![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Bu uzun açıklamalardan sonra Allah’ın izniyle diyebiliriz ki, “Ashab-ı Rakim”, geçmişte yaşamış insanların kaybolmamış ve kaybolmayacak bellek hücrelerini [yazıtları] taşıyan kimselerdir. Ashab-ı Kehf de, sessiz bir ortamda, laboratuarda, stüdyoda, hipnoz yöntemiyle bu insanların taşıdıkları başkasına ait hücreleri deşifre eden, kaybolmadığını, kaybolmayacağını, Rabbimizin her bir şeyi yok olmadan durdurduğunu bilimsel olarak ispat edecek yiğitlerdir.
Şimdi de bu veriler doğrultusunda pasajın diğer paragraflarını tahlil edebiliriz: 10 ve 12. ayetler, Kehf ve Rakim Ashapları hakkındaki anlatımının özeti mahiyetindedir. Ahab-ı Kehf, araştırma yapmak için çalışma mekânlarına yönelirler ve burada çalışmalarını sürdürürler. Bunlar inançlı kimselerdir. Hedeflerine ulaşabilmek için Allah’a yalvarmaktadırlar. Allah bunlara Ashab-ı Rakim’i gönderir. Bunlar, 11. ayetteki “Bunun üzerine Biz, onların kulakları üzerine o büyük mağarada nice yıllar vurduk” ifadesinden anlaşıldığına göre, sessiz, yalıtımlı bir ortamda çalışmalarını yıllarca sürdürürler. Sonra da muvaffak olurlar. Ashab-ı Rakim’in hangi dönemden bellek hücreleri taşıdıklarını öğrenirler. Nihayet bu olay 21. ayette ifade edildiği gibi yeniden dirilmenin büyük kanıtlarından biri olur. 13, 16 - Biz sana onların [Kehf ve Rakim ashablarının] önemli haberlerini gerçek olarak kıssalaştıracağız. Şüphesiz onlar, Rablerine iman etmiş birkaç genç yiğitler idi. Biz de onlara kılavuzluğu arttırdık: “Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın.” 14, 15 – Ve Biz onlar ayaklanıp da: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz. Şunlar, Allah’ın astlarından ilâhlar edinen bizim kavmimizdir. Onlara dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?” dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık. Bu ayet grubunda Kehf Ashabı’nın çalışmaya başlamaları nakledilmiştir. Ayetten anlaşıldığına göre, bir grup inançlı genç, “Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla” diyerek ayaklanınca [işe başlayınca], Rabbimiz de onlara “Mademki siz, onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın” diyerek kendilerine imkân sağlamıştır. 16. ayet gerek teknik gerekse semantik olarak 13. ayetin parçasıdır. O nedenle 13 ve 16. ayetleri birlikte sunduk. 17- Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser-geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, doğruyu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir Yakın Kimseyi asla bulamazsın.” 18 – Ve sen onları [Ashab-ı Rakim’i] görseydin uyanık sanırdın. Hâlbuki onlar uykudadırlar. Ve Biz onları sağ yana ve sol yana çeviririz. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer sen onlara muttali olsaydın, kesinlikle, kaçarak onlardan uzaklaşırdın ve onlardan ürpertiyle dolardın. 19, 20 – Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik. Onlardan bir sözcü: "Ne kadar durup kaldınız?" dedi. Onlar [diğerleri]: “Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. Onlar [Yazıt ashabından diğerleri]: “Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu varakınızla [gümüş paranızla] medineye [şehre] gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin. Ve çok nazik davransın ve sizi kimseye sezdirmesin. Şüphesiz onlar [şehir halkı], sizin üzerinize galip gelirlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi milletlerine döndürürler. O zaman da siz, ebedi olarak, asla kurtuluşa eremezsiniz.” Bu ayetlerde Kehf Ashabı’nın çalışmaları yer almaktadır. Kehf Ashabı, uyguladıkları hipnoz yöntemiyle Rakim Ashabı’nın emaneten taşıdığı yazıtlardaki [bellek hücrelerindeki] geçmişte yaşamış kişiye ait kayıtları deşifre etmektedirler. Böylece hem Kur’an’ın mucizeliği hem de Allah’ın vaadinin hak olduğu ve Kıyamet’te hiç şüphenin olmadığı bilimsel olarak ortaya çıkmaktadır. Ayetteki “güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser-geçer göreceksin” ifadesi, bu olup bitenlerin Kur’an açısından konumunu belirtmektedir. Burada konu edilen güneş, yıldız olan Güneş olmayıp mecaz anlamıyla Kur’an’dır. “Şems [Güneş]” sözcüğünün mecaz anlamıyla Kur’an demek olduğunu daha evvel “Şems” suresinde açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’an; c: 1, s: 499) Evet, burada olup bitenlerin Kur’an ile sağlaması yapılacak olursa, yani olanlar Kur’an büyüteci altında değerlendirilecek olursa, sağ yöne yöneldiği [tam isabetle, hayırlı bir iş yapıldığı] görülecektir. Yok, Kur’an açısından bakılmazsa, bu kez sol yöne kayıp gidecektir [uğursuz, anlamsız bir olay olarak kalacaktır, çalışmalara yazık olacaktır.] “Sağ” sözcüğünün “uğur”, sol sözcüğünün “uğursuzluk” anlamında kullanıldığını daha evvel “Ashab-ı Meymene ve Ashab-ı Meş’eme” başlığı altında detaylı olarak açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’an; c.2 , s. 162-164) Rabbimiz, Kur’an’da, ileride afak ve enfüsten Kur’an’ın mucizelerinin ortaya çıkacağını bize daha evvel bildirmişti: Onun hakk olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış dünyada], hem enfüslerinde [kendi içlerinde] ayetlerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? (Fussılet/53) Bu konuyla ilgili detay daha evvel Fussılet suresinin tahlilinde verilmişti. (Tebyinü’l Kur’an; c. 6, s. ) 18. ayette, Ashab-ı Rakim’in taşıdığı hücrelerdeki hafıza kodlarının deşifre yöntemi bildirilmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, söz konusu kod çözümü işlemi hipnoz yöntemiyle gerçekleştirilecektir. Uyutulmuş olmalarına rağmen görenler tarafından uyanık sanılacak olmaları hipnotik bir duruma işaret etmektedir. Uyudukları halde sağa sola hareket etmeleri de bunu göstermektedir. 19. ayetteki “Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik” ifadesi, Rabbimizin Ashab-ı Kehf’e yaptığı yardımı, yani kendilerine çalışacakları, araştırma yapacakları kişileri buldurduğunu ifade etmektedir. 12 ve 19. ayetin orijinalindeki “ بعثbease” fiili genellikle “diriltti” diye tercüme edilmiştir. Biz ise aynı fiili her iki ayette de “göndermek” anlamıyla çevirmiş bulunuyoruz. Böylece 12. ayettekine “gönderdik”, 19. ayettekilere ise “gönderdik” ve “gönderiniz” şeklinde anlam verdik. Bunun nedeni, Arapça dilbilgisi kurallarının bu anlamı gerektiriyor olmasıdır. Şöyle ki: بعثBEASE Bu sözcük lügatte “tek başına veya birisiyle birlikte göndermek” demektir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 1, s. 449, 450; Tacü’l Arus; c.3, s. 170, 171. “ba’s” mad.) Kur’an’a bakıldığında, bu sözcüğün “yeniden diriltme” anlamından çok, “gönderme” anlamında kullanıldığı görülmektedir. Sözcüğün “diriltme” anlamı da aslında “mezardan gönderme” anlamından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Kur’an’da elçi göndermenin “ بعثbease” fiiliyle ifade edildiği bir çok ayet vardır. Biz burada “kişi” ve “gurup” gönderme anlamıyla birkaç ayeti örnek vereceğiz: Allah, İsrailoğuları’ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakip [müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Namazı ikame eder, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah’a güzelce borç verirseniz, ant olsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de bundan sonra küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur. (Maide/12) Ve eğer ikisinin [karı-kocanın] arasının açılmasından korktuysanız bir hakem onun [erkeğin] yakınlarından, bir hakem de onun [kadının] yakınlarından kendilerine gönderin. Bu ikisi [iki hakem] gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah onların [karı-kocanın] arasında geçim verir. Şüphesiz Allah, Alîm’dir, Habîr’dir. (Nisa/35) De ki: “O, üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yetendir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl evirip çeviriyoruz [inceden inceye açıklıyoruz]. (En’am/65) İşte o ikisinden birincisinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik de onlar, evlerin aralarına girip araştırdılar. Ve o yerine getirilmesi gereken bir vaat idi. (İsra/5) Ve eğer çıkışı isteselerdi, kesinlikle onun [çıkış] için bir takım hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların gönderilmelerini hoş görmedi de onları yoldan alıkoydu. -Ve “oturun oturanlarla beraber” denildi.- (Tevbe/46) 19 ve 20. ayetlerde, taşıdıkları hafıza hücreleri deşifre olanlardan aynı çağda yaşamış iki grubun tespit edildiği ve hipnotize edilmiş bir durumdayken birbirlerine soru yönelterek konuştukları nakledilmektedir. Bu iki grup Yazıt ashabı, suçluların taşlanarak öldürüldükleri dönemin kayıtlarını taşımaktadırlar. Kendilerinde taşıdıkları geçmiş döneme ait hafıza hücrelerinden dolayı her iki grup da sanki o çağda yaşıyormuş gibi davranmaktadırlar; yani o günkü şartların devam ettiğini sanmaktadırlar. 21 – Böylece, Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve kıyamet gününde hiç şüphe olmadığını bilmeleri için, onlar üzerine haberdar kıldık. Hani onlar aralarında işlerini tartışıyorlardı. Dediler ki: “Üstlerine bir duvar [basit bina] yapın. Rableri, onları daha iyi bilir.” Onların işleri üzerine galip olanlar: "Üzerlerine kesinlikle bir mescit yapacağız” dediler. Bu ayette Rabbimiz, Kehf Ashabı’nı niye devreye sokup onlara araştırma yaptırdığını açıklamaktadır. Rabbimizin Yazıt Ashabı’ndaki emanet hücrelerde kayıtlı bilgileri Allah'ın ba's, haşr ve neşr ile ilgili vaadinin hak ve gerçek olduğunu anlasınlar diye ortaya çıkarıp herkesin duymasını, bilmesini sağlayacağı anlaşılmaktadır. Böyle bir çalışmayı sürdüren yiğitler, kendi aralarında bu çalışmadan sonra neler yapabileceklerini tartışmaktadırlar. Bazısı bunu fazla büyütmeden sürdürmeyi düşünürken bazısı da -ki bunların dediği olacaktır- bunların üzerine bir mescit [boyun eğilen, ikna edilen bir yer; yani bu konuyu herkesle paylaşarak ve sürekli olarak yaparak bu konuda herkesi ölümden sonra dirilmeye inandıran, bunu herkesin gözüyle görmesini sağlayan bir okul] yapmaya karar verirler. 22- 25 – “Onlar, üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler, “Onlar, gaybi taşlamak olarak, beş kişidir, altıncıları köpekleridir" diyecekler, “Onlar, yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir”, ve onlar, “Onlar, onların o büyük mağaralarında üç yüz yıl kaldılar” derler. Ve dokuza arttırdılar. De ki: “Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir.” Onları ancak pek az kimse bilir. Bu sebeple onlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında onlardan kimseye de bir şey sorma! Ve hiçbir şey için, “Allah'ın dilemesi dışında, şüphesiz ben yarın onu yapacağım” deme. Ve terk ettiğin vakit Allah'ı an ve “Umarım Rabbim beni doğruya bundan daha yakın olana eriştirir” de! Bu ayet grubunda, Kehf Ashabı’nın kendi aralarında Ashab-ı Rakim ile ilgili bulgular hakkındaki fikir teatileri dile getirilmiştir. Bu konuşmadan, söz konusu kişilerden kimisinde üç, kimisinde dört, kimisinde beş, kimisinde de altı farklı kişinin bellek hücresi olduğu; bu hücrelerde bir köpekle ilgili bilgilerin de bulunduğu; söz konusu hücrelerin üç yüz yıl evvele ait olduğu; hatta bir kişideki emanet belleklerin sayısının dokuza çıkarıldığı anlaşılmaktadır. 25. ayetin başındaki “ وvav” edatı 22. ayetin üzerine atıf olup bağımsız bir cümle değildir. Bu durumda, söz konusu ifade onlara dair Rabbimizin bir beyanı değil, Ashabı Kehf’ten bir nakildir. Rabbimiz daha sonra “Onları ancak pek az kimse bilir. Bu sebeple onlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında onlardan kimseye de bir şey sorma! Ve hiçbir şey için, ‘Allah'ın dilemesi dışında, şüphesiz ben yarın onu yapacağım’ deme. Ve terk ettiğin vakit Allah'ı an ve ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olana eriştirir’ de!” ifadesiyle, “Hiçbir şey hakkında ‘inşaallah’ demedikçe, yani Allah'ın bu söz hususunda sana müsaade etmeyi dilemesi müstesna, ‘ben bunu mutlaka yapacağım’ deme!” diye ihtar etmiştir. Bu ihtardan, bir elçinin din konusunda kendiliğinden ve canının istediği zaman bir işi yapmasının ve bir söz söylemesinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Her şey Allah’ın meşîetine bağlıdır. O, ister yaratır, ister yaratmaz. Kur’an’a bakıldığında, Allah’ın tüm tasarruflarının bizzat Kendisinin “Meşiet”ine bağlı olarak ifade edildiği görülmektedir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Ayetteki “Bu sebeple onlar hakkında zahir olan şeyden başkası ile bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında onlardan kimseye de bir şey sorma!” ifadesiyle, ciddi meselelerde tahminle hüküm verilmemesi istenmektedir. Bir olayın bilgiye esas olması için çok kati kanıtların mevcut olması gerekmektedir. Doğru olan tutum, kesin kanıtlar ile bilinmeyen şeylerin Allah’a havale edilmesidir.
