![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
TAHLİL
1- 4 – Hamd [tüm övgüler], katından şiddetli azaba karşı uyarmak, salihatı işleyen müminlere, şüphesiz kendileri için, içinde sürekli kalıcılar olarak güzel bir mükâfat bulunduğunu müjdelemek ve “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarmak için, kuluna, gözetici olarak, kendisi için hiçbir pürüz kılmadığı Kitap’ı indiren Allah içindir. Surenin girişi olan bu ayetlerde, Kur’an’a ve onun indiriliş amacına dikkat çekilmiş ve bunun ne kadar önemli olduğunu vurgulayacak şekilde Allah’ın tüm övgülere layık olduğu ifade edilmiştir. Kur’ân’ın içeriği; emirleri, yasakları, uyarıları, öğütleri, bize işaret ettiği ayetleri, geçmişe ait anlatımları hem peygamber hem de bizim için bir nimettir. Ayette Kur’an’ın herkesi uyarmanın yanı sıra özellikle de “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarmak için indirildiği açıklanmıştır. Burada Kur’an iki sıfatla, “pürüzsüz” ve “gözetici” sıfatlarıyla nitelenmiştir. PÜRÜZSÜZLÜK “Pürüzsüz” sıfatıyla Kur’an’da hiçbir eğriliğin, yanlışlığın, çelişkinin ve işe yaramazlığın olmadığı kastedilmektedir. Yani Kur’an haktır; gerçektir, içinde çelişki, tutarsızlık ve işe yaramaz hiçbir şey yoktur. İçinde ne varsa, tevhit, peygamberlik, iman, ibadet ve ahlak ilkeleri, hepsi doğru şeylerdir. Hala Kur’an’ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğerki o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı. (Nisa/82) Ve ant olsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye Pürüzsüz Arapça bir kur'ân [okuma] olarak; takvalı davransınlar diye bu Kur'ân'da insanlar için her türlüsünden örnek verdik. (Zümer/27, 28) Kendisinde şüphe olmayan bu kitabın indirilişi, âlemlerin Rabbindendir. (Secde/2) İşte bu kitap; kendisinde kuşku yoktur, gaybde iman eden, salâtı ikame eden, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden muttakiler -ki bunlar, ahirete de kesinlikle inanırlar- için bir kılavuzdur. (Bakara/2-4) KAYYİMLİK/GÖZETİCİLİK Mealde “gözetici” olarak çevirdiğimiz sözcüğün aslı “ قيّمkayyim”dir. Bu sözcük dilimize genellikle “dosdoğru” olarak çevrilmiştir. Bu anlam doğru değildir; zira sözcüğe bu anlam verildiğinde “pürüzsüz” sözcüğüyle hemen hemen aynı anlama gelmiş olur. Bu da tekrardan başka bir şey olmaz. “ قيّمKayyim” sözcüğü “dik, ayakta tutan, gözeten” demektir. Günlük hayatta “mescidin kayyımı, hamamın kayyımı” diye kullanılır. (Lisanü’l Arab, c. 7, s. 549) Demek oluyor ki, “kayyım” sıfatı “başkasının faydasına olan şeyleri yerine getiren” demektir. Nitekim sözcüğün mübalağa kalıbıyla çoğul formu Nisa/34’ün başında “Allah’ın, bazı şeyleri bazısına fazla kılması ve erkeklerin mallarından harcadıkları şey nedeniyle erkekler, kadınlar üzerine kavvamdırlar/koruyup, gözeticidirler ...” diye yer alır. Bu ayetten hareketle, “kayyim” sıfatının burada Kur’an’ın insanlar üzerindeki fonksiyonuna; gözeticiliğine, yani insanlara rehber oluşuna, ölü mesabesindeki kimseleri ikna edip imana eriştirerek diriltişine işaret ettiğini söyleyebiliriz. Konumuz olan ayet grubunun içerdiği mesajlardan biri de Kur’an’ın özellikle uyarı amaçlı indirilmiş olması gerçeğidir. Bu husus Kur’an’da yüzlerce ayette konu edilmiştir: Ruh ve melekler saf saf dikildikleri gün, Rahmân'ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o [izin verilen], doğruyu söyler: “ İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık.” O gün, kişi iki elinin[iki gücünün; mal ve çevresi] ne takdim ettiğine bakar [yaptıklarıyla yüz yüze gelir] ve kâfir der ki: “Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım.” (Nebe/38- 40) Öyleyse Allah’a kaçın. Şüphesiz ki ben, sizin için O’ndan apaçık bir uyarıcıyım. Ve Allah ile beraber başka bir tanrı kılmayın [oluşturmayın]. Şüphesiz ben sizin için O’ndan apaçık bir uyarıcıyım. (Zariyat/50, 51) Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. (Ya Sin/69, 70) Ayette “... katından şiddetli azaba karşı uyarmak için” denildikten sonra özellikle de “ve ‘Allah çocuk edindi’ diyenleri uyarmak için” denilmiştir. Bu, Allah’a çocuk isnadının ne derece büyük bir suç olduğuna dikkat çeken bir ifadedir. Kur’an’a baktığımızda, (İsrâ/40, 111, Mâide/18, En’am/100 ve Tevbe/30) Allah'a çocuk isnat etme cürmünün hem İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen Hıristiyanlar; hem Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen Yahudiler; hem de meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söyleyen Arap müşrikleri tarafından işlendiği görülmektedir. 5 – Kendilerinin ve atalarının buna [Allah’ın çocuk edinmişliğine] hiçbir bilgileri yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne kadar büyük! Onlar, sadece yalan söylüyorlar. Bu ayette, 4. ayette konu edilen “Allah çocuk edindi” diyenler uyarılmakta ve ağızlarından çıkan sözün ne büyük bir sapıklık olduğuna işaret edilmektedir. Onların bu inançlarının herhangi bir temeli olmadığını bildiren Rabbimiz, dile getirdikleri iftiralarını “Onlar, sadece yalan söylüyorlar” diyerek reddetmektedir. Ve onlar “Rahman, çocuk edindi” dediler. Ant olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın bundan; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı. Hâlbuki Rahman için çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahman’a, yalnızca kul olarak gelecektir. (Meryem/88-93) “İLİMLERİ OLMAMASI” MESELESİ Konumuz olan 5. ayette aynı zamanda bilginin de önemine dikkat çekilmektedir. Demek ki, maddi ve manevi tüm zararlar, yanlışlık ve sapmalar bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Aynı uyarı Mü’minun suresinde de yapılmıştır: Her kim, hiç bi delili olmadığı halde, Allah ile birlikte diğer bir ilaha yakarırsa, bilsin ki o kimsenin hesabı, ancak Rabbinin nezdindedir. Şüphesiz kâfirler, iflah olmazlar [durumlarını koruyamazlar, zafer kazanamazlar]. (Mü’minun/117) 6- Sonra da sen onlar bu söze [Kur’an’a] inanmazlarsa, bıraktıkları eserlerden [yaptıklarından dolayı], üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin! Bu ayette, Resulullah’ın müşriklerin inatla şirklerinde direnmelerine çok üzüldüğü ifade edilerek aslında onlar için üzülmeye değmeyeceği bildirilmektedir. Bununla Resulullah hem teselli edilmekte, hem de uyarı sürecinde ölçülü olunması gerektiği mesajı verilmektedir. Uyarma konusundaki bu ölçülülük “ilgisizlik” ve “umursamazlık” anlamında değil, insanın psikolojisini olumsuz etkilemeyecek bir ölçü tutturulması anlamındadır. Zira başkasının sıkıntılarına duyarsızlık münafıklık alametidir. Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet dokunursa “Biz kesinlikle işimizi [tedbirimizi] önceden almıştık” derler. Ve onlar sevinenler olarak sırt çevirirler. (Tevbe/50) Ayetteki “bıraktıkları eserler” ifadesi, “onların yaptıkları” demektir. Bu durumda ayetin manası, “onların senden yüz çevirip arkalarını dönüp gitmelerinden dolayı kendini nerdeyse harap edeceksin” demektir. Ayette dikkati çeken bir diğer nokta da, Resulullah’ın gerek kendisinin gerekse arkadaşlarının gördüğü işkenceye ve çektiği çileye değil, kavminin sapıklık ve akılsız davranışlarına üzülmekte olduğudur. Ancak; ayetten anlaşılacağı üzere, müminler bir başkasına üzülürken de ölçülü olmalıdırlar. Resulullah’ın bu konudaki tutumları bize birçok kez nakledilmiştir. Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır, dilediğine / dileyene de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. (Fatır/8) Onlar iman edenler olmuyorlar diye sen kendini helâk edeceksin! (Şuara/3) Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider ve eğer size bir kötülük isabet etse onunla sevinirler. Ve eğer sabreder ve takvalı davranırsanız, onların hileleri size hiçbir şeyce zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır. (Al-i Imran/120) Sen sabret! Senin sabrın da ancak Allah iledir. Onlar için üzülme! Onların kurdukları tuzaklardan sıkıntıya düşme! (Nahl/127) 7- Şüphesiz Biz yeryüzündeki, ona süs olan şeyleri onların hangisinin daha güzel amel edeceğini sınamamız için yaptık. 8 – Ve şüphesiz Biz, yeryüzünde olanları kupkuru bir toprak kılacağız. Bu ayetlerde, yeryüzünde ne varsa hepsinin birer süsten ibaret olduğu, sonunda hepsinin de işe yaramaz toprak olacakları, dolayısıyla hiçbirinin geçici hallerine aldanılmaması, değer verilmemesi gerektiği bildirilmektedir. Bilin ki, iğreti yaşam ancak bir oyun, ‘[eğlence türünden] tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme [süresi ve konusu], mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin [veya kâfirlerin] hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk [rıza] vardır. İğreti yaşam, aldanış metaından [malından, malzemesinden] başka bir şey değildir.” (Hadid/20) |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
CÜRÜZ
