır” ise ceza da “hayır”, ameller “kötü” ise ceza da “kötü” olacaktır. Ayrıca hiç kimsenin kötü amellerinin cezası bir başkasına yüklenmeyecektir. Bu beyan, Mekkeli kodamanların “Eğer Muhammed’e uymamak günah ise siz korkmayın, biz sizin günahlarınızı üstleniriz” diyerek kendi elleri altındaki “müstez’af/gariban” kesime uyguladıkları sömürü ve İslam’a girişi engelleme politikalarını bozmuştur. Bu açıklama aynı zamanda İsa peygamberin başkalarının günahını çektiği yolundaki Hıristiyan inancının batıl olduğunu da ortaya koymuştur. Kur’an’da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen bazıları hâlâ “bir kimsenin bir başkasının günahını çekmeyeceği” konusunu yeterince bilmemektedir. Yanlışa itilmek istenen insanlar hep “günahın benim boynuma” martavalı ile kandırılmaktadır. Kur’an’a aykırı bu saçma sözü söyleyenlerin cahil ya da kötü niyetli, bu söze inananların da cahil ve bilinçsiz oluklarında hiç şüphe yoktur. Çünkü hiç kimsenin başkasının yükünü çekmeyeceği Kur’an’da tekrar tekrar dile getirilmiştir: Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından. O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/33–37) Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, hiç kimsenin yerine bir şey ödemez, kimseden fidye kabul edilmez. Ve ona şefaat de fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar. (Bakara/123) İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikame etsinler, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.” (İbrahim/31) Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. O hâlde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allah ile aldatmasın. (Lokman/33) Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsra/15) Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiçbir günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir. (Zümer/7) Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. (Necm/38) 164. ayetteki “Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz” ifadesiyle inançsızlara “Sonucuna katlanmayı göze aldıktan sonra bildiğinizi yapın” mesajı verilmektedir. Aynı mesaj Sebe’ suresinde de mevcuttur: De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.” De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Ve O, Fettah’tır, Alîm’dir [En İyi Bilen’dir]. (Sebe`/25, 26) 165. ayette geçen “halifeler” sözcüğü “arkadan gelip eskilerin yerini alanlar” anlamındadır. “İnsanların halife kılınması” ile ilgili detay, Sad suresinin sonundaki “Kur’an’da Halife Sözcüğü veya Kur’an’daki Halife” (Tebyinü’l-Kur’an c: 2, s: 459) başlıklı yazımızda verilmiştir. Söz konusu yazının tekrar okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Yine 165. ayetteki “verdikleriyle sizi belalandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir” ifadesi, insanların birbirlerine göre değişik açılardan fazlalıklı yaratıldığı gerçeğini vurgulamaktadır. Çünkü insanların gerek zihinsel, gerek ekonomik, gerekse sosyal bakımlardan birbirlerine göre eksikli veya fazlalıklı yaratılması Rabbimizin bir sünnetidir ve dünyadaki düzenin sağlığı açısındandır. Rabbimiz bu sünnetini başka ayetlerde de dile getirmiştir: Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zühruf/32) Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler, kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O hâlde bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar? (Nahl/71) Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür. (İsra/21) Allah, doğrusunu en iyi bilendir. VEFAT “ وفاةVefat” sözcüğünün kökü “ وفىvfy [vefa]” sözcüğüdür. “Vfy” sözcüğü; “ غدر ğadr” sözcüğünün zıddı olup “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme” demektir. Bu sözcükten türemiş olan “vefat” sözcüğü ise “ölüm” demektir. “Ölüm”e “vefat” denmesi, Allah’ın kişiye verdiği ömrü senesi, ayı, günü, saati, dakikası ve saniyesiyle eksiksiz yaşatmasındandır. (Lisanü’l-Arab; c: 9, s: 362-364) Bu bilgiler doğrultusunda Kur’an’a bakıldığında, “vfy” sözcüğünün gerek sülasi [üçlü] gerekse mezidatı [eklentili kalıpları] dâhil, Kur’an’da toplam 66 kez yer aldığı görülmektedir. Ancak sözcük Kur’an’ın her yerinde aynı anlamda kullanılmamıştır. Şöyle ki: * Üç ve dört harften oluşan kalıpları “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme” anlamında: Necm/37, 41, Nur/25, 39, Hud/15, 109, 111, Al-i Imran/25, 57, 76, 161, 185, Nisa/173, Fatır/30, Ahkaf/19, Zümer/10, 70, Bakara/40, 177, 272, 281, Nahl/91, 111, Enfal/60, Fetih/10, Yusuf/59, 88, Hacc/29, Ra’d/20, İnsan/7, Maide/1, En’am/152, A’raf/85, Hud/85, İsra/34, 35, Muttaffifin/2, Tövbe/111; *Beş harfli “ تفعّل Tefe’ul” kalıbından olanları ise “vefat” anlamında kullanılmıştır: Al-i Imran/55, 193, Nisa/15, 97, En’am/60, 61, Zümer/42, Muhammed/27, Nahl/28, 32, 70, Yusuf/101, Secde/11, A’raf/37, 126, Enfal/50, 51, Hacc/5, Mü’min/67, 77, Maide/117, Yunus/46, 104, Ra’d/40, Bakara/234, 240. Sırf “vefat” sözcüğünün geçtiği ayetlere bakıldığında, sözcüğün “ölüm” anlamına gelmediği, “ölüm” ile “vefat”ın birbirinden farklı iki ayrı şey olduğu görülmektedir. Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir. Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler. (En’am;/60, 61) Allah, o nefisleri ölmeleri sırasında vefat ettirir. Ölmeyenleri de uyuduklarında; artık haklarında ölüm gerçekleştirdiklerini alıkoyar, diğerlerini de adı konmuş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için nice ayetler vardır. (Zümer/42) Dikkat edilirse, ayetlerdeki “ölüm geldiği vakit elçilerimiz … vefat ettirirler” ve “ölmeleri sırasında vefat ettirir” ifadelerinde “vefat” sözcüğünün “Allah’ın kişiye verdiği ömrü senesiyle, ayıyla, günüyle, saatiyle, dakikasıyla ve saniyesiyle eksiksiz yaşatması” anlamına karşılık olmadığı; “vefat”ın ölüm anından hemen önce yaşanan bir süreç olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Rabbimiz “vefat”ın ölümden başka bir süreç olduğunu ve değişik şekillerde tezahür ettiğini şu ayetlerde beyan etmiştir: De ki: “Size görevlendirilmiş ölüm meleği sizi vefat ettirecek, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde/11) Şu, kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri kimseler; Onlar [melekler]: "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik" derler. Onlar [Melekler]: "Allah`ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?" derler. Artık, işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir. (Nisa/97) (O kâfirler) Kendilerine zulmetmiş kimseler olarak, meleklerin, vefat ettirdikleri kimselerdir. Artık teslimiyeti bırakırlar: "Biz, hiç bir kötülükten yapmıyorduk." Bilakis, Şüphesiz Allah sizin yapmakta olduklarınızı çok iyi bilendir. (Nahl/28) Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını- diye onları vefat ettirirken bir görseydin.” İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir. (Enfal/50, 51) Artık melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak onları vefat ettirirken nasıl olacak! (Muhammed/27) (Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selam size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete...” derler. (Nahl/32) Yüzler var ki o gün apaydınlıktır. Rabblerine nazar edicidirler. Ve yüzler de var ki o gün asıktırlar. Zannederler ki kendilerine belkıran yapılır. Hayır… Hayır… Köprücük kemiklerine dayandığı zaman, ve “Kim tedavi edicidir! [Çare bulan kimdir!]” denildiği [zaman], ve o [can çekişen kişi] bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı [zaman], ve bacak bacağa dolaştığı [zaman], işte o gün sevk [sürülüp götürülmek], sadece Rabbinedir. (Kıyamet/ 22-30) Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, “vefat” iki şekilde gerçekleşmekte, bu süreci takva sahipleri mutluluk ve rahatlık içinde geçirirken, suçlular ise mutsuz ve işkence içinde geçirmektedirler. Demek oluyor ki, “vefat”, Allah’ın insanlara, ölecekleri andan hemen önce yaşatacağı, herkese yaptıklarının ve yapması gerekirken ötelediklerinin hepsini eksiksiz fazlasız göstereceği, haber vereceği bir süreçtir. Başka bir ifade ile “vefat”, Rabbimizin, insanın hayatındaki tüm kayıtları en ince ayrıntısı ile tıpkı bir yazarkasanın “Z raporu” gibi, ölüm anından kısa bir süre önce hiç eksiksiz fazlasız ortaya koyuvermesidir. Bu “ortaya konuş” ise insanın yapısına yaratılıştan yerleştirilmiş olan “koruyucular, bellekler, elçiler [hafıza hücreleri]” ile sağlanmaktadır. Vefat süreci, Kıyamet suresinde şöyle bildirilmiştir: O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. Tüm mazeretlerini koysa da bile / Tüm perdelerini koysa da bile... Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! Kuşkusuz onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. O halde Biz onu [yaptıklarını - yapmadıklarını] topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! Sonra, onun [yaptıklarının - yapmadıklarının] beyanı [kanıtlarıyla ortaya konması] da sadece Bizim üzerimizedir. (Kıyamet/13-19) “Vefat” konusunda iki husus dikkat çekmektedir: 1- Vefat ettiren mutlak surette Allah’tır. Hâlbuki bazı ayetlerde buna uygun olarak Allah’ın vefat ettirdiği söylenmiş [Maide/117, Yunus/46, Ra’d/40, Mü’min/77, Zümer/42, En’am/60, Yunus/104, Nahl/70, Al-i Iımran/193, A’raf/126, Yusuf/101], bazı ayetlerde ise vefatı elçilerin veya meleklerin gerçekleştirdiği bildirilmiştir [Nisa/97, En’am/61, Muhammed/27, Nahl/28, 32, Enfal/50, Secde/11, A’raf/37]. Bunun sebebi, Allah’ın “vefat” işlemini elçiler, melekler vasıtası ile yapmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumun bir başka örneği de, aslında kılavuz olan, karanlıklardan aydınlığa çıkaranın kendisi olmasına rağmen, Rabbimizin bu eylemi, tıpkı vefatı meleklere, elçilere izafe ettiği gibi elçiye izafe etmesidir: Allah, inananların Veliysidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların yakın kimseleri tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. (Bakara/257) Elif, Lâm, Râ. Bu, Bizim sana, insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa; Azîz’in [Güçlü Olan’ın], Hamîd’in yoluna çıkarman için indirdiğimiz bir kitaptır. (İbrahim/1) Dolayısıyla, “vefat” konusunu değerlendirirken “öldüren” ve “dirilten”in Allah olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. 