Surenin başında, bu ayetlerin inişiyle ilgili olarak, Resulullah’a sorular sorulduğu, onun da “inşallah” demeden “yarın cevaplayacağım” dediği, ancak vahyin on beş gün geciktiği ve bu ayetin ondan sonra indiğinin anlatıldığı nakillerden örnekler vermiştik. Başta uzun uzadıya yer aldığı ve meseleye ihtiyatla yaklaştığımız için bu nakillerin tekrarına gerek duymuyoruz. 26 - De ki: “Allah, onların ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir.” Göklerin ve yerin gaybı yalnızca O’nun içindir. O, ne güzel görür, O ne güzel işitir! Onlar için, O'nun astlarından bir veli [yardm eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kişi] yoktur. O [Allah], kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez. Bu ayet Rakim Ashabı’nın hakkında fikir yürütenlere bir öneridir. Bu konuya ait kesin bilgiler henüz gayb mesabesindedir. Bu konu, araştırmaya, çalışmaya açıktır. Araştırmalar sürdükçe gelişmeler sağlanacak, daha net bilgilere, sağlam sonuçlara ulaşılacaktır. 50- Ve hani Biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Sonra da kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Benim astlarımdan onu ve onun soyunu veliler [yol gösteren, yardım edenler] mi ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu! 51 - Ben, onları, göklerin ve yeryüzünün yaratılışına ve kendilerinin yaratılışına şahit tutmadım ve Ben hiçbir zaman saptıranları yardımcı edinmiş değilim. 52 - Ve o gün O [Allah]: “Yanlış olarak inandığınız Benim ortaklarımı hadi çağırın!” der. Sonra onlar da onları çağırdılar da onlar kendilerine cevap vermediler. Ve Biz, onların arasına ateşten bir engel kılmışızdır. 53 – Ve günahkârlar ateşi görmüşler de artık kendilerinin ona düşeceklerine kani olmuşlardır. Ondan kaçıp sığınacak bir yer de bulamadılar. Bu ayet grubunda kısaca insanın yaratılış özelliği, insanın aldanış noktaları ve Rabbimizin bu konudaki uyarışları nakledilmiştir. 50. ayetin birinci bölümü ile ilgili detay daha evvel Sad ve Ta Ha surelerinde verilmişti. (Tebyinü’l Kur’an; c: 2, s: 430-449 ve c: 3, s: 628-635) İnsanı en çok aldatan, sapmasına, şirk koşmasına neden olan İblis’tir. Ona karşı daima tedbirli olunmalıdır. Onun akla getirdiği ham düşünceler, ölçmeden, tartmadan [tefekkür etmeden] kesinlikle uygulamaya konmamalıdır. Hele hele çıkar için şirke bulaşmamalıdır. Şirk koşulan kişi ve nesnelerin Allah ile bir bağı yoktur. 52. ayetteki “Ve Biz, onların arasına ateşten bir engel kılmışızdır” ifadesiyle müşriklerin ve onların şirk koştuğu şeylerin bir birinden ayrı tutulacakları mesajı verilmektedir. Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık aralarını iyice açtık [açacağız] ve onların ortakları, “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Biz sizin ibadetinizden kesinlikle gafildik [duyarsızdık]” dediler [diyecekler]. (Yunus/28, 29) Ve o gün hepsini toplayacağız. Sonra Biz, ortak koşan kimselere: “Hani nerede o batılca inandığınız ortaklarınız?” diyeceğiz. Sonra, onların fitneleri “Rabbimiz, Allah'a kasem olsun ki, ‘biz müşriklerden değildik’ demekten başka bir şey değildi.” Bak, kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler! O uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kayboldu. (En’am/22-24) Ve ant olsun ki, siz, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız / teker teker Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Ant olsun aranızda kesilme olmuş ve yanlış inandığınız şeyler kaybolmuştur. (En’am/94) Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik onlar [tapılan kimseler], o kimselerin yalvarışlarından habersizler de. İnsanlar bir araya toplandığı zaman da onlar [taptıkları kimseler] kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr edenler idiler. (Ahkaf/5, 6) Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye, Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler. Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/81,82) 54 – Ve şüphesiz Biz, bu Kur'ân'da insanlar için her örnekten evirdik, çevirdik [geniş geniş açıkladık]. İnsan ise, tartışma yönünden her şeyden daha çok olandır. Rabbimiz bu ayette Kur’an’da sürekli tanık olduğumuz bir gerçeğe değinmektedir: Kur’an’da her şey, insanlar ikna olsunlar diye, kıssalarla, çevrelerindeki ve kendi varlıklarındaki yüzlerce ayetle ve örnekleme yapılmak suretiyle en ince ayrıntıya kadar detaylandırılmıştır. Buna rağmen çıkarına düşkün insan buna karşı mücadele vermektedir. Biz, bu Kur'an'da, akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip çevirdik [açıkladık]. Ve bu [açıklamalar] ancak onların nefretini artırmıştır. (İsra/41) Ve ant olsun ki Biz bu Kur'an'da insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasından kaçındılar. (İsra/89) Ve ant olsun Biz, öğüt almaları için, aralarında evirip çevirdik [çeşit çeşit şekillerde anlattık], ama insanların çoğu sadece nankörlükte dayattılar. (Furkan/50) Ve ant olsun Biz, Söz’ü [vahyi, Kur’an’ı] öğüt alırlar diye birbiri ardınca uladık. (Kasas/51) And olsun, Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? (Kamer/17) 55 – Ve kendilerine doğru yol [kitap, elçi] geldiği zaman insanların, iman etmelerine ve Rabblerinden günahlarının bağışlanmasını istemelerine sadece “evvelkilerin sünnetlerinin kendilerine gelmesi ya da önlerine azabın gelmesi” engel oldu. Bu ayette, kendilerine rehber [kitap, elçi] gelmesine rağmen inanmayan ve günahlarına istiğfar etmeyen Mekkeli müşrikler kınanmakta ve onları bu yanlış tutuma yönelten psikolojik, sosyolojik engel açıklanmaktadır. Bu engel, “evvelkilerin sünnetlerinin kendilerine gelmesi ya da önlerine azabın gelmesi” konusunda yaptıkları yanlış değerlendirmedir. İnkârcılar, kendilerinin de önceki toplumlar gibi cezalandırılmadıklarını düşünerek Elçi’nin uyarılarına şüpheyle yaklaştılar, iyice düşünüp değerlendirmedikleri için ilahî mesajı inkâr cihetine gittiler. Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak/gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfal/32, 33) Onlar: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver!” dediler. (Şuara/187) Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” dedi. İşte kavminin cevabı da sadece “Doğru söyleyenlerden isen Allah'ın azabını bize getir!” demeleri oldu. (Ankebut/29) Ve onlar; “Ey kendisine Zikir indirilen kişi! Şüphesiz sen cinlenmiş / deli birisin. Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin” dediler. (Hıcr/6, 7) 56 – Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Küfretmiş olan kişiler de hakkı, batılla iptal etmek [ortadan kaldırmak] için mücadele ediyorlar. Ve onlar, ayetlerimizi ve korkutuldukları şeyleri alaya aldılar. Bu ayette, 55. ayetin temel konusu olan “Sünnetullah”a değinilmiş, sonra da kâfirlerin tutumları bildirilmiştir. Allah, rahmeti gereği, elçilerini müjdeci ve uyarıcı olarak göndermekte fakat işlerine gelmeyenler elçilere her yolla karşı koymaya çalışmaktadırlar. Ayetin “Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz” şeklindeki ilk cümlesini, ayetin teknik yapısı itibariyle iki şekilde anlamak mümkündür: Birincisi, elçilerin mutat görevlerinin ne olduğu ile ilgilidir. Elçiler toplumlarına kendilerine inanıp doğrulayanları müjdelemek, yalanlayıp karşı gelenleri de uyarmak üzere gönderilirler. Onların öncelikli görevi, toplumlarını eğitmektir. Uygulayacakları eğitim metotları da bizzat Allah tarafından belirlenmiştir. Bu metotların en önde olanı, müjdelemek ve uyarmaktır. Bu ikisi, insan psikolojisi üzerinde etkili olan en güçlü ikna aracıdır. Ayetten alınabilecek mesajların ikincisi, müşriklerin azap talebinin yanlış yerden oluşuyla ilgilidir. İnkârcılar, eğer azap isteyeceklerse onu elçiden değil, Allah’tan istemelidirler. Elçilerin azap getirme diye bir görevleri yoktur. 57 – Ve Rabbinin ayetleriyle öğüt verilip/ hatırlatma yapılıp da onlardan mesafelenen ve iki elinin önden gönderdiklerini unutan/ terk eden [dikkate almayan] kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Biz onların kalpleri üzerine, onu [Kur'ân'ı] iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da ağırlık kıldık. Sen onları doğru yola çağırsan da onlar, bu durumda onlar asla hidayete ermezler. 58 - Bununla beraber senin rahmet sahibi Rabbin çok bağışlayıcıdır. Eğer O [Senin rahmet sahibi Rabbin], işledikleri günahlar yüzünden onları hemen yakalayacak olsaydı, onlara azabı kesinlikle acele verirdi. Aksine onlara vaat edilen bir zaman vardır. Onlar, O’nun astlarından bir sığınak asla bulamazlar. 59 – Ve işte, zulmettikleri zaman helak ettiğimiz kentler! Biz onların helâkleri için de belirli bir zaman kılmıştık [tayin etmiştik]. Bu ayet grubunda, bunca açıklamaya rağmen kâfirlerin inatla direnmeleri; hakkı batıl ile ortadan kaldırma teşebbüsleri, sonra da kendilerine yine rahmetle müdahale edilişi beyan edilmektedir. Ayetteki “Rabbinin ayetleriyle öğüt verilip/ hatırlatma yapılıp da onlardan mesafelenen ve iki elinin önden gönderdiklerini unutan/ terk eden [dikkate almayan] kimseden daha zalim kim olabilir?” sorusunun anlamı, “Rabbinin ayetleri ile kendisine öğüt verildiği halde bunları önemsemeyen ve bunları kabul etmeyerek yüz çeviren kimseden daha zalim kimse olmaz” demektir. Yani onlar, en zalim kişilerdir. Yaptıkları zulüm, kendilerine verilmiş olan imkânları doğru değerlendirmeyerek içine düştükleri nankörlük, şirk ve inkârcılıktır. Ayette “kalpleri üzerinde, onu [Kur’an’ı] iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da ağırlık olan kişiler” olarak nitelenen bu zalimler, En’am suresinde de benzer ifadelerle kınanmışlardır: Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek, “Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” derler. Ve onlar, ondan men ederler ve kendileri ondan uzak dururlar. Ve onlar bilinçsizce, yalnızca kendilerini helake sürüklüyorlar. (En'am/25, 26) |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Tutkuları ve cahillikleri, inkârcıların gözlerinin görmemesine, kulaklarının duymamasına sebep olmaktadır. Bu nedenle Kur’an’ı anlayamamaktadırlar. Ne var ki, bu durumlarının bilincinde de değildirler. Bilinçsizce kendilerini haktan uzak tutmaları yetmezmiş gibi, bir de “Bu, eskilerin efsaneleridir, bunda yeni bir şey yok. Biz bunları zaten eskiden beri dinleyip duruyoruz” diyerek başkalarının da hak ile şereflenmelerine engel olmaya çalışmaktadırlar.
Yüce Allah, müşriklerin anlama, görme ve işitme bozukluklarının sebebini, “... Oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık (En’am/25)” ifadesiyle kendisine izafe etmiştir. Bunun ne anlama geldiğinin daha iyi anlaşılması için Tin suresinde bulunan “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması” başlıklı açıklamamızın tekrar okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 2, s: 564-573) 58. ayette, Rabbimiz yine rahmet kapılarını açmakta, bağışlayıcılığını ön planda tutmaktadır: Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah’ı aciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O, en iyi bilendir, en güçlü olandır. Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiç bir dabbeyi [canlıyı] bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını en iyi görendir. (Fatır/44, 45) Ve eğer Allah zulümleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun üstünde dâbbehden/canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları adı konulmuş bir süreye kadar erteler. Artık onların ecelleri gelince de ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl/61) Ve onlar senden, iyilikten önce kötülüğü çabuklaştırmanı isterler. Hâlbuki onlardan önce onlara misal olacak cezalar gelip geçmiştir. Ve gerçekten senin Rabbin, zulümlerine karşılık insanlar için cidden mağfiret sahibidir. Ve kesinlikle senin Rabbin, azabı cidden çok çetin olandır. (Ra’d/6) 59. ayette helâk edildiği bildirilen memleketler, Kureyşlilerin ticaret yolculuklarında rastladıkları ve diğer Araplar tarafından da çok iyi bilinen Sebe, Semûd, Lut kavmi ve Medyen şehirleridir.