Rabbimiz 8. ayette “Ve şüphesiz Biz, yeryüzünde olanları kupkuru bir toprak kılacağız” buyurmuştur. Bu ayette insanlığa verilen mesaj, yeryüzünün devamlı olarak nimetler içinde yaşanması için değil de, imtihan ve sınanma için süslendiğidir. Öyle ki, sonunda ortada herhangi bir süs kalmayacak, her şey kupkuru bir toprağa dönecektir. Onun üzerindeki her kişi fânidir. (Rahman/26) Ve yeryüzü dümdüz olduğu zaman... (İnşikak/3) 32 – Ve onlara, iki adamı örnek ver: Biz bunlardan birine her türlü üzümlerden iki bağ kıldık ve ikisinin [iki bağın] etrafını hurmalarla donattık. Aralarında da bir ekinlik kıldık. 33- Her iki bahçe de, hiçbir şeyi eksik bırakmaksızın, ürünlerini verdiler. Aralarında da ırmak yardık/ akıttık. 34 – Bu kişi [iki bağın sahibi] için ayrıca başka gelir de vardı. Bundan dolayı bu adam arkadaşına konuşarak: “Ben, malca senden daha çok, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm” dedi. 35, 36 – Ve bu adam, kendine zulmederek bağına girdi: “Ben, bunun hiç yok olacağını sanmıyorum. Ben Saat’in kopacağını da zannetmiyorum. Velev ki Rabbime geri götürüldüm, kesinlikle orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum” dedi. 37- 41 – Arkadaşı konuşarak ona “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, daha sonra da seni olgun insan haline getireni mi inkar ediyorsun? Fakat ben; O, benim Rabbim Allah’tır. Ve ben Rabbime kimseyi ortak koşmam. Kendi bağına girdiğin zaman: “Maşallah, la kuvvete illa billâh [Allah ne isterse o olur. Allah’tan başka hiçbir güç yoktur]” deseydin ya! Sen her ne kadar beni, malca ve evlatça kendinden az görüyorsan da, belki Rabbim, bana, senin bağından daha hayırlısını verir. Seninkinin üstüne de gökten felaketler gönderir de o [senin bağ], kaygan bir toprak haline geliverir. Yahut bağının suyu yerin dibine çekilir de bir daha onu aramaya güç yetiremezsin” dedi. 42, 43 – Ve o, serveti ile kuşatma altına alındı [bitirildi]. Bunun üzerine onda [bağında] yaptığı harcamalara karşı ellerini ovuşturmaya başladı. O [Bahçe], çardakları üzerine yıkılmış kalmıştı, O da “Ah n’olaydım! Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım” diyordu. O kişi için Allah’ın astlarından yardım edecek bir topluluk olmadı. Ve kendisi de öç alacak biri değildi. Bu ayet grubunda, inanan ve inanmayan olmak üzere iki insan tipi örneklenmiştir. Birbirleriyle arkadaş olan bu insanlardan ilki, inanan ve Rabbine tevekkül eden bir kişi; diğeri de kendine zulmetmiş [şirk koşmuş], malına mülküne güvenen bir kişidir. Müşrik olanın iki bağı, hurmalığı ve ekin tarlaları vardır. Sulak ve verimli arazilerinin içinden ırmaklar geçmektedir. Bunların dışında başka gelirleri de vardır. Kısacası çok zengin ve varlıklı bir adamdır. Bu gün böyle birini, hanları, hamamları, fabrikaları, bankaları olan bir adam olarak niteleyebiliriz. Dünya malının ziynet ve geçici olduğu mesajının verildiği bu ayetler, surenin 7 ve 8. ayetleriyle irtibatlandırılarak okunursa, verilen mesaj daha da iyi anlaşılır. Olumsuz bir tip olarak anlatılan bu kişi şımarıktır. İkide bir arkadaşına “Ben, malca senden daha çok, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm” demektedir. Servetiyle karşılaştığında da “Ben, bunun hiç yok olacağını sanmıyorum. Ben Saat’in kopacağını da zannetmiyorum. Velev ki Rabbime geri götürüldüm, kesinlikle orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum” diyerek yanlış inancında inatla ısrar etmektedir. Onun bu şımarıklığına, azgınlığına karşılık, arkadaşı da: “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, daha sonra da seni olgun insan haline getireni mi inkâr ediyorsun?” diyerek onu uyarmakta, doğru tavrın ne olduğu konusunda ona şu sözlerle öğüt vermektedir: “Fakat ben; O, benim Rabbim Allah’tır. Ve ben Rabbime kimseyi ortak koşmam. Kendi bağına girdiğin zaman: “Maşallah, la kuvvete illa billâh [Allah ne isterse o olur. Allah’tan başka hiçbir güç yoktur]” deseydin ya! Sen her ne kadar beni, malca ve evlâtça kendinden az görüyorsan da, belki Rabbim, bana, senin bağından daha hayırlısını verir. Seninkinin üstüne de gökten felâketler gönderir de o [senin bağ], kaygan bir toprak haline geliverir. Yahut bağının suyu yerin dibine çekilir de bir daha onu aramaya güç yetiremezsin.” Sonunda Allah, onca malı harap ederek onu yoksul duruma düşürüverir. Nimetin kadrini bilmeyerek Rabbine karşı cahilce ve ahmakça davranan adam ise bu akıbet üzerine pişman olur ve “Ah n’olaydım! Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım!”demeye başlar. Malına, mülküne, güç aldığı yakınlarına bel bağlayanlar, Kur’an’da birçok kez örnek olarak nakledilmiştir: Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir/kesinlikle belâ vereceğiz, [tıpkı] o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca mutlaka onu devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir dolaşan [afet] onun üzerinden dolaşıverdi. Sabaha, o bağ biçilmiş/ devşirilmiş gibi oluverdi. Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler. "Haydi, devşirecekseniz [çiftliğinize] sabahleyin erkence gidin!" dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: "Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!" Sadece engelleme gücüne sahip/şiddete güçleri yeten [bir tavırla] erkenden gittiler. Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz mutlaka sapıklarız/biz şaşırmışız/ yanlış yere gelmişiz; yok yok, biz mahrum edilmişiz!" dediler. En hayırlı olanları: "Ben size ‘Tesbih etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?" dedi. Onlar: "Rabbimiz Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler zalimlermişiz!” dediler. Sonra döndüler, birbirlerini [şöyle] kınıyorlardı: "Yazıklar olsun bizlere! Bizler gerçekten azgınlarmışız, [kendini firavun gibi gören küstahlarmışız.] Umarız ki, Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz." (Kalem/17-32) Arkadan çekiştirenlerin, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin hepsinin vay hâline! O ki malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini ebedîleştirdiğini sanarak onu tekrar tekrar sayandır. Hayır... Hayır... Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp atılacaktır. (Hümeze/1-4) Ve size verilen şeyler, basit hayatın kazanımı ve onun süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz? Şu hâlde, Bizim kendisine güzel bir vaatle vaatte bulunup da ona kavuşan kimse, basit hayatın kazanımını kazandırdığımız ve sonra kıyamet gününde huzurumuza getirilenlerden [huzurumuzda ‘hazırol’da tutulanlardan] olan kimse gibi midir? Ve o gün O [Allah] onlara seslenir de der ki: “Yanlış olarak inanmış olduğunuz Benim ortaklar hani nerede?” (Kasas/60-62): Şüphesiz Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah’ın sana verdiğinde ahiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” O [Karun]; “O [servet], bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.” dedi. Bilmez miydi ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok topluluğu [taraftarı, birikimi] olan kimseleri kesinlikle helâk etmişti. Ve günahkârlar günahlarından sorulmaz [Allah onların hepsini bilir]. Derken o [Karun], ziynet [ihtişam] içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyen kimseler; “Keşke Karun’a verilen gibi bizim de olsaydı! Şüphesiz ki o [Karun], çok büyük bir nasip sahibidir” dediler. Ve kendilerine ilim verilmiş olan kimseler ise; “Yazıklar olsun size! İman eden ve salihi işleyen kimseler için Allah’ın mükâfatı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir” dediler. Sonunda Biz onu ve evini yere geçirdik. Artık Allah’ın astlarından kendisine yardım edecek bir taraftar da olmadı ve o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Ve daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, “Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor ve daraltıyor. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Ve demek ki inkârcılar felâh bulmuyorlar” diyerek sabahladılar. İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimseler için kılarız. Ve akıbet, takva sahipleri içindir. (Kasas/76-83) Örnek verilen kişinin pasajın son bölümünde nakledilen “Ah n’olaydım! Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım!” ifadesi, onun tevhide yöneldiğini göstermektedir. Unutmamalıdır ki, Rabbimiz insanların gerçeğe dönmeleri için onları bir takım küçük cezalarla uyarır. Aklını kullananlar döner, ısrarcılar ise ahıretteki büyük ceza sonucuna katlanmak zorunda kalırlar. Dönmeleri için; insanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat/kargaşa çıktı. (Rum/41) Allah, sizlerden iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kimselere, kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle tutunduracağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir. (Nur/55) İşte hepsini günahları sebebiyle yakaladık: Onlardan kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, onlardan kimini dehşetli bir ses yakaladı, onlardan kimini yerin dibine geçirdik, onlardan kimini de suda boğduk. Ve Allah onlara zulmetmiyordu velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı. (Ankebut/40) Ant olsun ki Sebe' kavmi için iskân ettikleri yerde bir ayet vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! – “Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin [karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rab!”- Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını vermediler]. Biz de üzerlerine Arim [barajların] selini salıverdik ve o onlara iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. Bu, onların küfretmeleri nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız. Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: -Buralarda gecelerce ve gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin gelin!- Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve nefislerine zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette ayetler vardır. (Sebe/15-19) Ne olurdu, iman edip de imanları kendilerine fayda vermiş bir kent olsaydı ya? Ancak Yunus’un kavmi ayrıdır. Onlar iman ettikleri vakit, basit yaşamda o rezillik azabını üzerlerinden kaldırdık ve onları bir süreye kadar yararlandırdık. (Yunus/98) |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Konumuz olan pasajdaki örnek tiplerin kim oldukları konusunda farklı görüşler vardır:
Kelbî der ki: Âyet-i kerime, Mekke ahalisinden Mahzumoğullarına mensup birisi, mü'min olup adı Ebu Seleme Abdullah b. Abdilesed b. Hilâl b. Abdullah b. Ömer b. Mahzura olan ve Peygamber (sav)'dan önce Umm Seleme'nin kocası olan; diğeri ise kâfir olup Esved b. Abdilesed olan iki kardeş hakkında inmiştir. Aynı zamanda Sâffat Sûresi'nde Yüce Allah'ın: “Aralarından birisi diyecek ki: Gerçekten benim bir dostum vardı (Sâffât/51)” buyruğunda sözü edilen iki kardeş de bunlardır. Bunların her birisine dört bin dinar miras kalmıştı. Onlardan birisi malını Allah yolunda harcayıp daha sonra kardeşinden kendisine bir şeyler vermesini istedi, kardeşi de bilinen sözlerini söyledi. Bunu, Sa'lebî ve Kuşeyrî zikretmişlerdir. Âyet-i kerimenin Peygamber (sav) ile Mekke ahalisi hakkında indiği de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre de, bu buyruk Allah'a iman eden herkes ile inkâr eden herkese dair bir misaldir. Bir başka görüşe göre ise, bu, Uyeyne b. Hısn ile arkadaşlarının ve Selman, Suheyb ve arkadaşlarının bir misalidir. İbn Abbas'ın görüşüne göre, Allah onları, birileri mü'min olup adı Yahuda olan İsrailoğullarından iki kardeşe benzetmektedir. Mukatil ise bu kişinin adının Temliha olduğunu söylemiştir. Diğeri ise kâfir olup adı Kartuş idi. İşte Yüce Allah'ın Sâffat Sûresi'nde sözünü ettiği iki kişi de bunlardandır. Muhammed b. el-Hasen el-Mukri de bunu böylece söz konusu ederek şöyle demektedir: Bu iki kişiden hayırlı olan zatın adı Temliha, diğerinin adı da Kartuş idi. Bunlar, ortaktılar. Daha sonra mallarını paylaştırdılar. Bunların her birine üç bin dinar düştü. Mü'min olanı bin dinara köle satın alıp onları azad etti, bin dinara elbise satın alıp çıplakları giydirdi, bin dinara da yiyecek satın alarak açları yedirdi. Aynı şekilde mescitler inşa etti, hayır işleri yaptı. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 36. ayetin orjinalindeki “ منهاminha” zamiri ilk Mushaflardan Mekke, Medine, Şam ve Topkapı mushaflarında “ منهماminhüma” şeklindedir. Basra, Küfe, Taşkent, T.İ.E. Müzesi ve Kahire mushaflarında “منها minha” şeklinde tekildir. (Mushaf-ı Şerif; İSAM Yayınları, Mushaflardaki Farklar, s. 151) Pasajdaki anlama uygun olanı ise “ منهماminhüma [o iki bağdan]” şeklinde olanıdır. Biz de buna göre meallendirdik. 44 - İşte burada velâyet/vilâyet [egemenlik/ yardımcılık, koruyuculuk, yol göstericilik] ancak Hakk olan Allah’a aittir. O, ödüllendirme bakımından en iyi ve kovuşturma yönünden de en iyi olandır. Yukarıdaki pasajda Allah’ın inananlara her türlü yardımı yaptığı, müşrikleri de rahmetinden mahrum bıraktığı mesajı verilince, pasaj “İşte burada velâyet/vilâyet [egemenlik/ yardımcılık, koruyuculuk, yol göstericilik] ancak Hakk olan Allah’a aittir”diye devam etmektedir. Bu ayette tüm insanlığa yol gösterenin, yardım edenin, koruyanın, kurtaranın, karanlıklardan aydınlığa çıkaranın kim olduğu vurgusu yapılmaktadır. Ayrıca ödüllendirmenin, cezalandırmanın da sadece Allah’a ait olduğuna dikkat çekilmektedir. Ayette geçen “ وَلايةvelâyet” sözcüğü, “ وvav” harfi esreli olarak “ وِلايةvilâyet” şeklinde de okunabilir. Nitekim birçok kurra [A'meş, Hamza ve Kisaî,] böyle okumuşlardır. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) Biz, mealde tercih yapmayarak her iki anlamı da vermiş bulunuyoruz. Her iki anlamı da teyit eden ayetler vardır: Allah, inananların Velîsidir [Yakın Kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların Yakın Kimseleri tâğûttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. (Bakara/257) İşte bu, şüphesiz Allah’ın iman eden kimselerin Mevlası olmasından, inkâr edenler için Mevla olmamasındandır. (Muhammed/11) O gün [dingünü], kimse kimseye malik olmaz [efendilik yapamaz]. Ve o gün buyruk Allah’a aittir. (İnfitar/18, 19) İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahman’a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. Ve o gün, o zalim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir’den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!” der. (Furkan/26- 29) O gün [buluşma günü], onlar, meydana çıkarlar. Kendilerinden hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. –‘Bugün mülk kimindir?’, Sadece tek ve kahhar olan Allah'ındır!’- Bugün her kişi kazandığı ile karşılıklandırılacaktır. Bugün zulüm diye bir şey yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Mü’min/16, 17) 45 - Ve sen onlara basit hayatın misalini ver: O [basit hayat], gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sebebiyle yeryüzünün bitkileri birbirine karışmış sonra da rüzgârın savurup durduğu bir çöp kırıntısı oluvermiştir. Ve Allah her şeye muktedirdir. 46 - Mal ve oğullar, basit hayatın süsüdür. Baki [kalıcı] salihat ise, Rabbinin katında, sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlama yönünden de daha hayırlıdır. Önceki ayet grubunda malına mülküne tutkuyla bağlanıp kalmış inançsız bir insanın perişanlığı örneklenmişti. Burada ise surenin giriş bölümündeki ayetlerde de konu edilen “süs” mahiyetindeki dünya kazanımlarının mahiyeti yeniden detaylandırılmaktadır. Dünyada ne varsa gelip geçicidir. Mal ve evlat dünyanın süsüdür. Bu nedenle, onlar da gelip geçicidir. Gelip geçici olmayan ise “salihat”tır. Salihat, Allah katında en değerli olan şeydir. Ve Allah, hidayete erenlere kılavuzu artırır. Ve kalıcı olan salihat, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da daha iyidir. (Meryem/76) Dünyanın geçiciliği birçok ayette örneklenmiştir: Dünya hayatının misali, “Bizim gökten indirdiğimiz su gibidir. Ki gökten indirdiğimiz suyla insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü süslerini takınıp süslendiği, sahipleri de kendilerinin ona gücü yetenler olduklarına inandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz gelivermiştir de ansızın, sanki dün orada hiçbir şenlik yokmuş gibi onu ta kökünden biçivermiştir.” Biz ayetlerimizi düşünecek bir toplum için işte böyle detaylandırırız. (Yunus/24) Sen, şüphesiz Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki pınarlara koyduğunu, sonra onunla renkleri değişik bir ekin çıkardığını, sonra onun olgunlaşıp da senin onu sararmış gördüğünü, sonra da onu bir çöpe çevirdiğini görmedin mi? Şüphesiz, bunda kavrama yeteneği olanlar [temiz akıl sahipleri] için kesinlikle bir öğüt/hatırlatma vardır. (Zümer/21) “Bilin ki, iğreti yaşam ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklar konusunda bir ‘çoğaltma yarış’ıdır. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk [rıza] vardır. İğreti yaşam, aldanış metaından [malından, malzemesinden] başka bir şey değildir.” (Hadid/20) 45 ve 46. ayetler, yukarıda konu edilen şımarık, azgın zenginlerin zihniyetinin de reddedilmesi ve kınanmasıdır. O güvendikleri şeyler mahvolur, çerçöp gibi rüzgârın önünde sürüklenir giderler. Onlara güvenip bel bağlayan kimseler de arkalarından hayıflanır dururlar. Ey iman etmiş olan kimseler! Şüphesiz eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. O nedenle, onlardan sakının. Ve eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız... Bilin ki, şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir. Allah ise, büyük ecir kendi katında olandır. (Teğabün/14, 15) Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır [zâlike metâu’l-hayati’d-dünya]. Ve Allah, varılacak güzel yer kendi katında olandır. De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takva sahibi olan kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’tan hoşnutluk vardır. Allah kulları en iyi görendir.” (Al-i Imran/14, 15) Ayette konu edilen “kalıcı salihat” ifadesi özel bir anlam taşımaktadır. “Salihat” kavramı ile ilgili olarak daha evvel Asr suresinde şu açıklamayı yapmıştık: SALİHATI İŞLEMEK “عملوا الصّلحات Salihatı işleyenler” olarak çevirdiğimiz ifade kalıbı Kur'an'da toplam 62 ayette yer almıştır. Pek çok meal ve tefsirde olduğu gibi bu kalıbın “amel-i salih işleyenler” şeklinde çevrilmesi yanlıştır. “اصلاح Islah” sözcüğünden türemiş olan “salihat” düzeltmek demektir. “Salihatı işlemek” ise bozuk olan şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik işler yapmak anlamlarına gelir. Kur'an, bozuklukları düzeltme faaliyetinde bulunanları tek kelime ile ifade etmiş ve bu kimseleri “muslih” olarak isimlendirmiştir. (Bakara/11, 220; A'râf/56, 85, 170; Hud/117 ve Kasas/19) Diğer taraftan da Kur'an, bu ayette geçen “hakkı ve sabrı tavsiyeleşme”yi, Bakara suresinin 277. ayetinde geçen “namaz kılma ve zekât verme”yi, Hud suresinin 23. ayetinde geçen “edep ve gönülden Allah'a boyun eğme”yi belirtilen ayetler içinde ayrı ayrı zikretmek suretiyle “salihat”tan ayırmıştır. Yani “hakkı ve sabrı tavsiyeleşme”, “namaz kılma ve zekât verme”, “edep ve gönülden Allah'a boyun eğme” gibi hasenat, Kur'an'a göre “salihat”tan sayılmamaktadır. Kur'an'daki bu hususlar dikkate alınarak “salihat” konusunda şunları söylemek mümkündür: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek salihatı işlemek değildir. Ama öğüt verme yolu ile namaz kılmayanı namaz kılar hale getirmek, zekât vermeyeni zekât verir hale getirmek, oruç tutmayanı da oruç tutar hale getirmek, salihatı işlemektir. Bu kavramı toplumsal boyuta taşıdığımızda, bulunduğumuz zaman ve zeminde adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve benzeri alanlarda her türlü bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek çaba, yapılacak uygulama, salihatı işlemektir. Bu konuda, “dışa yansımayan işler” demek olan “hasenat” ile “salihat” arasındaki fark iyi anlaşılmalıdır. Rabbimiz bu iki kavram arasındaki farkı, her bir haseneye on karşılık verirken (En'âm/160), salihat karşılığında cenneti vaat etmek suretiyle çok açık bir şekilde belirlemiştir. (Bakara/25, 82; Nisa/57, 122, 124; Hud/23, İbrahim/23, Kehf/107 ve daha birçok ayet) 47 – Ve Bizim dağları yürüttüğümüz gün; ve sen yer yüzünü çırılçıplak/dümdüz göreceksin. Ve Biz onları bir araya topladık. Böylece onlardan hiçbir kimseyi bırakmadık. 48 – Ve onlar, saf halinde Rabbine yayılmışlardır: “Şüphesiz sizi ilk önce yarattığımız gibi Bize geldiniz. Aslında siz, sizin için buluşma zamanı kılmayacağımıza batılca inanıyordunuz.” 49 – Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. Bu ayetlerde, şimdi türlü varlıklarla bezeli bir halde bulunan dünyanın değiştirileceği; üzerindeki dağ, taş, ağaç, ot, canlı, cansız, bilinen hiçbir şeyden eser kalmayacağı; herkesin toplanıp yaptıkları amellerle yüzleşeceği bildirilmektedir. O gün herkesin amel defteri önüne konulacak, suçlular kendi amel defterlerinden korkup “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış!” diyeceklerdir. Pişmanlık duyacaklar ve perişan olacaklardır. Ve her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır: “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan kitabınızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk.” (Casiye/28, 29) Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14) |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Pasajda çok kısa olarak verilen bilgiler ve sergilenen sahneler Kur’an’da yüzlerce kez yer almış, uyarı amaçlı olarak birçok kez tekrar edilmiştir.
Bu ayetlerden bir kaçını naklediyoruz: O gün, Allah’ın her benliği kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek. Gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (İbrahim/48-51) Sana dağlardan soruyorlar, de ki: “Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin.” O gün, hiçbir eğriliği olmayan o davetçiye uyarlar ve Rahman için sesler kısılmıştır. Artık sadece hafif bir ses duyacaksın. O gün, Rahman’ın kendisine izin verdiği ve sözce hoşnut olduğu kimseler hariç şefaat fayda vermez. Allah, onların [yardım görmeyenlerin] önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri bilir. Onlar ise O’nu bilgice kuşatamazlar. Ve yüzler [kişiler], Hayy [Diri] ve Kayyum [bütün yarattıklarını gözetip duran Allah] için baş eğmiştir. Bir zulüm taşıyan kimseler gerçekten zarara uğramıştır. Ve her kim mümin olarak salihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz. (Ta Ha/105-112) Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır. Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı / getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. Ve kim kötülükle gelirse artık yüzleri ateşte sürtülür. -Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılıklandırılacaksınız?- (Neml/88-90) Bu sahneler ile ilgili olarak Tekvir/3, İnşikak/4, Tur/9-12, Zilzal/2, İnfitar/10-12, Karia/5, Nebe’/38, Fecr/22 ’ye de bakılabilir. 27 – Ve sen Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku/izle! Onun [Rabbinin] sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Ve sen O'nun astlarından bir sığınak bulamazsın. 28 – Ve kendini, sabah- akşam [sürekli] Rablerinin rızasını isteyerek O’na [Rablerine] yalvaran kişiler ile beraber sabırlı kıl. Basit hayatın süsünü isteyerek onlardan gözlerini de ayırma. Ve de kalbini Bizim zikrimizden gafil kıldığımız, hevasına uymuş ve de işi aşırılık olan kimseye uyma. 29- Ve de ki: “O hak [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! Bu ayet grubunda, surenin nazil olduğu dönemde Mekkeli müslümanların durumlarından söz edilmektedir. Rabbimiz elçisine şu direktifi vermektedir: “Kur’an’dan sapma, başka bir yol izleme, bu kitabın gereği ile amel etmeye devam et!” Bu direktiften sonra, Allah’ın sözlerinin değiştirilemeyeceği ifade edilerek Mekke müşriklerine “Gönderdiğimiz elçinin Kur’an’da herhangi bir değişiklik yapma yetkisi yoktur, yapmaz ve yaptırtmayız. O, ancak kendisine vahyolunanı aktarmakla sorumludur. Eğer inanacaksanız böyle inanacaksınız; inkâr edecekseniz de serbestsiniz” şeklinde bir mesaj verilmektedir. Hatırlanacağı üzere, bu mesajı içeren bir pasaj da Yunus suresinde yer almıştı: Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. De ki: “Allah dileseydi, ben onu [Kur’an’ı] size okumazdım ve O [Allah], onu [Kur’an’ı] size bildirmemiş olurdu. Ben de ondan [Kur’an’dan] önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Yunus/15- 16) Yunus suresine ait yukarıdaki pasajda Rabbimiz, Kur’an’ın değiştirilmesi talebinde bulunan müşriklere, şayet iyice düşünür ve akıllarını kullanırlarsa, Peygamber'in tebliğ ettiği Kur'an'ın Allah’tan başkasının sözü olamayacağını kesinlikle anlayacaklarını söylemektedir. Müşriklere verilen bu cevap aynı zamanda Kur’an’ın inananların kalplerindeki yerini de pekiştirmektedir. Esbab-ı nüzul nakillerinde, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Abdullah b. Ümeyy el-Mahzumî, Velid b. Muğire, Mukevvir b. Hafs, Amr b. Abdullah b. Ebi Kays el-Amiri ve As b. Amir b. Hişam adlarındaki beş kişinin peygamberimizden kendi akıllarına uygun, onların ilâhlarını reddetmeyen, onlara ne yapacaklarını bildirmeyen ve istediklerinde duruma göre değiştirilebilen bir başka Kur’an getirmesini istedikleri, bu ayetlerin de bu talep üzerine indiği haberi yer almaktadır. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Yunus/15-16’nin tahlili daha evvel Yunus suresinde yapıldığından, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 4 s: 513, 514 ) okunmasını öneriyoruz. Konumuz olan Kehf/28’de açıklananlar ise En’am/51, 52’de açıklanan ilkelere benzemektedir. Ve Rabblerinin huzurunda haşr edileceklerinden korkanları, takvalı davranmaları için onunla [sana vahyedilenle] uyar. Onların O’nun astlarından Yakın Kimseleri ve şefaatçileri yoktur. Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua eden kimseleri kovma. Onların hesabından sana hiçbir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovup da zalimlerden olasın! (En’am/51, 52) “Esbab-ı Nüzul” kayıtları, bu ayetlerin iniş sebebi hakkında da yine aynı olayı zikretmektedir: Abdullah İbn Mesûd'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kureyş'ten bir topluluk Resûlullah (s.a.s)'a uğramışlardı. O sırada Hz. Peygamber'in yanında, müslümanların zayıf ve fakirlerinden olan Süheyb, Habbâb, Bilâl, Ammar ve başkaları bulunuyordu. Bunun üzerine onlar "Sen, kavminden vazgeçerek bunları mı tercih ettin? Biz bunlara mı tâbi olacağız? Onları yanından kov! Onları kovarsan belki o zaman sana uyarız" deyince Hz. Peygamber [s.a.s]: "Ben, mü'minleri kovan bir kimse değilim" dedi. Kureyş: "O hâlde biz geldiğimizde onları yanından kaldır; biz kalkıp gittiğimizde ise, istersen onları yanında oturt!" deyince de, Hz. Peygamber onların iman etmelerini ümid ederek: "Olur" dedi. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e: "Bir yapsan da, böylece baksak nasıl olacaklar!" dedi. Sonra bu Kureyşliler bu hususta ısrar edip, Hz. Peygamber'e: "Bu konuda bizim için bir yazı yazsan!" dediklerinde, Hz. Peygamber, bunu yazması için, bir kâğıt ile beraber Hz. Ali'yi çağırtır. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olur. Bunun üzerine Hz. Peygamber o kâğıdı fırlatıp atar. Hz. Ömer de bu sözünden dolayı özür beyân eder. İşte bu sebeple, Selmân ve Habbâb: "Bu âyet bizim hakkımızda nazil oldu. Hz. Peygamber bizimle beraber oturuyor ve biz O'na, diz kapağımız diz kapağına temas edecek kadar yakın bulunuyorduk. O, yanımızdan ayrılmak istediğinde, kalkıp gidiyordu. (Mukatil; Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) En’am/51, 52’nin tahlili daha evvel En’am suresinde yapıldığından, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 5, s: 366, 368) okunmasını öneriyoruz. Kehf/29’daki “O hak [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” ifadesiyle herkese tam bir özgürlük tanınmakta, insanların bu gerçeği kabul edip etmemekte serbest olduğu bildirilmektedir. Kısacası “dileyen dilediğini yapsın” denilmektedir. Sonucuna katlanmayı göze almak şartıyla herkesin istediği inanca sahip olmakta serbest olduğu bundan evvel de birçok yerde detaylı olarak sunulmuştu: Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Bakara/256) Herkesin inanç tercihinde serbest olduğu bildirilen 29. ayetin devamında “Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!” denilerek yanlış tercih yapanların nelere katlanmayı göze almaları gerektiği de açıkça bildirilmiştir. Ayette cehennemi niteleyen sıfatlar, daha evvelki surelerde [Mesela Gaşiye/4-7’de] detaylı olarak sunulmuştu. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 7, s: 30 – Şüphesiz İman eden ve salihatı işleyenler; şüphe yok ki Biz, işi güzel yapanların karşılığını zayi etmeyiz. 31 - İşte onlar, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar orada koltuklarına yaslanmış olarak altından bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyecekler. O ne güzel karşılıktır! Ve ne güzel kalma yeri! İnkârcı müşriklere yapılan tehditlerden sonra, bu ayetlerde de özgür iradesini kullanarak iman etmiş ve salihatı işlemiş müminlerin ahiretteki durumları nakledilmektedir. Ayette sözü edilen altın bilezik ve ipek giysi, yaşam standardının tepe noktasını ifade etmektedir. Çünkü Arap örfünde altın bilezik ve ipek giysi, her zaman lüks ve ihtişamın sembolü olmuştur. Zaten kendilerini ilahî mesaja davet eden peygamberlerden altın takı istemeleri de bu yaşam algıları yüzündendi. Rabbimiz cennetliklerin gümüş ve inci gibi özendirici takılar takınacaklarını başka ayetlerde de bildirmiştir: |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
ASHAB-I KEHF VE ASHAB-I RAKİM’İN SÖZCÜK ANLAMLARI:
الكهفKehf "الكهف Kehf", dağdaki büyük ve geniş oyuk [mağara] demektir. Küçüğüne " غار Gâr" denir. (Lisanü’l-Arab, c: 7, s: 751) الرّقيمRakim Rakim” sözcüğü “rkm” kökünden olup “yazmak” anlamındadır. Nitekim Kur’an’da “Kitabun merkûm [yazılmış kitap]” (Mutaffifîn/9, 20) olarak geçer. “Rakîm” de “Yazılmış, rakamlanmış” demektir. Bununla “levha; kitabe, yazıt” kastedilir. Kimileri Rakim’in, üzerinde mağara bulunan dağ; kimileri Ashab-ı Kehf’in yaşadığı kentin adı; kimileri de Ashab-ı Kehf’in isimlerinin yazılı olduğu kurşun kitabe” olduğunu söylemiştir. (Lisanü’l Arab, c.4 , s. 220-222) Sözcüğün en uygun anlamı ise “Yazıt; kitabe, yazı, yazılı levha” anlamıdır. “Kehf” ve “Rakim” sözcükleri “ اصحابAshab” sözcüğü ile tamlama yapıldığında, “ اصحاب الكهفAshab-ı Kehf [Büyük Mağara Ehli] ve “ اصحاب الرّقيم Ashab-ı Rakım [Kitabe, Yazıt Ehli]” anlamları ortaya çıkar. Demek oluyor ki, bu pasajda, “Büyük Mağara”da gelişecek bir takım olaylar anlatılmaktadır. “Büyük Mağara”da çalışanlar ile “Yazıt Ashabı” arasında bir şeyler olacaktır. Mağarada olacak olayların anlatıldığı ayetlere bakılırsa, bu büyük mağara bir “dağ oyuğu” değil bir laboratuar ve ses geçirmez bir stüdyo’dur. Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakım’i doğru anlayabilmek için Rabbimizin daha evvel biz kullarına bildirmiş olduğu bazı bilgileri hatırlamamız gerekmektedir. Zira o bilgiler, burada konu edilecek olan olayların alt yapısı, ilk basamağı mesabesindedir. Hud suresinin tahlilinde vermiş olduğumuz bu bilgileri, konuyla yakın ilgisinden dolayı özet olarak değil, aynen nakletmeyi zorunlu görüyoruz: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh/ canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. O [Allah], onun yerleşik yerini de, geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hud/6) Allah ile canlılar arasındaki ilişkinin vurgulandığı bu ayette, Allah’ın hareket etmekte olan her yeryüzü canlısının rızkını verdiği, onların konulduğu ve bulunduğu yerleri bildiği, dolayısıyla her bir canlıyı sürekli olarak kontrol ettiği bildirilmektedir. Ayette geçen “ دابّةdabbeh” sözcüğü, virüs, bakteri gibi en küçükler de dâhil olmak üzere, hareket eden her türlü canlı varlık demektir. Ayetin ifadesinden, Yüce Allah’ın sadece insanların değil, büyüğüyle küçüğüyle, denizdekiyle karadakiyle tüm yaratıkların rızklarına kefil olduğu anlaşılmaktadır. “Dabbeh” sözcüğünü ilk geçtiği Neml/82’nin tahlilinde ayrıntılı olarak incelemiş, sözcüğe yanlış anlamlar yüklenmesi sonucunda ortaya ne gibi yanlış inançların çıktığını detaylarıyla anlatmıştık. Bu nedenle, gerek “dabbeh” sözcüğünün Kur’an’daki gerçek anlamı, gerekse bu sözcük etrafında oluşan rivayet yığınının niteliği hakkındaki açıklamalarımızın tekrar okunmasını önermekle yetiniyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 4, s:174-180) " مستقرّMÜSTAKARR" VE " مستودعMÜSTEVDA" SÖZCÜKLERİ Ayette geçen “el-müstekarr” sözcüğü “yerleşik yer”, “el-müstevda'” sözcüğü de “geçici yer” demektir. Allah’ın her canlının “yerleşik” ve “geçici” yerlerini bilmesi demek, canlıların hem emanet edildikleri, hem de sonradan mekân tuttukları yerlerin Allah tarafından biliniyor olması demektir. Bu yerler ne kadar değişikliğe uğrarsa uğrasın, Allah’ın bilmesi bakımından herhangi bir durum değişikliği [ya da “zorluk”] oluşturmaz. Meselâ: - Bir kimse belli bir adreste ikamet ederken, bazı sebeplerle başka şehirlere, başka ülkelere gidebilir; nereye giderse gitsin, Allah o insanın nerede olduğunu bilir. - Bir kimsenin her gün yattığı yer ile öleceği yer aynı olmayabilir; ancak Allah her ikisini de bilir. - Bir sperm hücresi babanın vücudunda yaratılır, sonradan yeri değişerek annenin yumurta hücresine girer. Allah bu hücrenin de ne zaman, nerede olduğunu tam olarak bilir. - Bir bakteri belli bir yerde oluşur, sonra da değişik yollarla başka canlıların vücutlarına girer ve orada faaliyet gösterir. Allah o bakterinin de nerede ve hangi faaliyette bulunduğunu bilir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur: Gaybın anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O... O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59) Konumuz olan ayet, bize göre, yukarıda saydıklarımızın dışında bir başka anlam daha içermektedir. O da “insanın kendisine ait bilgilerle beraber diriliş gününe kadar emanet olarak durduğu yerin Allah tarafından biliniyor olması”dır. Bu anlamın biraz daha ayrıntılı açıklanabilmesi için şu ayetlerin hatırlanması gerekir: 1. Ayet: “O gün, o insan, önden yolladığı ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. [Kıyamet/13] “اليوم Yevm” sözcüğü Kur’an’da sadece “gün” anlamında değil, “evre, devre, etap” anlamlarında da kullanılmıştır. Bu sözcük Kur’an’da bazen kısa bir “an”ı, bazen de uzun “yıllar”ı işaret etmektedir. Meselâ Rahman/29’da “an” anlamına gelen “yevm” sözcüğü, Hud/7 ve Fussılet/9, 10’da “uzun yıllar” anlamına gelmektedir. Bize göre, bu ayetlerdeki “o gün”, yukarıdaki olayların meydana geldiği ve inançsızların “Kaçacak yer neresi!” diyerek âdeta kaçacak delik aradığı, yani gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay’ın tutulduğu, Güneş ve Ay’ın birleştiği gündür, ölüm anıdır. İşte “o son an”da, insanın yaratılışta içine yerleştirilmiş biyolojik “çip”ler [hafıza işlevini gören sinir hücreleri] görev başına gelip kayıttaki bilgileri insanın görüşüne arz ederler. İnsan artık vicdanıyla baş başa kalmış ve yaptıklarının azabını vicdanında duymaya başlamıştır. Böylece insanın kendi aleyhine hem tanık hem de ihbarcı olacağı dönem o ölüm anıyla başlamıştır. Tabiî ki bu süreç ahirette de devam edecektir. Hafıza hücrelerinin görev başına geleceğine ve kişinin yaptıklarını eksiksiz olarak bildireceğine dair görüşümüz, bilimsel araştırmalardan da destek almış durumdadır. Dr. Pınar Uysal Onganer bir makalesinde şunları söylemektedir: “… Kaliforniya’da bulunan Salk Enstitüsü Biyoloji Bölümü nörobiyologları [sinir biyologları], “Neuron” dergisinde konu