2- Bazı ayetlerde ölümden bahsedilirken “ölüm” değil, ölümden önceki “vefat” zikredilmiştir. Bu ayetlerde Rabbimiz “hiç olma” anlamındaki “ölümü” zikretmeyerek iyi insanlar için hiçliğin, korkunun, dehşetin olmayacağını ve dünya hayatlarının hoş ve rahat bir vefat süreci ile biteceğini vurgulanmış olmaktadır. Böylece iyi insanlar ölümle korkutulmamakta, ölümden nefret ettirilmemekte, ayrıca bu üslup ile olayın en önemli noktasına dikkat çekilmiş olmaktadır. Bazı ayetlerde “vefat” için görevlendirilen elçilerin [meleklerin] çoğul olarak belirtilmesine karşılık, Secde/11’deki ifade tekildir. Bu uygulama, “ölüm meleği” tanımının vefat ettiren meleklerin genel adı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu, yüzlerce askerin yaptığı bir iş ifade edilirken “bunu asker yaptı” diye tekil zamir kullanılmasına benzemektedir. DUA Sözcük anlamı: “Dua” sözcüğü, “da’vet” ve “da’va” sözcükleri gibi mastar olup “çağırmak, seslenmek” demektir. İslamî terim olarak “dua” ise “Yaratıklardan alakayı keserek Allah’a yönelip O’ndan hayır istemek [hayır istemek için O’na seslenmek, yakarmak]” demektir. Tüm dinlerde var olan duanın, içeriği, şekli ve anlatım biçimine göre bazı değişik türleri olduğu söylenirse de, asıl ve en yaygın olan dua yalvarıp yakarmaktır. Çünkü insan, kendisinden daha üstün olanla irtibat kurma ihtiyacı içindedir. Bu sebeple, dua ederek varlığını kabul ettiği o Yüce Güç karşısında duyduğu saygı ve ümit hislerini açıklamakta, böylece bu ihtiyacını en üst seviyede karşılayarak gönlü huzura kavuşmaktadır. Dolayısıyla dua, Allah ile O’na inanan ve hâlini arz edip O’ndan niyazda bulunan kul arasındaki yakın ilişkinin nişanesi olan bir konuşmadır. Zaten bu sebeple duaya “münacat [Allah ile gizliden ve ruhsal konuşma]” adı da verilmiştir. İSLAM’DAN ÖNCE DUA İlkel topluluklardaki dua; aile reisi, kabile başkanı veya rahibin yakarışlarına cemaatin âmin diyerek katılması şeklindedir. Bu en iptidai şeklinde bile “kötülüklerden korunma” veya “dünya nimetlerinden faydalanma isteği”, duanın en belirleyici özelliği olmuştur. Hint mistisizminde Upanişad’lardan kaynaklanan ve yoganın psikotekniğine dayanan ibadetsiz bir dua türü vardır. Hinduizm’de dua inandırıcı sözlerle yapılır; ortak dua sembolü bir çeşit besmele olan “om”dur. Budizm’de yüce varlığa karşı belirli bir dua söz konusu olmamakla beraber Buda’ya dua etmek ve ondan istekte bulunmak geleneği hâkimdir. Şintoizm’de dua, mabette veya evde tanrılara pirinç ve pirinç şarabı sunmakla yerine getirilir. Eski Meksika, Sümer, Babil, Mısır ve Yunan dinlerinde birbirine benzeyen ve dua yerine kullanılan kolektif şiirler vardır. Maniheizm’deki duada ruhu etkileyen düalist bir görüş hâkimdir. Romalılar dualarını genellikle Jüpiter mabedinde yapmışlardır. Germen dininde büyünün dua üzerinde üstün bir gücü vardır. Ancak ilkel toplumlarda büyü ile dua arasındaki sınırı belirlemek oldukça güçtür. Yunan dininde dua geleneksel temizlikle başlar ve klasik yalvarma ile sona ererdi. Sümerler dua esnasında ellerini başlarının üzerine koyarlar, sevinçlerini göstermek ve duanın inandırıcı olmasını sağlamak için ellerini alınlarına çarparlar, böylece ölülerine de saygı göstermiş olurlardı. Bu durum Doğu Asya’da özellikle Hint yogasında da görülmektedir. Dua esnasında kutsal eşyanın öpülmesi, okşanması, çıplak ayakla etrafında dönülmesi gibi hususlar ilkel kabile dinlerinin özelliklerindendir. Hemen bütün ilkel kabile dinlerinde güneş doğarken ve batarken, ekim ve hasat zamanlarında kurallara bağlı olarak dua edilmiştir. YAHUDİLİKTE DUA: Allah’a yaklaşma vesilesi kabul edilir. İbranice “tephillah”, dua anlamına gelir. Tevrat’ta dua için genel bir kavram ve belli bir sıra olmamakla birlikte, altmış altı cümle doğrudan veya dolaylı olarak dua ile ilgilidir. Yahudiler ayakları bitiştirmek, diz çökmek, baş eğmek, elleri göğe açmak ve Kudüs’e yönelmek suretiyle dua ederler. Bilhassa II. Tapınak’ın yıkılışından sonra Yahudilerde toplu dua da yaygınlaşmıştır. Günümüzde Yahudiler günde üç defa [sabah, öğle ve akşam] dua ederler. Ayrıca sinagogda cumartesi [sabbat] ve bayram günlerinde bunlara ek olarak dualar yapılır. Sabah duasında dua atkısı talet [tallit] kullanılır, dua kayışı da sol pazıya ve alına takılır. Dua dili İbranice olmakla birlikte bazı eski Aramice dualar da okunur. Dua öncesinde temizlik yapmak ve özel ayin elbisesi giymek gerekir. Duaların büyük bir kısmını ihtiva eden Mezmurlar hem Yahudi hem de Hıristiyanlarca dua sırasında okunmaktadır. HIRİSTİYANLIKTA DUA: Dinî hayat açısından büyük bir önem taşır. Dua, Tanrı’ya ulaşma, O’nu tanıma ve vicdanın sesi olarak nitelendirilir. Duanın temelinde Allah’a güven ve yüce bir inanış vardır. Luther’e göre dua inancın eseri, Calvin’e göre Allah’ı kavrayabilme inancının her gün tekrarlanışıdır. İncillerde tavsiye edilen belli bir dua şekli yoktur; sadece putperestler gibi dua edilmesi yasaklanmıştır (Matta, Vl, 7). İncillerin tamamında duayı ilgilendiren yetmiş beş kadar cümle tespit edilebilmektedir. Hıristiyanlıkta duanın belli esaslar çerçevesinde yapılması ilk defa İznik Konsilinde (Miladi 