![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
ÂYETTEKİ “ÖNCEKİLER ve SONRAKİLER”İN KİMLİĞİ:
Klâsik kaynaklar, öncekiler tabiri ile Âd ve Semûd kavimlerinin, sonrakiler tabiri ile de Lût, Şu‘ayb ve Mûsâ kavimlerinin [Firavun ve ordusunun] kastedildiğini ileri sürmüşlerdir. Bize göre ise öncekiler, bu âyet inmeden önceki dönemlerde yaşamış olan Âd, Semûd, Lût ve Şu‘ayb’ın kavimlerini, Firavun ve avenesini, Ashâb-ı Uhdud ve Ashâb-ı Fîl gibi grupları; sonrakiler ise bu âyetler indikten sonra yaşayacak olan ilerideki inkârcıları işaret etmektedir. 17. âyette söz konusu olan bazı kıraat [okunuş] farklılıkları da bizim ileri sürdüğümüz tezi desteklemektedir. 20Biz sizi değersiz bir sudan oluşturmadık mı? 21,22Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk. 23Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz. 24O gün, yalanlayanların vay hâline! Bu pasajda bakışlar öncekiler ile ilgili örneklerden Kıyâmet sûresi’nin son bölümünde değinilen konuya, yani insanın kendisine çevrilmiş ve insanın yaratılışı Allah’ın varlığı ve kıyâmete kanıt gösterilmiştir. Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Âyette geçen, ماء مهين [mâin mehîn] ifadesi, “hakir, hor, az ve zayıf [değersiz] bir su” demek olup bununla erkeğin menisi kastedilmiştir. Aynı ifade bir başka âyette daha geçmektedir: 8Sonra onun soyunu bir özden, basbayağı bir sudan yapmıştır. 9Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz? (Secde/8,9) Âyette kastedilen “meni” ile insanın hammaddesi “sperm” arasında oldukça ilginç tezatlar mevcuttur. “Sperm”ler, içinde yüzdüğü “meni”nin sadece bir kısmı olmakla beraber meninin en temel maddesidir. Yumurtayı dölleyen sperm ise, 300–400.000.000 spermden sadece birisidir. Ne var ki, bu tek sperm, hemcinsleri arasında en hızlı yüzerek hedefe en erken ulaşan spermdir. Demek oluyor ki, insanın yaratılışı, hakir bir su olarak nitelenen meni‘nin ölçü bakımından hiç önemsenmeyecek bir miktarından, ama en değerli özünden olacak şekilde plânlanmıştır. Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk. KARÂRIN MEKÎN [SAĞLAM YER]: Gerçekten de Rabbimiz plânını öyle yapmıştır ki, hamilelik gerçekleştikten sonra doğuma kadar geçen süre içinde “zigot” ile başlayan süreç, çeşitli evrelerde ve çeşitli bölgelerde ama özel bir koruma ile devam etmektedir: Anne karnındaki cenin çok hassas bir varlıktır. Cenin eğer özel bir korunmaya sahip olmasaydı; sıcak, soğuk, ısı değişimleri, darbeler, annenin âni hareketleri cenine ya büyük bir zarar verecek, ya da cenini öldüreceklerdi. Annenin karnındaki üç bölge cenini tüm bu dış tehlikelere karşı korur. Bu bölgeler şunlardır: A) Karın duvarı, B) Rahîm duvarı, C) Amniyon kesesi. Kur’ân’ın indiği 7. asırda insanların amnion kesesinden haberleri yoktu… Cenin bu üç tabakanın koruyuculuğu altında kapkaranlık bir mekânda yavaş yavaş gelişimini sürdürür. Amniyon kesesi temiz, akışkan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı sarsıntıları emen koruyucu bir yastık gibidir, basıncı dengeler, amniyon zarının embriyoya yapışmasını engeller ve ceninin rahim içerisinde rahatlıkla dönmesini sağlar. Eğer cenin bu sıvı sayesinde rahatlıkla hareket edemeseydi, bir et kütlesi gibi yığılıp kalacak, devamlı bir tarafı üzerinde aylarca durduğu için yaralar vücudunu saracak ve birçok komplikasyon ortaya çıkacaktı. Ceninin her tarafının eşit biçimde ısınması da önemlidir. Sıvının ısıyı eşit dağıtması sayesinde dışarıdaki sıcaklık ne olursa olsun ceninin her yanı 31°C’lik sıcaklığa sahiptir. Yaratıcımız her aşamada her şeyi en ince şekilde ayarlamış, karanlıkların içinde her ihtiyacımızı karşılamış, bedenimizi dış dünyanın tüm zararlarından korumuştur. [24] BELLİ ÖLÇÜ/VAKİT: Buradaki, قدر معلوم [kaderin ma‘lûm] ifadesinin anlamı, sadece insanların bildiği belli bir ölçü/vakit değildir; aynı zamanda “Allah’ın bildiği bir ölçü/vakit” anlamını da içermektedir. İnsanların hamileliğe ait bilgileri kabataslaktır ve hiç kimse bir çocuğun anne karnında kaç ay, kaç gün, kaç saat, kaç dakika, kaç saniye kalacağını, doğumun tam vaktini ve çocuğun anne karnında ulaşacağı ölçüleri bilemez. Bu özellikler Allah tarafından tayin edilmiştir, yani ölçüler O’nun tarafından konulmuştur. Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz. Bu âyet, kıraat farklılıkları dikkate alındığında, “Biz onu biçimlendirdik, Biz ne güzel biçim verenleriz” şeklinde anlaşılıp çevrilebilir. Konu başka âyetlerde şöyle detaylandırılmıştır: 12-16Ve andolsun ki Biz, insanı seçilmiş bir çamurdan oluşturduk. Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyon oluşturduk. Sonra o embriyoyu bir et parçası oluşturduk. Sonra o bir et parçasını kemikler olarak oluşturdukk. Sonunda o kemiklere de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka oluşumda yeniden kurduk. İşte, oluşturanların en güzeli Allah ne cömerttir! Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından kesinlikle öleceksiniz. Sonra şüphesiz siz, kıyâmet gününde diriltileceksiniz. (Müminûn/12–16) 5Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki ne olduğunuzu size ortaya koymak için, şüphesiz Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur. Ve Biz, dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak, sonra da olgunluk çağına erişmeniz için çıkartırız. Bununla beraber kiminiz geçmişte yaptıkları ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırılır/öldürülür. Kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki sönmüştür; sonra Biz, onun üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. 6İşte bu, şüphesiz ki Allah'ın hak olması, şüphesiz sadece O'nun, ölüleri diriltmesi ve şüphesiz sadece O'nun her şeye en iyi güç yetiren olması nedeniyledir. (Hacc/5–6) Yukarıdaki âyetler, bu hayattan sonraki hayatın varlığına açık bir delil teşkil etmektedir. Yaptıklarının hesabını sormak ve karşılığını vermek için insanı çok basit bir sudan yaratan gücün, onu yeniden yaratmasının çok kolay olduğunu vurgulayan bu pasaj şu anlamı içermektedir: “Ey kâfirler! Sizi hiç yoktan, basit bir sudan başlayarak ahsen-i takvîm olarak yaratan Allah, ölümünüzden sonra sizi daha kolay, daha zahmetsiz yaratmaya kadirdir.” O gün, yalanlayanların vay hâline! Bu cümlenin içerdiği tehdit mesajı, konuyla ilgili diğer âyetlerin de delaletiyle şöyle açıklanabilir: “İnsanların ölümlerinden sonra dirileceklerine dair gösterdiğimiz delil ortada duruyor iken, yani onları topraktan, sonra nutfeden yarattığımız gerçeği herkes tarafından biliniyor iken, onlar [kâfirler] ölümden sonra dirilişi hâlâ yalanlamaktadırlar. Yalanladıkları o müthiş gün geldiğinde, o günün kendileri için bir felâket günü olduğunu açıkça göreceklerdir.” 25,26Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı? 27Orada sapasağlam yüksek dağlar oluşturduk ve size tatlı sular içirdik. 28O gün, yalanlayanların vay hâline! 