ile ilgili bulgularını yayınladılar. Yaptıkları deneysel çalışmaları ile, unuttuğumuzu sandığımız için şemsiye almadığımıza inandığımız hâlde, aslında beynimizin hatırladığını kanıtladılar. … Dr. Thomas D. Albright ve ekibi, maymunların beyinlerinde neler olduğunu anlamak için ‘İnferior Temporal Korteks’teki [İTK] sinir hücreleri sinyallerini incelemişler. İTK, beynin ‘görsel tanıma’ ve hatırlamadan sorumlu alanıdır. Elektriksel olarak bu bölgenin uyarılmasının, geçmişte yaşanan olaylara ait görsel halüsinasyonlara neden olduğu gösterilmiştir. Ayrıca İTK’nın görsel hafızanın depolanması ve gerektiğinde çağırılmasında rolü olduğu düşünülmektedir.” (11 Şubat 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesi, Bilim Teknik ekinden) “Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular [bellekler] gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit, elçilerimiz hiç eksik-fazla yapmadan onu vefat ettirirler.” (En’am/61) Yukarıdaki ayette “Koruyucular” olarak çevirdiğimiz sözcük, orijinal metinde “Hafaza” olarak geçmektedir. Bu sözcüğün kök anlamı “korumak”tır. “Koruyucular” anlamına gelen “Hafaza” ile “bellek” anlamına gelen “Hafıza” sözcüğünün aynı kökten türetilmiş olması özellikle dikkat çekicidir. Görüldüğü gibi, ayet, insan yapısında hafıza işlevini gören hücrelerin [belleklerin] varlığını ispatlamaktadır. Çünkü Allah’ın vefat ettirdiği sırada kullarına göndereceğini bildirdiği “muhafızlar [koruyucular]”, insana takdim ve tehir ettiğini eksiksiz haber veren, bir bakıma, insana kendi hayatının “Z” raporunu çıkartan “bellekler”dir. “Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi kaydedip muhafaza eden bir kitap da vardır.” (Kaf/4) Bu ayet, inkârcıların “Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” şeklindeki bahanelerine verilen cevaptır. İnkârcıların yeniden dirilmeyi alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve yaratılışın bütün bölümlerini ayrıntılarıyla bilmemelerinden [bilgisizlikten] kaynaklanmaktadır. Hayatın bütün sırları keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ne var ki, Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır: De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek ve O, her yaratmayı çok iyi bilir.” (Ya Sin/79)] Öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğu, varlıkları nelerin oluşturduğu, onları oluşturan parçalar arasındaki bağların niteliği, bu parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığı, nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığı [varlıklarını koruduğu] gibi hususlar ancak Rabbimiz tarafından bilinebilecek sırlardır. Rabbimiz varlıklarla ilgili tüm bu hususları noksansız olarak bilmekte, yarattığı hayata ilişkin tüm sırları kendi ilminde bulundurmaktadır. Ayette yaratılışla ilgili tüm bilgilerin korunduğu bildirildiğine göre, insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları onların kaybolup gittikleri anlamına gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir. Yukarıdaki üç ayeti göz önünde bulundurarak “müstakarr” ve “müstevda” sözcükleri ile ilgili olarak yukarıda verdiğimiz son anlamın açıklaması şu şekilde yapılabilir: İnsanın yapısında kendisi hakkındaki tüm olayları kayda geçiren bellek hücreleri mevcuttur. Hatta tüm hücrelerin bellek özelliğine sahip olmaları ihtimali de uzak değildir. Bu bellek hücreleri, ölüm anında işlevlerini yerine getirerek vefatın gerçekleşmesini sağlamaktadırlar. Konumuz olan ayetteki“O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir” ifadesinden, bu hücrelerin ölüm sonucu toprağa karışıp yok olmadığı ve Allah’ın insanların tüm hayatlarının kayıtlarını taşıyan bu muhafızların [bellek hücrelerinin] nerede bulunduklarını bildiği anlaşılmaktadır. Bunun böyle olması, reenkarnasyon ile izah edilmeye çalışılan bazı olaylara yeni bir açıklama imkanı getirmektedir. Bilindiği gibi, dünyaya gelmeden önce başka bir hayat yaşadığını iddia edip o hayatına dair önemli ayrıntılar veren bazı insanlardan bahsedilmektedir. Tenasuh [Ruh Göçü] inancına dayanak yapılmaya çalışılan bu tür vakalar, bir insanın zaman içinde farklı bedenlerde yaşadığına kanıt olarak yorumlanamaz. Çünkü ölen bir insan ne bir daha hayata dönebilir, ne de bir başka insanın bedeninde yeni bir hayata geçebilir. Bunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak geçmişte başka hayatlar yaşadığını iddia edenler arasından yalancı, şarlatan veya patolojik kişilikli olmadıkları belirlenenler çıkarsa, bunların durumu nasıl açıklanmalıdır? Konumuz olan ayette, Rabbimizin her şeyin takipçisi olduğu, hiçbir olgu, olay ve nesnenin O’nun ilmi ve kontrolü dışında bulunmadığı bildirilmektedir. Bu ayetin bizim öngördüğümüz anlamı çerçevesinde olaya şöyle bir açıklama getirilebilir: Asırlar önce yaşamış bir kişiye ait bellek hücrelerinin sindirim ya da solunum yoluyla herhangi bir kişinin vücuduna girmesi ve orada emaneten durması, o kişinin de bu bellek hücrelerindeki kayıtları kendi geçmişi imiş gibi hatırlayıp anlatması mümkündür.” (Tebyinü’l Kur’an; c. 5, s.31-35) |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Bu uzun açıklamalardan sonra Allah’ın izniyle diyebiliriz ki, “Ashab-ı Rakim”, geçmişte yaşamış insanların kaybolmamış ve kaybolmayacak bellek hücrelerini [yazıtları] taşıyan kimselerdir. Ashab-ı Kehf de, sessiz bir ortamda, laboratuarda, stüdyoda, hipnoz yöntemiyle bu insanların taşıdıkları başkasına ait hücreleri deşifre eden, kaybolmadığını, kaybolmayacağını, Rabbimizin her bir şeyi yok olmadan durdurduğunu bilimsel olarak ispat edecek yiğitlerdir.
Şimdi de bu veriler doğrultusunda pasajın diğer paragraflarını tahlil edebiliriz: 10 ve 12. ayetler, Kehf ve Rakim Ashapları hakkındaki anlatımının özeti mahiyetindedir. Ahab-ı Kehf, araştırma yapmak için çalışma mekânlarına yönelirler ve burada çalışmalarını sürdürürler. Bunlar inançlı kimselerdir. Hedeflerine ulaşabilmek için Allah’a yalvarmaktadırlar. Allah bunlara Ashab-ı Rakim’i gönderir. Bunlar, 11. ayetteki “Bunun üzerine Biz, onların kulakları üzerine o büyük mağarada nice yıllar vurduk” ifadesinden anlaşıldığına göre, sessiz, yalıtımlı bir ortamda çalışmalarını yıllarca sürdürürler. Sonra da muvaffak olurlar. Ashab-ı Rakim’in hangi dönemden bellek hücreleri taşıdıklarını öğrenirler. Nihayet bu olay 21. ayette ifade edildiği gibi yeniden dirilmenin büyük kanıtlarından biri olur. 13, 16 - Biz sana onların [Kehf ve Rakim ashablarının] önemli haberlerini gerçek olarak kıssalaştıracağız. Şüphesiz onlar, Rablerine iman etmiş birkaç genç yiğitler idi. Biz de onlara kılavuzluğu arttırdık: “Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın.” 14, 15 – Ve Biz onlar ayaklanıp da: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz. Şunlar, Allah’ın astlarından ilâhlar edinen bizim kavmimizdir. Onlara dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?” dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık. Bu ayet grubunda Kehf Ashabı’nın çalışmaya başlamaları nakledilmiştir. Ayetten anlaşıldığına göre, bir grup inançlı genç, “Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla” diyerek ayaklanınca [işe başlayınca], Rabbimiz de onlara “Mademki siz, onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın” diyerek kendilerine imkân sağlamıştır. 16. ayet gerek teknik gerekse semantik olarak 13. ayetin parçasıdır. O nedenle 13 ve 16. ayetleri birlikte sunduk. 17- Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser-geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, doğruyu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir Yakın Kimseyi asla bulamazsın.” 18 – Ve sen onları [Ashab-ı Rakim’i] görseydin uyanık sanırdın. Hâlbuki onlar uykudadırlar. Ve Biz onları sağ yana ve sol yana çeviririz. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer sen onlara muttali olsaydın, kesinlikle, kaçarak onlardan uzaklaşırdın ve onlardan ürpertiyle dolardın. 