hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 58.Sebe Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 25. April 2009, 09:59 PM   #1
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

22 - De ki: “Allah'ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar, göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O’nun için onlardan bir yardımcı da yoktur”.
23 – O’nun nezdinde şefaat, sadece O’nun izin verdiği kimseye fayda verir. Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman: "Rabbiniz ne dedi?" derler. Onlar: "Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok büyüktür.
24 - De ki: “Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırır?” De ki: “Allah! Ve şüphesiz ya biz, ya da siz kesinlikle bir hidayet üzerindeyiz veya açık bir sapıklık içindeyiz.”
25 - De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.”
26 - De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Ve O, Fettah’tır, Alîm’dir.
27 - De ki: “O'na ortaklar diye takıştırdıklarınızı bana gösterin bakayım! Hayır, hayır... Bilakis O, Azîz’dir, Hakîm’dir.”

Bu ayet gurubunda, Allah’a ortak olduklarını iddia ettikleri ilahlarını er meydanına çağırmaları için inkârcılara meydan okunmakta, bu inkârcıların inançlarındaki yanlışlıklar ve tutarsızlıklar bir bir ortaya konmaktadır.
Bu bağlamda; müşrikler tarafından Resulullah’a yöneltilen sorulara cevap verilerek bu sözde ortakların yerde ve göklerde zerre kadar ağırlığa malik olmadıkları; Allah’ın onlardan hiçbirini yardımcı ve destekçi edinmedi*ği; şefaatin [yardım ve desteğin] sadece Allah’ın izin verdiği kişilere fayda vereceği; inkârcıların kıyamet günü gerçeği itiraf edecekleri ama bunun hiçbir işe yaramayacağı; aslında rızkı verenin Allah olduğunu kendilerinin de bilip kabul ettikleri, buna rağmen çelişkili davrandıkları hatırlatılmakta ve ahiretin mutlak surette gerçekleşeceği bildirilmektedir.
İnsanlar Allah’a genellikle ilahları ve rableri olduğu için değil, ihtiyaçlarının karşılanması veya sıkıntılarının giderilmesi talebiyle ibadet ve dua ederler. Konumuz olan 22. ayette “De ki: Allah’ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın! Onlar, göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O’nun için onlardan bir yardımcı da yoktur” diye buyrularak zararları Allah’tan başka kimsenin defedemeyeceği inancı oluşturulmak istenmiştir.
Bunu başka bir ayette şöyle görmüştük:

Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O’ndan başka giderecek biri yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O’nun fazlını geri çevirecek biri yoktur. O, onu [lütfunu] kullarından dilediğine isabet ettirir. Ve O [Allah] çok yarlıgayıcı, çok merhametlidir. (Yunus/107)

Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabb’lerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir gurup, Rabblerine şirk koşarlar. (Rum/33)

O [Allah], geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneş’i ve Ay’ı emre amade kılmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O’nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız onlar, çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler, Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan [Allah] gibi [kimse] haber veremez. (Fâtır/13)
Ve eğer seni yalanladılarsa hemen de ki: “Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. Benim yaptıklarımdan siz uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” (Yunus/41)

De ki: “Ey kâfirler!
Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ Ben sizin yaptığınız ibadeti yapmam.
Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/ Siz de benim yaptığım ibadeti yapmazsınız.
Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibadeti yapıcı değilim.
Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/ Siz de benim yapmakta olduğum ibadeti yapıcı değilsiniz.
Sizin dininiz sadece sizin için, benim dinim de sadece benim içindir.” (Kâfirûn/1-6)

Ve Saat’in dikildiği günde, işte o gün ayrılırlar.
Şimdi iman etmiş ve salihatı işlemiş kimselere gelince, artık onlar bir bahçe içinde neşelendirilirler.
Şu küfredenlere, ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayanlara gelince, işte onlar azap içinde hazır bulundurulurlar. (Rûm/14- 16)

22. ayette konu edilen “sözde ilah”ların neler olduğu ise başka ayetlerde bildirilmektedir: Bunlar azizler, bilginler, rahipler, hahamlar, Meryem oğlu Mesih ve bu nitelik verilen şeylerdir. İnsanı insana kul eden herkes bu kavramın kapsamına girmektedir. Hatta hür*metine Allah’a yalvarıp durulan türbeler ve yatırlar da bunun içine girerler. Toplumumuzda birçok kimseden “Falanca türbeye gittim, filanca hazretlerine yalvardım, adakta bulundum, çocuğum oldu, kızım kocaya gitti, borçlardan, sıkıntılardan kurtuldum” şeklinde sözler duyulduğu herkesin malumudur.