20–24. âyetlerden oluşan pasajda insanın kendi yapısına çekilmiş olan dikkatler, 25-28. âyetlerden oluşan pasajda ise insanların üzerinde yaşadığı yeryüzüne çekilmiştir. Bu âyetler, ilk bakışta sadece tarıma dayalı hayat süren insanların hayatlarının düzenlenmesini ve bu düzenin kusursuzluğunu göstermeye yönelik imiş gibi görünüyorsa da, bugünün bilgili insanları için de birçok mucizeler içermektedir. Çünkü bu âyetler, Allah’ın bu gezegende insanın yaşamasını düzenleyen plânını ve yeryüzünün bu hayatı mümkün kılacak şartlarla donatıldığı gerçeğini sergilemektedir. Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı? 21. âyette insanın dünyaya gelmeden önceki yurdunu [ana rahmini] قرار مكين [karâr-ı mekîn] [sağlam yer] olarak niteleyen Rabbimiz, insanın doğum sonrasındaki hayatını sürdürdüğü ikinci yurdunu كفاة [kifât] sözcüğü ile nitelemiştir. Kifât sözcüğü, “küçük çömlek, çanak, tencere, kazan” anlamındaki kift sözcüğünden türemiştir. Sözcüğün mastarı, “bir yere bir şeylerin toplanması ve orada tutulması” anlamına gelir. Hırsızların çaldıkları malları sakladıkları dağdaki mağaraya kâfit denir. Medine’deki “Bakiu’l-Ğardad” denilen mezarlığa da ölüler defnedildiği için kefte denir. Kifât ise, “yeryüzünde bir şeylerin biriktirilip korunduğu yer” anlamındadır. [25] Yeryüzünün bu sözcükle nitelenmesi, yine Rabbimizin şanına uygun ifadelendirmelerinden birini ortaya koymaktadır. Çünkü canlı ve cansız tüm varlıkları üzerinde bulunduran yeryüzü, hem canlıların hayatlarını sürdürmeleri bakımından her türlü koşulu taşımakta, hem de onları yaşamlarından sonra da sinesinde barındırmaktadır. Yani, milyonlarca yıldan beri bitki, hayvan, insan gibi her türlü yaratığı kucağında yaşatan, onların yaşam ihtiyaçlarını karşılayan, onlara hazinelerinden sürekli imkânlar aktaran yeryüzü, bütün bu yaratıkları yaşamlarından sonra da bağrında saklayabilmektedir. Yeryüzündeki bu benzersiz düzen, bir taraftan Rabbimizin eşsiz plâncılığını gözler önüne sermekte, diğer taraftan da âhiretin mümkün ve makul olduğunun başka bir delilini teşkil etmektedir. 25–26. âyetlerle ilgili olarak Râzî’nin açıklamaları da kayda değer niteliktedir: Buna göre adeta, “Biz yeryüzünü, canlıları, cansızları bağrına basan olarak bu biçimde yaratmadık mı?” denilmek istenmiştir. Yahut da bu ifadeler, kifâten kelimesinin delâlet ettiği nekfitü [toplarız, cem ederiz] fiili ile mensupturlar. Buna göre mana, “Biz sizleri, canlılar ve ölüler olarak bir araya toplarız” şeklinde olur. Bu durumda da bu iki kelime, mef‘uI zamirinden [nekfitkum=sizi… toplarız] ’dan hâldir. Dil bakımından yapılacak açıklama bundan ibarettir. Manaya gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Yeryüzü, canlıları sırtında [üzerinde] , ölüleri de karnında [içinde] bir araya getirir. Buna göre mana, “Diriler, evlerinde otururlar, ölüler de kabirlerine gömülürler” şeklinde olur. İşte bundan dolayı Araplar yeryüzüne, “ana” adını vermişlerdir. Çünkü yeryüzü, insanları bağrına basması açısından, tıpkı çocuğunu bağrına basıp onun işlerini uhdesine alan bir anne gibidir. İnsanlar yeryüzünde bir araya gelip onun sinesinde birleştikleri için, yeryüzü de âdeta o insanları bağrına basmış gibi olur. 2) Yeryüzü, canlılardan ayrılan o pisleri, şeyleri kendisinde topladığı için canlıların kifât’ı, yani derleyip toplayıcısı olarak kabul edilmiştir. Ama yeryüzünün, insanlar onun üzerinde olmaları halinde, canlıları toplaması meselesine gelince, hayır; buna kifât adı verilmez. 3) Yeryüzü, insanın yeme-içme gibi ihtiyaçları hususunda kendisine muhtaç olduğu şeyleri kapsayan bir mahal olduğu için “canlıların toplayıcısı” [kifât’ı] olarak addedilmiştir. Çünkü bütün bunlar yerden biter. Zararlı şeyleri def etmeye elverişli, mamur ve derli-toplu binalar da, yeryüzünde ve oradan inşa edilmişlerdir. 4) Âyetteki ahyâen ve emvâten kelimelerinin manası yerle ilgilidir. Buna göre diriler, yerin bitirdiği şeyler; ölüler de bitirmediği şeyler olmuş olur. [26] Orada sapasağlam-yüksek dağlar kıldık ve size tatlı sular içirdik. Bu âyette hem dağlara hem de hayatın devamı için gerekli olan tatlı suya dikkat çekilmiştir. İnsanın yaşayacağı dünya ortamıyla ilgili düzenlemeler başka âyetlerde de dile getirilmiştir: 15,16Ve Allah size sofra olması için yeryüzünün içinde sabit-sağlam dağlar, ırmaklar ve siz kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye yollar ve daha nice âlametler bıraktı. Ve Onlar yıldızlarla/ Kur’ân âyetleri öbekleriyle yollarını bulurlar. (Nahl/15,16) 6,7Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı? (Nebe/6–7) 27-33Oluşturuluşça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/ yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi. (Nâziât/27–33) 33Ve O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı oluşturandır. Hepsi bir yörüngede yüzmektedir. (Enbiyâ/33) Doğrulukları bilimsel olarak ancak yakın bir tarihte anlaşılan bu özellikleri 14 asır öncesinden bildiren bu âyetler, Kur’ân’ın mucizeliğini tartışmasız bir şekilde ortaya koymaktadır. Gerek dağlar ve özellikleri, gerekse tatlı su, suyun ilk oluşumu ve tabiattaki çevrimiyle ilgili bazı bilgileri, Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize adlı eserden aktarmakta yarar görüyoruz: Yeryüzünü bir döşek yapmadık mı? Dağları da birer kazık? (Nebe/6–7) Kur’ân’da birçok âyette dağlardan bahsedilir. İncelediğimiz âyet, bu âyetlerden biridir ve dağları kazıklara benzetmektedir. Bu benzetmenin mucizevî yönünü ancak son yüzyıldaki jeolojik bulgulara dayanarak anlayabiliyoruz. Dağların yeryüzünde görünen kısmından çok daha büyük olan kökleri, yerin altında görünmez bir durumdadır. Dağların yerin altındaki kökleri, dağın görünen kısmının 10–15 katına kadar çıkabilmektedir. Örneğin dünyanın en yüksek noktası olan Everest Tepesi, yerin 9 km. kadar üstündedir, oysa bu noktanın yerin altındaki kökü 125 km. civarındadır. Bir kazığın fonksiyonlarını yerine getirmesi için kazığın yerin altına saplanan kökü nasıl çok önemliyse, aynı şekilde dağ için de yerin altındaki kökü çok önemlidir. Kıtaların üzerindeki dağların kökü olduğu gibi, denizlerde de dağlar vardır ve bunların da kökü vardır. Dağların volkanik kayalardan veya tortulardan oluşması gibi farklılıklar vardır, fakat dağların kökünün olduğu gerçeği hep aynıdır. Dağların kökü Arşimet Kanunları çerçevesinde dağların görünür kısmına destek olmaktadır. Değil Peygamberimizin döneminde, bundan birkaç yüzyıl önce bile dağların bir kökü olduğunu bilmenin imkanı yoktu. Bu yüzden Kur’ân’ın dağları kazıklara benzeterek yaptığı benzetme çok yerinde, çok isabetli, mucizevî bir benzetmedir. DAĞLARIN FONKSİYONU Jeoloji biliminin, yeni bulgulara göre kendini yenilemeyen kitaplarında dağların köküne veya dağların yerkabuğunu sabitlemekteki fonksiyonuna rastlayamayabilirsiniz. Fakat bu bilgilere rastlayabileceğiniz kitaplar da mevcuttur. The Earth [yeryüzü] bunlardan biridir. Kitapın yazarı Frank Press, Bilimler Akademisi başkanıdır ve Amerika’nın eski başkanlarından Jimmy Carter’ın bilimsel konulardaki