Kıssanın giriş mahiyetindeki bu bölümünde, Musa (as), kafasındaki takıntıları gidermek [bunalımdan kurtulmak] için bilginlerin toplandığı yere gidip sıkıntılarına çare aramayı düşünmektedir. Bu konuda azim ve kararlılık içindedir. Nihayet yola çıkarlar ve “iki bilginin toplandığı yerde” -henüz aradığı yerin burası olduğunu bilmemektedir- ikisi de hutlarından [bunalımlarından, sıkıntılarından] kurtulurlar. Bunalımları denizde [bilgin kişide] çekip gider. Sonra oradan ayrılırlar. Musa (as), delikanlıdan yemek istediği zaman delikanlı, Musa’ya (as) bunalımdan kurtulduğunu, fakat bunu Musa’ya (as) söylemediğini; bilerek, şeytana [İblisine] uyarak böyle yaptığını itiraf eder. Aslında Musa da (as) kendisine problem edindiği konuları halletmiş ve o da bunalımdan kurtulmuştur. Yanındaki delikanlı ile yaptığı bu konuşmadan sonra asıl aradığı yer olan “iki bilginin toplandığı yer”in orası olduğunu anlar ve “işte bu aradığımızdı” der. Böylece geldikleri yoldan hemen geri dönerler. Bu kıssa Kitab-ı Mukaddes’te yer almadığı için kıssada geçen Musa’nın Tevrat sahibi Musa Peygamber olmadığı, söz konusu kişinin bir başka Musa olduğu ileri sürülmüştür. Hatta bu Musa’nın “Gılgamış [Gılga-Mesh] adının Arapçalaşmış şekli olduğu, Kur’ân’da anlatılan olayın Gılgamış Destanı ile bağlantılı olduğu da iddia edilmiştir. Bazı rivayet tefsirlerinde bu konuyla ilgili çok farklı görüşler ortaya konmuştur. Bize göre, kıssada adı geçen Musa, Kur’ân’daki özellikleri itibariyle Musa peygambere uygundur. Bu konudaki diğer söylentiler dikkate alınacak bir niteliği haiz değildir. Musa’nın bu serüveni ne zaman yaşadığına gelince: Musa’nın (as) Mısır’dan Medyen’e yalnız kaçtığını ve orada bir aile kurduğunu biliyoruz. O döneminde Musa garip ve fakir birisidir. Medyen’e yalnız ve bekâr olarak gitmiştir. Orada evlenmiş, Medyen’deki sözleşmesi bittikten sonra da oradan ayrılmıştır. Kasas/29’da, ehli [eşi, çocukları, yakınları ve hizmetçileri] ile birlikte yola çıktıkları bildirilmekte, ancak nereye gitmek istediği belirtilmemektedir. Kıssada anlatılan bu macerayı Medyen ile Tur dağı arasındaki bir dönemde yaşamış olmalıdır. Ancak Medyen ile Tur dağında vahye muhatap oluşu arasındaki sürenin ne kadar olduğu veya o arada ne gibi olaylar olduğu ile ilgili olarak Kur’an’da ayrıntılı açıklama yapılmamıştır. Musa peygamber ile ilgili bu pasajda da Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim kıssasında olduğu gibi müteşabih [allegorik, sanatsal ifadeli] bir anlatım söz konusudur. Bu nedenle bazı sözcükler üzerinde özellikle durulmalıdır: MUSA’NIN DELİKANLISI “فتى Fetâ”, “sağlam genç, yiğit delikanlı” demektir. (Lisanü’l Arab, c: 7, s: 21,22) Sözcüğün çoğulu “fityetün”dür. Sözcüğün çoğul hali yine bu surenin baş kısmında [Kehf/10, 13’te] Ashab-ı Kehf için kullanılmıştır. “Fetâ” sözcüğü “filan kişinin fetası / filancanın genç yiğidi” şeklinde herhangi bir şahsa izafe edilerek kullanıldığında, genellikle o şahsın hür veya köle hizmetçilerini ifade eder. Arap dili buna uygundur. Gencin kimliği ile ilgili Kur’ân’da bilgi verilmemiştir. Ancak Musa’nın Medyen’den ehli/ailesi/yakınları ile birlikte ayrıldığı [Kasas/29] bilinmektedir. Bu genç yiğit Musa’nın (as) ehlinden birisidir; ama oğlu, ama kardeşi, ama uşağıdır. Kur’an’dan anladığımıza göre, Musa (as) Medyen’den zengin birisi olarak ayrılmıştır. Bu genç ile ilgili birçok rivayet ortaya atılmıştır. Gencin isminin şu veya bu olmasının önemi yoktur. Konunun bize verdiği mesajlar onun ismi ve kimliği üzerine kurulu değildir. Ayrıca kimliğini ön plana çıkaracak şekilde delikanlıya muteber bir isim bulmak da anlamsız ve Kur’ân terbiyesine aykırıdır. Literatürdeki seyahatnamelere, özellikle de feodal dönem seyahatnamelerine bakıldığında, Marco Polo, Evliyâ Çelebi, Robinson Crusoe, Strabon, Piri Reis, İbn Batuta, Mark Twain, Henry Miller ve Paul Bowles gibi seyyahların/gezginlerin birer hizmetçilerinin/yardımcılarının olduğu görülür. İKİ DENİZİN TOPLANDIĞI YER Bu güne kadar ayetlerin Mekkî oluşu ve müteşâbihliği göz ardı edilip olay coğrafi olarak ele alınmıştır. Bu yaklaşım nedeniyle de yeryüzünün her tarafında “iki denizin toplandığı yer” nitelemesine uygun mekânlar aranmıştır. Kimi Karadeniz ve Hazar Denizi arasını, kimi Ermenistan’da Kur ve Res [Aras] nehirleri arasını, kimi Akdeniz ile Kızıldeniz arasını, kimisi de Ürdün ile Kuzum nehirleri arasını bu niteliğe uygun bulmuştur. Söz konusu coğrafî mekânın Antakya, Eyle, Atlas Okyanusu kıyısındaki bir Endülüs şehri, Afrika’da Tanca, Amerika kıtasında Panama olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, İstanbul Boğazının Karadeniz’e çıkışı olan Anadolukavağı veya Çanakkale Boğazının çıkışındaki Gelibolu Yarımadası olduğu görüşünü dile getirenler de olmuştur. 61 ve 63. âyete göre, Musa’nın gideceği, arayacağı şey “ صخرة sahra [kaya]”dır. Hutlarını orada [iki denizin toplandığı yerde veya iki denizi toplayan şeyde] unutmuşlardır. Genç adam, 63. ayette geçen ikrarına göre, Hut’u Sahra’da [Kaya’da] unutmuştur, terk etmiştir, bir bakıma ondan kurtulmuştur. Bu durumda, Sahra [Kaya] ile Mecmeu’l-Bahreyn [İki Denizin Toplandığı Yer] aynı yer veya aynı şeydir. صخرة SAHRA “Sahra” “Büyük kaya” demektir. (Lisanü’l Arab, c.7 , s. 79) Ayette geçen [صخرة ] Sahra/ Büyük Kaya, bugün Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’nın [Mescid-i Aksa’nın] yakınında bulunan ve “Sahratullah” olarak bilinen Kaya’dır. Yahudiler de orayı “Ağlama Duvarı” olarak anmaktadırlar. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Davud ve Süleyman peygamberler, ataları Musa peygamberden bu yana bir ilim merkezi olması sebebiyle Beytü’l-Makdis’i orada inşa etmişlerdir. Söz konusu Kaya’nın kutsal kabul edilmesine de bu olaylar neden olmuş olsa gerektir. Sahra/Kaya sözcüğü, başına özel isim yapma eki olan “El” takısı alarak “ الصّخرة Es-Sahra” olmuş ve böylece özel bir isim haline getirilmiştir. Sözcüğü “Sahratullah” olarak da özel isim haline getirmek mümkündür. Lokman/16’da ise sözcük nekra [belirsiz] olarak yer almıştır. BAHR [DENİZ] “ البحرBahr” sözcüğü “genişlik ve açık yüzlülük” demektir. Denize “bahr” denmesi genişliğinden, enginliğinden dolayıdır. “Bahr” sözcüğü aynı zamanda “çok bilgili kişi” demektir. (Lisanü’l Arab, c.1 , s. 332-335) Mecaz olarak ise “çok bilgili, saygın kişi” demektir. (Tacü’l Arus; c. 6 , s. 51) Bilindiği gibi, Türkçemizde de çok bilgili insanlar için “derya gibi adam” deyimi kullanılmaktadır. Buradan hareketle, ayette geçen “mecmau’l-bahreyn [iki bahrin toplandığı yer]” ifadesinin coğrafi olarak “iki denizin toplandığı, birleştiği yer” demek olmayıp “iki bilgin kişinin toplandığı yer” anlamında olduğunu söyleyebiliriz. Pasajdan açıkça anlaşıldığına göre, Musa bu “iki denizin buluştuğu yer”e gitmek niyetiyle yola çıkmıştır. “Ben iki denizin toplandığı [iki bilgin kişinin toplandığı] yere varıncaya kadar durmayacağım yahut senelerce gideceğim” demesi, bu konudaki kararlılığını göstermektedir. Genç hizmetçisine yaptığı açıklamadan, bilgi toplamak için yıllarını harcamayı göze aldığı anlaşılmaktadır. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılacaktır ki, Musa’nın bu seyahatteki amacı ticaret değil, bilgi sahibi olmaktır; zihnindeki problemlerini çözmek, karamsarlıktan ve bunalımdan kurtulmaktır. Zira Musa elçilik görevine hazırlanmadan evvel birçok badirelerden geçirilmiştir, eğitilmiştir. Hani kız kardeşin yürüyordu da ‘Sizi onun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi?’ diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Ve sen, bir can öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve Biz seni fitnelendirdikçe fitnelendirdik. Sonra da yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir kader üzerine geldin, ey Musa! Ve Ben, seni nefsim [kendim] için yetiştirdim. (Ta Ha/40, 41) Musa ve delikanlının Kehf suresinde anlatılan yolculukları ve Musa’nın bu yolculuktan öğrendikleri de onu peygamberliğe hazırlama işlemlerindendir. Pasajda üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da genellikle “balık” diye çevrilen “hut” sözcüğüdür. Sözcükle ilgili olarak daha önce A’raf suresinde yaptığımız açıklamayı, öneminden dolayı kısaca tekrarlamayı yararlı görüyoruz: |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
HUT
“ حوت Hut” sözcüğü, dilbilimcilerinin bir kısmına göre “balık”, bir kısmına göre de “büyük balık” demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adıdır. Ayrıca eski çağlardan beri burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır. Ancak Kur’an’ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil, gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir. Sözcüğün kökü olan “حوت hvt”, Arap dilinde “hut” ve “havt” olmak üzere iki türlü okunur. Bu okunuşlardan ilki olan “Hut”, Bedeviler arasında “ağır ağır da yutsa, çabuk çabuk da yutsa kendisine kâfi gelmeyen [doymayan, doyma duygusu olmayan]” anlamında kullanılmıştır. “Havt” ise “kuşun suyun çevresinde veya vahşî hayvanın bir şeyin çevresinde dönüp durması, oradan ayrılmaması” anlamındadır. (Lisanü’l-Arab; c: 2, s: 644) Bu anlamlardan anlaşılacağı üzere, “hut” sözcüğü aslında doyma hissi olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek değildir. Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı “semek”tir. Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemeye ara verme nedenlerinin doymaları değil de tıkanmaları olması, bugün artık bilimsel bir bilgidir. Balıkların bu özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları bilinen bir durumdur. Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır. Buna göre, “hut” ve “havt” sözcüklerinin anlamlarını “hırs, doyumsuzluk” olarak ifade etmek mümkündür. “Hut” sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima “sebebiyet mecaz-ı mürseli” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan “hırs ve doyumsuzluk” zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu “bunalım ve karamsarlık” kastedilmektedir. Şimdi pasajı tahlile devam edelim: “Bu şekilde geçtikleri zaman o [Musa], delikanlısına: ‘Getir kuşluk yemeğimizi; gerçekten biz bu yolculuğumuzda yorulduk’ dedi” ayetinin metnine dikkatlebakıldığında, Musa’nın genç arkadaşından kuşluk yiyeceklerini istediği fakat “hutu getir de yiyelim” demediği görülmektedir. Ancak genç adam yemeği getirdi mi, getirmedi mi; yemeklerini yediler mi, yemediler mi; bize bildirilmemektedir. Musa kuşluk yemeği istediği bir anda, genç adam “Gördün mü? O Kaya’ya sığındığımız vakit doğrusu ben hutu unuttum/ terk ettim; ve onu anmamı muhakkak şeytan unutturdu/ terk ettirdi. O [Hut], şaşılacak bir şekilde denizde yolunu edindi” demektedir.61. ayetteki ifadeye göre sadece genç adam unutmamış, Musa da hutunu unutmuştur/terk etmiştir; yani dertten kurtulmuş, rahatlamıştır. HUT’UN BAHRDE [BİLGİN KİŞİDE] KAYBOLMASI: Musa ve yardımcısının sıkıntıları, karamsarlıkları, bunalımları Büyük Kaya’da bilginler arasında yaşadıkları şeyler vasıtasıyla ortadan kalkmıştır. Sanki denizde bir balığın derin bir deliğe dalıp kaybolup gidişi gibi olmuştur. Olay deniz ve balık sembolleri ile anlatıldığından, ifadeler dağdağalıdır. 64. ayetteki “O [Musa], ‘İşte bu, aradığımızdı!’ dedi. Hemen izlerini takip ederek gerisin geri döndüler” şeklindeki genel ifadeye göre, Musa’nın aslında aradığı yeri bulduğu fakat aradığı yerin orası olduğunu anlayamadığı anlaşılmaktadır. Büyük Kaya’nın orada yaşadıkları olaylara - orada deniz gibi bilgiye sahip kimselerle karşılaşıp sıkıntıdan, bunalımdan kurtulmalarına- bakılırsa, Musa’nın varmak istediği yer; iki denizin birleştiği [bilginlerin toplanıp bilgi alışverişi yaptığı, bilgisizleri bilgilendirdikleri, zihinsel problemleri çözdükleri] yer orası olmalıydı. Oraya dönüp bir şeyler daha öğrenmeliydi. Bu nedenle hemen gerisin geri o Büyük Kaya’ya döndüler. 65- Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ile delikanlı geri döndüklerinde, iki bilginin buluştuğu o yerde [Kaya’da] bir kişi ile buluşurlar. Bu kişi, Allah’ın kendisine ilim ve rahmet vermiş olduğu bir kuldur. Kanaatimize göre, Musa ile yardımcısının Sahra’da buldukları bu kul bir peygamberdir. Çünkü ayette “Biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik” denmiştir. Aşağıdaki Kur’an ayetleri, Yüce Rabbimizin bu ifadeyi peygamberlik nimeti için kullandığını göstermektedir: Yine onlar: “Bu Kur'an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zühruf/31, 32) Ve sen Kitap’ın sana ilka edileceğini [indirileceğini] umuyor değildin. (O) ancak Rabbinden bir rahmet olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma [yardımcı olma]. (Kasas/86) Bilgin Kul’un bir peygamber oluşunun diğer delili ise surenin 82. ayetinde duvar doğrultma işini kendi iradesi ile yapmadığını beyan ediyor olmasıdır. Bu demektir ki, duvar altında duran iki yetime ait gömünün varlığı ve bu gömünün belli bir süre daha bulunduğu yerde korunması gereği ve dolayısıyla bunun icabı olan duvarın doğrultma işi Bilgin Kul’a [peygambere] vahiy ile telkin edilmiştir. Yukarıdaki delillere dayanarak peygamber olduğunu söylediğimiz “bilgin kul” hakkında Kur’an’da başkaca bilgi verilmemiştir. Bu durumda, onun da Nisa/164 ve Mü’min/78’de peygamberimize adlarının ve kıssalarının haber verilmediği bildirilen peygamberlerden olduğu anlaşılmaktadır. 66- Musa ona: "Doğru yol konusundaki sana öğretilenden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" dedi. Musa “Bilgin Kul” ile tanışmış ve onun bilgin birisi olduğunu, doğru yolu bulma konusunda kendisine çok bilgi verilmiş olduğunu öğrenmiştir. Ondan “doğru yolu bulma konusunda ona öğretilenlerden öğrenmek için” öğrencisi olmayı istemektedir. 67, 68- O [Âlim kul]: “Şüphesiz sen benimle beraber sabra takat yetiremezsin. Ve kavrayamadığın bilgiye nasıl sabredeceksin!” dedi. Musa’nın o yöre ve “Bilgin Kul” hakkında bilgisinin olmadığı bellidir. Çünkü o bölgeye yeni gelmiş ve “Bilgin Kul” ile yeni tanışmıştır. Buna karşılık “Bilgin Kul”un ifadelerinden, onun o yörenin insanı olduğu ve bir takım görevleri olduğu anlaşılmaktadır. Zira “Bilgin kul”, Musa ile birlikte oldukları takdirde meydana gelmesi muhtemel olaylar karşısında Musa’nın idrakinin bu olayları almayacağını ve sabredemeyeceğini öngörmektedir. Yani “Bilgin kul”, belli bir görevi ifa etmek için dolaştığı o bölgede, o bölgeyi iyi tanıdığı için bazı olumsuzluklarla karşılaşabileceğini tahmin edebilmekte ve Musa’nın da bunlara sabredemeyeceğini düşünmektedir. 69- O [Musa]: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmem” dedi. 70- O [Âlim kul]: “O halde eğer bana uyacaksan, bana hiçbir şey hakkında soru sorma, ta ki ben sana öğüt olarak ondan söz açıncaya kadar.” Pazarlık yapılmış ve “Bilgin Kul”, kendisi açıklama yapıncaya kadar tanık olacağı herhangi bir olay hakkında soru sormaması şartıyla Musa’nın kendisiyle beraber gelmesine izin vermiştir. Dikkat çeken noktalardan biri de, kıssanın bundan sonraki bölümlerinde artık Musa’nın genç yardımcısından söz edilmiyor olmasıdır. 71- Bunun üzerine ikisi [Bilgin kul ile Musa] yürüdüler; nihayet gemiye bindiklerinde o [Âlim kul] gemiyi yırttı; parçaladı. O [Musa]: “İçindekileri boğman için mi onu yırttın; parçaladın? Kesinlikle sen, şaşılacak bir şey yaptın!” dedi. 72- O [Âlim Kul]: “Ben, ‘Şüphesiz sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?’ demedim mi?” dedi. 73- O [Musa]: “Unuttuğum şeyle beni cezalandırma ve işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” dedi. Bilgin Kul, bindikleri gemide hasar oluşturunca, Musa dayanamaz ve ona “İçindekileri boğman için mi onu yırttın; parçaladın? Kesinlikle sen, şaşılacak bir şey yaptın!” der. Bilgin Kul da “Ben, ‘Şüphesiz sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?’ demedim mi?” diyerek anlaşmayı hatırlatır. Bunun üzerine Musa “Unuttuğum şeyle beni cezalandırma ve işimden dolayı bana güçlük çıkarma!” diyerek özür diler. Bilgin Kul’un kendisi o çevreyi tanıdığı gibi, gemi sahipleri ve yolcular da “Bilgin Kul”u tanıyor ve ona güveniyor olmalılar ki, onun gemiyi yaralamasına engel olmamışlardır. Ne “bilgin kul”, ne de o yöre hakkında bilgisi olmayan Musa ise bu işe karşı çıkmıştır. Bu olayda herhangi bir olağanüstülük, esrarengizlik yoktur. Kulun gaybı bilmesi gibi bir durum da söz konusu değildir.
76- O [Musa]: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Kesinlikle tarafımdan özre erdin [kovarsan darılmam]” dedi. Bilgin Kul ile Musa yola devam ederler. Nihayet bir delikanlıya rastlarlar. Bilgin Kul bu delikanlıyı öldürür. Bunun üzerine Musa “Bir nefis karşılığı olmaksızın tertemiz bir nefsi mi öldürdün? Kesinlikle çok anlaşılmaz bir şey yaptın!” diyerek olayı kınar. Bunun üzerine Bilgin Kul, Musa’ya “Ben sana ‘Kesinlikle sen benimle birlikte asla sabredemezsin’ demedim mi?” diyerek seyahat şartlarını hatırlatır. Musa da “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme! Kesinlikle tarafımdan özre erdin [kovarsan darılmam]” diyerek tekrar son özrünü bildirir. Ayette geçen “ غلام Gulam” sözcüğünün orijinal anlamı, “cinsel ilişkiye alabildiğine düşkün ve arzulu olan” demektir. Bu özellik, çocukluk yaşından çıkmış kimselerde olur. Bu da delikanlılık çağıdır. Gulam/ delikanlı sözcüğü, şeyh/ ihtiyar sözcüğünün zıt anlamlısı olarak kullanılır. (Lisanü’l Arab, c.6 , s. 664- 666) Ayetteki “Bir nefis karşılığı olmaksızın tertemiz bir nefsi mi öldürdün? Kesinlikle çok anlaşılmaz bir şey ...” ifadesinden, “gulam”ın erişkin birisi olduğu anlaşılmaktadır. Musa bu katil olayının ancak “kısas” yoluyla yapılabileceğini ileri sürmüştür. Çocuk yaşta birisi başkasını öldürürse ona kısas yapılmaz. Buradaki olay kısasa uygun görüldüğüne göre, “gulam” çocuk değil, erişkin bir delikanlıdır. Delikanlının öldürülmesine Musa’dan başka karşı çıkan da olmamıştır. Demek ki, “Bilgin Kul”un delikanlıyı niçin öldürdüğünü o beldenin insanları, öldürülen delikanlının yakınları; ana-babası ve herkes bilmektedir. Aksi halde bir yabancının gelip de memleketlerinde kendilerinden bir delikanlıyı öldürüp elini kolunu sallayarak çekip gitmesine kimse kayıtsız kalmazdı. “Gulam”ın öldürme gerekçesi surenin 80 ve 81. ayetlerinde açıklanmıştır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
77- Bunun üzerine yine gittiler. Nihayet bir köy halkına varınca onlardan yemek istediler. Bunun üzerine onlar da, kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. O [Âlim Kul], onu doğrultuverdi. O [Musa]: “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” dedi.
Bilgin Kul ile Musa yine yola devam ederler ve bir kente uğrarlar. Acıkmış oldukları için o kenttekilerden yiyecek isterler. Kenttekiler onlarla ilgilenmezler. Anlaşılan o ki, “Bilgin Kul” bu kentte tanınmamakta ve bilinmemektedir. Buna rağmen Bilgin Kul, yıkılmak üzere olduğunu gördükleri bir duvarı tamir edip doğrultur. Musa yaşananlar karşısında yine dayanamaz ve Bilgin Kul’a “İsteseydin bunun karşılığında mutlaka bir ücret alırdın” diye sitem eder. 78- 82- O [Âlim Kul]: “İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o, üzerine sabra takat getirmediğin şeylerin tevilini haber vereyim: “Gemi olayına gelince; o, denizde çalışan birtakım miskinlerindi. İşte o nedenle ben onu kusurlu hale getirmek istedim. Ötelerinde de bütün gemileri gasp edip alan bir kral vardı. Delikanlıya da gelince; onun anne-babası mümin kimselerdi. İşte o nedenle biz, onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk. Sonra da ‘Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin’ istedik. Duvara da gelince; o, şehirde iki yetim oğlanındı ve onun altında onlar için bir define vardı. Babaları da iyi bir zat idi. İşte onun için, -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım. İşte senin, üzerine sabra takat getiremediğin şeylerin te’vili!” Bilgin Kul, “İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o, üzerine sabra takat getirmediğin şeylerin tevilini haber vereyim” diyerek Musa’nın siteminden sonra Musa’ya “Gemi olayına gelince …” diyerek olayları anlatmaya başlar. GEMİYİ YARALAMA OLAYI Bilgin Kul, “Gemi olayına gelince; o, denizde çalışan birtakım miskinlerindi. İşte o nedenle ben onu kusurlu hale getirmek istedim. Ötelerinde de bütün gemileri gasp edip alan bir kral vardı” diye açıklamada bulunur. Anlaşılan o ki, Bilgin Kul bu bölgede tanınan ve o yöreyi iyi bilen birisidir. Bunun kanıtı, bindikleri geminin sahiplerini tanıması ve öteki kıyıda hüküm süren zalim kraldan haberdar olmasıdır. Bunları bildiği için gemiyi yaralamış ve zalim kralın gemiye el koymasını engellemiştir. Gemi sahipleri ve gemideki yolcular da “Bilgin Kul”u tanıyıp ona güvenmektedirler ki, ona engel olmamışlar ve gemiye verdiği zararın karşılığını talep etmemişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “Bilgin Kul”un gemideki hasarı kendi iradesi ile yapmış olmasıdır. Bu hususu kendisi de “ فاردت ان اعيبها Ben onu kusurlu hale getirmek istedim” diyerek beyan etmiştir. Burada gaybı bilme gibi olağan dışı, sır bir durum söz konusu değildir. DELİKANLININ ÖLDÜRÜLMESİ Bilgin Kul, delikanlıyı öldürme gerekçesini ise şöyle açıklamıştır: “Delikanlıya da gelince; onun anne-babası mümin kimselerdi. İşte o nedenle biz, onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk. Sonra da ‘Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin’ istedik.” İfadelere dikkat edilirse, öldürme olayında Bilgin Kul’un yalnız olmadığı görülür. Olayda Bilgin kul ile beraber başkaları da vardır. Kıssaya geleneksel açıklamalar doğrultusunda bakanlar, bu ayetlerdeki “korktuk” ve “istedik” şeklindeki çoğul fiillerin öznelerini uyduramamışlardır. “Bilgin kul”un “Hızır” veya “melek” olduğu iddia edilince, “korkanlar”ın da -hâşâ- Allah ile Hızır veya Allah ile melek olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır. Ayetlerden anlaşıldığına göre, delikanlıyı öldürme olayı resmî otoritenin; toplum olarak yasalara göre verdikleri bir karar gereği olmuştur. “Bilgin Kul” bu kararın infaz memurudur. Bu nedenle, olayı açıklarken “ فخشينا korktuk” ve “فاردنا istedik ki” şeklinde çoğul bir ifade kullanmıştır. Eğer delikanlının öldürülmesi o delikanlının yaşadığı kentte yasal bir icraat olmasaydı, hem delikanlının yakınlarının hem de şehir halkının [kamu otoritesinin] “Bilgin Kul”a gerekli tepkiyi göstermeleri ve onu cezalandırma yönüne gitmeleri gerekirdi. Görüldüğü gibi, “delikanlının öldürülmesi” olayının bilinmeyecek, yadırganacak, batın ilmi ile açıklanacak herhangi bir yanı yoktur. Normal, yasal bir bir uygulamadır. Ne var ki, Musa, o yörenin yabancısı olduğundan bunu bilmemektedir. Musa, “Bir can karşılığıolmaksızın masum bir cana mı kıydın?” diyerek bir insanın sadece kısas ile öldürülebilineceğini ileri sürmüştür. Hâlbuki şer’an [yasal açıdan] insan sadece kısas için öldürülmez; Allah’a savaş açanlar da öldürülür: Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/ arka arkaya kesilmesi, ya da yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Ahirette de onlar için büyük bir azap vardır. (Maide/33) Dikkat edilirse, 80. ayette “Delikanlıya gelince, anne-babası mümin kimselerdi. Onun, o ikisini azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korktuk”denilmektedir. Bu ifadeden de delikanlının mümin anne ve babasını dinden çıkarmak için çaba sarf ettiği [Allah ile savaştığı] anlaşılmaktadır. Yani bu durumda Maide suresinin 33. ayetine göre onun öldürülmesi meşru bir olaydır. DUVAR OLAYI Bilgin Kul, duvarı doğrultma işinin içyüzünü açıklarken “Duvara da gelince; o, şehirde iki yetim oğlanındı ve onun altında onlar için bir define vardı. Babaları da iyi bir zat idi. İşte onun için, -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi. Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım” demektedir. Görüldüğü üzere, Bilgin Kul, “Rabbinden bir rahmet olmak üzere- Rabbin onların erginlik çağına ermelerini, definelerini çıkarmalarını diledi [فاراد ربّك ]” diyerek işin Allah tarafından yaptırıldığını açıklamaktadır. Ayrıca “Ve ben onu [duvar doğrultma işini] kendi görüşümle yapmadım” demek suretiyle de sadece duvar olayını kendi görüşüyle yapmadığını beyan etmektedir. Demek oluyor ki, Bilgin Kul’a bu üç olaydan sadece üçüncü olay vahiy ile bildirilmiştir. Yani “Bilgin Kul”un kendi bilgisi ve iradesiyle gerçekleştirmediği olay sadece duvar doğrultma işidir. Ayetin orijinalindeki “ وما فعلته عن امرى ve mâ fealtühü an emrî” ifadesi, tefsir ve meallerin ekserisinde [hemen hemen hepsinde] “ve ben bunların hiç birini kendi görüşümle yapmadım” diye çevrilmiştir. Bu çeviriye göre, üç olaydan hiç birinde “bilgin kul”un kendi görüşü ile davranmadığı, her üç olayda da aldığı vahiyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Oysa bu çeviri yanlıştır. Doğru çeviri “Ve ben onu [duvarı doğrultmayı] kendi görüşümle yapmadım” şeklindedir. Rivayetçilerin ve dirayetsizlerin yanlış meal ve tefsirlerinin doğru olabilmesi için ayetin orijinalinin “عن امرى فعلتهن وما Ve mâ fealtühünnean emrî” şeklinde yani çoğul olarak olması gerekirdi. Ancak bu takdirde cümlenin anlamı, “Ben onları kendi görüşümle yapmadım” şeklinde olurdu. Hâlbuki ayetin orijinali böyle değildir. Zamir “onu” şeklinde tekildir. Sonuç olarak, rivayetlerin, masalların, menkıbelerin ayetin orijinal anlamını ihmal ettirdiği anlaşılmaktadır. 83 - Ve sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki: Size ondan, bir hatırlatma/ öğüt okuyacağım: Surenin 83- 98. ayetlerden oluşan bu bölümünde birçok esrarı barındıran “Zülkarneyn” konusu gündeme getirilmektedir. “Ve sana Zülkarneyn’den soruyorlar” ifadesinden anlaşıldığına göre, Resulullah’a Zülkarneyn ile ilgili bir soru yöneltilmiş ve kendisinden bu konuda bilgi istenmiştir. Pasajı tahlil ettikten sonra Rabbimizin bu soruyu yöneltenlere ve o topluma onların bildiği, sorduğu, öğrenmek istediği Zülkarneyn’i değil de, bambaşka, yepyeni ve yaşayan bir Zülkarneyn anlattığı anlaşılmış olacaktır. Konuya girmeden önce klasik anlayışın Zülkarneyn hakkındaki görüş ve yaklaşımlarının ortaya konması yararlı olacaktır: ZÜLKARNEYN’İN KİMLİĞİ Âlimler, Zülkarneyn'in kim olduğu hususunda şu değişik görüşleri zikretmişlerdir: Birinci Görüş: O Yunanlı İskender [Filip'in oğlu] idi. Bunun delili şudur: Kur'ân, Zülkarneyn adındaki o padişahın ülkesinin Batı’nın en uç noktasına kadar uzandığını göstermektedir. Çünkü Hak Teâlâ, "Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, güneşi kara bir balçıkta batar buldu (Kehf/86)” buyurmuştur. Yine Kur'ân, onun mülkünün doğunun en uzak noktalarına kadar uzandığını da gösterir. Bunun delili de, "Nihayet, güneşin doğduğu yere ulaştığı zaman, onu öyle bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki ... (Kehf/90)” ayetidir. Onun mülkü Kuzey’de de en uzak bir yere kadar uzanıyordu. Bunun delili de, Türk kavimlerinden bir topluluk olan Ye'cûc ve Me'cûc'ün Kuzey'in en uzak noktasında yerleşmiş olmalarıdır. Yine bunun delili, Kur'ân'da bahsedilen o seddin tarih kitaplarında bunun Kuzey’in en uzak yerlerinde yapılmış olduğunun söylenmesidir. Binaenaleyh Kur'ân'da Zülkarneyn diye bahsedilen bu insanın, mülkünün Doğu-Batı ve Kuzey’in en uç noktalarına kadar uzandığına ayetler delalet etmektedir Yeryüzünde mamur ve meskûn olan bütün yerler bundan ibarettir. Böylesine yaygın bir mülkün fevkalâde bir şey olduğunda şüphe yoktur. Böyle bir mülke sahip olan bir kralın adının uzun zaman hatırlarda kalması, gizli ve bilinmez kalmamış olması gerekir. Tarih kitaplarında mülkü böyle olarak şöhret bulmuş hükümdar ise sadece İskender'dir. Çünkü babası ölünce o daha evvel kabileler halinde olan Rumların krallarını emri altında bir araya toplamış, sonra da Batı’nın krallarına hâkim olup onları emri altına almıştır. Böylece el-Bahru'l Ahdar'a dayandı. Sonra Mısır'a dönüp İskenderiye şehrini yaptı ve oraya kendi adını verdi. Daha sonra Şam'a girdi ve İsrailoğulları’na yöneldi. Derken Beyt-i Makdis'e geldi ve orada kurban kesti. Sonra Ermenistan'a ve Bâbu'l-Ebvâb’a yöneldi. Böylece Iraklılar, Kiptiler ve Berberîler ona boyun eğdiler. Daha sonra da Dara oğlu Dâra'ya yöneldi ve onu defalarca yendi. Sonunda muhafız kıtası komutanı Dâra'yı öldürdü. Böylece İskender, İranlıların mülküne de sahip oldu. Sonra Hindistan'a, Çin’e yöneldi, uzak diyarlardaki milletlerle savaştı. Sonra Horasan'a döndü. Pek çok şehirler yaptı. Irak'a geldi ve Şehrizûr'da hastalandı ve orada öldü. Binâenaleyh Zülkarneyn'in bütün dünyaya yahut dünyanın tamamına yakın kısmına sahip olmuş bir kral olduğu Kur'ân ile sabit olduğuna ve tarih ilmine göre de, bu vasıftaki kral İskender olduğuna göre, ayette Zülkarneyn diye bahsedilen bu şahıs ile Yunanlı Filip’in oğlu İskender'in kastedildiğini kesin olarak söylemek gerekir Daha sonra âlimler, bunun o adı almasının sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır: 1- O bu lakabı tıpkı Erdeşir b. Behmen'in, nüfuzunun istediği her yerde geçmesinden dolayı "Tavilu'l-yedeyn" [İki eli uzun] lakabını alması gibi, bu da güneşin iki karnına yani doğusuna, batısına ulaştığı için iki karn sahibi [Zülkarneyn] diye lakaplanmıştır. 2- Farslılar şöyle iddia etmişlerdir: Büyük Dârâ, Filip'in kızıyla evlenmişti. Ona yaklaşınca kötü koktuğunu hissetti ve onu babası Filip'e geri gönderdi. Kız ise ondan İskender'e hâmile kalmıştı. Kız babasının yanına döndükten sonra İskender'i doğurdu. Böylece İskender, Filip'in yanında kalmış oldu. Filip aslında Büyük Dârâ'nın oğlu olan İskender'i kendisinin oğlu diye takdim etti. Bunun delili şudur: İskender, Dârâ oğlu Dârâ'ya son nefesinde yetişince onun başını kucağına aldı ve "Ey babacığım, bunu sana yapanı bana söyle, ondan intikamını alayım" dedi. Bu, Farslıların iddia ettiği bir şeydir. Onlar sözlerine devamla şöyle derler: "Böyle olması halinde, İskender’in babası Büyük Dârâ, annesi de Filip'in kızı idi. O halde İskender iki farklı asıldan, yani Rum ve Fars asıllarından doğmuş bir çocuktur." Farslılar bunu, İskender'i kendi krallarının soyundan saymak istedikleri, böylece de, kendi krallarının soyunun dışından böyle büyük bir kralın olmasını kabul edemedikleri için, bu fikri ileri sürmüşlerdir; ki, bunlar gerçekte tamamen yalandır Çünkü İskender Büyük Dârâ'ya tevazu göstermek için babam demiş ve ona ikram etmek için böyle hitap etmiş olabilir. İkinci Görüş: Müneccim Ebû Reyhan el-Herevi el-Bîrunî "el-Âsâru'l-Bâkiye ani'l-Kurûni'l-Hâliye" [Geçmiş Asırlardan Geride Kalan Eserler] adını verdiği kitabında söyle der: "Rivayete göre Zülkarneyn, Ebu Kerb Şem b. Ubey Efrîk'ış el-Himyerî'dir. Çünkü bunun mülkü yeryüzünün doğusuna-batısına uzanmıştı. Bu, Himyer şairlerinden birinin şöyle derken övündüğü kimsedir: "Züİkarneyn, benden önce yeryüzünde hüküm sürmüş, müslüman bir kraldı. Beni de, yalanlamazdı. Kerim bir kişiden hâkimiyet vesilelerini elde etmek arzusuyla Doğu ve Batı’ya ulaşmıştı" Ebu Reyyân sonra şöyle der: "Bu görüş, doğruya yakın görünüyor. Çünkü “ezivva”yı [başında "zû" bulunan isimleri] Yemenliler kullanır. Çünkü Yemenli hükümdarların isimlen hep "zû"ludur. Zü'n-Nadi, Zü-Nuvas, Zün-Nûn gibi. Üçüncü Görüş: Zülkarneyn Allah'ın yeryüzüne hâkim kıldığı, sâlih bir kimse idi. Allah ona ilim ve hikmet vermiş, heybet elbisesini giydirmiştir. Fakat biz onun tam tamına kim olduğunu bilemiyoruz. Âlimler bu kimseye Zülkarneyn denilmesi ile alakalı olarak şu izahları yapmışlardır: a- İbnu'l- Kevvâ' Hz. Ali’ye (r.a) Zülkarneyn'in kim olduğunu, bir kral mı, yoksa bir peygamber mi olduğunu sorduğunda, Hz. Ali: "O, ne bir kral, ne de bir peygamber idi. O, sağ karninden [alnının sağ tarafından], Allah'a itaat yolunda vurulmuş ve böylece ölmüş. Daha sonra Allah Teâlâ onu diriltmiş. Sonra bu sefer de, sol karninden [alnının sol tarafından] vurulup ölmüş. Derken Allah onu tekrar diriltmiştir. O, böyle salih bir kuldur. İşte bundan dolayı, o, "Zülkarneyn" adını almış ve o mülke sahip olmuş" demiştir. b- Onun hayatı boyunca iki karn [nesil] insan gelip geçtiği için "Zülkarneyn" [iki karn sahibi] adını almıştır. c- Onun başının iki yanı bakırdan olduğu için bu aldığı da söylenmiştir. d- Onun başında, iki boynuza benzer iki şey olduğu için bu adı almıştır. e- Tacının iki boynuzu olduğu için bu adı almıştır. f- Hz. Peygamber (s.a.s)'den, "O, dünyanın iki karnini, yani doğusunu, batısını dolaştığı için bu adı almıştır" dediği rivayet edilmiştir. g- Onun iki karni, iki saç örüğü olduğu için bu adı aldı. h- Allah Teâlâ, hem nuru hem zulmeti [karanlığı ve ışığı] onun emrine vermiş-Bundan dolayı o yürüdüğünde, ışık önünden onu gideceği yere iletir, karanlık da arkasından uzar giderdi. i- Akranlarını âdeta boynuzlayıp [yendiği] için, cesur insanlara "koç" demek gibi, Zülkarneyn de cesaretinden ötürü böyle lakaplanmış olabilir. k- O, rüyasında kendisinin feleklere [yıldızlara] tırmandığını ve güneşin tarafından [karninden] tutunduğunu görmüştü. İşte bu sebeple bu adı almıştı. l- Nura ve zulmete girdiği için bu adı almıştır. Dördüncü Görüş: Zülkarneyn, meliklerden bir meliktir. Hz. Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer bir adamın "Ya Zülkarneyn" dediğini işitti ve şöyle dedi: "Affet Allah'ım, demek siz, peygamberlerin isimlerini koymaktan hoşlanmıyorsunuz da, meliklerin isimlerini [isim olarak] koyuyorsunuz ha!" İşte bu konuda söylenenlerin hepsi bunlardır. Birinci görüş, zikrettiğimiz şu delilden ötürü daha açıktır: Böylesine büyük bir kralın, ehl-i dünyaca halinin bilinir olması gerekir. Böylesine hali [herkesçe] bilinen büyük kral da İskender'dir. Binaenaleyh "Zülkarneyn"den muradın o olması gerekir. Fakat bu görüşte şöyle güçlü bir müşkil bulunmaktadır: O, feylesof Aristo'nun talebesi idi ve onun inancı üzere idi. Binâenaleyh [Kur'an'da] Allah'ın onu yüceltmesi Aristo'nun mezhebinin [inanç ve düşüncesinin], hak ve doğru olduğuna hükmetmeyi gerektirir. Hâlbuki buna imkân yoktur. Allah en iyi bilendir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb) |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
“Sana Zülkarneyn'i de soruyorlar. De ki: Size ona dair bir haber okuyayım" buyruğu ile ilgili olarak İbn İshak dedi ki: Zülkarneyn'e dair haberlerde belirtildiğine göre, ona başkalarına verilmemiş olan şeyler verilmişti. Sebepler onun için alabildiğine çoğaltılmış ve kolaylaştırılmıştı. Nihayet yeryüzünün doğularına da, batılarına da gitmişti. Ayağı nereye bastıysa ora halkına üstün kılındı. Nihayet doğuya, batıya, ötesinde hiçbir mahlûkun bulunmadığı yerlere kadar yolculuklarını bitirdi. İbn İshak der ki: Arap olmayanlardan bir takım haberler nakleden kimselerin bana anlattıklarına göre, Zülkarneyn ile ilgili bilgilerden miras olarak ders aldıklarına göre o, Mısır ahalisinden olup adı Yunanlı Merzubân b. Merdube imiş. Yunan b. Yâfes b. Nuh'un soyundanmış. İbn Hişam der ki: Adı İskender olup İskenderiye'yi kuran odur. Bundan dolayı şehir ona nispet edilmiştir.