İşte onlar [ilâh olduğunu iddia ettiğiniz şeyler]; hangisi Rabblerine daha yakın olmak için vesile arayarak yalvaran ve O'nun merhametini uman ve O’nun azabından korkan kimselerdir. Gerçekten senin Rabbinin azabı korkunçtur. (İsra/57)

Onlar, Allah’ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı kendilerine Rabler edindiler.. Oysa onlar sadece bir tek olan İlah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir. (Tövbe/31)

25. ayette konu edilen “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız” şeklindeki ifade daha evvel İsra/15’te de geçmişti.

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsra/15)

Pasajın tamamı dikkate alındığında, Allah’a kulluk ve ibadetin ille de ihtiyaçların karşılanması veya sıkıntılardan kurtulmak için değil, O’nun ilahlığı ve rabbliği gereği yapılmasına dikkat çekilmiştir.

28- Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar.

Müşrikler için yaptırılan açıklamalardan sonra teselli ve motive edilmek için peygamberimize “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar” diye hitap edilmiş ve onun sadece yaşadığı kente ve yaşadığı çağın insanlarına değil, kıyamete kadar tüm insanlığa elçi olduğu bir kez daha vurgulanmıştır. Burada vurgu Resulullah’ın kendi zatına olmayıp görevinedir:

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.” (A’raf/158)

Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)

De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?”. De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur'ân vahyolundu. Allah’la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem”. De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” (En’am/19)

Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan’ı [Ayırıcı’yı] indiren ne cömerttir [ne bol nimet verendir]! (Furkan/1)

Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman ediciler değildir. (Yusuf/103)

İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe olmayan toplanma günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir grup da cehennemdedir. (Şura/7)

Yüce Allah, elçisini, insanlara teşvik olsun diye müjde vermesi, tedbirli olsunlar diye uyarı yapması için göndermiştir:

Ey peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, kendi izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi yaptık]. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah’tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere, münafıklara itaat da etme, onların ezalarını bırak. Ve sen Allah'a tevekkül et. Vekil olarak da Allah yeter. (Ahzab/45-48)

De ki: “Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.” (A’raf/188)

Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tur’un [dağın] yanında da değildin. Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı [peygamber] gelmeyen bir kavmi uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde hemen, “Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine uysak ve müminlerden olsak” diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak… [orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik]. (Kasas/46)

Şüphesiz Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik [elçi yaptık]. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir. (Fâtır/24)

Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermedik de. (Sebe'/44)

Babaları uyarılmamış bu yüzden de kendileri gafil [duyarsız] bir kavmi kendisiyle uyarasın diye Aziz [çok güçlü], Rahîm’in [çok merhametlinin] indirdiği çok hikmetli Kur’an’a ant olsun ki sen, o gönderilenlerdensin [elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin. (Ya Sin/2- 6)

29- Ve onlar “Eğer siz doğrulardan iseniz bu vaat ettiğiniz ne zaman?” derler.
30- De ki: “Size günün miadı [belirlenmiş zamanı] vardır ki, ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.”

Bu ayetlerde Mekkeli müşriklerin “Bu vaat edilen [tehdit; dirilme, haşr, yargılama ve cezalandırma] ne zaman?” şeklindeki sorularına karşılık verilmektedir. Müşrikler vahiyle bildirilen kıyamet olgusunu sık sık gündeme getirir ve onun ne zaman gerçekleşeceğini öğrenmek isterlerdi. Rabbimiz bu sorularına karşılık vermekle beraber kıyametin zamanını gizleyerek onun gerçekleşme zamanının müşriklerin arzularına göre olmadığını, bu zamanın belli olduğunu, geciktirilmesinin veya erkene alınmasının söz konusu olmadığını bildirmektedir.