325) kararlaştırılmış, daha sonra Vatikan bu esaslar üzerinde bazı değişiklikler yapmıştır. Hıristiyan dualarında temel unsuru İsa peygamber teşkil etmekle beraber Allah ve Ruhulkudüs de duanın önemli rükünlerindendir. Günümüzde Hıristiyanların günlük [sabah, öğle ve akşam], haftalık [pazar], ve yıllık [paskalya] olarak keşişler ve rahipler gözetiminde manastırlarda yaptıkları dua geleneği oldukça uzun bir geçmişe sahiptir (M.S.150). “Rabbin duası” Hıristiyanlık için toplu ibadetin doruk noktasını teşkil eder. Katolik kilisesinde günde yedi ayrı dua saati bulunmaktadır. Ortodoks kilisesinin geleneğinde gün batarken okunan “Vesperum” günün ilk duasını teşkil eder. Genel olarak kiliselerdeki dua şekilleri pek fazla değişiklik göstermez. [Ansiklopediler] İSLAM’DA DUA Kur’an’da dua ile ilgili ayetler oldukça geniş yer tutmaktadır. Doğrudan dua ile ilgili olan iki yüz kadar ayetten başka Kur’an’da ayrıca tövbe, istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve O’ndan dileklerini ifade eden çok sayıda ayet vardır. Dua ile ilgili ayetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, bir kısmında ise duanın usul, adap ve tesirleri üzerinde durulmuştur. DUANIN GEREĞİ: İnsan davranışlarına bakıldığında, ateist ve din karşıtı olanların bile dara düştükleri zaman gayri ihtiyari Allah’a sığındıkları görülmektedir. Bu davranış, insanlardaki dinî eğilimin, kulluğun, Allah’a sığınıp O’na yalvarmanın fıtri [yaratılıştan gelen] bir özellik olduğunu göstermektedir. Zaten Rabbimiz de insanı düzenlerken ona hem fücur hem takva ilham ettiğini bildirmiştir: nefse ve onu düzenleyene; -ki O, ona fücurunu ve takvasını ilham etti- [ant olsun ki,] (Şems/7, 8) İşte bu ilham gerekçesiyledir ki, insan, inkârcı olduğunu söylese bile sıkıntı anlarında Allah’a yönelir. Çünkü evrendeki canlı-cansız her şey Allah ile fıtri bir ilişki içindedir: Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halimdir çok bağışlayandır. (İsra/44) İnsanın zor şartlarda ve çaresizlik içindeyken Allah’a yönelip duaya başvurması şeklinde ortaya çıkan genel psikolojik mekanizma, Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu bir konudur. İnsan tabiatında fıtri ve külli bir motif olarak bulunan bu yönelişin [dua etme ihtiyacının] hangi durumlarda belirgin ya da zayıf hâle geldiği Kur’an’da örneklerle açıklanmıştır. Bu açıklamalardan bir genelleme yapmak gerekirse; insan, bir tehlike karşısında iken veya sıkıntıya düştüğünde bütün samimiyetiyle Allah’a yönelip, yatarken, otururken, ayakta dururken, bıkmadan usanmadan iyilik ve başarı dileyerek dua etmekte, tehlike geçtikten veya sıkıntısı giderildikten sonra kendisini emniyette gördüğü veya sıkıntının üstesinden gelmeyi kendisinin başardığına inandığında ise Allah’tan yüz çevirerek duadan uzaklaşmaktadır. Bu ikinci durumda kendi güç ve yeterliliğini gözünde büyütüp bencilleşerek nankör ve zalim bir tavır sergilemektedir: Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yunus/12) Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman küfür arasında bir yol tutar]. Ve Bizim ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokman/32) İnsan hayır istemekten usanmaz, kendisine bir kötülük dokununca da hemen, karamsardır, ümitsizdir. (Fussilet/49) İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü ona vererek Rabbine dua eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O’na dua ettiği hâli unutur da, Allah’ın yolundan sapıtmak için O’na ortaklar kılar [oluşturur]. De ki: “Küfrünle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın.” (Zümer/8) Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş yalvarır. (Fussilet/51) O, sizi bir candan yaratan, ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabblerine dua ettiler: “Eğer bize salih [bir çocuk] verirsen, ant olsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.” Ne zaman ki onlara [o ikisine] salih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O`nun için ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (A’raf/189, 190): Ve Onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız.” diye Allah’a söz verenler vardır. Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. (Tövbe/75, 76) O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden] oluruz.” Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. -Ey insanlar taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.- (Yunus/22, 23) Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız. Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir gurup, Rablerine şirk koşarlar. (Nahl/53, 54) |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() |
![]()
Ayetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah’ın nimetiyle geminin denizde kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için, ayetler vardır.
Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman küfür arasında bir yol tutar]. Ve Bizim ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokman/31, 32) İşte, insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da, “O, bana bir bilgi üzerine verildi.” der. Aslında o [verilen nimetler], bir fitnedir. Velakin onların çoğu bilmezler. (Zümer/49) Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir grup, Rablerine şirk koşarlar. (Rum/33) İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebut/65) Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsra/67) İnsan kişiliğindeki zaafların yol açabileceği bu kaymaları önlemek için olsa gerektir ki, ilahî dinlerde, insanda yaratılıştan var olan dinî yöneliş duygusunun mümkün olduğu kadar canlı, etkili bir hâlde bulunmasını sağlayacak bazı davranışlar görev hâline getirilmiştir. Bu davranışlar, yapılması zorunlu kılınan ibadetlerdir ve özellikle de ibadetlerin özü, beyni olan duadır. Dua ile insanın bilhassa refahta ve rahat ortamda iken Allah’ı hatırlaması öngörülmüş, böylece bencil isteklerine kapılmasının engellenmesi hedeflenmiştir. İbadet ve dua sayesinde Allah’a yönelme güdüsünü canlı tutan insan, Allah’a boyun eğmekten [kulluktan] hiç çıkmayacağı gibi, bu şekilde gösterdiği küçülme ve saygı da Allah’ın rahmet ve bereketinin hep onun üzerinde kalmasını sağlayacaktır. Böylece ilk bakışta insanın Allah’a doğru bir yönelişi olarak görünen dua, Allah’ın rahmet ve şefkatini celp etmek suretiyle Allah ile kul arasında karşılıklı bir ilişkinin başlangıcı hâline dönüşecek, bir başka boyut kazanacaktır. Bu sebeple dua, kulluğun en ileri mertebesi ve ibadetlerin beyni, özü ve en önemlisidir. Rabbimiz kulun ancak duası ile değer kazanacağını bildirerek duanın önemini şöyle vurgulamıştır: De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz kesinkes yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.” (Furkan/77) Allah ile kul arasındaki böyle bir ilişkide kesinlikle bir vasıtanın söz konusu olamayacağı ortada olmasına rağmen, aracısız yapılacak duaların Allah tarafından kabul edilip edilmeyeceği hakkında peygamberimize pek çok soru sorulmuş olmalı ki, Rabbimiz bu sorulara, dua edenlere çok yakın olduğunu ve onların dualarına karşılık vereceğini bildiren ayetlerle cevap vermiştir: Ve sizin Rabbiniz; “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. Mümin; 60: Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O hâlde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve bana inansınlar. Bakara; 186: Yüce Allah, kuluna cevap vermek için ondan sadece kendisine başvurmasını istemektedir. İnsanın Allah’a başvurması için pek çok vesilesi olabilir. Bu vesileler hayranlık, hamd, şükür olabileceği gibi, herhangi bir şeye ihtiyaç, korkulandan kurtulma ve yapılan hataların bağışlanması isteği de olabilir: O [Şuayb]; “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Şayet ben Rabbimden bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şayet bana, O kendi katından güzel bir rızk ihsan etmişse!? Ve Ben size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi istiyorum. Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir. Ben yalnızca O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yönelirim. Ve ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Ve Lut kavmi sizden pek uzak değildir. Ve Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir” dedi. (Hud/88-90) De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kölelerim! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Zümer/53) DUA YALNIZCA ALLAH’A YAPILIR: Kur’an’da duanın sadece Allah’a yapılması gerektiği açıkça vurgulanmış ve Allah’tan başkalarına, putlara veya kendilerine kutsallık izafe edilmiş kişi ve meleklere dua edilmesi kesinlikle yasaklanmıştır: O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra azaplandırılmışlardan olursun. (Şuara/213) Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun yüzünden [zatından] başka her şey yok olacaktır. Hüküm [yasa-ilke] yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz. (Kasas/88) Ayrıca, Allah’tan başkasına dua edenler kınanmış ve uyarılmışlardır: Allah`ın astlarından yakardığınız kimseler, tıpkı sizin gibi kullardır. Eğer doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler. Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var? De ki: “Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun ve bana mühlet vermeyin.” (A’raf/194, 195) Gerçeğin daveti yalnızca O`nadır. Onların, O`nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler onlara hiçbir şeyle cevap veremezler. Onlar, ancak ağzına gelmemesine rağmen ağzına su gelsin diye iki avucunu açan gibidir. Ve Kâfirlerin duası sadece bir sapıklık içindedir. (Ra’d/14) Onların, Allah’ın astlarından yalvardıkları kimseler de herhangi bir şey yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır. (Nahl/20) Onlar, Allah’ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar. (Nisa/117) Allah’ın astlarından da kendine zarar ve menfaat veremeyecek şeylere yalvarır. İşte bu, çok uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı faydasından daha yakın olana yalvarıyor. O [yalvardığı şey] ne kötü mevla [yardımcı, koruyucu] ve ne kötü yoldaştır. (Hacc/12, 13) DUANIN ADABI: Dua edilirken takınılacak tavır hakkında pek çok davranış listesi yazılıp çizilmiştir. Ancak bu listeleri aktarmanın herhangi bir yararı