danışmanıdır. O, dağları, kökünün çoğu toprağın derinliklerinde olan çiviye [wedge like shape] benzetir. Dr. Press, dağların fonksiyonlarını uzun uzadıya anlatır ve onların yerkabuğunu stabilize etmekteki önemli rollerine dikkat çeker. Bu bilgi Kur’ân’ın 14 asır önce verdiği bilgilerle tamamen aynıdır. Onları sarsmasın diye yeryüzüne dağları yerleştirdik… (Enbiyâ/31) Yer kabuğu aslında sıvı bir ortamın üzerinde yüzer durumdadır. Yer kabuğunun kalınlığı çoğunlukla 5 km. civarındadır. Oysa dağların altındaki kalınlık 35 km. gibi değerlere ulaşmaktadır. Bunun sebebi dağların kazıklar gibi yerin altında bir köke sahip olmalarıdır. Kazıklar nasıl bir çadırı toprağa sabitliyorsa, dağlar da kazıkların bu görevini yerkabuğunun sabitlenmesinde yerine getirmektedirler. Dağlar yerkabuğunu meydana getiren tabakaların çarpışmaları, bir tabakanın diğer tabakanın altına girmesi sonucu oluşmuştur. Üstte kalan tabaka kıvrılıp dağları oluşturmuştur. Alttaki tabaka da derine doğru uzanan dağın kökünün oluşmasını sağlamıştır. Böylece dağlar yeraltına doğru uzanan kökleri ile yerkabuğu tabakalarının birbirlerine kaynaşmasını sağlar. Dağların yerkabuğunun genel dengesini sağlamadaki etkisi izoztesi [isostasi] diye tanımlanır. Webster’s New Twentieth Century Dictionary’de [Webster’ın Yeni 20. Yüzyıl Sözlüğü] bu terim şöyle açıklanır: “Jeoloji’de dağların dünya yüzeyinin altında oluşturdukları yerçekimsel kuvvet sayesinde yerkabuğunun genel dengesinin sağlanması.” Dağların sıradan bir yeryüzü çıkıntısı olarak algılandığı dönemde, dağların yeryüzündeki dengeyi sağlayıcı özelliğine ve gözle görülmeyen köküne işaret eden Kur’ân, her konuda olduğu gibi bu konuda da bizi kendine hayran bırakmaktadır. [27] YERALTI SULARI ve SUYUN ÇEVRİMİ Allah’ın gökten bir su indirdiğini ve onu topraktaki kaynaklara geçirdiğini görmüyor musun? (Zümer/21) Kur’ân’da geçen, suların yağışıyla ve suların hayatımızdaki yeriyle ilgili âyetler bize dosdoğru fikirler vermektedir. Tarihin başka bir döneminde yaşasaydık bu bilgileri bu kadar rahat kavrayamayabilirdik. Günümüzde suların dünya’daki çevriminin nasıl işlediği detaylı bir şekilde ortaya konduğu için, Kur’ân âyetlerindeki sular ile ilgili bilgileri rahatlıkla anlıyoruz. Sular hakkındaki eski bilgileri ve Kur’ân’ın âyetlerini karşılaştırdığımız zaman, Kur’ân’ın eski dönemin yanlış bilgilerini içermeksizin her konuda olduğu gibi sular konusunda da en doğru bilgileri sunduğunu anlıyoruz. Örnek olarak Kur’ân’ın, yeraltı sularının yağmurlar sonucunda oluştuğunu söyleyen âyetini [Zümer/21] ele alalım. Gerçekten de bize apaçık gelen bu bilgi acaba her dönemde bu kadar açıkça bilinir miydi? Encyclopedia Universalis’in “Sular Bilgisi” maddesini yazan iki uzman G. Castany ve B. Blavoux’un verdiği bilgileri okuyunca herhalde şaşıracağız: “Miletli Thales’e göre kara parçalarının derinliklerinde esen rüzgârların basıncıyla havaya fışkıran okyanus suyu yerlere düşmekte, böylece toprağın içine geçmekteydi. Platon da bu görüşleri paylaşıyor ve okyanusa geri dönüşün de büyük bir girdap vasıtasıyla olduğunu düşünüyordu. Aristo ise, yerden yükselen su buharı, dağların soğuk çukurlarında yoğunlaşarak yeraltı göllerini meydana getirir, kaynak suları da bu göllerden beslenir görüşündeydi. Suyun daimi devrine ilişkin ilk belirgin keşif 1580 yılında Bernard Palissy’e ait olacaktır. Ona göre yeraltı suları yağmurun toprağa sızmasından ileri gelmektedir.” Ortaçağ’a hâkim olan görüş Aristo’nunkidir. Bu yanlış görüşe göre yeraltı gölleri, su kaynaklarını beslemektedir. Encyclopedia Universalis’in “Sular Bilgisi” maddesinin diğer bir yazarı R. Remenieras ise şu bilgileri vermektedir: “Sulara ilişkin tabiat olayları alanında sırf felsefî olan kavramların, yerlerini, tarafsız gözleme dayalı araştırmalara bırakmaları için ancak Rönesans’ı beklemeleri gerekti. Rönesans döneminde Leonard de Vinci (1452–1519) Aristo’nun iddialarına karşı çıkar. Suların ve gerek doğal, gerek yapay pınarların özelliklerine dair Çok Güzel Konuşmalar (Paris 1570) adlı eserinde Bernard Palissy suyun daimi devrinin ve özellikle su kaynaklarının yağmurla beslenmesinin gerçek bir açıklamasını yapar.” Kur’ân’da VII. asırda açıkça söylenen yağmurların yeraltı kaynaklarını oluşturduğu bilgisi Avrupa’da XVI. yüzyılda ortaya konuyor ve Aristo’ya itiraz ediliyordu. Daha önce Thales, Platon, Aristo gibi felsefenin en ünlü simaları sular ile ilgili yaptıkları açıklamalarda yanılmışlardı. Oysa felsefede de, bilimsel araştırmalarda da hiçbir iddiası olmayan, sadece Allah’ın vahyini insanlara duyurduğunu söyleyen çölün Muhammed’i yine yanılmamıştı, yine doğru bilgiyi hiçbir yanlışla karıştırmadan ortaya koymuştu. De ki: “Ben ancak Efendimden bana vahyedilene uyuyorum. Bunlar Efendimden olan aydınlatmalardır. İnanan bir toplum için doğruya iletilme ve rahmettir.” (A‘râf/203) YAĞMUR SUYUNUN TATLI OLMASI İçmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu buluttan siz mi indiriyorsunuz, Biz mi? Eğer dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmiyor mu? (Vâkıa /68–70) Allah suyun çevrimiyle ilgili her türlü detayı en mükemmel şekilde planlamıştır. Fizik kuralları ve suyun kimyası Allah’ın düzeninin ince planlarını ortaya koymaktadır. Yukarıdaki âyette dikkat çekilen, yağmur suyunun tuzlu olmaması da Allah’ın harika planı sonucunda olmaktadır. Yağmurun kaynağının suların buharlaşması olduğunu gördük. Buharlaşan suyun % 90′ından fazlası tuzlu suya sahip okyanuslardan, denizlerden olmaktadır. Suyun buharlaşması ile ilgili kanunlar öyle ayarlanmıştır ki, su, en pis denizlerden, en tuzlu okyanuslardan, en çamurlu sulardan dahi buharlaşırken pislikten, tuzdan, çamurdan arınır. Bu yüzden okyanusların, denizlerin sularını içemiyoruz ama buralardan buharlaşan suyun yağmur olarak yağması sonucunda oluşan kaynaklardaki suyu içebiliyoruz. Kur’ân’da suyun temizlenip gökten yağma işlemine dikkat çekilmiş ve Gökten tertemiz su indirdik (Furkân/48) denmiştir. Kur’ân’da suyun dünyanın oluşumunda sonradan ortaya çıktığı söylenmektedir. Âyet şöyledir: Ondan suyunu ve otlağını çıkardı. (Nâziât/31) Kur’ân’ın indiği dönemde dünya’nın yaratılışındaki ilk aşamalar bilinmiyordu. Bu yüzden suyun yeryüzünün üstüne çıkışının dünya’nın yaratılışında sonraki bir aşama olduğunun söylenmesi de mucizedir. Dünyamız ilk zamanlarında çok sıcaktı. Yavaşça soğuyan dünyamızda demir gibi ağır elementler merkeze çökerken granit ve oksitler yukarılarda kaldı. Soğumanın sürmesiyle yeryüzünün üstünde ince bir tabaka oluştu. Yerin yüzeyi soğuyup 100°C’nin altına inince yeryüzünün içindeki su yüzeye çıktı ve okyanuslar, denizler oluştu. Suyun yeryüzüne bu çıkışı Kur’ân’ın âyetindeki anlatımla uyum içindedir. SUYUN ÖZELLİKLERİ Suların yeryüzündeki oranı da bizim için çok önemlidir. Eğer karalar denizlerden daha çok yer kaplasaydı, gece ile gündüz arası sıcaklık farkları artacaktı ve yeryüzündeki yaşam alanlarının önemli bir bölümü çöle dönüşecekti. Yeryüzünün % 70′inden