Sana, Saat'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A’raf/187)

O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler. (Şûra/18)

Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar. (En’am/116)

O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler. (Şura/18)

Günahlarınızdan sizi yarlıgasın ve sizi adı konmuş bir ecele [vadeye kadar ertelesin. Kuşkusuz Allah’ın eceli [takdir ettiği vade] gelince ertelenmez. Eğer bilseydiniz. (Nuh/4)

Ve Biz onu sadece belli bir süreye kadar erteliyoruz.
O gün geldiğinde O’nun [Allah’ın] izni olmadan hiç kimse konuşmaz. İşte o gün onlardan [insanlardan] bir kısmı bedbaht ve [bir kısmı da] mutludur. (Hud/104- 105)

31- Ve şu, inkâr eden kimseler, “Biz kesin olarak bu Kur’an’a inanmayız, ondan öncekine de...” dediler. Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Za’fa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü'minler olurduk” diyecekler.
32 - Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler.
33 - O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.

Bu ayetlerde Kur’an’a ve Allah’ın ondan evvel gönderdiği kitaplara inanmayanların ahiretteki halleri nakledilmektedir. Burada konu edilen kâfirler, öncelikle Mekkeli müşrikler olmakla beraber, ayetlerin mesajı tüm zamanların ve mekânların kâfirlerini de kapsamı içerisine almaktadır. Ahirete ilişkin bir sahneyle verilen bu mesaj, inkârcıların azabı görür görmez birbirlerini suçlayacakları şeklindedir.
Bu ahiret sahnesinde iki insan tipine yer verilmiştir: Bunlardan birincisi, zayıf düşürülüp güçlü sayılanlara uyan [Liderlerine, başkanlarına, yönetici ve ulularına körü körüne tabi olan ve onlara karşı hiçbir nasihatçiyi dinlemeye hazır olmayan sıradan] kimselerdir. İkincisi ise kendi güçlülüklerine, büyüklüklerine inanmış önder, öncü kimselerdir.
Zayıf düşürülmüş olanlar, büyüklük taslayanlara:
“Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü'minler olurduk” derler.
Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülmüşlere:
“Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler.
Büyüklük taslayanların bu mazeretini şöyle yorumlayabiliriz: Onlar, suçu kendilerine yıkmaya çalışan sözde zayıf düşürülmüşlere itiraz edip kendilerinin işin bahanesi olduğunu, aslında diğerlerinin inançları ve yaşam tarzları konusunda etkili olmadıklarını dile getirmektedirler.
Zayıf düşürülenler ise“Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz” diyerek onları suçlamaya devam etmektedirler.
Ahirette liderler ile onlara tabi olanlar arasında geçeceği belirtilen tartışmalara birçok surede yer verilmiştir:

(Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız- tanımadığınız] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. (Allah) “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der].
Öncekiler de sonrakilere, “Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın” dediler [derler]. (A’raf/38, 39)

Onlar, toplu olarak Allah için ortaya çıktılar. Sonra da zayıf olan kişiler, büyüklük taslayan kişilere: " Şüphesiz bizler, sizlere uyan kimseler idik. Peki şimdi siz, Allah'ın azabından bir şeyi bizden savar mısınız?" dediler. Onlar: "Allah, bize kılavuz olsaydı biz kesinlikle size kılavuz olurduk. Bizler sızlansak ya da sabretsek birdir. Bizim için kaçacak herhangi bir yer yoktur” dediler. (İbrahim/21)

Haklarında Söz gerçekleşen kimseler; “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere tapmıyorlardı” derler. (Kasas/63)

O gün yüzleri ateş içinde çevrilirken “Ah keşke Allah’a itaat etseydik ve Elçi’ye itaat etseydik!” derler.
Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.” (Ahzab/66- 68)

Ve ateş içinde tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: “Şüphesiz bizler size uyan kimseler idik. Şimdi siz bizden, ateşten bir bölümü savabiliyor musunuz?" derler.
Büyüklük taslayanlar: “Şüphesiz hep onun içindeyiz. Şüphesiz Allah, kullar arasında hükmünü vermiştir” dediler. (Mümin/47, 48)

Müstaz’aflık bir mazeret değildir. Allah’ın arzı geniştir:
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (4. November 2010)
Alt 25. April 2009, 09:59 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.076
Tesekkür: 3.618
1.093 Mesajina 2.442 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Şu, kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri kimseler; Onlar [melekler], "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik." derler. Onlar [Melekler]: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?" derler. Artık, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayanların haricindeki işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir. (Nisa/97, 98)