İbn İshak der ki: Bana, Sevr b. Yezîd, Halid b. Ma'dân el-Kelâî’den -ki Hâlid pek çok kimseye yetişmiş bir kişi idi- anlattığına göre, Rasûlullah’a (sav) Zülkarneyn'e dair soru sorulmuş. O da şu cevabı vermiş: "O yeryüzünü alt tarafından izlediği yollarla tamamen dolaşmış bir hükümdardır." Hâlid dedi ki: Ömer b. el-Hattab (ra) bir adamın birisine ‘Ey Zülkarneyn!’ diye seslendiğini işitince şöyle demiş: Allah'ım, mağfiretini dilerim. Sizler peygamberlerin isimlerini kullanmakla yetinmeyerek şimdi de meliklerin isimlerini mi kullanmaya başladınız? İbn İshak der ki: Zülkarneyn'in bunların hangisi olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Rasûlullah gerçekten bunu söyledi mi, söylemedi mi, Allah bilir. Doğru onun söylediğidir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) Allah tarafından gönderilmiş ve Yüce Allah'ın ona yeryüzünü fethetmeyi nasip etmiş olduğu da söylenmiştir. Dârakutnî, "Kitabu'l-Ahbâr"da, Rabâkîl adındaki bir meleğin Zülkarneyn'e indiğinden söz etmektedir. Kıyamet gününde yeryüzünü katlayıp dürecek olan melek de budur. O -kimi ilim adamının naklettiğine göre- yeryüzünü birbirinden çözüp ayıracak ve bütün mahlûkatın ayakları [Yüce Allah'ın yeniden yaratacağı yer olan] es-Sâhire'nin üzerine düşecektir. Süheylî der ki: Bu, bu meleğin yeryüzünün doğu ve batısını kat eden Zülkarneyn'in üzerine inmekle görevlendirilmiş olmasına benzemektedir. Nitekim Hâlid b. Sinan'a ateşin musahhar kılınması ile ilgili kıssa da ateş üzerinde görevli olan meleğin durumuna uygun düşmektedir. Bu görevli melek ise Malik'tir. Ona ve bütün meleklere selam olsun. İbn Ebi Hayseme, "Kitabu'l-Bedh" adlı eserinde Hâlid b. Sinan el-Absî'yi söz konusu eder ve onun peygamber olduğunu bildirir. Bu peygambere meleklerden ateşin bekçisi Malik'in görevlendirilmiş olduğunu bildirir. Hâlid b. Sinan'ın peygamberliğinin alâmetlerinden [mucizelerinden] birisi de şu idi: Nâru'l-Hadesân diye adlandırılan bir ateş mağaradan insanlar üzerine çıkıyor ve onları yakıyordu. Onlarsa bu ateşi geri çeviremiyorlardı. Hâlid b. Sinan bu ateşi geri çevirdi ve bir daha da bu ateş oradan çıkmadı. Zülkarneyn'in adının ne olduğu ve hangi sebepten ötürü kendisine bu ismin verildiği hususunda pek çok görüş ayrılıkları vardır. Adının Yunanlı-Makedonyalı Kral İskender olduğu söylenmiştir. Adının Hermes olduğu söylendiği gibi, Herdis olduğu da söylenmiştir. İbn Hişâm der ki: O, Vail b. Himyer'in oğullarından, Himyerli Sa'b b. Zi Yezen adını taşır. İbn İshak'ın görüşü de az önceden geçmiş bulunmaktadır. Vehb b. Münebbih der ki: Zülkarneyn, Romalıdır. Taberî de Peygamber (sav)’den bir hadis zikrederek Zülkarneyn'in bir Romalı genç olduğunu bildirmektedir. Ancak bu, senedi oldukça gevşek [zayıf] bir hadistir. Bunu da İbn Atiyye ifade etmiştir. Süheylî der ki: Haberler ilminden anlaşıldığına göre; bunlar iki kişi idiler. Bunlardan birisi İbrahim (as) döneminde olup, denildiğine göre Şam'da bulunan Bi'ru's-Seb' hususunda onun hükmüne başvurduklarında, İbrahim (as)’ın lehine hüküm veren kişidir. Diğeri ise İsa (as) dönemine yakın bir zamanda yaşamıştır. Onun İbrahim (as) döneminde yahut ondan az bir süre önce yaşamış azgın hükümdar olan ve Erendâseb oğlu Beyurâseb'i öldürmüş bulunan Efridun [Feridun] olduğu da söylenmiştir. Ona bu ismin [Zülkarneyn’in] veriliş sebebi ile ilgili görüş ayrılıklarına gelince: Onun iki tane saç örüğünün bulunduğu ve bundan dolayı ona bu ismin verildiği söylenmiştir ki, bunu es-Salebî ve başkaları nakletmektedir, Çünkü örükler de başın karnları [boynuzları] demektir. Zaten Zülkarneyn de “boynuzları olan, boynuz sahibi” demektir. Şairin şu beytinde de böyledir: "Örüklerinden yakalayarak öptüm ağzını... Su içmesi yasaklanmış sıtmalının, kaya çukurunda birikmiş soğuk suyu içmesi gibi." Denildiğine göre; o, krallığının ilk dönemlerinde rüyasında güneşin iki tarafını yakalıyormuş gibi görmüş, bunu anlatınca güneşin aydınlattığı her tarafa galip gelip hükmünün altına geçireceği şeklinde yorumlanmış, bundan dolayı da ona Zülkarneyn adı verilmiş. Bir diğer görüşe göre; bu ismin ona veriliş sebebi hem doğuya hem batıya ulaşmış olmasıdır. O böylelikle adeta dünyanın iki boynuzunu eline geçirmiş gibi oldu. Bir kesim de şöyle demektedir: Güneşin doğuş yerine varınca oradaki boynuzları görmüş; yahut da onun etrafındaki şeytanın iki boynuzunu görmüş, o bakımdan ona Zülkarneyn adı verilmiş. Vehb b. Münebbih der ki: Sarığının altında iki tane boynuzu [örüğü] vardı. İbnu'l-Kevvâ, Ali’ye (ra) Zülkarneyn'e dair “O bir peygamber miydi, yoksa bir hükümdar mıydı?” diye sormuş. Şu cevabı vermiş: Ne bu, ne o... O salih bir kul idi. Kavmini Yüce Allah'a davet etti. Onun bir karnını [alnının bir tarafını] yaraladılar. Sonra yine onları davet etti, bu sefer diğerini yaraladılar. O bakımdan ona Zülkarneyn denildi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) Allah Teâlâ peygamberine buyuruyor ki: “Ey Muhammed; sana Zülkarneyn'i sorarlar.” Yani Zülkarneyn'in haberini sorarlar. Daha önce naklettiğimiz gibi Mekke kâfirleri Ehl-i Kitâb'a [Yahûdî ve Hıristiyanlara] bir heyet göndererek Hz. Peygamberi imtihan edebilecekleri sorular istediler. Onlar da dediler ki: Ona yeryüzünde gezinen adamı, ne yaptıkları bilinmeyen yiğitleri, bir de ruhu sorun. Bunun üzerine Kehf sûresi nâzil oldu. İbn Cerîr burada Emevî el-Meğâzî isimli eserinde isnadı zayıf bir hadîs nakleder. Şöyle ki: Ukbe b. Âmir dedi ki: Yahudilerden bir topluluk Hz. Peygambere gelip Zülkarneyn'i sordular. Hz. Peygamber de daha başından itibaren onlara Zülkarneyn'in haberini anlattı. Anlattığı bu haber içerisinde şunlar vardı: Zülkarneyn Rûm asıllı bir delikanlı idi. İskenderiye'yi o kurmuştu. Bir melek onu göğe yükseltmiş ve sedde kadar götürmüştü. Orada yüzleri köpek yüzü gibi olan bir kavmi görmüştü. Daha uzun uzadıya nakledilen bu rivayet çirkinliklerle doludur ve onun Hz. Peygambere ref’i sahîh değildir. Daha çok İsrâiloğulları’nın haberlerinden aktarmadır. Ne gariptir ki, Ebu Zür'a er-Râzî, çok değerli bir yere sâhip olmasına rağmen bu rivayeti bütünüyle Delâilü’n-Nübüvve isimli eserinde nakletmiştir. Bu, onun için gârib bir nakildir ve onun naklettiğinde de münker taraflar vardır. Bu kötü hususlardan birisi de, Zülkarneyn'in Bizanslı olduğunu söylemesidir. Aslında Rûm olan Makedonyalı Filip'in oğlu İskender Il’dir ki Rumlar tarihlerini onunla başlatırlar. İskender I ise Ezrakî'nin ve diğerlerinin zikrettiğine göre; İbrahim Aleyhisselâm Kâ'beyi yaptığı sırada Allah'ın evini tavaf etmiş, ona inanıp tâbi olmuştur. Beraberinde de Hızır Aleyhisselâm varmış. İkincisi ise Yunanlı, Madekonya'lı Filip'in oğlu İskender'dir. Onun veziri de meşhur feylesof Aristoteles'tir. Allah en iyisini bilendir. Bu kişi, Rûm milletinin memleketlerinde kullanılan tarihi koyandır. İsâ Mesîh'den (as) yaklaşık üç yüz sene önce yaşamıştır. Kur'an'da zikredilen I. İskender'e gelince; bu, Ezrakî ve diğerlerinin zikrettiği gibi, İbrâhîm Halîlullah zamanında yaşamıştır. Hz. İbrâhîm Kâ'beyi bina edip Allah'a kurbân adadığında onunla beraber bu evi tavaf etmiştir. Biz, el-Bidâye ve'n-Nihâye isimli eserimizde bunun haberlerinden bir kısmını aktardık. Oradaki nakillerimiz kâfidir. Hamd, Allah'a mahsûstur. Vehb b. Münebbih der ki: Zulkarneyn bir hükümdardı. Bu adı almasının sebebi başının iki tarafında bakır bulunmasıydı. Yine Vehb b. Münebbih der ki: Bazı Ehl-i Kitâb bilginlerinin söylediğine göre; Zulkarneyn adını almasının sebebi, Bizans ve İran'a hâkim olmasıdır. Bazıları da derler ki: Onun başında boynuza benzer iki şey vardı, onun için iki boynuzlu anlamına Zulkarneyn adı verilmiştir. Süfyân es-Sevrî, Ebu Tufeyl'in şöyle dediğini nakletti: Hz. Ali (r.a.)’ye Zulkarneyn sorulduğunda, dedi ki: O kendini Allah Azze ve Celle'ye adayan bir kul idi. Kavmini Allah'a davet etti, onu alnından vurdular da öldü. Sonra Allah onu diriltti. Kavmini yine Allah'a davet etti, yine alnından vurdular da öldü. Bunun için ona Zülkarneyn adı verildi. Aynı ifâdeyi Şu'be de Ebu Tufeyl'den nakleder ki, Hz. Ali'nin böyle dediğini işitmiş. (İbn Kesir) Zü'l-Karneyn'in kim olduğunu belirlemek, ilk dönemlerden beri tartışmalı bir konu olagelmiştir. Müfessirlerin çoğu onun Büyük İskender olduğu görüşündedirler, fakat Kur'an'da anlatıldığı şekliyle Zü'l-Karneyn'in özellikleri ona uymamaktadır. Şimdi ise müfessirler onun eski İran İmparatoru Kisra Haris [Hüsrev veya Sayrıs] olduğuna inanma eğilimindedirler. Biz de onun büyük bir ihtimalle Kisra olduğu görüşünü kabul ediyoruz, fakat bu güne kadar gün ışığına çıkan tarihi gerçekler böyle bir iddiayı desteklemekten uzaktır. Şimdi de Zü'l-Karneyn'in Kur'an'da anlatıldığı şekliyle özelliklerine bir göz atalım: 1- Zü'l-Karneyn [iki boynuzlu] adı Yahudiler tarafından çok iyi biliniyor olmalı, çünkü onların teklifi üzerine Mekke'li müşrikler bu soruyu Peygamber'e (s.a) yönelttiler. Bu nedenle "İki Boynuzlu" diye bilinen şahsın kim olduğunu veya "İki Boynuzlu" diye bilinen krallığın hangi krallık olduğunu öğrenmek için Yahudi edebiyatından yararlanmalıyız. 2- Zü'l-Karneyn fetihleri doğudan batıya, daha sonra da üçüncü bir yöne ya kuzeye ya da güneye yayılmış büyük bir kral ve büyük bir fatih olmalı. Kur'an'ın indirilmesinden önce böyle büyük fatih olan bir kaç kral vardı. Bu nedenle araştırmamız Zü'l-Karneyn'in diğer özelliklerini bu krallardan birinde bulmak yönünde olmalıdır. 3- Bu isim ancak krallığını Ye'cuc ve Me'cuc'un saldırısından korumak için iki dağın arasına sağlam bir duvar yapan bir krala verilmiştir. Bunu açığa çıkarabilmek için Ye'cuc ve Me'cuc'un kim olduklarını öğrenmeliyiz. Aynı zamanda böyle bir duvarın ne zaman inşa edildiğini ve hangi ülkenin sınırları içinde olduğunu da tespit etmeliyiz. 4- Yukarıdaki özelliklerin yanı sıra Zü'l-Karneyn Allah'a ibadet eden bir kral ve adil bir yönetici olmalı. Çünkü Kur'an her şeyden önce bu özellikleri vurgulamaktadır. Bu özelliklerin ilki Kisra'ya uymaktadır, çünkü Kitab-ı Mukaddes'e göre Daniel Peygamber, rüyasında Medva ve Fas krallıklarını Yunanlıların yükselişinden önce iki boynuzlu bir koç şeklinde görmüştür (Daniel 8: 3, 20). Yahudiler "İki Boynuzlu" şahsa çok saygı duyarlar çünkü onun saldırısıyla Babil Krallığı çökmüş ve İsrailoğulları özgürlüklerine kavuşmuştur. İkinci özellik de tamamen olmasa bile kısmen Kisra'ya uymaktadır. Onun fetihleri batıda Anadolu ve Suriye'ye, doğuda Belh'e kadar uzanmıştır, fakat onun kuzeye ve güneye bir sefer düzenlediğini gösteren hiçbir delil yoktur. Oysa Kur'an onun bu üçüncü seferinden açıkça bahseder. Bununla birlikte üçüncü sefer tamamen konu dışı değildir, çünkü tarih Kisra'nın krallığının kuzeyde Kafkasya'ya kadar genişlediğini söyler. Ye'cuc ve Me'cuc'e gelince, onların eski zamanlardan beri yerleşik imparatorluk ve devletlere saldırılar düzenleyen ve çeşitli adlarla bilinen- Tatarlar, Moğollar, Hunlar ve İskitler- Orta Asya kabileleri olduğu söylenir. Kafkasya'nın güney bölgelerinde sağlam siper ve duvarların yapıldığı da bilinmektedir. Fakat bunların Kisra tarafından yaptırıldığı tarihi olarak tespit edilmiş değildir. Son özelliğe gelince; Kisra eski krallar arasında bu özelliğe sahip olabilecek tek insandır. Çünkü düşmanları bile onun adaletini övmekten, kendilerini alamazlardı. Kitab-ı Mukaddes'in kitaplarından biri olan Ezra onun İsrailoğullarını Allah'a ibadet ettiği için serbest bırakan ve ortağı olmayan Allah'a ibadet edilmesi için Süleyman tapınağının tekrar inşa edilmesini emreden, Allah'tan korkan ve Allah'a ibadet eden bir kral olduğunu söyler. Yukarıda belirtilen noktaların ışığında, Kur'an'ın nazil oluşundan önce yaşayan krallar içinde sadece Kisra'nın Zü'l-Karneyn'in özelliklerine uyduğunu söyleyebiliriz. Fakat Kisra'nın Zü'l-Karneyn olduğunu kesin bir şekilde iddia edebilmemiz için daha fazla delile ihtiyacımız var. Yine de Kur'an'da anlatılan özelliklere Kisra'dan daha fazla uyan hiçbir kral ve fatih yoktur. Tarihi olarak Kisra'nın M.