fazlasının sulardan oluşması da bilinçli bir düzenlemenin ürünüdür. Su kimyasal reaksiyonlara girerken bazı asitler gibi parçalayıcı özellik gösterseydi veya argon gibi hiçbir reaksiyona girmeseydi gerek evrende, gerekse vücudumuzda görevlerini yerine getiremezdi. Suyun reaksiyonlardaki aktifliği tam da yaşamımız için uygun olacak şekildedir. Yaşam için çok özel olan su için kimyasal kurallar da çok özel olarak işletilmektedir. Bilinen tüm maddeler ister katı, ister sıvı olsunlar soğudukça büzüşürler. Her maddenin katı hali sıvısından daha az hacimli ve daha yoğun olmaktadır. Oysa su bilinen tüm sıvılardan farklı özellikte yaratılmıştır. Su +4 dereceye düşene kadar diğer maddelerle aynı özelliği göstererek büzüşür. Fakat +4 derecenin altına doğru inmeye başladıkça, evren’de bilinen tüm maddeler arasında istisnâ oluşturarak genleşmeye başlar (yani, suyun hacmi artar). Su donduğunda daha da genleşmiş olur. Bu yüzden donmuş su [buz] , suyun içinde dibe batmadan yüzer. Oysa bilinen tüm maddelerde durum tam tersinedir, tüm maddelerin katı hali, sıvı hallerinin içinde dibe batar. Su için istisnâi olarak işletilen kimya kuralları sayesinde denizlerdeki yaşam mümkün olmaktadır. Eğer buzun yoğunluğu suyun yoğunluğundan fazla olsaydı okyanuslarda, göllerde ve denizlerde soğuk havalarda donan su, buz olarak dibe batacaktı. Yüzey kısmında soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için donma yukarıya doğru sürecekti. Eğer böyle olsaydı okyanusların, denizlerin ve göllerin dibi buz dağlarına dönüşür, havalar ısındıkça bu suların ancak yüzeylerinin bir kısmı suya dönüşebilirdi. Bu ise denizlerdeki yaşamın sona ermesi demekti. EN ZAYIF NOKTASI KADAR SAĞLAM ZİNCİR Suyun diğer kimyasal özellikleri de yaşamı mümkün kılacak şekilde yaratılmıştır. Bitkilerin toprağın dibindeki suyu en üst noktalarına kadar taşımaları (özellikle ağaçlarda bu mesafenin metrelerce olduğunu hatırlayalım) suyun kimyasal özellikleri sayesindedir. Suyun yüzey gerilimi, birçok sıvınınki gibi düşük seviyede olsaydı bitkilerin suyu emmesi mümkün olmazdı. Bitkilerin suyu emmesi mümkün olmasaydı ise ne bitkiler ne hayvanlar, ne de biz var olabilirdik. Kitabımızda yaşam için olmazsa olmaz şart olan birçok yaratılışa dikkatleri çektik. İlk atomun patlama hızının çok ince ayarından güneş’ten uzaklığımıza, atmosferden Van Allen Kuşaklarına, yeryüzündeki ısıdan yeraltı tabakalarına kadar binlerce yaratılıştan herhangi birindeki küçük farklılık bile yaşamın var olmasını imkânsız kılacak niteliktedir. Yaşamımız adeta binlerce halkası olan bir zincir gibi oluşumlara bağlıdır. Zincirin her halkası çok kompleks ve çok mükemmeldir. Bu zincir ancak en zayıf halkası kadar sağlamdır. Örneğin evren’de var olan her şey yaşamı mümkün kılacak şekilde tıkır tıkır işlese, sadece suyun gerilimi gibi evrensel planda çok sıradan gözüken bir nokta göz ardı edilse yaşamımız imkânsızlaşır. Tüm bunlar Yaratıcımızın her şeyi nasıl planladığının, her an her şeyden nasıl haberdar olduğunun, her şeyin O’nun kontrolünde olduğunun delilleridir. [28] O gün yalanlayanların vay hâline! Bu cümle, bu pasajın sonunda şu anlama gelmektedir: “Onlar, Allah’ın kudret ve hikmetinin işaretlerini gördükleri hâlde, bu gücün sahibinin âhireti gerçekleştirebileceğini akıl ve mantık yolu ile kabul etmek yerine, Allah’ın bu dünyadan sonra başka bir hayat düzeni kuracağını ve o dünyada insanlardan hesap soracağını yalanlamakta ve inkâr etmektedirler. Bu zan ile yaşamaya devam edenler, sonunda sözü edilen günle karşılaştıklarında, ne büyük bir ahmaklık içine düştüklerini ve kendileri için ne büyük bir felâket hazırladıklarını göreceklerdir.” 29Kendisini yalanlamakta olduğunuz o şeye doğru gidin! 30,31O üç kol-çatal sahibi, gölgelendirmeyen ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin! 32Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar/yağdırır; 33sanki kıvılcımlar sarı erkek develer gibidir. 34O gün, yalanlayanların vay hâline! Mahşer âleminden bir sahnenin canlandırıldığı bu pasajda, gaybetten muhataba [üçüncü şahıstan ikinci şahısa] dönülerek yapılan “iltifat sanatı” ile, onca kanıta rağmen inanmayıp yalanlayan kimselere seslenilmekte ve o gün başlarına gelecek olanlar kendilerine bugünden bildirilmektedir. Ancak bu sesleniş, Tekvîr/26′daki, Hâl böyleyken siz nereye gidiyorsunuz? İhtarına kıyasla dozu arttırılmış bir uyarı ve tehdit ile yapılmakta ve önceki âyetler dikkate alındığında sanki şöyle denilmektedir: “Size bunca akıl ve fikir verdik, kendi bünyenizden ve çevrenizden kıyâmete dair yüzlerce kanıt gösterdik, hele hele bunların hepsinden daha büyük Kur’ân’ı indirdik. Ama siz yine de yalanladınız. Bundan sonra size daha ne denir ki?” Farklı bir anlatımla dramatize edilen sahne, kıyâmet gününü ve herkesin Allah’ın huzurunda hazır olduğu ânı canlandırmaktadır. Bu sahnede Rabbimizin direktifi ile yalanlayıcılara, O, kendisini yalanlamakta olduğunuz şeye doğru gidin! O üç şube sahibi, gölgelendirici olmayan ve alevden korumayan bir gölgeye (!) doğru gidin! diye seslenilmektedir. Benzer bir direktifi bir başka âyette de görüyoruz: 28,29Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o ortak koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık kesinlikle aralarını iyice açacağız ve onların ortakları, “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Biz sizin kulluğunuzdan kesinlikle bilgisizdik/ duyarsızdık” diyecekler. (Yûnus/28) Dikkat edilirse, 30–31. âyetlerden oluşan pasajın alay üslûbuyla ifade edildiği hemen görülebilir. Çetin bir yargılama süreci bitmiş, bu süreçteki zorunlu konukluk [tutukluluk] sona ermiş ve yalanlayıcılara serbestçe gidebilecekleri söylenmiştir. Ancak; gidilecek istikâmette öyle bir şey vardır ki, verilen hareket özgürlüğü aslında tutukluluktan bin beterdir. Çünkü karşıda duran şey, oraya gitmek zorunda olanların yalanlayıp durdukları şeydir: Üç şubeli gölge… Gölgelendirici olmayan ve alevden korumayan bir gölge… Boğucu, yakıcı, kavurucu güneşten daha beter bir gölge… Aslında tam anlamıyla cehennem… Böyle korkunç bir yere, gölge demek sûretiyle yapılmış ince alaya edebiyatta “tahakküm sanatı” denmektedir. Tahakküm, tarizin bir çeşidi olup muhatabın uyanmasını sağlayan ve Kur’ân’da çok kullanılan bir sanattır. Bu sanatın bir örneği de, Onlara azabı müjdele ifadesinde görülmektedir. Yalanlayıcıların gönderildikleri yere gölge denmesinin sebebi, gölge’nin mahşerde bir nimet olması dolayısıyladır. 41–42. âyetlerde de görüleceği gibi, orada gölgeler sadece inananların istifadesine sunulacaktır: 57Ve iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanları, içinde sonsuz olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz [kin gütmeyen, kıskançlık duymayan] eşler vardır. Ve onları, koyu bir gölgeliğe girdireceğiz. (Nisâ/57) 35Allah'ın koruması altına girmiş kişilere söz verilen cennetin örneği şöyledir: Onun altından ırmaklar akar, nasiplikleri; meyveleri, renkleri, tatları ve gölgeleri süreklidir. İşte bu, Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin âkıbetidir. Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin âkıbeti de Ateş'tir. (Ra‘d/35) 55Gerçekten cennetin ashâbı bugün gönül şenliği sürerek bir uğraşı içindedirler. 56Kendileri ve kendilerine sunulan refakatçı eşler, gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır. 57Yalnızca onlara, orada meyveler vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır. (Yâ-Sîn/55–57) 27-34Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! Onlar, dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen; tükenmeyen ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.(Vâkıa/27–34) Âyette gölge‘nin, üççatallı olarak nitelenmesi konusunda çok değişik yorumlar yapılmıştır. Biz katılmasak da, eski yorumlara örnek olarak Râzî‘nin, çağdaş yorumlara örnek olarak da Elmalılı Hamdi Yazır‘ın görüşlerini aktarmakta yarar görüyoruz: RÂZΑNİN GÖRÜŞÜ: CEHENNEM ALEVİ: Birinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk’ın, üç kola ayrılmış âyetinin ifade ettiği husus. Bu ifadenin izahı hususunda üç vecih bulunmaktadır: 1) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: “Bu gölgenin ne olduğunu bilmiyorum. Onun hakkında herhangi bir şey duymadım.” 2) Bir topluluk ise, “Üç kola ayrılmış ifadesinden murad edilen, o ateşin, hem altlarından hem de üstlerinden gelip onları çepeçevre kuşatmasıdır. Ateş’in burada, gölge olarak isimlendirilmesi, o ateşin onları bütün yönlerden kuşatması itibariyle bir mecâzdır. Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın, Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarından (ateşten) tabakalar vardır (Zümer/16) âyetinde olduğu gibidir. Allah Teâlâ yine, Azab onları hem üstlerinden hem de altlarından bürümüştür (Ankebût/55) buyurmuştur” demiştir. 3) Katâde ise şöyle demiştir: “Doğrusu şudur: Bundan maksat, “duman” [duhan] dır. Bu mana, duman çepeçevre kendilerini kuşatmış (Kehf/29) âyetinden elde edilir. Ateşin duvarları ile kasdedilen, “duman”dır. Sonra, bu dumandan bir bölüğü onun sağına, bir başka bölüğü de soluna; bir üçüncü bölük de üstüne geçer.” Ben derim ki: Bu, imkânsız değildir. Zira gazap insanın sağından, şehvet ise solundan gelir. Kuvve-i şeytâniyye ise dimağındadır. İnancı ve amelleri hususunda insandan sudur eden âfetlerin kaynağı ancak üçtür. Bu üç kaynaktan da, muhtelif karanlık ve zulumâtlar meydana gelmiştir. Yine, burada üç derecenin bulunduğunun söylenilmesi de mümkündür: Bunlar his, hayal ve vehimdir. Bunlar ruhun kudsiyyet ve paklık âleminin nurlarıyla aydınlanmasına manidirler. Bu üç mertebeden her birinin, hususî bir karanlık ve zulmânîliği bulunur. 4) Bir topluluk ise şunu söylemiştir: “Bu, bu dumanın çok büyük olduğunu anlatan kinâye yollu bir anlatımdır. Zira büyük duman kütlesi pek çok kol ve dallara ayrılır.” 5) Ebû Müslim ise şunu söylemiştir: “Hakkında, Cenâb-ı Hakk’ın bundan sonra buyurmuş olduğu ifadelerin söz konusu olması da muhtemeldir. Yani, onun gölgelendirmemesi, alevler karşısında hiçbir fayda vermemesi ve adeta saraylar misali olan kıvılcımlar saçması…” ALEVDEN KORUMAZ: Üçüncü Sıfat: Alevden de korumaz âyetinin ifade ettiği husus. Arapça‘da, ağni ‘annâ vecheke denilir ki, bunun manası, “yüzünü benden uzak tut, yüzünü görmeyeyim” şeklindedir. Çünkü bir şeyden müstağni olan, ondan uzaklaşır; tıpkı o şeye muhtaç olanın ona yaklaşması gibi… Keşşaf sahibi, bu kelimenin mahallen mecrûr olduğunun; takdirinin ise “ateşin alevi karşısında onlara hiçbir fayda vermeyen” şeklinde olduğunu söylemiştir. Kaffal ise şöyle demiştir: “Bu, şu iki manaya muhtemel olabilir: A) Bu gölge ancak cehennemde olur. Bu sebeple de onları orada cehennemin hararetinden himaye etmez, onları onun alevlerinden de korumaz. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Vâkıa sûresi‘nde gölgeyi zikretmiş ve, Bir semûm, hamîm ve yahmûmdan bir zıll [gölge] içinde (Vâkıa/42-43) ve Ne serin, ne de kerîm (Vâkıa/44) buyurmuştur. Bu, sanki onlar oraya girdiklerinde cehennemde söz konusudur. Daha sonra ise Cenâb-ı Hakk, Ne serin, ne de kerîm… (Vâkıa/44) buyurmuştur. Bu âyetteki lâ zalîlin ifâdesinin, lâ bârid [serin değil] anlamında ve lâ yuğnî mine‘l-leheb cümlesinin de, “kerîm de değil” manasında olması muhtemeldir. Yani, “Onda, ateşin alevinden kendisine kaçılıp da yasaklanılacak bir farklılık yoktur” demektir. B) Bunun meydana getirilmesinin ancak, onlar cehenneme girmeden önce, hatta onlar, hesaba çekilmek ve arz olunmak için hapsolundukları sırada olmasıdır. O zaman onlara, “Biliniz ki bu gölge, sizi ne güneşin hararetinden korur, ne de sizden cehennemin alevlerini uzaklaştırır” denilir. Âyette bir üçüncü izah şekli daha vardır ki, bunu da Kutrub söylemiştir. Buna göre, buradaki leheb kelimesi, “susuzluk” anlamına gelir. Nitekim Arapça‘da, lehebe leheben [iyice susardı] , raculünlehbânu [çok susamış adam] ve imreetün lehbâ [çok susamış kadın] denilir. [29] ELMALILI HAMDİ YAZIR‘IN GÖRÜŞÜ: Haydin, buradan boşanın, üççatallı bir gölgeye gidin, yani Allah’ın birliğini tanıyan muvahhid müminlere mahsus koyu gölgede, Arş’ın gölgesinde nimet içinde yaşamaya ve gölgelenmeye sizin hakkınız yoktur. Siz O’na inanmıyordunuz, şirke, teslise kail oluyordunuz. Şimdi muvahhid müminler Arş’ın gölgesinde, o koyu gölgede gölgelenirlerken siz inandığınız üççatallı gölgeye sığınınız. Atâ’dan rivâyet edildiğine göre bu üççatallı gölge, “cehennem dumanının gölgesi” diye tefsir olunmuş, birçok müfessir bu hitabı da evvelkinin bir izahı gibi telakki ederek bunu takip etmişler ve demişlerdir ki: Cehennem dumanı, üç mevziden yükselecek, kâfirler onu ateşten korur zannederek koşacaklar, en fena bir halde bulacaklardır. Bu sûrette bu zıll [gölge] , yalanlamakta olduğunuz şey’in bir beyanı demek olur. Fakat Ebû Hayyan’ın naklettiği veçhile, İbn-i Abbâs demiştir ki: “Bu hitap, haça tapanlara söylenecektir. Müminler Allah sayesinde Arş’ın gölgesinde korunacak, onlara [haça tapanlara] , ‘Mabudunuz olan haçın gölgesine gidin’ denecek. Çünkü haçın üç şubesi [çatalı] vardır. Şu‘ab, bir cisimden ayrılan çatallardır. Yani, haçın bir kolu, gövdesi demek olduğundan şubeleri [çatalları] üçtür. Konu dost1 tarafından (15. January 2014 Saat 05:19 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak. |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Demek ki, bir üççatallı gölge, Hıristiyanlığın teslis akidesinin, ekânim-i selâsesinin [üç uknumun] bir remzidir; haç, onu temsil eder. Hıristiyanlık bunu ve âhireti yalanlamıyor, fakat en büyük kurtuluşu bundan bekleyerek buna inanıyor. Bu nedenle Âhirette, o fasl günü Müslümanlar iman etmiş oldukları hâlis tevhîd gölgesinde gölgelenirlerken, “bir-üç” diye ekânim-i selâse [üç uknum] ile teslis [üçlemeye] e inananlara, “Haydin bir üççatallı teslis gölgesine gidin” denecek. Fakat öyle bir üççatallı gölge neye yarar? Gölgelendirir mi? Azaptan korumak için bir faydası olabilir mi? [30]
Bize göre, alay mâhiyetinde kullanılmış olan ظلّ [gölge] sözcüğü, –yukarıda söylediğimiz gibi– gerçek gölgeyi değil, cehennemi, ateşi, azabı simgelemektedir. شعبة [şu‘be] sözcüğü ise “ağaç dalı, ağaç çatalı” anlamından çok, “aynı işlevi gören, aynı merkeze bağlı birim” anlamına gelmektedir. Nitekim Türkçeye de bu anlamda; “… Bankası … şubesi, … Emniyet Müdürlüğü … şubesi, … Askerlik şubesi, Kızılay … şubesi” örneklerinde olduğu gibi yerleşmiştir. Buradaki şubeli gölge, yani “üç şubeli cehennem”, yalanlayıcıların uğratılacağı azabın üç şube, üç dal, üç çeşit olduğunu göstermektedir ki, bu görüşümüz daha önce Hümeze sûresi’nin tahlilinde de açıklanmıştı. Yani, üç şubeli gölge, cehennemdeki fizikî azabı, psikolojik azabı ve vicdan azabını [pişmanlığı] simgelemektedir. Bu pasajdaki âyetler, bünyelerindeki sözcüklerin birden çok anlama gelmeleri sebebiyle birer müteşâbih âyet örneğidirler. Biz, 32–33. âyetlerdeki sözcüklerin ifade ettikleri anlamların “büyüklük” kıstasına göre aşağıdaki gibi te’vîl edilebileceği; Kur’ân ile ilgili çalışmalar yapan başkalarının da başka kıstaslara göre buna benzer te’vîller yapabilecekleri kanaatindeyiz. 32.Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] . Gerçekten o, kalın odunlar gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] . Gerçekten o, hurma kütükleri gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] . Gerçekten o, develerin boynu gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] . Gerçekten o, atlar gibi kıvılcımlar atar [yağdırır] . 33.Sanki o sarı erkek develer gibidir. Sanki o sarı halatlar gibidir. Sanki o sarı bakır kütleleri gibidir. Sanki o sarı toplu maddeler gibidir. Bir benzerini Vâkıa/41-56‘da gördüğümüz bu sahnelerin korkusu yürekleri doldurduğu anda, o bildiğimiz değerlendirme cümlesi yine karşımızdadır: O gün yalanlayanların vay hâline! 35Bu, onların konuşmayacakları gündür. 36Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. 37O gün, yalanlayanların vay hâline! Bu pasajda, üç şubeli gölgeye gidin talimatı ile karşılarında duran cehennemin maddî korkularını yaşamaya başlayan yalanlayıcıların, talimattan hemen sonraki anları canlandırılmıştır. Talimat, “Gidin!”, gidilmesi emredilen yer ise “ateş”tir. Ateşe nasıl gidilecektir? Acaba yapılacak bir şey, söylenecek bir söz, dilenecek bir özür olabilir mi? Hayır! İşte bu, çaresizliğin getirdiği suskunluk ânıdır. Bu an, insana dilini yutturan bir korku ânıdır. Bilindiği gibi yevm [gün] sözcüğü Kur’ân’da yerine göre “an, gün, devre, çağ” anlamlarında kullanılmıştır. Dolayısıyla burada yevm [gün] sözcüğü ile cehenneme atılmak üzere olan yalanlayıcıların cehenneme girmeden önceki halleri, korku ve pişmanlıkla nutklarının tutulduğu, konuşacak hâllerinin kalmadığı “son anları” kastedilmiştir. Günahkârların bu son anlarından önceki hayıflanmaları, pişmanlıkları, birbirleriyle konuşmaları, özür dilemeleri, yeminleri, geri dönmek istemeleri, cennet halkından yardım istemeleri ise mahşer gününe ait sahneler olarak başka âyetlerde (Müddessir/39-47, Zümer/7, Müminûn/106-107, 108 Şu‘arâ/96-102, Secde/12, Tahrîm/7, Rûm/57, Mümin/52) dile getirilmiştir. Çünkü onlar daha önce peygamberlerle ve –bu sûrenin 5–6. âyetlerinde de bildirildiği gibi– mazur kıldıran ve ikaz eden âyetlerle uyarılmışlardı: 133,134Ve inkâr edenler: “Elçiliğini iddia eden bu kişi, Rabbinden bize bir alâmet/gösterge getirse ya!” dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile değişime/yıkıma uğratsaydık, kesinlikle “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin âyetlerine uysaydık!” diyeceklerdi. (Tâ-Hâ/133–134) 172,173Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, “Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz yahut “Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz diye, Âdemoğulları'nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”(A‘râf/172–173) 15Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.([/u]İsrâ/15) 59Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe, memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas/59) Artık tartışma ve özür dileme zamanı geride kalmış, karşı karşıya kalınan korkunç gerçeğin dehşeti benlikleri sarmıştır. Yalanlayıcıların 35–36. âyetlerde belirtilen çekingenliğinin, suskunluğunun, sinmişliğinin bu dehşetten kaynaklandığı düşünülebileceği gibi, aşağıdaki sebeplerden kaynaklandığı da düşünülebilir: 1) Kur’ân’ın bildirdiği gibi inançsızlar haşr meydanında pek çok mazeret ileri sürecekler, kendi suçlarını başkalarının üstüne yıkmaya çalışacaklar, kendilerini saptıranlara saldıracaklar, hatta suçlarını tümüyle inkâra kalkışacaklardır. Ne var ki, organlarının kendi aleyhlerine yapacakları tanıklık ile suçları ispatlanacak ve cezaları kesinleşecektir. İşte, onların 35–36. âyetlere konu olan suskunlukları, hak ve adalet bakımından hiçbir eksikliğe meydan verilmeden yapılan bu yargılama karşısında söyleyecek sözleri kalmamasından ileri gelmektedir, yoksa kendilerine savunma hakkı verilmemesinden değil… Zaten 36. âyette izin verilmeyen şey kendilerini savunmaları değil, özür dilemeleridir. Tüm suçları öyle bir şekilde ispatlanacaktır ki, söyleyecek bir söz bulamayacaklar, ağızları çaresizce kapanacaktır. 2) Gösterilen kanıtlara, gönderilmiş kitaba, peygamberlerin uyarılarına, lütfedilmiş akıl nimetine rağmen oraya inançsız olarak gelmiş olan kişi, dünyada iken horladığı, orada ise ödüllendirildiğini gördüğü kimselerin karşısına bir suçlu olarak çıkarılmış ve teşhir edilmiştir. Bütün suçları ispatlanmış olduğu için de açıkça rezil olmuş, onuru kırılmış, bitmiş ve tükenmiştir. Üstelik bütün bu kepazelikten sonra gideceği yeri de karşısında görmüştür. Ne kaçacak yeri vardır, ne de söyleyecek sözü kalmıştır. Dili tutulmuş, konuşamaz olmuştur. Sebebi ne olursa olsun, buradaki çekingenlikleri, suskunlukları, sinmişlikleri ürkütücüdür. Bu dehşet anı, onların cehenneme girmeden önceki son anlarıdır. Gerçekten de “o gün yalanlayanların vay hâline” denecek kadar perişan haldedirler. 38Bu, sizi ve öncekileri topladığımız Ayırma Günü'dür. 39Haydi, bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın! 40O gün, yalanlayanların vay hâline! 38. âyetteki, Sizi ve öncekileri topladık ifadesi, Bu ayırma günüdür cümlesini açıklamaktadır. O gün verilecek ayırt edici hüküm, yükümlülerin tümü için söz konusudur. Dolayısıyla yükümlülerin eksiksiz olarak bir araya gelmeleri gerekmektedir. Tüm davalılar duruşmada hazır bulunacak, kimse gıyâbında yargılanmayacaktır. Mahşerde ilk insandan son insana kadar tüm insanların bir araya toplanacakları, inananlar ile inanmayanların birbirlerinden ayrılarak kendi yollarını tutacakları, Kur’ân’ın başka âyetlerinde de bildirilmiştir. Onlardan biri şudur: 59Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın! 60-62Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı” diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. 