19, 20 – Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik. Onlardan bir sözcü: "Ne kadar durup kaldınız?" dedi. Onlar [diğerleri]: “Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. Onlar [Yazıt ashabından diğerleri]: “Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu varakınızla [gümüş paranızla] medineye [şehre] gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin. Ve çok nazik davransın ve sizi kimseye sezdirmesin. Şüphesiz onlar [şehir halkı], sizin üzerinize galip gelirlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi milletlerine döndürürler. O zaman da siz, ebedi olarak, asla kurtuluşa eremezsiniz.” Bu ayetlerde Kehf Ashabı’nın çalışmaları yer almaktadır. Kehf Ashabı, uyguladıkları hipnoz yöntemiyle Rakim Ashabı’nın emaneten taşıdığı yazıtlardaki [bellek hücrelerindeki] geçmişte yaşamış kişiye ait kayıtları deşifre etmektedirler. Böylece hem Kur’an’ın mucizeliği hem de Allah’ın vaadinin hak olduğu ve Kıyamet’te hiç şüphenin olmadığı bilimsel olarak ortaya çıkmaktadır. Ayetteki “güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser-geçer göreceksin” ifadesi, bu olup bitenlerin Kur’an açısından konumunu belirtmektedir. Burada konu edilen güneş, yıldız olan Güneş olmayıp mecaz anlamıyla Kur’an’dır. “Şems [Güneş]” sözcüğünün mecaz anlamıyla Kur’an demek olduğunu daha evvel “Şems” suresinde açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’an; c: 1, s: 499) Evet, burada olup bitenlerin Kur’an ile sağlaması yapılacak olursa, yani olanlar Kur’an büyüteci altında değerlendirilecek olursa, sağ yöne yöneldiği [tam isabetle, hayırlı bir iş yapıldığı] görülecektir. Yok, Kur’an açısından bakılmazsa, bu kez sol yöne kayıp gidecektir [uğursuz, anlamsız bir olay olarak kalacaktır, çalışmalara yazık olacaktır.] “Sağ” sözcüğünün “uğur”, sol sözcüğünün “uğursuzluk” anlamında kullanıldığını daha evvel “Ashab-ı Meymene ve Ashab-ı Meş’eme” başlığı altında detaylı olarak açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’an; c.2 , s. 162-164) Rabbimiz, Kur’an’da, ileride afak ve enfüsten Kur’an’ın mucizelerinin ortaya çıkacağını bize daha evvel bildirmişti: Onun hakk olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış dünyada], hem enfüslerinde [kendi içlerinde] ayetlerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? (Fussılet/53) Bu konuyla ilgili detay daha evvel Fussılet suresinin tahlilinde verilmişti. (Tebyinü’l Kur’an; c. 6, s. ) 18. ayette, Ashab-ı Rakim’in taşıdığı hücrelerdeki hafıza kodlarının deşifre yöntemi bildirilmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, söz konusu kod çözümü işlemi hipnoz yöntemiyle gerçekleştirilecektir. Uyutulmuş olmalarına rağmen görenler tarafından uyanık sanılacak olmaları hipnotik bir duruma işaret etmektedir. Uyudukları halde sağa sola hareket etmeleri de bunu göstermektedir. 19. ayetteki “Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik” ifadesi, Rabbimizin Ashab-ı Kehf’e yaptığı yardımı, yani kendilerine çalışacakları, araştırma yapacakları kişileri buldurduğunu ifade etmektedir. 12 ve 19. ayetin orijinalindeki “ بعثbease” fiili genellikle “diriltti” diye tercüme edilmiştir. Biz ise aynı fiili her iki ayette de “göndermek” anlamıyla çevirmiş bulunuyoruz. Böylece 12. ayettekine “gönderdik”, 19. ayettekilere ise “gönderdik” ve “gönderiniz” şeklinde anlam verdik. Bunun nedeni, Arapça dilbilgisi kurallarının bu anlamı gerektiriyor olmasıdır. Şöyle ki: بعثBEASE Bu sözcük lügatte “tek başına veya birisiyle birlikte göndermek” demektir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 1, s. 449, 450; Tacü’l Arus; c.3, s. 170, 171. “ba’s” mad.) Kur’an’a bakıldığında, bu sözcüğün “yeniden diriltme” anlamından çok, “gönderme” anlamında kullanıldığı görülmektedir. Sözcüğün “diriltme” anlamı da aslında “mezardan gönderme” anlamından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Kur’an’da elçi göndermenin “ بعثbease” fiiliyle ifade edildiği bir çok ayet vardır. Biz burada “kişi” ve “gurup” gönderme anlamıyla birkaç ayeti örnek vereceğiz: Allah, İsrailoğuları’ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakip [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Namazı ikame eder, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah’a güzelce borç verirseniz, ant olsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de bundan sonra küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur. (Maide/12) Ve eğer ikisinin [karı-kocanın] arasının açılmasından korktuysanız bir hakem onun [erkeğin] yakınlarından, bir hakem de onun [kadının] yakınlarından kendilerine gönderin. Bu ikisi [iki hakem] gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah onların [karı-kocanın] arasında geçim verir. Şüphesiz Allah, Alîm’dir, Habîr’dir. (Nisa/35) De ki: “O, üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yetendir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl evirip çeviriyoruz [inceden inceye açıklıyoruz]. (En’am/65) İşte o ikisinden birincisinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik de onlar, evlerin aralarına girip araştırdılar. Ve o yerine getirilmesi gereken bir vaat idi. (İsra/5) Ve eğer çıkışı isteselerdi, kesinlikle onun [çıkış] için bir takım hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların gönderilmelerini hoş görmedi de onları yoldan alıkoydu. -Ve “oturun oturanlarla beraber” denildi.- (Tevbe/46) 19 ve 20. ayetlerde, taşıdıkları hafıza hücreleri deşifre olanlardan aynı çağda yaşamış iki grubun tespit edildiği ve hipnotize edilmiş bir durumdayken birbirlerine soru yönelterek konuştukları nakledilmektedir. Bu iki grup Yazıt ashabı, suçluların taşlanarak öldürüldükleri dönemin kayıtlarını taşımaktadırlar. Kendilerinde taşıdıkları geçmiş döneme ait hafıza hücrelerinden dolayı her iki grup da sanki o çağda yaşıyormuş gibi davranmaktadırlar; yani o günkü şartların devam ettiğini sanmaktadırlar. 21 – Böylece, Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve kıyamet gününde hiç şüphe olmadığını bilmeleri için, onlar üzerine haberdar kıldık. Hani onlar aralarında işlerini tartışıyorlardı. Dediler ki: “Üstlerine bir duvar [basit bina] yapın. Rableri, onları daha iyi bilir.” Onların işleri üzerine galip olanlar: "Üzerlerine kesinlikle bir mescit yapacağız” dediler. Bu ayette Rabbimiz, Kehf Ashabı’nı niye devreye sokup onlara araştırma yaptırdığını açıklamaktadır. Rabbimizin Yazıt Ashabı’ndaki emanet hücrelerde kayıtlı bilgileri Allah'ın ba's, haşr ve neşr ile ilgili vaadinin hak ve gerçek olduğunu anlasınlar diye ortaya çıkarıp herkesin duymasını, bilmesini sağlayacağı anlaşılmaktadır. Böyle bir çalışmayı sürdüren yiğitler, kendi aralarında bu çalışmadan sonra neler yapabileceklerini tartışmaktadırlar. Bazısı bunu fazla büyütmeden sürdürmeyi düşünürken bazısı da -ki bunların dediği olacaktır- bunların üzerine bir mescit [boyun eğilen, ikna edilen bir yer; yani bu konuyu herkesle paylaşarak ve sürekli olarak yaparak bu konuda herkesi ölümden sonra dirilmeye inandıran, bunu herkesin gözüyle görmesini sağlayan bir okul] yapmaya karar verirler. 22- 25 – “Onlar, üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler, “Onlar, gaybi taşlamak olarak, beş kişidir, altıncıları köpekleridir" diyecekler, “Onlar, yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir”, ve onlar, “Onlar, onların o büyük mağaralarında üç yüz yıl kaldılar” derler. Ve dokuza arttırdılar. De ki: “Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir.” Onları ancak pek az kimse bilir. Bu sebeple onlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında onlardan kimseye de bir şey sorma! Ve hiçbir şey için, “Allah'ın dilemesi dışında, şüphesiz ben yarın onu yapacağım” deme. Ve terk ettiğin vakit Allah'ı an ve “Umarım Rabbim beni doğruya bundan daha yakın olana eriştirir” de! Bu ayet grubunda, Kehf Ashabı’nın kendi aralarında Ashab-ı Rakim ile ilgili bulgular hakkındaki fikir teatileri dile getirilmiştir. Bu konuşmadan, söz konusu kişilerden kimisinde üç, kimisinde dört, kimisinde beş, kimisinde de altı farklı kişinin bellek hücresi olduğu; bu hücrelerde bir köpekle ilgili bilgilerin de bulunduğu; söz konusu hücrelerin üç yüz yıl evvele ait olduğu; hatta bir kişideki emanet belleklerin sayısının dokuza çıkarıldığı anlaşılmaktadır. 25. ayetin başındaki “ وvav” edatı 22. ayetin üzerine atıf olup bağımsız bir cümle değildir. Bu durumda, söz konusu ifade onlara dair Rabbimizin bir beyanı değil, Ashabı Kehf’ten bir nakildir. Rabbimiz daha sonra “Onları ancak pek az kimse bilir. Bu sebeple onlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında onlardan kimseye de bir şey sorma! Ve hiçbir şey için, ‘Allah'ın dilemesi dışında, şüphesiz ben yarın onu yapacağım’ deme. Ve terk ettiğin vakit Allah'ı an ve ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olana eriştirir’ de!” ifadesiyle, “Hiçbir şey hakkında ‘inşaallah’ demedikçe, yani Allah'ın bu söz hususunda sana müsaade etmeyi dilemesi müstesna, ‘ben bunu mutlaka yapacağım’ deme!” diye ihtar etmiştir. Bu ihtardan, bir elçinin din konusunda kendiliğinden ve canının istediği zaman bir işi yapmasının ve bir söz söylemesinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Her şey Allah’ın meşîetine bağlıdır. O, ister yaratır, ister yaratmaz. Kur’an’a bakıldığında, Allah’ın tüm tasarruflarının bizzat Kendisinin “Meşiet”ine bağlı olarak ifade edildiği görülmektedir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Ayetteki “Bu sebeple onlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında onlardan kimseye de bir şey sorma!” ifadesiyle, ciddi meselelerde tahminle hüküm verilmemesi istenmektedir. Bir olayın bilgiye esas olması için çok kati kanıtların mevcut olması gerekmektedir. Doğru olan tutum, kesin kanıtlar ile bilinmeyen şeylerin Allah’a havale edilmesidir.