Sonra da hepsi pişmanlıklarını gizlerler. Ne var ki, iş işten geçmiştir. Son halleri “Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar” ayetindeki gibidir. Bu ifade aynı zamanda onların kendi amellerinin cinsiyle cezalandırılacaklarını da göstermektedir. Şöyle ki, dünyadayken boyunları halkalı idiler, ahirette de boyunlarına demir halkalar takılacaktır.
Bu tasvir Ya Sin suresinde de geçmektedir:

Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki onlar çenelerine kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış olanlardır.
Ve biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz kendilerini sarmışızdır. Artık onlar görmezler.
Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar. (Ya Sin/8–10)

Ya Sin/8’de geçen “ مقمحونmukmehûn” sözcüğünün mastarı olan “ إقماح ikmah”, “başı kaldırıp gözü yummak” demektir. Rabbimiz bu sözcükle inatçı kâfirlerin bir tiplemesini yapmış, bu tiplerin yapılan daveti reddettiklerini gösterir anlamda başlarını arkaya doğru kaldıran kibirli insanlar olduklarını bildirmiştir. Bu tipe giren kişilerin onca delili görmemelerine, incelememelerine ve kabul etmemelerine sebep olan kibir ve inatları ise boyunlarının içindeki demir halka ile simgeleştirilmiştir.
İnanmayacak olanların gerçekleri göremez, geçmişten ders almaz, geleceği düşünmez olarak burunlarını havaya dikmiş durumları, bir başka ayette de şöyle dile getirilmiştir:

Biz onlara karinleri [bir takım yakınları, yani İblislerini] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinn ve insten [herkesten], kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan Söz, onların üzerine hakk oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. (Fussılet/25)


Fussılet/25’ten de anlaşılacağı gibi, inanmayacak olanların önlerindeki ve arkalarındaki set, aslında çevrelerindeki bir takım yakınların [İblislerinin] olan biteni onlara süslü göstermeleri ve onların da tutkuları yüzünden bu süse yatkın olmaları durumudur. Buradan da onların süslü gösterilen mallar, makamlar, oğullar sebebiyle burunlarını havaya kaldırıp gerçekten uzaklaşmamaları ve tutkularından kurtulup akıllı davranmaları hâlinde kendilerini kurtarabilecekleri anlaşılmaktadır.
34 – Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın varlık ve güç sahibi şımarık önde gelenleri: “Biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri [mesajları] inkâr edicileriz” dediler.
35 - Ve yine dediler ki: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba uğrayacaklardan değiliz.”

Bu ayetler Resulullah’ı teselli ederken aynı zamanda değişmez bir gerçeği de ortaya koymaktadır: İlahi mesajlara karşı çıkanlar, daima düzenlerinin bozulmasından korkan şımarık zenginlerin ileri gelenleri, makam ve mevki sahipleridir. Bu, ilk kez Resulullah ile yaşanan bir olay değildir; öteden beri devam edip gelen bir olgudur. Bu tür kimseler, maddî anlamda başarılı bir hayatın insanın “doğru yolda olduğu”nu gösteren bir kanıt olduğu fikrindedirler. “Biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri [mesajları] inkâr edicileriz” diyen bu kimseler, meseleye “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba uğrayacaklardan değiliz” şeklinde bakmaktadırlar. Bakış açıları bu olan kişilerin doğruyu bulamamaları bu nedenledir.

المترفMÜTREF: Bu sözcük, “nimet ve rahat yaşamın şımarttığı, azdırdığı kişi” demektir. (Lisanü’l-Arab; c. 1, s. 605, “trf” mad.)

İlahî mesajları tebliğ etmeye girişen peygamberlere ilk karşı çıkanların daima servet, nüfuz ve yetki sahibi zenginlerin [mütref, mele, ekâbir] olması, Kur’an’ın birçok kez dile getirdiği bir olgudur:

Onlar: “Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler. (Şuara/111)

Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler. (Hud/27)

Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?” [Onlar da,] “Kesinlikle biz o'nunla gönderilene inananlarız [inanıyoruz]!” dediler.
O büyüklük taslayan kimseler, “Biz, sizin inandığınızı kesinlikle inkâr edenleriz [ediyoruz]!” dediler. (A’raf/75- 76)

Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? (En’am/53)

Ve Biz böylece, her kentte ileri gelenleri, orada hileler çevirsinler diye oranın suçluları yaptık. Hâlbuki bunlar, kötülüğü yalnızca kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar. (En’am/123)