64Bilerek reddettiğiniz/ inanmadığınız şeyler nedeniyle hadi bugün yaslanın ona! 65Bugün Biz, onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şâhitlik eder. (Yâ-Sîn/59–64) Bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın! Kıyâmeti yalanlayanların dünyada iken sinsî plânlar ve bahanelerle kendilerini avuttuklarına ve binlerce kez uyarılmış olmalarına rağmen bu tavırlarını sürdürdüklerine Kur’ân’da şöyle değinilmiştir: 15Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. 16Ben de onları cezalandırırım.(Târık/15-16) 42Yoksa bir sinsi plân mı yapmak istiyorlar? Fakat kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselerin kendileri sinsi plâna düşenlerdir. (Tûr/42) Şimdi ise bu yalanlayıcıların hile ve sinsî plân yapacak ne güçleri, ne de fırsatları vardır. Bu âyet, onların içinde bulundukları durumu ve akılsız davranışlarını sanki şu sözlerle yüzlerine vurmaktadır: “Haydi bakalım, şu karşı karşıya olduğunuz durumdan kurtulmak için bir çareniz, yolunuz, plânınız varsa hemen yapın! Gücünüz yeterse, alabileceğiniz bir önlem varsa alın da karşınızdaki Allah’ın azabından kendinizi kurtarın!” Âyetin ifadesinden, suçluların, dünyadaki alışkanlıkla (Târık/15) burada da aynı davranışa teşebbüs edecekleri anlaşılmaktadır. Teşebbüs edecekler ama işi ters yüz etmenin mümkün olmadığını ve artık çaresiz olduklarını da hemen anlayacaklardır. Yalanlayıcılar bu durumda iken Allah’ın onlara, Bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın diye azarlayan bir ifade ile hitap etmesi, aslında son derece mahcup edici, psikolojik [manevî] bir azaptır. İşte bu sebeple Rabbimiz bunun peşinden, O gün yalanlayanların vay hâline! Buyurmuştur. 41,42Kuşkusuz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler gölgeler, pınarlar ve canlarının çektiği meyveler içindedirler. –“43İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için!”– 44İşte Biz güzel davrananları böyle karşılıklandırırız. 45O gün, yalanlayanların vay hâline! “Takvâ sahipleri” olarak çevirdiğimiz, المتّقين [muttakîn=muttakîler] sözcüğü, bu âyette المكذّبين [mükezzibîn=yalanlayıcılar] sözcüğünün karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle âyette muttakîler sözcüğü ile kastedilenler, “âhireti yalanlamaktan kaçınanlar, hayatlarını söz ve fiillerinin hesabını vereceklerinin bilincinde olarak sürdürenler”dir. TAKVÂ: İnsanın kendisini Allah’ın koruması altına koyarak iyiliklere sarılması, günahlardan uzak durması, dolayısıyla âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması demek olan takvâ, Kur’ân’da ilk önce “şirkten kaçma” ve “âhirete inanma” anlamında ortaya konmuş, daha sonra da imanın yansımasını taşıyan tüm amelleri içine alacak şekilde genişletilmiş bir kavramdır. Âyetler Kur’ân’ın bütüncül mesajı gözetilerek incelendiğinde, takvâ‘nın, şu somut fiil ve tutumlarla gerçekleşen bir iç dünya zenginliği [sağlıklı ruh hali] olduğu anlaşılır: “İman etmek, şirkten uzak durmak, Allah’ı unutmamak, Allah ve Elçisi’ne boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta-darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, namaz kılmak, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, anaya-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tövbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkesini dizginlemek, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmek.” Bu fiil ve tutumlara takvâ, bu fiil ve tutumları içselleştirerek gönüllerini günaha karşı korumaya alanlara da muttakî denir. Bu fiil ve tutumları benimseyerek içselleştiren inançlı insanlar, fıtratlarındaki kusur ve günah işleme eğilimlerine karşı özlerinde mevcut olan fücûrdan kaçınma eğilimlerini güçlendirmiş, böylece kendilerini günahlardan koruyabilecekleri manevî bir savunma sistemini de harekete geçirmiş olurlar. Yukarıdaki âyetler, muttakîlerin, cennet ağaçlarının gölgeleri altında olacaklarını müjdelemektedir. Bu gölgeler serinlik vermeyen, ateşten korumayan sözde gölgeler değil, gerçek gölgelerdir. Dolayısıyla muttakîler; yakıcı, susuzluk uyandıran, boğucu cehennem dumanları arasında değil, pınar başlarında, canlarının istediği meyvelerle baş başa olacaklardır. Bu somut nimetlerden de öte, mahşer halkının karşısında şu onurlandırıcı sözlere muhatap olacaklardır: İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için! İşte Biz, güzel davrananları böyle karşılıklandırırız [ödüllendiririz] . Muttakîlerin bu durumları kâfirler için bir başka azap çeşidini teşkil etmektedir. Çünkü inançsızlar, dünyada iken haklarında hiç iyilik istemedikleri, hatta nefret ettikleri, can düşmanı gördükleri müminlerin elde ettiği bu başarı karşısında âdeta çıldırmaktadırlar. Ellerinde olsa asla izin vermeyecekleri mükâfatları almalarına bir de kendi acıklı halleri eklenince, duydukları acı tarife sığmaz ölçüde derinleşecek ve artık yok olmayı isteyeceklerdir. Muttakîlerin ödüllendirileceğini bildiren âyetlerin sonunda yine, O gün yalanlayanların vay hâline! Denilmesi, bu durumun yalanlayıcılar açısından psikolojik [manevî] türden bir azap teşkil ettiğini vurgulamak içindir. 46Yiyin, yararlanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. 47O gün, yalanlayanların vay hâline! 46. âyette yine “iltifat sanatı” vardır. Bu edebî sanat gereği, anlatım üçüncü şahıstan ikinci şahsa dönmüş, bir önceki pasajda âhiretteki muttakîlere sesleniliyorken, muhatap değiştirilerek bu pasajda dünyadaki suçlulara seslenilmiştir: Yiyin, faydalanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. Bu seslenişle sanki o zavallılara şöyle denmek istenmektedir: “Bu iki durum arasındaki farkı gözlerinizle görünüz. O ebedî dünyanın nimetlerinden mahrum kalma, orada ebedî azaba çarpılma karşılığında şu dünyada azıcık yiyin, keyfinizce yaşayın bakalım.” Yiyin, faydalanın biraz Bu ifade ilk bakışta olumlu bir emir gibi görünse de, aslında alabildiğine yasaklama ve sakındırma içeren bir tehdittir. Bu, yalanlayıcılara yapılan tehditlerin dokuzuncusudur. Rabbimiz yalanlayıcılara bu dünyada iken âdeta şöyle seslenmektedir: “Niteliğini açıkladığımız âfetlere, belâlara, sıkıntılara uğrayacak olmanız, sırf dünya zevklerine olan düşkünlüğünüz ve dünya güzelliklerine duyduğunuz aşırı arzu sebebiyledir. Ne var ki, dünyadaki lezzetler ve güzellikler o büyük sıkıntı ile kıyaslandığında pek azdır. Onların peşine düşmek, içinde öldürücü zehir bulunan bir lokma tatlıyı yemek gibidir.” Dünyanın sınırlı nimetlerine tutkuyla bağlanmanın insanı tekâsüre, istikbâra, istiğnâya, tuğyâna, ölümsüzleşme inancına ve kıyâmeti inkâra götürdüğü bundan önceki sûrelerde bildirilmişti. “Dünyanın değersizliği ve dünyada çok büyük sayılan nimetlerin âhiret nimeti karşısında pek az olduğu” uyarısı, Kur’ân’da birçok kez hem müminlere hem de inançsızlara yapılmış önemli bir uyarıdır. Konunun önemine binaen, başta Peygamberimiz olmak üzere tüm müminlere ve inançsızlara yönelik bu uyarılardan birkaç örnek hatırlatmakta yarar görmekteyiz: 3Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve boş umut onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir.(Hicr/3) 8İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O'na vererek Rabbine yakarır. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O'na yakardığı hâli unutur da Allah'ın yolundan saptırmak için O'na ortaklar oluşturur. De ki: “Küfrünle; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişinle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashâbındansın.” (Zümer/8) 30Ve nankörler, O'nun yolundan saptırmak için Allah'a eşler oluşturdular. De ki: “Yararlanınız, artık, şüphesiz dönüşünüz ateşedir.” (İbrâhîm/30) Ve Yûnus/70, Tâ-Hâ/131, Hicr/88, Nahl/117, Lokmân/24 . 48Onlara, “Allah'a ortak koşmaktan uzak durun” denildiği zaman, ortak koşmaktan uzak durmazlar. 49O gün, yalanlayanların vay hâline! 48. âyetin manası ile ilgili olarak geçmişte yanıltıcı ve tatminkâr olmayan nakiller yapılmış, arkadan gelenler de sürekli bu nakilleri yapanların taklitçileri olmuştur. Böylece âyet hakkında Müslümanlar arasında bizim katılmadığımız bir anlam yerleşmiştir. Önce bu yerleşik anlamı Râzî’den naklediyoruz: İbn-i Abbâs, Onlara, “Rükû edin” denildiğinde, rükû etmezler ifadesiyle, “namaz” kastedilmiştir” demiştir ki, bu, açıktır. Çünkü rükû, namazın rükünlerindendir. Böylece Allah Teâlâ o kâfirlerin vasıflarından birisinin de namaza çağrıldıklarında namaz kılmamaları olduğunu beyan etmiştir ki, bu, kâfirlerin İslâm’ın fürûu ve amelî hükümleriyle de mükellef ve muhatap olduklarına; iman etmemeleri sebebiyle kâfir iken zem ve ikaba müstahak oldukları gibi, namaz kılmamaları sebebiyle de zem ve ikaba müstehak olduklarına delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, kâfirleri kâfir iken namaz kılmayışları yüzünden de tenkit etmiştir. Diğer bazıları da, buradaki rükû ile, “Allah için huşû ve huzur” kastedildiğini ve O’nun dışında kalanlara ibâdet edilmemesi gerektiğinin kastedildiğini söylemiştir. [31] RÜKÛ: Gerçekten de rükû denince, herkesin aklına “namazda ayakta dururken eğilip belin bükülmesi” gelmektedir. Çünkü sözcük asırlar önce kafalara bu anlamla kazınmıştır. Klâsik eserlerde de âyette geçen rükû‘dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile namazın parçasının anılıp bütününün kastedildiği ifade edilmiştir. Bütün meal ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır. Bu durumda âyetin manası, “Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” olup çıkmaktadır. Bize göre âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz ile ilgili herhangi bir emir ve yaptırım söz konusu değildir. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kıl” demenin de bir mantığı yoktur. Âyetin doğru anlaşılabilmesi için önce sözcüklerin doğru anlamlarının bilinmesi gerektiğinden, rükû sözcüğü için Lisânü’l-Arab’a başvurulmuş ve aşağıdaki anlamlara ulaşılmıştır: 1) الرّكوع [rükû] , “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir. 2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara rakea‘ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir. 3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam). 4) Rükû,“putlara tapmayıp Allah’a boyun eğmek” [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah’a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah’a rükû etti] derlerdi. [32] Bize göre 4. maddedeki anlam, âyetin en doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Bu durumda âyetin şu şekillerde çevrilmesi mümkündür: “Onlara, “Hanifler olun” [puta tapmayın, tek Allah’a tapın] denildiği zaman hanif olmazlar” veya “Onlara, “Hakka teslim olup itaat edin” denildiği zaman hakka teslim olup itaat etmezler.” Bu yargıdan sonra yine, O günü yalanlayanların vay hâline denerek yalanlayıcılara, onuncu ve sonuncu tehdit gösterilmiştir. Buna göre onlara âdeta şunlar söylenmek istenmiştir: “Siz dünyayı ve onun lezzetlerini seviyordunuz. Ama iman edip yaratıcınıza hizmetten yüz çevirmeseydiniz, O’na boyun eğseydiniz ve bu imanınızın yanı sıra dünyevî lezzetleri isteme ve bilmeden çeşitli günahlar işleme durumunda kalsaydınız, cehennem azabından kurtulma ve mükâfaat elde etme ümidiniz olurdu.” 50.Artık bundan [Kur’ân’dan] sonra hangi söze inanacaklar? Sûrenin başından buraya kadar, küfürden vazgeçmeleri için tam on kez değişik azaplarla tehdit edilmiş olan kâfirler, tefekküre davet edilerek ve kanıtlar gösterilerek hakk dine sımsıkı sarılmaları için teşvik edilmişlerdir. Bu son âyet, bu kadar tehdide ve teşvike rağmen hâlâ küfürlerini sürdüren kâfirlerin bu hâllerine şaşırılması gerektiğini vurgulayan bir teaccüp [hayret] ifadesi içermektedir: Artık bundan [Kur’ân’dan] sonra hangi söze inanacaklar? Bu ifade bir bakıma, “Onlar kendilerine gösterilen bunca delili kabul etmiyorlarsa, bundan başka hiçbir delili kabul etmeyeceklerdir” anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse burada Kur’ân mucizesinin en büyük mucize olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü Kur’ân’ın mucizesi kıyâmete kadar devam edecektir: 21Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21) Bu durumda âyetten şunlar anlaşılabilir: “Yalçın kayaları sarsan, sıra dağları depreme tutulmuş gibi sallayan bu söze, bu Kur’ân’a inanmayan kimse artık hiçbir söze inanmaz. Bu zavallı bedbahtı da mutsuzluk ve acı bir akıbet beklemektedir.” Gerçekten de en büyük olay, insana hakk ve bâtıl arasındaki farkı anlatan Kur’ân’ın inmesidir. Kur’ân’ı tanıdığı hâlde iman etmeyen bir kişiye başka hangi şey doğru yolu gösterebilir ki? 47Ve işte böylece Biz, sana Kitab'ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz Kur’ân'a inanıyorlar. Ve ehli kitabın dışındakilerden/ Araplardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek örtbas eden kimseler bile bile reddeder. 48Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı. 49Tam tersi Kur’ân, kendilerine bilgi verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi de ancak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar bile bile reddederler. 50Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” 51Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebût/47-51) Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [22] Lisânü’l-Arab; c. 5, s. 642-643. [23] Lisânü’l-Arab; c. 7, s. 48-50. [24] Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 2003, s. 205. [25] Lisânü’l-Arab; c. 7, s. 686–687. [26] Râzî, Mefâtihu‘l-Ğayb. [27] Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 2003, s. 145-146. [28] Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 2003, s. 134–138. [29] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb. [30] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili. [31] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb. [32] Lisânü’l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” m Konu dost1 tarafından (15. January 2014 Saat 10:23 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak. |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, mürselât, suresine |
|
|