Surenin başında, bu ayetlerin inişiyle ilgili olarak, Resulullah’a sorular sorulduğu, onun da “inşallah” demeden “yarın cevaplayacağım” dediği, ancak vahyin on beş gün geciktiği ve bu ayetin ondan sonra indiğinin anlatıldığı nakillerden örnekler vermiştik. Başta uzun uzadıya yer aldığı ve meseleye ihtiyatla yaklaştığımız için bu nakillerin tekrarına gerek duymuyoruz. 26 - De ki: “Allah, onların ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir.” Göklerin ve yerin gaybı yalnızca O’nun içindir. O, ne güzel görür, O ne güzel işitir! Onlar için, O'nun astlarından bir veli [yardm eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kişi] yoktur. O [Allah], kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez. Bu ayet Rakim Ashabı’nın hakkında fikir yürütenlere bir öneridir. Bu konuya ait kesin bilgiler henüz gayb mesabesindedir. Bu konu, araştırmaya, çalışmaya açıktır. Araştırmalar sürdükçe gelişmeler sağlanacak, daha net bilgilere, sağlam sonuçlara ulaşılacaktır. 50- Ve hani Biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Sonra da kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Benim astlarımdan onu ve onun soyunu veliler [yol gösteren, yardım edenler] mi ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu! 51 - Ben, onları, göklerin ve yeryüzünün yaratılışına ve kendilerinin yaratılışına şahit tutmadım ve Ben hiçbir zaman saptıranları yardımcı edinmiş değilim. 52 - Ve o gün O [Allah]: “Yanlış olarak inandığınız Benim ortaklarımı hadi çağırın!” der. Sonra onlar da onları çağırdılar da onlar kendilerine cevap vermediler. Ve Biz, onların arasına ateşten bir engel kılmışızdır. 53 – Ve günahkârlar ateşi görmüşler de artık kendilerinin ona düşeceklerine kani olmuşlardır. Ondan kaçıp sığınacak bir yer de bulamadılar. Bu ayet grubunda kısaca insanın yaratılış özelliği, insanın aldanış noktaları ve Rabbimizin bu konudaki uyarışları nakledilmiştir. 50. ayetin birinci bölümü ile ilgili detay daha evvel Sad ve Ta Ha surelerinde verilmişti. (Tebyinü’l Kur’an; c: 2, s: 430-449 ve c: 3, s: 628-635) İnsanı en çok aldatan, sapmasına, şirk koşmasına neden olan İblis’tir. Ona karşı daima tedbirli olunmalıdır. Onun akla getirdiği ham düşünceler, ölçmeden, tartmadan [tefekkür etmeden] kesinlikle uygulamaya konmamalıdır. Hele hele çıkar için şirke bulaşmamalıdır. Şirk koşulan kişi ve nesnelerin Allah ile bir bağı yoktur. 52. ayetteki “Ve Biz, onların arasına ateşten bir engel kılmışızdır” ifadesiyle müşriklerin ve onların şirk koştuğu şeylerin bir birinden ayrı tutulacakları mesajı verilmektedir. Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık aralarını iyice açtık [açacağız] ve onların ortakları, “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Biz sizin ibadetinizden kesinlikle gafildik [duyarsızdık]” dediler [diyecekler]. (Yunus/28, 29) Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere: “Hani nerede o batılca inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz. Sonra, onların fitneleri “Rabbimiz, Allah'a kasem olsun ki, ‘biz müşriklerden değildik’ demekten başka bir şey değildi.” Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu. (En’am/22-24) Ve ant olsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız / teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Ant olsun aranızda kesilme olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur. (En’am/94) Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik onlar [tapılan kimseler], o kimselerin yalvarışlarından habersizler de. İnsanlar bir araya toplandığı zaman da onlar [taptıkları kimseler] kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr edenler idiler. (Ahkaf/5, 6) Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye, Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler. Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/81,82) 54 – Ve şüphesiz Biz, bu Kur'ân'da insanlar için her örnekten evirdik, çevirdik [geniş geniş açıkladık]. İnsan ise, tartışma yönünden her şeyden daha çok olandır. Rabbimiz bu ayette Kur’an’da sürekli tanık olduğumuz bir gerçeğe değinmektedir: Kur’an’da her şey, insanlar ikna olsunlar diye, kıssalarla, çevrelerindeki ve kendi varlıklarındaki yüzlerce ayetle ve örnekleme yapılmak suretiyle en ince ayrıntıya kadar detaylandırılmıştır. Buna rağmen çıkarına düşkün insan buna karşı mücadele vermektedir. Biz, bu Kur'an'da, akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip çevirdik [açıkladık]. Ve bu [açıklamalar] ancak onların nefretini artırmıştır. (İsra/41) Ve ant olsun ki Biz bu Kur'an'da insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasından kaçındılar. (İsra/89) Ve ant olsun Biz, öğüt almaları için, aralarında evirip çevirdik [çeşit çeşit şekillerde anlattık], ama insanların çoğu sadece nankörlükte dayattılar. (Furkan/50) Ve ant olsun Biz, Söz’ü [vahyi, Kur’an’ı] öğüt alırlar diye birbiri ardınca uladık. (Kasas/51) And olsun, Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? (Kamer/17) 55 – Ve kendilerine doğru yol [kitap, elçi] geldiği zaman insanların, iman etmelerine ve Rabblerinden günahlarının bağışlanmasını istemelerine sadece “evvelkilerin sünnetlerinin kendilerine gelmesi ya da önlerine azabın gelmesi” engel oldu. Bu ayette, kendilerine rehber [kitap, elçi] gelmesine rağmen inanmayan ve günahlarına istiğfar etmeyen Mekkeli müşrikler kınanmakta ve onları bu yanlış tutuma yönelten psikolojik, sosyolojik engel açıklanmaktadır. Bu engel, “evvelkilerin sünnetlerinin kendilerine gelmesi ya da önlerine azabın gelmesi” konusunda yaptıkları yanlış değerlendirmedir. İnkârcılar, kendilerinin de önceki toplumlar gibi cezalandırılmadıklarını düşünerek Elçi’nin uyarılarına şüpheyle yaklaştılar, iyice düşünüp değerlendirmedikleri için ilahî mesajı inkâr cihetine gittiler. Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak/gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfal/32, 33) Onlar: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver!” dediler. (Şuara/187) Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” dedi. İşte kavminin cevabı da sadece “Doğru söyleyenlerden isen Allah'ın azabını bize getir!” demeleri oldu. (Ankebut/29) Ve onlar; “Ey kendisine Zikir indirilen kişi! Şüphesiz sen cinlenmiş / deli birisin. Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin” dediler. (Hıcr/6, 7) 56 – Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Küfretmiş olan kişiler de hakkı, batılla iptal etmek [ortadan kaldırmak] için mücadele ediyorlar. Ve onlar, ayetlerimizi ve korkutuldukları şeyleri alaya aldılar. Bu ayette, 55. ayetin temel konusu olan “Sünnetullah”a değinilmiş, sonra da kâfirlerin tutumları bildirilmiştir. Allah, rahmeti gereği, elçilerini müjdeci ve uyarıcı olarak göndermekte fakat işlerine gelmeyenler elçilere her yolla karşı koymaya çalışmaktadırlar. Ayetin “Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz” şeklindeki ilk cümlesini, ayetin teknik yapısı itibariyle iki şekilde anlamak mümkündür: Birincisi, elçilerin mutat görevlerinin ne olduğu ile ilgilidir. Elçiler toplumlarına kendilerine inanıp doğrulayanları müjdelemek, yalanlayıp karşı gelenleri de uyarmak üzere gönderilirler. Onların öncelikli görevi, toplumlarını eğitmektir. Uygulayacakları eğitim metotları da bizzat Allah tarafından belirlenmiştir. Bu metotların en önde olanı, müjdelemek ve uyarmaktır. Bu ikisi, insan psikolojisi üzerinde etkili olan en güçlü ikna aracıdır. Ayetten alınabilecek mesajların ikincisi, müşriklerin azap talebinin yanlış yerden oluşuyla ilgilidir. İnkârcılar, eğer azap isteyeceklerse onu elçiden değil, Allah’tan istemelidirler. Elçilerin azap getirme diye bir görevleri yoktur. 57 – Ve Rabbinin ayetleriyle öğüt verilip/ hatırlatma yapılıp da onlardan mesafelenen ve iki elinin önden gönderdiklerini unutan/ terk eden [dikkate almayan] kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Biz onların kalpleri üzerine, onu [Kur'ân'ı] iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da ağırlık kıldık. Sen onları doğru yola çağırsan da onlar, bu durumda onlar asla hidayete ermezler. 58 - Bununla beraber senin rahmet sahibi Rabbin çok bağışlayıcıdır. Eğer O [Senin rahmet sahibi Rabbin], işledikleri günahlar yüzünden onları hemen yakalayacak olsaydı, onlara azabı kesinlikle acele verirdi. Aksine onlara vaat edilen bir zaman vardır. Onlar, O’nun astlarından bir sığınak asla bulamazlar. 59 – Ve işte, zulmettikleri zaman helak ettiğimiz kentler! Biz onların helâkleri için de belirli bir zaman kılmıştık [tayin etmiştik]. Bu ayet grubunda, bunca açıklamaya rağmen kâfirlerin inatla direnmeleri; hakkı batıl ile ortadan kaldırma teşebbüsleri, sonra da kendilerine yine rahmetle müdahale edilişi beyan edilmektedir. Ayetteki “Rabbinin ayetleriyle öğüt verilip/ hatırlatma yapılıp da onlardan mesafelenen ve iki elinin önden gönderdiklerini unutan/ terk eden [dikkate almayan] kimseden daha zalim kim olabilir?” sorusunun anlamı, “Rabbinin ayetleri ile kendisine öğüt verildiği halde bunları önemsemeyen ve bunları kabul etmeyerek yüz çeviren kimseden daha zalim kimse olmaz” demektir. Yani onlar, en zalim kişilerdir. Yaptıkları zulüm, kendilerine verilmiş olan imkânları doğru değerlendirmeyerek içine düştükleri nankörlük, şirk ve inkârcılıktır. Ayette “kalpleri üzerinde, onu [Kur’an’ı] iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da ağırlık olan kişiler” olarak nitelenen bu zalimler, En’am suresinde de benzer ifadelerle kınanmışlardır: Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek, “Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler. Ve onlar, ondan men ederler ve kendileri ondan uzak dururlar. Ve onlar bilinçsizce, yalnızca kendilerini helake sürüklüyorlar. (En'am/25, 26) |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, kehf, suresine |
|
|