Ve Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine emrederiz de onlar orada fasıklık ederler. Artık oranın üzerine Söz hakk olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz. (İsra/16)

Onlar, kendilerini hayırlarda koşturalım diye, kendilerine maldan ve oğullardan bir şeyler vermekte olduğumuzu mu sanıyorlar? Bilakis, işin farkına varamıyorlar. (Mü'minûn/55- 56)

Öyleyse onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Ancak Allah, bunlarla, onları basit yaşamda cezalandırmak, onlar kafir iken benliklerini çıkarmak istiyor. (Tövbe/55)

Benimle, tek olarak yarattığım kişiyi baş başa bırak!
Hesapsız bir mal verdim ona.
Şahitler olarak oğullar verdim.
Alabildiğine imkânlar döşedim onun için.
Tüm bunlardan sonra hırs ile Benim daha da arttırmamı istiyor.
Hayır… Hayır… Olmaz öyle şey! O bizim ayetlerimize karşı bir inatçı kesildi.
Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım. (Müddessir/11- 17)

36 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim dilediği kimseye rızkını genişletir ve ölçülendirir. Fakat insanların çoğu bilmezler."

Bu ayette şımarıklara cevap verilmektedir. Kendilerini şımartan nimetler Allah tarafından verilmektedir ama onlar bunun niçin verildiğini bilmemektedirler. Allah dilediğine döşeyiverir, dilediğine de ölçülü, sınırlı verir. Bu bir imtihan vesilesidir; şımarma aracı değildir. Mal ve evladı çok olan seviliyor da az olan sevilmiyor diye bir durum söz konusu değildir. İnsanların yaşam şartlarındaki bolluk ya da darlık Allah’ın meşietinden [dilemesinden] kaynaklanmaktadır. Ayetin son cümlesi olan “Fakat insanların çoğu bilmezler” ifadesi, insanların bu dünyada rızık ve nimetlerin paylaştırılma esasının hikmetini anlamadıklarına işaret etmektedir.

Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür. (İsra/21)

37 – Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve salihatı işlerse, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.
38 – Ve şu, ayetlerimiz hakkında aciz bırakmak için yarışanlar; azap içinde hazır edilenlerdir.

Bu ayetleriyle Rabbimiz, tüm kullarını akıllarını başlarına almaları için uyarmaktadır. Mal, mülk, makam, mevki, Allah katında “iyi” olmak için birer ölçüt değildir. Ancak inanan ve salihatı işleyenler, ödüllerini ve yaptıklarının karşılıklarını kat kat alıp güven içinde safa süreceklerdir. Allah’ın ayetlerine karşı direnenler ise azap içinde bekletileceklerdir.
İnsanları Allah’a yaklaştıran şey mallar ve evlatlar değil, bilakis iman etmek ve salihatı işlemektir. Salihatı işlemenin yollarından bir tanesi de malları Allah yolunda infak etmek, evlatları bu uğurda yetiştirmektir. Böyle olunca mallar ve evlatlar da Allah’a yaklaştırıcı birer araç olurlar.
32. ayetteki “kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır” ifadesiyle iyiliğin karşılığının kat kat artırılacağı vurgulanmaktadır. Bu artışın ne oranda olacağı ise başka ayetlerde belirtilmektedir:

Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (En’am/160)

Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah Vâsi’’dir, Alîm’dir. (Bakara/261)

39 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim kullarından dilediği kimse için rızkını hem genişletir ve onun için ölçülendirir. Ve siz her ne şeyden infak ederseniz hemen O, arkasını getirir. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

Bu ayette 37. ayet biraz daha açılarak Allah’ın -bir imtihan vesilesi olarak- rızkı dilediğine döşediği, kimine de ölçülü verdiği bildirilmektedir.

İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse: "Rabbim beni üstün kıldı" der.
Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni aşağıladı" der. (Fecr/15, 16)

Verilen nimetlerin infakı halinde Rabbimiz hemen onu takviye etmekte, arkasını getirmektedir. Çünkü Yüce Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır, onun verdiği en hayırlı olandır. Ki O, zamanında verir, ölçülü verir, geri almaz, başa kakmaz, hesapsız verir.