yoktur. Çünkü bu konuda göz önünde tutulması gereken tek ölçü Yüce Rabbimizin bize bildirdikleridir. Bu nedenle biz, peygamberimizin de kesinlikle dışına çıkmadığına emin olduğumuz bu ayetleri ve içerdiği kuralları aktarmakla yetiniyoruz: Ve Allah`ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah`ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir. (Nisa/32) Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve ahiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir. (Nisa/134) De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her mescitte yüzünüzü O`na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak O`na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O`na döneceksiniz.” (A’raf/29) Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez. Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O`na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah`ın rahmeti, muhsinlere [iyileştirenlere-güzelleştirenlere] çok yakındır. (A’raf/55, 56) Ve en güzel isimler Allah`ındır. Öyleyse O`nu onlarla çağırın. O`nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler. (A’raf/180) Ve sabah-akşam [her zaman] kendi içinden, korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma! (A’raf/205) Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman; biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O halde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve bana inansınlar. (Bakara/ 186) O [Yakup] dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım, gidin de Yusuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin; kesinlikle kâfirler kavminden başkası Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez. (Yusuf/86, 87) Ve sizin Rabbiniz: “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir.” dedi. (Mümin/60) Biz de onun için icabet ettik de kendisine Yahya’yı ihsan ettik. Ve onun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. (Enbiya/90) Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. (Meryem/3) İlahi ilkelere ilk teslim olan, onları ilk uygulayan, vahiy ile terbiyelenen Resulullah da muhataplarına “Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [sesinizi yükseltmeyin]! Çünkü sizler sağırı ve gâibi [uzakta, sizden haberi olmayan birisini] çağırmıyorsunuz. Lakin sizler Semi’ ve Basîr Allah’a dua ediyorsunuz!” (Sahih Buhari, Kitabu’d-Da’vât, 50. Bab, Hadis No: 77; Sahih Buharî, Kitabu’d-Da’vât, 19. Bab, Hadis No: 33) demiş; secili, kafiyeli ve ısmarlama, basmakalıp dua etmeyi uygun görmemiştir. Mealleri verilen ayetler göz önüne alındığında, duada olması gereken adab ve kurallar şu şekilde sıralanabilir: * Dua edilirken önce Allah üstün vasıflarıyla anılıp O’na hamd edilmeli, sonra kişisel istekler dile getirilmelidir. Fatiha suresinde öğretilen dua buna en güzel örnektir. * Dua, Allah’ın en güzel isimleriyle yapılmalıdır. Çünkü Rabbimiz A’raf/180’de bize “Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın” buyurarak kendisine en güzel isimleriyle yakarmamızı istemiştir. Nitekim Şuara suresinin 78-82. ayetlerine bakıldığında, İbrahim peygamberin de Yüce Allah’a Esma-i Hüsna’sı ile hitap ederek yakardığı görülmektedir: … Ancak âlemlerin Rabbi ayrı... O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. (Şuara/77-82) * Dua, “hudû” ve “huşû” içinde, umarak, korkarak ve ürpererek yapılmalıdır. Biz bu kuralın en iyi uygulanma zamanlarının günlük gailelerden uzak bulunulan gece ve seher vakitleri olduğu kanaatindeyiz. Toplu olarak dua etmenin de hudû ve huşû duygularını canlandırması bakımından daha etkili olacağını düşünüyoruz. * Dua sadece dil ile değil, gönül ve tüm beden dilleriyle de yapılmalı, ama dualarda Allah’ın koyduğu hadler aşılmamalıdır. Çünkü Rabbimiz, haddi aşanları sevmediğini çok açık ve net bir şekilde ifade etmiştir. * Dua ederken edebiyat yapma gayretine girilmemeli, kafiyeli, secili ifadeler kullanılmamalı ve yapmacık tavırlardan kaçınılmalıdır. * Dua, Allah tarafından kabul edileceğine kesinlikle inanılarak yapılmalıdır. * Duada kimsenin zararı istenmemeli, haksız ve yersiz isteklerde bulunulmamalıdır. Dua; Kur’an’da yer almış, Allah’ın tasvip ettiği türden, yani günahların affı, kötülüklerin def’i ve örtülmesi, canın iman ile ve iyilerle beraber alınması, kıyamet gününde rezil ve rüsvay olmamak, hidayet, tövbenin kabulü, hayırlı bir nesle sahip olmak, iyi ve güzel işler yapabilmek, cehennem azabından korunmak, ilim ve sağlık istemek için olmalıdır. Dua ayetlerinde yer alan bu kurallar dikkate alındığında, camilerde, televizyon ve radyolarda, değişik törenlerde artistik gösteriler eşliğinde, âdeta Allah’a emirler yağdıran düzmecelerin dua olmadığı anlaşılmaktadır. Duaların en iyi örnekleri Kur’an’daki bazı sure ve ayetlerde bulunmaktadır. Kur’an’da dua sözleri içeren iki yüz civarında ayet mevcuttur. Mesela Fatiha suresi, önce Allah’ı veciz bir şekilde niteleyen, sonra da tevhit ilkesini özümsemiş bir kul olarak insanlığın en çok muhtaç olduğu hidayeti [doğru yola ulaşmayı] samimiyetle dileyen eşsiz üslûptaki ifadesiyle bütün Müslümanların en çok okudukları dua metni durumundadır. Fatiha’dan sonra en çok okunan dua ise, yine bir Kur’an ayeti olan “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver; bizi cehennem azabından koru! (Bakara/201)” mealindeki ifadedir. Kur’an’da dua mahiyetinde olan ayetler, ön ve arkalarındaki ayetlerle birlikte dikkate alındığında, geçmiş peygamberler de dâhil o duaları edenlerin daima içinde bulundukları koşullar ve ortamlara göre niyazda bulunduklarını göstermektedir. O hâlde tüm Müslümanlar da bu durumu örnek alarak kendi şartları ve ortamlarına göre niyazda bulunmalıdırlar. Başka bir ifade ile Müslümanlar, ısmarlama, basmakalıp, birçoğu uydurma, yalan-yanlış şablon dualar [Ramazan Duası, Kenzü’l-Arş Duası, İsm-i A’zam Duası, Hacet Duası, Karınca Duası, Bereket Duası, İstihare Duası, Nazar Duası, ağrı-sancı duaları] yerine, kendi özel durumlarını dile getirdikleri, kendi duygu ve düşüncelerini seslendirdikleri, kendilerine özgü bir dil ve üslupla dua etmelidirler. “RABB” İSMİ İLE DUA: Kur’an’a bakıldığında, Yüce Allah’ın yapılacak dualarda “Rabb” sıfatının kullanılmasını emrettiği görülmektedir. Bütün peygamberler buna uygun davranmış ve dualarını daima Allah’ın “Rabb” sıfatına yöneltmişlerdir. “Rabb”; “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Allah’ın “Rabb” özelliği, O’nun her şey üzerindeki “belirleyiciliği” anlamına gelmektedir. Bu belirleyicilik, bir şeyin ilk var oluşundan varlık âlemindeki son noktasına kadar devam eden mutlak bir durumdur. Hiçbir varlık O’nun belirlediği programın dışında değildir. Bu sebeple “Rabb” sıfatı, Esma-i Hüsna’daki anlamların hepsini karşılayan bir sıfattır. Kur’an`da tam 903 kez yer alan “Rabb” sıfatı, Allah’ın kendisi hakkında en çok kullandığı sıfatıdır. Kur’an’da bu sıfat kullanılarak yapılan duaların bazı örnekleri şunlardır: “Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden ‘Felâkın Rabbi’ne sığınırım” de! (Felak/1-5) “Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine sığınırım” de! (Nas/1-6) İşte hakk olan, biricik hükümdar olan Allah ne yücedir! Onun vahyi sana tamamlanmadan evvel, okumayı acele etme ve “Rabbim, bana bilgiyi artır!” de. (Ta Ha/114) “… Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et!” (İsra/24) Ve de ki: "Rabbim! Beni bolluk olan bir yere indir / bana bolca ikramda bulun. Sen, indirenlerin / ikramda bulunanların en iyisisin." (Müminun/29) Ve de ki: "Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Ve Sen merhametlilerin en hayırlısısın." (Müminun/118) PEYGAMBER DUALARINA ÖRNEKLER: Âdem [Onlar / her ikisi] “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler. (A’raf/23) Nuh O [Nuh]; “Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum” dedi. (Hud/47) O [Nuh]; “Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı” dedi. (Nuh/5, 6) "Rabbim! Benim için, anam-babam için, mümin olarak evime giren kişiler için ve mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret et! Zalimlere de sadece yok oluşu arttır." (Nuh/28) İbrahim Ve hani bir zaman İbrahim; "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir bölümünü salatı ikame etmeleri için, senin dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızklandır. Umulur ki şükrederler [karşılığını öderler]. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. -Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah`a gizli kalmaz.- İhtiyarlık hâlimde bana İsmail`i ve İshak`ı lütfeden Allah`a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitir. Rabbim! Beni salatı ikame eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim, anam-babam için ve müminler için mağfirette bulun!" demişti. (İbrahim/35- 41) Ve o [İbrahim]; “Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek. Rabbim! Bana salihlerden birini lütfet” demişti. (Saffat/99, 100) Bir zamanlar İbrahim de; “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. [Allah]; “İnanmadın mı ki?” dedi [buyurdu]. [İbrahim]; “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye.” dedi. [Allah] buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260) Ve hani Rabbi İbrahim’i, birtakım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o, onları tam olarak yerine getirince [Rabbi ona], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım.” demişti. O da; “Zürriyetimden de [ yap!]” dedi. [Rabbi ona] “Benim ahdim zalimlere nail olmaz!” dedi. Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e: “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de, secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz tutunuz.” diye ahit almıştık Ve bir zaman İbrahim “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızklandır.” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!” Ve hani İbrahim, Beyt`ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta Kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için teslim olanlar kıl. Soyumuzdan da senin için teslim olan bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tövbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tövbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta Kendisisin. Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Aziz sensin, hikmet sahibi [zulüm ve fesada engel olacak yasaları koyan] Sensin. Ve İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir. Rabbi ona, “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrahim], “Ben âlemlerin Rabbi için İslam oldum” dedi. (Bakara/124- 131) Yusuf -“Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana ehadisin [olacakların / sözlerin] tevilinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var eden! Sen benim velimsin sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni dünya ve ahirette salihler arasına kat!”- (Yusuf/101) Musa Ne zaman ki, Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona konuştu. [Musa] “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. [Rabbi ona] Dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Musa da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tövbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi. (A’raf/143) O [Musa]; “Rabbim! Şüphesiz kendime zulüm ettim. Artık beni bağışla!” dedi de O [Allah], onu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir. O [Musa]; “Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere ant olsun ki, artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım” dedi. (Kasas/16-17) [Musa] dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (A’raf/151) Davud … Ve Davud, Bizim kendisini arı duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden [zulmeden kişi için] bağışlanma diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü. (Sad/24) Süleyman Ant olsun ki Biz Süleyman`ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü, “Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin” dedi. (Sad/34, 35) Zekeriyya Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan, amcaoğullarımdan] endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Yakub ailesine de miras olacak bir veliy [yakın, yardımcı] bağışla. Rabbim, onu sen rızanı kazanan biri kıl!” (Meryem/3- 6) Orada Zekeriyya, Rabbine yakardı: "Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz sen, duayı en iyi işitensin" dedi. ‘Âl-i Imran/38) İsa Meryemoğlu İsa; "Allah`ım, Rabbimiz, bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir ayet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızklandır. Ve sen rızklandıranların en hayırlısısın!" dedi. (Maide/114) Muhammed Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! (Müminun/97) Ve de ki: "Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Ve Sen merhametlilerin en hayırlısısın." (Müminun/118) MÜMİNLERİN YAPTIKLARI DUA ÖRNEKLERİ: O kişiler ki, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi Ateş’e girdirisen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zalimleri için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi ebrar [iyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin." (Âl-i Imran/191-194) Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah’ı anın, tıpkı babalarınızı andığınız gibi. Hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Ve onun için ahirette bir nasip yoktur. Yine onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve ahirette de bir güzellik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır. (Bakara/200, 201) O kişiler ki, “Rabbimiz! Biz inandık, iman getirdik, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” derler. (Âl-i Imran/17) Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sen bizim Mevlamızsın. Ve de kâfir kavimlere karşı yardım et bize. (Bakara/286) FİRAVUNUN KARISININ DUASI: Allah, inananlara da Firavun’un karısını örnek gösterdi. Bir zaman o demişti ki: “Rabbim! Bana nezdinde cennetin içinde bir ev yap, beni Firavundan ve onun işinden kurtar. Ve beni şu zalimler toplumundan kurtar!” (Tahrim/11) Kur’an’da Allah’ın “Rabb” sıfatının geçtiği daha birçok dua örneği mevcuttur. Bu dualardan biri de müminlerin cennette, suçluların ise cehennemde “Rabbim!” diyerek ettikleri duadır. İblis’in aynı hitapla başlayan duaları da yine Kur’an’da yer alan dualar arasındadır: [İblis] “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt [beni karşında tut / mühlet ver]” dedi. (Sad/79) O [İblis]; “Rabbim! Öyle ise onların yeniden dirilecekleri güne kadar beni karşında tut [bana mühlet ver]” dedi. (Hicr/36) Allah’a Esma-i Hüsna’sındaki özel isimleri ile dua etmek de mümkündür. Mesela bir kişi: * Hasta ise “Ya Şafi [ey şifa veren]!” * Geçim sıkıntısı çekiyorsa “Ya Rezzak [rızk ihsan edici, tekrar tekrar, bol bol rızk veren]!” * Günahlarının bağışlanmasını istiyorsa “Ya Gaffar [günahları tekrar tekrar, çokça bağışlayan]!” * Tövbe ediyorsa “Ya Tevvab [tövbeleri çokça kabul eden, çok tövbe fırsatı veren]!” * Ayıplarının örtülmesini istiyorsa “Ya Settara’l-uyub [ayıpları örten]!”, * Nimet ihsanı istiyorsa “Ya Vehhab [karşılıksız veren, sonu gelmeyen bağışların sahibi]!” şeklinde de dua edebilir. Allah’a bu isimleriyle dua etmek çok uygun bir davranıştır. العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh [Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]… |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
55enam, suresi |
|
|