Ö. 549'da tahta geçen bir Pers kralı olduğunu söylememiz yeter. Tahta geçtikten birkaç yıl sonra Medyen ve Lidya krallıklarını ele geçirdi ve M.Ö. 539'da Babil'i fethetti. Bundan sonra ona karşı çıkacak hiçbir güçlü krallık kalmamıştı. Kisra'nın fetihleri bir tarafta Sind ve Türkistan'a, bir tarafta Mısır ve Libya'ya, diğer tarafta Trakya ve Makedonya'ya ve kuzeyde Kafkasya ve Harzem'e kadar uzanmıştı. Yani bütün medeni ülkeler onun yönetimi altındaydı. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an) Çağdaş tefsirlerden olan Kasimî'nin tefsirinde bazı araştırmacılara nispet ederek şunlar nakledilmiştir: Dağıstan bölgesinde Araplar arasında Kaf Dağı diye bilinen Kafkas dağlarından birisinin arkasında iki kabile bulunmaktadır. Birisinin ismi Âkûk, diğerinin ise Mâkuk'dur. Araplar bunları Ye'cuc ve Me'cuc diye Arapçaya çevirmişlerdir. Bu iki kabile, birçok millet tarafından bilinmekte ve Ehl-i Kitab’ın kitaplarında da anlatılmaktadırlar. Bu iki kabileden Rusya ve Asya'daki birçok kuzey ve doğu milletleri üremiştir. "sedd" ise Dağıstan bölgesinde Derbend ile Hazar şehirleri arasındaki dar boğazda bulunmakta ve şimdi demir kapı, Sed adıyla anılmaktadır. Bu iki dağ arasındaki dar boğazda eski demirden seddin izleri bulunmaktadır. "Safvetü’l-Ahbar" kitabından nakledilerek anlatıldığına göre, Abbasi Halifesi Vasık'ın gönderdiği seriyyenin ulaştığı sed, Çin şeddidir. Bu surların uzunluğu yaklaşık 1250 mile, kalınlığı alttan 25 adıma, yukarıdan ise 15 adıma, yüksekliği ise 15 adım ile 25 adıma ulaşmaktadır. Bazı yerlerinde ise yüksekliği 40 adıma ulaşan kuleler bulunmaktadır. Bu surları İskender inşa etmemiştir. İskender'in inşa ettiği sed, Derbend seddidir. Bu müfessirin ifade ettiğine göre, Zülkarneyn, meşhur Makedonyalı İskender'dir. Müfessir, Makedonyalı İskender'in bilinen putperest inancıyla Kur'an ayetlerinin ifade ettiği inanç arasını bulmaya çalışarak şöyle demiştir: “Yunanlıların inancının putperestlik olmasından, O'nun da putperest olması gerekmez. Onun hocaları olan Aristoteles ve Pisagor da Allah'a inanıyorlardı.” Ancak müfessirin bu çabası ikna edici değildir. Onun sözünden anlaşıldığına göre, o, söz konusu seddi Mâkûk ve Âkuk kabilelerin saldırılarını engellemek İçin inşa etmiştir. Diğer taraftan, çağdaş iki Hindili Müslüman bilgin, Şibli Nu'mânî ve Ebu Kelam Azad, Kur'an'ın değişik bölümlerinde anlatılan konular hakkında bilimsel ölçülere uygun, birçok kaynaklara ve önemli tarihi belgelere dayanan araştırmalarda bulunmuşlardır. Birinci bilginin araştırması sonucunda tercih ettiğine göre, Zülkarneyn M.Ö. 5. asırda yaşamış Fars [İran] kralı Dârâ cl-Kebîr'dir. Ye'cuc ve Me'cuc, Kafkas dağlarının ardında Doğu’da yerleşmiş Tatar-İskit kabilelerindendir. İnşa ettiği sed ise, Hazar denizinin batı yakasında yer alan Derbend şehrine yakın Derbend seddi diye bilinen yerdir. İkinci bilginin araştırması sonucu da tercih ettiğine göre, Zülkarneyn, M.Ö. 6. asırda yaşamış Fars kralı Kurus’tur. Bu kral Dârâ el-Kebîr'den önce hükümdarlık yapmış. Babil memleketini yıkmış, Babil ülkesinden sürülen Yahudilerin Filistin'e dönmelerine ve Uruşelim [Bcytü’l-Makdis] ile ma'bcdinin M.Ö. 538 yılında yeniden inşa edilmesine izin vermiştir. İnşa edilen sed İse Derbend seddi olmayıp, Viladi Kuyuköz ve Tiflis şehirleri arasında yer alan Kafkas dağlarından birisinin iki tarafında, adlarından birisi olan Kurs boğazı ismiyle tanınan yerdeki seddir. Bu sed hâlâ mevcut olup demir ve bakır karışımıdır. Ye'cuc ve Me'cuc ise Moğol kabilelerinden olup, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlardı. Kurs seddi de onları engellemek için bina edilmiştir. (Derveze; et Tefsirü’l Hadis) |
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Bu naklettiğimiz anlatıların dışında, Ebu’l-Kelam Azad “Zülkarneyn” diye bir kitap yazmış, bu kitabında Zülkarneyn’in Pers kralı “Kurus” olduğunu iddia etmiştir. Buna da İsraili kaynakları delil göstermiştir.
Bunların dışında Zülkarneyn’in uzaylı olduğuna dair başka tezler de ileri sürülmüştür. ZÜLKARNEYN GERÇEKTE KİMDİR? Yaptığımız nakiller ve alıntıladığımız görüşler, Zülkarneyn’in gerçek kimliğinin spekülatif nakil ve yorumlar arasında iyice anlaşılamaz bir hale geldiğini göstermektedir. Halbuki ayetlerin metnine sadakat gösterilerek ve Kur’an’ın anlam koordinatlarından dışarı çıkılmayarak yapılacak bir tahlil neticesinde Zülkarneyn’in gerçek kimliğiyle alakalı isabetli bir açıklamaya ulaşılacağı kanaatindeyiz. Bu doğrultuda olmak üzere bizim bu konudaki tahlilimiz şöyledir: Pasajın girişinde Rabbimiz “Ve sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki: Size ondan, bir hatırlatma/ öğüt okuyacağım” demek suretiyle Zülkarneyn ile ilgili gerçekleri açıklayacağını ve elçisinin de insanlara Zülkaneyn’i buna göre anlatmasını istemektedir. “Zülkarneyn” sözcüğü “ ذوzü” edatı ile “ قرنkarn” sözcüğünün tesniyesi “olan “ قرنينkarneyn” sözcüklerinden meydana gelme bir tamlamadır. Anlam olarak “iki karn sahibi” demektir. “Karn” sözcüğü, “boynuz”, “büyük çadır”, “bir çağdaki insanların ömür süresi; çağ”, “aynı zaman diliminde bulunma açısından bir araya gelmiş toplum, nesil, kuşak” anlamlarındadır. (Lisanü’l Arab, c. 7, s.336- 340; el-Müfredat, “krn” mad.] Bu açıklamaya göre “Zü’l-karneyn” tamlaması, “iki boynuz sahibi”, “iki büyük çadır sahibi”, “iki çağ sahibi”, “iki nesil sahibi” anlamlarına gelmektedir. Pasajın tümü dikkate alındığında, “Zülkarneyn” tamlamasının anlamlarından “iki çağ sahibi” anlamının tercih edilmesi gerekmektedir. 84 – “Şüphesiz Biz onun [Zülkarneyn] için yeryüzünde iktidar sağladık ve ona her şeyden bir sebep verdik. 85 – Sonra o, bir sebebe tabi oldu. Bu ayetlerde Zülkarneyn hakkında genel bilgi verilerek onun yeryüzünde iktidar sahibi olduğu, yani “yönetici, hükümdar” olduğu açıklanmıştır. Zülkarneyn, Allah’ın kendisine sağladığı iktidar döneminde çok maceralı bir hayat geçirmiş, bir sebebe bağlı olarak ilk macerasını da bu süreçte yaşamıştır. Çalışmalarımız sonucunda ulaştığımız tevil, Zülkarneyn’in Son peygamber Muhammed Aleyhisselam olduğudur. Şimdi Zülkarneyn’in [Resulullah’ın] bu ilk macerasını göreceğiz. 86 - Nihayet o, güneşin battığı yere vardığı zaman, onu [güneşi], kara bir balçıkta batıyor buldu. Bir de bunun yanında bir kavim buldu. Biz dedik ki: “Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandırırsın veya onların hakkında iyi, güzel davranırsın.” 87, 88 - O dedi ki: “Kim zalimlik ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, sonra O, da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır. Amma her kim de iman eder ve salihi işlerse artık buna da en güzel karşılık vardır. Ve Biz onun için emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.” Pasajın bu bölümünde açıklanan bilgileri sıraya koyalım: * Zülkarneyn bulunduğu yerden güneşin battığı bir yere gitmiştir. * O oraya vardığı zaman, güneş kara bir balçıkta batmaktadır. * Orada bir toplum vardır. * Allah, Zülkarneyn’e “Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandırırsın veya onların hakkında iyi, güzel davranırsın” demiştir. Yani ona böyle vahyetmiştir. Bu demektir ki, Zülkarneyn, bir hükümdar olmasının yanı sıra, aynı zamanda bir peygamberdir de... * Zülkarneyn, Allah’tan gelen bu yetki ve öğreti ile yanlarına vardığı topluma “Kim zalimlik ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, sonra O da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır. Amma her kim de iman eder ve salihi işlerse artık buna da en güzel karşılık vardır. Ve Biz onun için emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz” demiştir. Sıraladığımız bu beş maddedeki üzerinde durulması gereken noktalar şunlardır: GÜNEŞ VE BU YERİN NERESİ OLDUĞU: Yesrib [Medine], o dönemde toplumsal bir bataklık halindedir. Vahiyden eser kalmamak üzeredir. Güneş: Kur’an’daki “Güneş” ifadelerinin mecaz olarak “Vahiy, Kur’an” anlamında olduğunu daha önce birçok kez beyan etmiştik. (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s. 499) Güneşin Battığı Yer: Güneşin batması, bu ayetlerde “Vahyin, daha evvel indirilmiş Kitap’ın [Suhuf-i İbrahim, Tevrat, Zebur, İncil] ortadan kaldırılmış olmasıdır. Güneşin Kara Balçığa Batışı: Kara balçık, mecazî anlamıyla Yesrib halkının kokuşmuş düzenidir. Zülkarneyn’e yapılan “Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandırırsın veya onların hakkında iyi, güzel davranırsın”şeklindeki vahyin ne olduğuna gelince; Kur’an’a baktığımız zaman Zülkarneyn’e yapılan vahyin ve Zülkarneyn’in gittiği yer halkıyla yaptığı anlaşmanın içeriğinin Şura suresinin 40- 43. ayetleri olduğunu görüyoruz: Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve düzeltirse artık onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki, O, zalimleri sevmez. Kim de zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, işte onların aleyhine bir yol yoktur. Yol ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık eden kimseler aleyhinedir. İşte onlar, kendileri için acı bir azap olanlardır. Her kim de sabreder ve kusuru bağışlarsa, şüphesiz işte bu, kesinlikle işlerin azmindendir. (Şura/40-43) Artık buradan anlıyoruz ki, bu hükümdar ve peygamber Muhammed (as)’dır. Gittiği yer, o günün Yesrib’i, yani bugün Medine olarak bildiğimiz kenttir. Anlatılan olay da peygamberimizin Medine’ye hicreti ve orada mülki idareyi eline alması ve onlarla bir belge [Medine Vesikası] imzalamasıdır. Medine Vesikası, Kehf/87, 88’de ifade edilen “Kim zalimlik ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, sonra O da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır. Amma her kim de iman eder ve salihi işlerse artık buna da en güzel karşılık vardır. Ve Biz onun için emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz” ilkeleri doğrultusunda yapılmış bir sözleşmedir. Bu tarihi sözleşmenin maddeleri şunlardır: MEDİNE VESİKASI Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla: 1. Bu yazı Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Medineli müminler, Müslümanlar, bunlara tabi olanlara sonradan iltihak edenler ve onlarla beraber cihat edenler içindir. 2. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet oluştururlar. 3. Kureyş’ten olan muhacirler, kendi aralarında adet olduğu üzere, kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler. Onlar savaş esirlerinin kurtuluş fidyelerini müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet ölçülerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. 4. Beni Avflar, kendi aralarında adet olduğu üzere, önceki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir. Müslümanların teşkil ettiği her zümre savaş esirlerinin kurtuluş fidyelerini müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet ölçülerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. (Aynı maddeler, Beni Haris, Beni Saide, Beni Cuşem, Beni Neccar, Beni Amr b.Avf ve Beni Evsler için tekrarlanmıştır. Bu nedenle aynı tekrarı yazmadık.) 5. Müminler, kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu durumda bırakmayacaklar. Kurtuluş fidyelerini veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir. 6. Hiçbir mümin diğer müminin mevlası [kendi ile akdi kardeşlik ilişkisi kurulan kimse] ile onun aleyhine olacak bir anlaşma yapmayacaktır. 7. Takva sahibi müminler, kendi aralarında, mütecavize, haksız bir fiili tasarlayana, bir cürüme veya bir hakka tecavüze ya da müminler arasında bir karışıklık çıkarma kastını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evladı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır. 8. Hiçbir mümin, bir kâfir için, bir mümini öldüremez ve mümin aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez. 9. Allah’ın zimmeti [himaye ve teminatı] tektir. Müminlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin himayesi, onların hepsi için bağlayıcı bir hüküm ifade eder. Zira müminler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlası [dostu] durumundadır. 10. Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara karşıt olanlarla yardımlaşmazlarsa, yardım ve desteğimize hak kazanacaklardır. 11. Sulh müminler arasında bir tektir. Hiçbir mümin Allah yolunda girişilen bir harpte, diğer müminleri hariç tutarak, bir barış anlaşması yapamaz. Bu sulh ancak müminler arasında genellik ve adalet esasları üzere yapılacaktır. 12. Bizimle beraber savaşa katılan bütün askeri birlikler, birbirleriyle nöbetleşeceklerdir. 13. Müminler birbirlerinin Allah yolunda akıtılan kanlarının intikamını alacaklardır. 14. Takva sahibi müminler en iyi ve en doğru yolda bulunurlar. 15. Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi altına alamaz, hiçbir mümine bu hususta engel olamaz. 16. Herhangi bir kimsenin bir müminin ölümüne sebep olduğu kati delillerle sabit olur da, maktulün velisi rıza göstermezse, kısas hükümlerine tabi olur. Bu halde, bütün müminler ona karşı olurlar. Ancak, bunlara sadece bu kuralın tatbiki için hareket etmek helal olur. 17. Bu yazının muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Gününe inanan bir müminin bir katile yardım etmesi ve ona sığınak temin etmesi helal değildir. Ona yardım ve yataklık eden, kıyamet günü Allah’ın lanet ve gazabına uğrayacaktır. O zaman artık kendisinden ne bir para ve ne de bir taviz kabul edilecektir. 18. Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir. 19. Yahudiler, müminler gibi savaş sürdüğü sürece harb masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler. 20. Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet [toplum] teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna, Mevlaları da dâhildir. 21. Yalnız, kim haksız bir fiil irtikâp ederse veya bir cürüm işlerse, o sadece kendine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır. 22. Beni Neccar Yahudileri de Beni Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahiptirler. (Beni Haris, Beni Saide, Beni Cuşem, Beni Evs ve Beni Salebe Yahudileri için 21 ve 22. maddelerdeki sözler aynen tekrarlandığı için bu kısımlar zikredilmemiştir.) 23. Cefne ailesi Salebe’nin bir koludur. Bu nedenle Salebeler gibi mütalaa edileceklerdir. 24. Beni Şuteybe de Beni Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacaklardır. Kurallara mutlaka riayet edilecek ve bunlara aykırı davranılmayacaktır. 25. Yahudilere sığınanlar bizzat onlar gibi mülahaza olunacaklardır. 26. Yahudilerden hiç kimse Muhammed’in izni olmadan, Müslümanlarla birlikte bir askeri sefere çıkamayacaktır. 27. Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Biri bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve aile efradını mesuliyet altına sokar. Aksi halde haksızlık olacaktır. Allah bu yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir. 28. Bir savaş vukuunda Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Bu sahifede gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar birbirleriyle yardımlaşacaklardır. Onlar arasında iyi davranma olacaktır. Kaidelere mutlaka riayet edilecek, bunlara aykırı davranış olmayacaktır. 29. Hiç kimse müttefiklerine karşı bir cürüm işleyemez. Zulmedilene mutlaka yardım edilecektir. 30. Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri sürece masrafta bulunacaklardır. 31. Bu sahifenin gösterdiği kimseler için Medine, vadisi dahil mukaddes bir yerdir. 32. Himaye altındaki kimse, bizzat himaye eden kimse gibidir. Ne zulmedilir ne de kendisi zulmedebilir. 33. Himaye verme hakkına sahip olanların dışında hiç kimse himaye veremez. 34. Bu sahifede yazılı kimseler arasında zuhurunda korkulan bütün öldürme ve münazaa vakalarının Allah’a ve Resulüne götürülmeleri gerekir. Allah sahifeye en iyi riayet edenlerle beraberdir. 35. Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edecekler, himaye altına alınmayacaklardır. 36. Müslümanlar ve Yahudiler arasında Medine’ye saldıracaklara karşı yardımlaşma yapılacaktır. 37. Şayet; Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir sulh yapmaya veya bir sulh akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir. Şayet Yahudiler, Müslümanlara aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, müminlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır. Din konusunda girişilen harp vakaları müstesnadır. 38. Her zümre, kendine ait mıntıkadan sorumludur. 39. Bu sahifede gösterilen kişiler için ortaya konan şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların Mevlalarına ve bizzat kendilerine, yine bu sahifede gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir şekilde tatbik olunur. Kurallara mutlaka riayet edilecek, bunlara aykırı hareket edilmeyecektir. Haksız yollarla kazanç temin edenler, sadece kendilerine zarar ermiş olurlar. Allah, bu sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir. 40. Bu yazı, bir haksız fiil veya cürüm işleyenin ceza görmesine engel olamaz. Harbe çıkan da Medine’de kalan da emniyet içindedir. Haksız bir fiil işlemek müstesnadır. Allah ve Resulü Muhammed himayelerini, bu sahifeyi tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza edenler üzerinde tutacaklardır. (Bkz: Niyazi Kahveci, İnsan Hakları ve İslam, Ankara: TDV Yayını, 1995, s: 45-49. Medine Sözleşmesi’nin bir başka Türkçe tercümesi için bkz: Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirilmesi, Ankara:3, b. [Tarihsiz], s. 74-80) 89 - Sonra o [Zülkarneyn], bir sebebe uydu. 90- Nihayet, güneşin doğduğu yere vardı. Onu [güneşi] bir toplum üzerine doğuyor buldu. Öyle ki Biz onlar için, onun [güneşin] astından bir siper kılmıştık. 91 - İşte böyle! Ve Biz onun yanında olan şeyleri ilimce kuşatmıştık. Bu ayetlerde ise Zülkarneyn’in [Resulullah’ın] bir başka sebep nedeniyle başka bir serüveni konu edilmektedir. Zülkarneyn bu kez güneşin doğduğu yere gitmektedir. Yukarıda “güneş” ile “vahy”in kastedildiğini söylemiştik. Buna göre, burada konu edilen olay, Zülkarneyn’in [Resulullah’ın] vahyin kendisine ilk indiği yere, yani Mekke’ye [Hudeybiye’ye] gidişidir. 90. ayetteki “Onu [güneşi] bir toplum üzerine doğuyor buldu” ifadesi, o günlerde Mekkelilerin Kur’an’ı yeni yeni idrak etme aşamasında olduğunu bildirmektedir. Yine 90. ayetteki “Öyle ki Biz onlar için, onun [güneşin] astından bir siper kılmıştık”ifadesiyle,bu gidişin ilahî bir emirle olmayıp Resulullah’ın kendi içtihadına dayandığı; fakat sahip olduğu bilgiler sayesinde çok başarılı bir sözleşme yaptığı anlatılmaktadır. Ayetteki “güneş” sözcüğü “vahiy” olarak ele alınınca, vahyin astı da Resulullah’ın kendi içtihadı olmalıdır. Hudeybiye antlaşmasının başarılı bir sözleşme olduğu, Hayber’in fethinin Hudeybiye antlaşması sayesinde gerçekleşmiş olmasından anlaşılmaktadır. Tarihi kayıtlara göre, Hicret’in 6. yılında [M. 628’de] Resulullah 1500 kadar Müslüman ile birlikte Kâbe’yi ziyaret etme niyetiyle Mekke yakınlarındaki Hudeybiye mevkiine gelmiş, Mekkelilerin buna müsaade etmeme yönündeki tavırları üzerine Müslümanlar ile Mekkeliler arasında diplomatik bir müzakere süreci yaşanmıştır. Yapılan müzakereler sonucunda iki taraf arasında bir sulh sözleşmesi akdedilmiştir. Hudeybiye’de yapılan bu tarihi sözleşmenin temel maddeleri şunlardır: 1- Müslümanlar, Kâbe’yi ziyaret etmeksizin derhal Medine’ye dönecekler, ancak onlara ertesi yıl Hac için üç günlük bir izin verilecektir. 2- Mekke’ye iltica eden hiç bir Medineli Müslüman iade edilmeyecek, fakat Muhammed, kendisine sığınan her Mekkeliyi, bu Mekkelinin velisinin [köleler için sahibi ya da aile reisi] isteği üzerine geri göndermek zorunda olacaktır. 3- Anlaşmaya katılan iki tarafın müttefiklerini de kapsayacak şekilde, iki topluluk arasında on yıllık bir barış anlaşması yürürlüğe konulacaktır. Bu barış anlaşmasıyla, taraflardan her birinin arazisi, karşı taraftan gelecek olan [kervan]ların barış amaçlı geçişlerine açılacaktır. Bu anlaşma ile taraflar, üçüncü bir tarafla savaş yapılması halinde tarafsız kalınacağını zımnen kabul ederler. 92 - Sonra o [Zülkarneyn], bir sebebe uydu. 93 - Nihayet iki sedd arasına ulaştığında iki kavmin astlarından, hemen hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. 94 – Onlar [söz anlamaz kavim] dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Ye'cuc ve Me'cuc bu topraklarda bozgunculardır. Onun için, bizimle onlar arasında bir sedd kılman üzere [şartıyla] sana bir vergi versek olur mu?" Bu ayetlerde ise Zülkarneyn’in [Resulullah’ın] bir başka serüveni yer almıştır. Bu serüvende Zülkarneyn iki sedden sonra bir başka yere gitmiş ve orada “laf anlamaz bir kavim” bulmuştur. Bu laf anlamaz kavim, Zülkarneyn’e başvurup belirli bir vergi karşılığında ondan o topraklarda kargaşa çıkaran Ye’cüc ve Me’cüc ile kendi aralarında bir sedd yapmasını [vesika düzenlemesini] istemişlerdir. Bu bölümü iyi anlayabilmek için bazı sözcükleri tahlil ediyoruz: “ سدّSedd”: Bu sözcük, “aralığı kapatma, gediği kapatma, kargaşayı engelleme” demektir. Sözcüğün “sedde, yesüddü” şeklindeki fiilleri, “düzeltti, barışı sağladı, belgeledi, vesikaya, belgeye bağladı” anlamında çekilir. (Lisanü’l Arab, c.4 , s.530) Biz “sedd” sözcüğünün bu anlamlarından “vesika [belge]” anlamını tercih ediyoruz. |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, kehf, suresine |
|
|