Sen Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; Sen ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğine de hesapsız rızık verirsin. (Al-i Imran/27)

Ve insanların malları içinde artsınlar diye ribadan verdikleri, Allah yanında artmaz. Allah'ın yüzünü [rızasını] dileyerek zekâttan verdikleriniz... İşte o kimseler, kat kat arttıranların ta kendileridir. (Rum/39)

Bu ayetler aynı zamanda dünya hayatında yapılan harcamaların Allah’a itaat yolunda olması halinde, har*cananın mislinin dünyada verileceğine de işaret etmektedir. Eğer dünyada verilmezse ahirette mutlaka verilecektir.

40 – Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
41 – Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler.
42 – Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” deriz.

Bu ayetlerde mahşer günündeki hesap verme aşamalarından bir sahne yansıtılmaktadır. O gün Allah akılsızların Allah’ın astlarından kulluk ettikleri meleklere [güçlere]: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecek, onlar da “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” diyerek işin gerçeğini açıklayacaklardır. Bilindiği gibi, ilk çağlardan beri her dönemde müşrikler kendi hayallerindeki melekleri tanrı ve tanrıça edinmişler ve putlarını yapıp onlara tapmışlardır. Birisi yağmur tanrısı, diğeri rüzgâr tanrısı, bir diğeri zenginlik tanrıçası, bir diğeri bereket tanrısı, bir diğeri sağlık tanrısı, bir diğeri de ölüm tanrısı olarak kabul edilegelmiştir.
Bu sahne böyle yaşanınca Rabbimiz de “Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” diyecektir.

Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der. (Furkan/17)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu İsa, sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [İsa], Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri bilen yalnız Sensin, Sen! (Mâide/116)

Onlar, Allah’ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar. (Nisa/117)

Ayette konu edilen “zulmetmiş kişiler” şirk koşanlardır:

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

125- Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle Allah, ricsi [pisliği; zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine kılar [bırakır, atar]. (En’am/125)

43 – Ve kendilerine açık deliller halinde ayetlerimiz okunduğu zaman onlar: “Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır” dediler. Ve: “Bu [Kur'ân] uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir” dediler. O küfretmiş olan kimseler kendilerine hak geldiği zaman: “Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” dediler.
44 – Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermedik de.
45 - Onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Hem bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine/binde birine bile erememişlerdi. Buna rağmen elçilerimi yalanladılar. Peki, Beni inkâr ediş nasıl oldu?

Bu ayet gurubu, Mekkeli kâfirlerin durumunu ve Resulullah’a karşı takındıkları tavrı ortaya koymaktadır. Müşrikler, ellerinde herhangi bir kanıt olmadan, okuyup inceleyebilecekleri, yani atalarından devraldıkları bâtıl inanç ve uygulamaları desteklemek için başvuracakları bir kitap yok iken, herhangi bir elçiden öğrenilmiş bilgi olmadan “Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır” ve “Bu [Kur'ân] uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir”, “Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” deyip durmuşlardır. Geçmiş kavimler de elçileri yalanlamışlardı ama o kavimler bunların tanık olduğu ayetlerin [mucizelerin] onda birini bile görmemişlerdi. Böyle olmasına rağmen yine de yalanlamaktadırlar. Bu durumları, atalarının yoluna ne ölçüde bağlı olduklarının da bir ölçüsüdür.
Atalar dinine bağlı kalmak, o toplumun değişmesinin, gelişmesinin önündeki en büyük engel, ayaklara takılmış prangalardır. Rabbimiz elçi göndererek, kitap indirerek bu zincirleri çözmeyi, insanları özgürleştirmeyi, değişimi ve gelişimi amaçlamıştır.

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber’e, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A’raf/157)



Atalar dinine, geçmişin yanlış uygulamalarına bağlı kişi ve toplumlar tarih sahnesinde varlıklarını sürdürememişler, helak olup gitmişlerdir. Bu, Allah’ın değişmez sünnetidir:

Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler, “Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak [çok tuhaf] bir şey!” dediler.
Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler [ve dediler ki]: “İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten, istenen [sizden beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka bir] dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.– (Sad/4- 8)

45. ayetteki “Onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Hem bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine/binde birine bile erememişlerdi. Buna rağmen elçilerimi yalanladılar. Peki, Beni inkâr ediş nasıl oldu!” şeklindeki ifade ciddi bir tehdit içermektedir. Bu tehdidi şöyle anlayabiliriz: “Onlar kendilerinden ekonomik açıdan, sosyal açıdan daha güçlü olanların helak edildiğini görmediler mi? Onlar inkârları, yalanlamaları yüzünden helak edilmişlerdi. Bunlar kurtulabilirler mi? Yalanlarlarsa yalanlasınlar! Kendileri bilirler... Geçmişte inkâr edenlerin sonu nasıl oldu, bir düşünsünler!”
Burada müşriklerin Allah’ın elçisine karşı takındıkları tavır konu edilmektedir:

Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım; fikir sancısı çekiyorum]’ dedi. (Saffat/86)

Onlar: “Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, hadi o bizi tehdit edip durduğun azabı hemen getir!" dediler. (Ahkaf/22)

Yoksa Biz onlara bir sultan [delil] indirmişiz de o [delil], onların O'na [Allah’a] ortak koştukları şeyleri mi söylüyor? (Rum/35)

Yoksa Biz kendilerine bundan önce bir kitap verdik de şimdi onlar, ona mı tutunuyorlar? (Zuhruf/21)

Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine fayda vermedi. (Mü’min/ 82)

46 - De ki: “ Ben size sadece bir tek; Allah için ikişer ikişer, üçer üçer ve teker teker kalkmanızı, sonra da arkadaşınızda [Muhammed’de] delilikten bir şey olmadığını, onun, sadece şiddetli bir azabın önünde, sizi sakındıracak bir uyarıcı olduğunu düşünmenizi öğütlüyorum.”
47 - De ki: “Benim sizden istediğim ücret; işte o sizin içindir [sizin Allah’a yaklaşmanızdır]. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ve O, her şeye şahittir.”
48 - De ki: “Şüphesiz benim Rabbim, hakkı yerli yerine koyar. O, gaybları en iyi bilendir.”
49 - De ki: “Hak [Kur’an/ Kur’an’ın içerdiği gerçekler] geldi. Ve batıl başlatamaz ve geri getiremez.”
50 - De ki: “Eğer ben sapmışsam, artık yalnızca kendi zararıma saparım. Ve eğer hidayeti bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Şüphesiz O, Semi’’dir, Karîb’dir.”

Bu ayet gurubunda; mesnetsiz, bilgisiz ve güçsüz olmalarına rağmen atalarının dinine bağlı kalıp Allah’ın ayetlerini, elçiyi yalanlayanlara çok sayıda mesaj verilmektedir. Rabbimiz, elçisine öncelikle görevini hatırlatarak müşriklere kendisinin uyarıcıdan başka bir şey olmadığını, onlardan karşılık olarak herhangi bir ücret talep etmediğini, talebinin onların iyiliğe erişmeleri olduğunu, kendi ücretinin Allah’a ait olduğunu; çıkar hesaplarından ve önyargılardan soyunarak Allah için samimiyetle ikili, üçlü veya dörtlü gruplar halinde kafa kafaya vererek etraflıca bu hususları düşünmelerini öğütlemesini buyurmaktadır.
Bunlardan başka, Allah’ın hakkı yerli yerine koyduğu, gaybleri bildiği, hak gelince batılın kaybolup gittiği ve tekrar geri gelmeyeceği, elçinin kendisinin dahi bu ilahi mesaj sayesinde doğru yolu bulduğu bildirilmektedir. Rabbimiz “De ki” hitabıyla elçisinden bütün bu hususları insanlara bildirmesini istemekte ve bu tebliği ona bir görev olarak yüklemektedir.
Ayetteki “Benim sizden istediğim ücret; işte o sizin içindir [sizin Allah’a yaklaşmanızdır]. Benim ecrim ancak Allah'a aittir” ifadesi, "Ben sizin kurtuluşunuzdan başka hiçbir şey istemiyorum, benim ücretim sizin ıslah olmanızdır" anlamındadır. Bu husus başka ayetlerde şöyle ifade edilmiştir:

Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.
De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.” (Furkan/56, 57)

İşte bu, Allah iman eden, salihatı işleyen kullarına müjdelediği şeydir. -De ki: “Ben onun üzerine [bu tebliğime karşı] sizden yakınlıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.”- Ve her kim bir iyilik/ güzellik yaparsa biz onun için onda iyiliği/güzelliği artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, karşılığını verendir. (Şura/23)

Yusuf/104, Şuara/109, 127, 145, 164, 180, Sebe/47, Ya Sin/ 21, Sad/86, Yunus/72, Hud/29, 51, Şûra/23, Kalem/46, Tur/40 ayetlerinden de görmekteyiz ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiştir. Dolayısıyla, peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi mümkün değildir. Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa Kur’an’dan öğrendiğimize göre, peygamberimiz sadece bu tür önyargıları kökünden baltalamakla kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.
Bütün bu bilgilerin ışığında meseleyi şöyle özetleyebiliriz:
Peygamberimizin elçilik görevini yerine getirmekten tek beklentisi, Allah'ın ona vereceği ödül, insanların doğru yolu bulmaları ve Allah'a yaklaştıran sevgi olacaktır.

Sana iyilikten-güzellikten isabet eden şeyler, işte Allah’tandır. Sana kötülükten isabet eden şeyler de senin kendindendir. Ve Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. Şahit olarak da Allah yeter. (Nisa/79)

49. ayetteki “Hak [Kur’an/ Kur’an’ın içerdiği gerçekler] geldi. Ve batıl başlatamaz ve geri getiremez” ifadesi, Enbiya/18’le daha da açılmıştır:

Bilakis Biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [batıl] yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun! (Enbiya/18)

Ve de ki: “Hakk geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olup gider.” (İsra/81)

51 – Ve sen onları korkuya kapıldıkları zaman bir görsen; artık kaçamak yoktur. Ve yakın bir yerden yakalanmışlardır.
52 – Ve onlar: “O’na iman ettik” dediler. Fakat onlar için uzak bir yerden el sunmak [ulaşabilmek] nerede?
53 – Hâlbuki daha önce [dünyada] O’nu kesin inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı.
54 - Artık tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzularının arasına set çekilmiştir. Şüphesiz onlar endişe veren bir şüphe içinde idiler.

Bu ayetlerde Resulullah’a hitap edilerek yalanlayıcıların iş işten geçtikten sonraki yeis ve beis halindeki durumları ortaya konmaktadır:
Onlar yakalanmış ve tutuklanmışlardır. Artık “inandık, inandık!” diye feryat etmektedirler. Ne var ki, her şey bitmiş, iman etmenin işe yaramayacağı bir dönem başlamıştır. Önceki yalanlayıcılara da yapıldığı gibi, arzu ve istek defteri kapatılmış, sıra hesabın alınmasına gelmiştir.
Müşriklere yönelik tehditler içeren bu ayet grubunda önce kıyamet gününe, sonra da müşriklerin düşeceği kötü duruma değinilmektedir. “Hâlbuki daha önce [dünyada] O’nu kesin inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı” ifadesinegöre, Rabbimiz onların uzak bir yerden, yani dünyadan cahilce atıp tutarak ahireti yalanladıklarına işaret etmektedir. Onların bu hallerini Secde/12’deki “Ey Rabbimiz! Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim, biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz” şeklindeki pişmanlıklarıyla birlikte değerlendirdiğimizde, henüz dünyadayken gayb [ahirette kendilerini bekleyen gelecek] hakkındaki bu yaklaşımlarının nasıl bir atıp tutma olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
“Artık tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzularının arasına set çekilmiştir” ifadesi, peygamberleri yalanlayan geçmiş kavimlerin başından geçen hallere bir atıftır. Allah'ın azabı üzerlerine çöktüğünde bu toplumlar da iman etmeyi istemişler, ancak bu istekleri kabul edilmemişti:

Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler: “Allah’ın birliğine inandık ve O’na şirk koştuğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler.
Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. -Allah’ın, kulları hakkındaki sürüp giden tutumu [kanunu]... -İşte o kâfirler burada hüsrana düştüler [kaybettiler, zarara uğradılar].” (Mü’min/84, 85)

Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde, "Rabbim, terk ettiğim şeylerde salihi işlemem için beni geri döndür” dedi. Hayır… Hayır… Bu, şüphesiz onun söylediği bir sözdür. Onların tekrar diriltilecekleri güne kadar onların arkalarında bir engel vardır. (Mü’minun/99, 100)

Kur’an’ın bu konudaki mesajlarından anlaşılan, inkârcıların yeniden dirildikleri andan itibaren bu dünyaya dönme veya yeniden iman edecekleri bir hayatı yaşama arzularının kesinlikle yerine getiril*meyeceğidir.
Allah doğrusunu en iyi bilendir.





العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh

[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…

dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (4. November 2010)
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
58sebe, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 04:06 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam