hanifler.com Kuran odaklı dindarlık  

Go Back   hanifler.com Kuran odaklı dindarlık > NÜZUL SIRASINA GÖRE TEBYîNÜ'L -KUR'AN İŞTE KUR'AN ve VİDEOLARI Hakkı Yılmaz > İniş Sırası ile Sureler > 38.Sâd Suresi

Cevapla
 
Seçenekler Stil
Alt 27. September 2008, 11:12 PM   #1
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

41.Kulumuz Eyyûb’u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Şeytân bana acı ve dert, tasa sıkıntı dokundurdu.”

–“42.Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!”–

43.Ve Biz o’na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet ve kavrama yeteneği olanlar için bir ibret olarak bahşettik.

“44.Ve eline bir tutam ot mesabesinde ki sermayeni/baharatçılık için nane, fesleğen demeti al, onunla hemen, rızık aramak için sefere çık ve kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme.” Gerçekten Biz o’nu sabırlı biri olarak bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendir.

Eyyûb kıssası, bu sûredeki kıssaların üçüncüsüdür. Âyetlerden anlaşıldığına göre, bu kıssalarda adı geçen peygamberlerin üçü de [Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb peygamberler] belâlandırılmak, fitnelendirilmek ve saflaştırılmak sûretiyle arı-duru hâle getirilmiştir. Sonunda da hem bu dünyada hem de âhirette büyük nimetlere mazhar olmuşlardır. Bu kıssaların maksadı, Peygamberimizin ve aynı zamanda bütün insanlığın kıssalardaki olaylardan ve kıssa kahramanlarının özelliklerinden ibret almalarını sağlamaktır. Yüce Allah sanki, “Ey Muhammed! Kavminin beyinsizliğine sabret! İnsanın kötülük ve sıkıntılara karşı mutlaka sabretmesi gerektiğini anlayabilmen için, işte bu kimselerin durumunu bir düşün!” demek istemiştir.

Tıpkı Dâvûd ve Süleymân peygamberler gibi, Eyyûb peygamber de Peygamberimize örnek gösterilebilecek ölçüde bir şahsiyettir. Ne var ki, Eyyûb peygamberin tarihî kimliği ile ilgili henüz sağlam bir bilgi elde edilememiştir. Tarihçi Vâkıdî, künyesi Ebû Abdullah olan Eyyûb peygamberin kimine göre el Besniyye [Şam ile Ezriat arasında bir yer]‘de yaşamış bir “Rûm” olduğunu yazmaktadır. Kurtubî’de yer alan bir nakle göre ise Ya‘kûb peygamber döneminde yaşamıştır ve Ya‘kûb’un oğlu Yûsuf’un oğlu İfraim kızı Rahme ile evlenmiştir. Kimine göre ise annesi Lût’un kızı, hanımı ise Ya‘kûb’un kızı Leyla’dır.

Eyyûb peygamberin kıssası da maalesef Dâvûd ve Süleymân peygamberlerin kıssaları gibi çarpıtılmış ve pek çok asılsız rivâyetle dejenere edilerek ahlâkî özü karanlıkta bırakılmıştır. Eyyûb peygamberin yaşadığı iddia edilen olaylar uzun uzadıya Kitab-ı Mukaddes’te de yer aldığından, Kur’ân’ın indiği dönemde Eyyûb (a.s) zaten efsaneleşmiş bir durumda idi.

Kur’ân’da Eyyûb peygamber hakkında da fazla ayrıntı verilmemiştir. Kur’ân’ın o’nunla ilgili ifadeleri, daha çok halk arasında yaygınlaşmış bulunan yanlışları düzeltmeye yöneliktir. Bu nedenle, konunun iyi anlaşılması için önce Eyyûb peygamberin ne olmadığının bilinmesi gerektiği kanısındayız.

Bu görüş doğrultusunda önce kıssanın çarpıtılmış halini takdim ediyoruz:

EYYÛB KISSASI

Rivâyet olunduğuna göre İblis’in yedinci kat semâda bir makamı vardı., Rabbine bir soru sorarak, “Kulların arasında, beni kendisine musallat etmen durumunda, benden kaçınacak ve bana yaklaşmayacak kimseler var mıdır?” der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk da, “Evet, kulum Eyyûb!” cevabını verir. Derken şeytân, Eyyûb’a (a.s) vesvese vermeye başlar. Eyyûb (a.s) ise, İblis’i bizzat görür ama ona iltifat etmez.

Bunun üzerine İblis, “Yâ Rabbi! O benden kaçınıp bana iltifat etmedi; beni, o’nun malına musallat et” dedi. Ve Eyyûb’a (a.s) gelerek, “Malından, şunlar şunlar yok oldu gitti” dedi. Bunun üzerine Eyyûb (a.s), “Allah verdi; Allah aldı” dedi ve Allah’a hamd ü senada bulundu.

Derken, şeytân, “Yâ Rabbi! Eyyûb, malına da aldırış etmedi. Beni o’nun çocuklarına musallat et” dedi. Ve, gelerek, Eyyûb’un (a.s) evini yıktı. Bunun üzerine de, Eyyûb’un (a.s) çocuklarının tamamı öldü. Peşinden de gelerek, durumu Eyyûb’a (a.s) bildirdi, ama o, buna da aldırmadı.

Derken şeytân, “Yâ Rabbi! O malına ve çocuklarına aldırış etmedi. Beni, o’nun bedenine musallat kıl” dedi. Cenâb-ı Hakk da buna müsaade etti. O da, Eyyûb’un (a.s) derisine üfledi, bunun üzerine Eyyûb’da (a.s) şiddetli hastalıklar ve yoğun acılar meydana geldi. Eyyûb (a.s), bu belâ ve sıkıntı içinde yıllarca kaldı. Ve, o şehir halkının kendisinden tiksineceği bir hâle geldi.

Bunun üzerine, tenhâ bir yere götürüldü ve artık kendisine hiç kimse de yaklaşmadı. Derken şeytân, Eyyûb’un (a.s) hanımına gelerek, “Şâyet kocan, benden yardım isterse, o’nu bu sıkıntıdan kurtarırım” dedi. Hanımı bu hususu kocasına anlatınca, Eyyûb (a.s), Allah’ın kendisine sıhhat ve âfiyet vermesi hâlinde, hanımına yüz değnek vuracağına yemin etti. İşte o zaman Eyyûb (a.s), Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi. Bunun üzerine Allah, duasına icabet ederek, o’na, Ayağınla vur diye vahyetti. Bunun üzerine Allah, o’nun ayağının altından soğuk ve güzel bir su fışkırttı. Derken, Eyyûb (a.s) o suyla yıkandı. Bunun üzerine Allah Teâlâ da, o’nun içindeki ve dışındaki bütün hastalıkları o’ndan giderdi; ailesini ve malını o’na yeniden verdi.[58]

ŞEYTÂN EYYÛB PEYGAMBERİ NASIL ETKİLEMİŞ?

1) Onun hastalığı, son derece acı veren bir hastalık idi. Bu hastalığın zamanı uzayıp insanlar o’ndan tiksinip, o’na yaklaşmaktan iğrenip, mal namına hiçbir şeyi kalmayıp; hanımı insanlara hizmet etmek sûretiyle o’nun için bir miktar azık elde edip, insanların o’ndan nefret ve iğrenmesi de, hanımını kendi yanına girmekten ve kendilerine hizmetten men edecek dereceye ulaşıp, bu arada şeytân da, kendisine, içinde bulunduğu önceki nimetlerle şimdi içinde bulunduğu sıkıntıları hatırlatıp, Eyyûb (a.s) da, bu vesveseleri def etme çabasına düşüp ve bu vesveseler o’nun kalbinde gittikçe kuvvet kazanınca, Eyyûb (a.s) korktu ve Allah’a yalvarıp yakararak, Gerçekten şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı demiştir. Çünkü, bu tür düşünceler her ne zaman ileri safhaya varırsa, onun bunlardan ötürü kalbinin elemi de o nisbette artardı.

2) Eyyûb’un (a.s) hastalığının süresi uzayınca, şeytân o’na geldi, o’nu, Rabbi konusunda ümitsizliğe düşürmeye çalıştı ve sabırsızlanmayı o’na süslemeye başladı. İşte bu sebeple de, Eyyûb (a.s), kalbinde, ümitsizliğe düşme vehminin kuvvet kazanacağından endişelendi de, bunun üzerine Allah’a yalvararak, Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi.

3) Denildiğine göre şeytân, Hz. Eyyûb’un (a.s) hanımına, “Şâyet kocan bana itaat eder, benim sözümü dinlerse, o’ndaki bu âfetleri gideririm” deyip, hanımı da bunu o’na anlatınca, şeytânın, dinine şaşacağı hususunu zann-ı galible anladı ve bu husus kendisine son derece ağır geldi de Allah’a yalvarıp yakararak, Gerçekten şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğratti dedi.

4) Rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Eyyûb (a.s), on sekiz yıl, bu belâ içinde kaldı. Öyle ki, iki kişi hariç, yakını ve uzağı, herkes o’nu terk etti. Daha sonra da, bu iki kişiden biri diğerine, “And olsun ki, Eyyûb (a.s), bu âlemde, hiç kimsenin işlemediği bir günah işlemiştir. Şâyet o böylesi bir günah işlemeseydi, bu tür sıkıntılara düşmezdi” dedi. Ve onlar bunu, Eyyûb’a (a.s) açtılar. Bunun üzerine Eyyûb (a.s), “Sizin ne dediğinizi bilmem, ama şu var ki, Allah Teâlâ, benim münâkaşa eden ve bu arada Allah’ı zikreden iki kişiye uğrayıp, evime döndüğümde, onların, hakk olan şeyler dışında Allah’ı anmalarını kerih gördüğümden dolayı onlardan nefret etmiş olduğumu bilir” dedi.

5) Denildiğine göre, Eyyûb’un (a.s) hanımı, insanların yanında çalışıyor, onlardan azık miktarı kadar ücret alıyor ve azığı da Eyyûb’a (a.s) getiriyordu. Derken, insanlar, onu artık hiçbir zaman çalıştırmayacakları hususunda anlaştılar. Bunun üzerine kadınlardan birisi, kendisine bir miktar azık vermek mukabilinde, iki örüğünden birisini kesmesini istedi. O da, bunu yaptı. Daha sonra, ikinci günde de aynı şeyi yaptı. Derken kendisinin hiçbir örüğü kalmadı. Eyyûb (a.s) yatağında yan dönmek istediğinde, o örüklere tutunurdu. Eyyûb (a.s) örükleri bulamayınca, kalbine, kendisine eziyet veren düşünceler yerleşti, gitgide kederi arttı da, işte bunun üzerine, Gerçekten, şeytân beni yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi.

6) Eyyûb (a.s), zaman zaman, “Yâ Rabbî! Andolsun ki, üzerimde, iki şeyin birleştiğini biliyorum. Sen bana, o malı verdiğinde, ben, muhtaçlar için dayanak, yolcular için yardımcı, yetimler için de baba oldum” dedi. Bunun üzerine, bir buluttan, “Ey Eyyûb! Bu muvaffakiyet kimden?” diye kendisine nida edildi de, bunun üzerine Eyyûb (a.s), yerden toprak aldı, başına saçarak, “Senden yâ Rabbî!” dedi.

Daha sonra da, kalbine gelen ilk düşüncenin yeniden geleceğinden endişelenerek ve bundan korkarak, Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi. Alimler, daha değişik görüşler de ileri sürmüştür. Allah, durumun iç yüzünü en iyi bilendir.[59]

Şeytân bu dar günlerinde Hz. Eyyûb’a vefakâr kalan bir avuç dostları –ki bu dostlarından biri de eşiydi– aracılığıyla bir takım kötü telkinlerde bulundu. “Eğer yüce Allah Hz. Eyyûb’u sevseydi, o’nun başına bunca belayı yağdırmazdı” şeklindeki sözler ile şüphe yaymaya çalıştı. Hz. Eyyûb’un dostları da bu sözleri o’nunla konuşuyorlardı. Bu ise Hz. Eyyûb’u uğradığı sıkıntı ve belalardan daha fazla üzüyor, rahatsız ediyordu.

Bu şeytânî telkinlerden bazılarını eşi kendisiyle konuşurken dile getirince Hz. Eyyûb, eğer Allah’ın izniyle sağlığına kavuşursa bu eşine –bir söylentiye göre sayısı yüz diye bilinen– belli sayıda dayak atacağına yemin etti.

Bu sırada Hz. Eyyûb şeytânın eziyetlerine ve dostlarını kandırarak onları etkisi altına alışına karşı uğradığı sıkıntıları Rabbine şikâyet etti.[60]

Kitab-ı Mukaddes’te Eyûb bölümü vardır. Dileyenlerin efsaneleri oradan okuması önerilir.

EYYÛB KISSASIYLA İLGİLİ ÂYETLERİN TAHLİLİ:

41. Kulumuz Eyyûb’u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Meşakkat ve acı ile bana şeytân dokundu” [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].

نصب [nusb] sözcüğü, “meşakkat, bedende zahmet” ve عذاب[azâb] sözcüğü de, “acı, mal ve evlât acısı” demektir.[61]

Dâvûd ve Süleymân peygamberler gibi fitnelerden, belâlardan geçirilmiş ve böylece saflaştırılarak arı-duru hâle getirilmiş olan Eyyûb peygamber, âyetten anlaşıldığına görenusb ve azâb ile fitnelendirilmiştir. Nusb ve azâb sözcüklerinin anlamları, bu fitnelenmenin [sınanmanın] Eyyûb’un (a.s) bütün malını, ailesini ve sağlığını aynı dönemde yitirmesi şeklinde olduğunu göstermektedir. Fakat o, bütün bunlara rağmen Rabbi ile bağını gevşetmemiş, Rabbine olan güveninden hiç bir şey kaybetmemiş ve hep sabırlı olmuştur.

EYYÛB PEYGAMBERE MUSALLAT OLAN ŞEYTÂN: Kur’ân’da, şeytân‘ın her türlü kötülüğün sembolü olarak tanıtıldığı ve her kötü kişi ve güce şeytân dendiği unutulmamalıdır. Fakat ne yazık ki, şeytân, genellikle halk kültüründeki o malûm yaratık olarak algılanmakta ve âyette bildirilen işkencelerin de Eyyûb peygambere o şeytân tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Hâlbuki Kur’ân’da birçok yerde şeytânın insan üzerinde zorlayıcı bir gücünün bulunmadığı bildirilmiştir. Bu açık Kur’ân bildirisine rağmen, insanların pek çoğu, ölümün, hayatın, sağlık ve hastalığın şeytân tarafından meydana getirildiğini kabul etmekte, ama böyle bir kabulün bu konularda Allah’ı devre dışı bırakmak anlamına geldiğini hiç düşünmemektedirler. Düşünülmeyen bir diğer şey ise, zannedilen güçlere sahip olan şeytânın, bu güçlerini kullanarak neden peygamberleri saf dışı bırakamadığı veya neden Allah rızası için mücadele edenleri yoldan çıkaramadığıdır.

Biz, yukarıda Süleymân peygamberin kıssasında değindiğimiz “şeytân” anlayışıyla, Eyyûb peygamberi bu durumlara getirenin ya yakın çevresinden biri (özellikle de iş ortağı), ya da Eyyûb peygamberin kendi şeytânı (yani, İblis) olduğu kanaatindeyiz. Bu kabule göre, Eyyûb peygamberin başına bu dertleri bir yakını, iş ortağı veya kendi düşüncesizliği açmıştır. O da uğradığı kayıplar karşısında hırsa kapılarak tekâsür peşinde koşarken, muhtemelen işleri iyice ters dönmüş, iflâs etmiş, elinde avucunda bir şey kalmamıştır. Bu durumun sonucu olarak yakınları çevresinden uzaklaşmış ve kendisi de düştüğü bunalımlar neticesinde fiziksel ve zihinsel hastalıklara yakalanmıştır.

42.“Ayağın ile topukla” [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]!

Âyette geçen ركض[rakz] sözcüğü, “topuklamak [atı mahmuzlamak], kanat çırpmak” anlamına gelir. Sözcük burada mecâzen “acele etmeyi, çabuk gitmeyi” ifade etmektedir.[62] Çünkü atın mahmuzlanması, onu hızlandırmak için yapılan bir harekettir ve kanat çırpmak da bulunulan yerden süratle uzaklaşmayı ifade eder.

Nitekim, konumuz olan âyetten başka Enbiyâ/12-13′de geçen rakz sözcüğü, orada da bu âyetteki gibi “kaçmak, çabucak uzaklaşmak” olarak mecâz anlamıyla yer almış ve genellikle tüm meal ve tefsirciler o âyetlere bu manaları vermişlerdir:

12.Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı.–13Hızla uzaklaşıp kaçmayın, sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.–

(Enbiyâ/12-13)

Konumuz olan Eyyûb kıssasındaki ürkuz sözcüğünün, “ayağını yere vur” anlamına alınması sûretiyle, Allah’ın emriyle ayağını yere vurduğunda oradan su fışkırdığı ve Eyyûb peygamberin o sudan içtikten ve banyo yaptıktan sonra hastalığının geçtiği, muhtemelen de Eyyûb peygamberin bir cilt hastalığına yakalanmış olduğu yolunda yapılan açıklamalar tamamen mesnetsiz, hayalî yakıştırmalardır. Bunlar, Kitab-ı Mukaddes’te yer alan ve Müslümanların ölçüp tartmadan, sağlama yapmadan kabul ettikleri, Eyyûb peygamberin vücudunun baştan aşağı sivilcelerle dolu olduğu yolundaki ifadelerden kaynaklanmaktadır.

Âyetteki ayağın ile ifadesi, bize göre Eyyûb peygamberin yaya olarak gitmekten başka çaresinin kalmadığını göstermektedir. Çünkü pasajdaki anlatıma göre, Eyyûb peygamber tüm mal varlığını, sağlığını, çevresini ve ailesini kaybetmiş, mahmuzlayacak ne atı ne de devesi kalmıştır. Kanatlanacak imkânı da olmadığı için âyette “ayağın ile” ifadesi yer almıştır.

İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!”

Bu ifade genellikle “ayağını yere vurmasıyla yerden bir pınarın fışkırıverdiği ve Eyyûb peygamberin de ondan içtiği ve onunla yıkandığı, sonunda da dertlerinden kurtulduğu” şeklinde yorumlanmıştır. Bize göre ise bu ifade, Eyyûb peygambere istikâmet vermekte, kaçıp gideceği yerlerdeki imkânlara işaret etmektedir. Yani, Eyyûb peygamber bulunduğu, yaşadığı yerden ayrılarak “sulak, bitek ve serin bir bölgeye, yaylaya” gidecek, böylece o’nu sarmış olan sıkıntılardan kurtulup selâmete erecektir.

43.Ve Biz o’na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet ve tüm akıl sahipleri için bir ibret olarak bahşettik.

Bu âyet, Allah’tan gelen belâ ve musibetlere karşı sabırlı olanların nail olacakları nimetlere dikkat çekmekte ve belâlanma sonucunda sabredenlere, kaybettiklerinin kat kat fazlasının ikram edildiğini bildirmektedir.

Bu ikramlar, –sûrenin sonundaki “Fitne” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi– Bakara/155-156′da “müjde” olarak nitelendirilmiştir:

155,156.Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile sizi zayıf düşüreceğiz/ imtihan edeceğiz. Kendilerine bir musibet geldiği zaman, “Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve yalnız O’na döneceğiz” diyen şu sabredenlere de müjdele!

157.İşte onlar; Rablerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, kılavuzlandıkları doğru yolu bulanların da ta kendisidir.

(Bakara/155-157)

43. âyetle ilgili olarak bazı rivâyetlerde, “Allah o’nun önceki çocuklarını diriltti ve onlar kadar daha verdi”[63] şeklinde aşırı abartmalar yapılmıştır. Hâlbuki âyetin açık anlatımında Yüce Allah’ın Eyyûb peygamberin çocuklarını öldürdüğüne ve sonra ölen çocuklarını dirilttiğine dair hiçbir ifade yoktur.

Burada anlatılan olay şudur: Eyyûb peygamber, Allah’tan gelen ve 44. âyette dile getirilen,Hemen oradan uzaklaş, eline bir demet bitki al ve onunla rızık aramak için sulak ve serin yere sefere çık, sakın günah da işleme! emrini alınca gereğini yapmış ve Rabbimiz de o’na hem sağlığını geri vermiş, hem de maddî yönlerden geniş imkânlar bahşetmiştir. Allah’ın bu bağışları sonucu herkes o’nun etrafında kümelenmiş ve Eyyûb peygamberin çevresi eskisine nazaran kat be kat artmıştır.

43. âyet aslında anlam olarak Eyyûb kıssasının son âyetidir. Cümlelerin başında bulunan “atıf vav’ı” [‘ve’ bağlacı] cümleye takip ve sıra anlamı değil, cem anlamı, yani birliktelik anlamı kattığı için, ve eline bir demet ot al ibaresi ile başlayan 44. âyet, çabuk uzaklaşemrinin verildiği 42. âyetin devamıdır.

Buna göre pasajın normal takdiri şöyledir:

Kulumuz Eyyûb’u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine nida etmişti: “Meşakkat ve acı ile bana şeytân dokundu” [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].

“Ayağın ile topukla [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek! Ve eline bir tutam bitki al, onunla hemen, rızık aramak için sefere çık ve hânis olma” [kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme]. Gerçekten Biz o’nu sabredici bulduk. O ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.

Ve Biz o’na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik.

Bu ve bağlacının bir başka örneği de abdestin emredildiği Mâide/6′da görülmektedir. Abdest alma esnasında, normal olarak önce ellerin sonra yüzün yıkanması söz konusu iken, bu âyette yüzün yıkanması elin yıkanmasından önce zikredilmiştir. Buna rağmen bu âyetten evvelâ yüzün yıkanacağı anlaşılmamış, abdestin tamamlanması için âyette sayılan dört eylemin gerçekleştirilmesi yeterli görülmüştür. Yani âyetten, abdest alımında sıranın önemli olmadığı ve organların tersten yıkanmasında da bir sakınca bulunmadığı anlaşılmıştır. Söz konusu âyete yüklenen bu anlam, cümledeki ve bağlacının cem için olmasından kaynaklanmaktadır.

44. âyetin, anlam olarak 42. âyetin devamı olması ve 43. âyetten önce gelmesi, bu sûredeki kıssaların sunuşlarındaki anlam sıralamasına da uygun düşmektedir. Yüce Allah bu kıssalarda, fitnelendirdiği, sınavdan geçirdiği kullarına, sabrettikleri ve O’nun hükmüne gönülden razı oldukları takdirde çok büyük lütuflarda bulunduğu/bulunacağı mesajını vermektedir. Dolayısıyla, –yukarıda pasajın takdirinde yaptığımız gibi– Eyyûb peygamberin sabredici ve evvâb olduğunu bildiren 44. âyetin, Allah’ın kendisine bağışta bulunduğunu bildiren 43. âyetin önüne alınması, kıssalardaki “önce kulun sabrı, sonra Allah’ın bağışı” sıralamasına daha uygun düşmektedir.

Âyetteki, tarafımızdan bir rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik ifadesi, Allah’ın verdiği nimetlerin herhangi bir zorunluluktan değil, bir lütuf, bir bağış olarak verildiğini anlatmaktadır.

Yine bu ifadeden anlaşılıyor ki, bu kıssada her akıl sahibi [kavrama yeteneği olan] için bir ibret, bir ders vardır. Akıl sahibi her insan, hangi hâlde olursa olsun, Allah’a isyan etmemeli, O’ndan ümidini kesmemeli ve ümit ettiğini sadece Allah’tan beklemelidir. Çünkü iyilik de, kötülük de sadece Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’ın elindedir. O, dilediğini iyi bir durumdan kötü bir duruma düşürür, dilediğini de kötü bir durumdan iyi duruma çıkarır.

44. “Ve eline bir tutam bitki al, onunla hemen rızık aramak için sefere çık ve hânis olma” [kararsız olma, doğrudan sapma]. Gerçekten Biz o’nu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.

Eyyûb peygamber ile ilgili gerçekleri kavrayabilmek için bu âyette geçen bazı sözcükleri iyi anlamak zorunludur. Zira bu âyetteki bazı ifadeler, asılsız hikâyelerin üretiminde kullanılmak üzere çarpıtılmıştır.

Bu âyetten; önce, hanımını sopayla dövmek üzere yemin eden Eyyûb peygamberin sopa yerine bir demet otla vurarak bu yeminini yerine getirdiği ve bu yolun da kendisine bizzat Allah tarafından öğretildiği yalanları üretilmiş, daha sonra da bu yalanlardan, adına “Eyyûb ruhsatı” da denilen “hile-i şer’iyye” ortaya çıkarılmıştır.

Âyetin nasıl çarpıtıldığını gözler önüne serebilmek için, Eyyûb peygamberin yemini ve hanımını dövmesi ile ilgili hikâyeyi ve bu gerçek dışı hikâyeden çıkarılan fetvaları okuyucuların dikkatine sunuyoruz:

Bil ki bu söz, daha evvel, Hz. Eyyûb’dan (a.s) bir yeminin sâdır olduğuna delâlet etmektedir. Bir hadiste, o’nun hanımına karşı yemin ettiği bildirilmiştir. Alimler, o’nun, hangi sebepten ötürü hanımına karşı yemin ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu yeminin, o kadının, Hz. Eyyûb’u (a.s) şeytâna taate meylettirme gayretinden dolayı olduğunu söylemek uzak bir ihtimal olduğu gibi, yine saç örüğünü kesip vermesinden ötürü olduğunu söylemek de akıldan uzaktır. Çünkü yiyecek almaya mecbur olan birisinin böylesi bir harekette bulunması mübahtır. Doğruya en yakın olan, hanımının, Hz. Eyyûb’a (a.s), bazı işlerinde muhalefet etmesinden ötürü bu yeminin olmasıdır. Çünkü o kadın, bazı işlerini görmeye gidiyor, bu yüzden gecikiyordu. Hz. Eyyûb (a.s), iyileştiğinde ona yüz sopa vuracağına dair hasta iken yemin etti. O kadın, o’na çok güzel hizmet ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk, Hz. Eyyûb’un (a.s) yeminini, hem kendine hem hanımına kolay olan en basit yolla çözdü. Bu ruhsat, devam etmektedir. Hz. Peygamber’e (s.a.v), bir câriyeyle zina eden sakat, sıska biri getirildi. Hz. Peygamber (s.a.v), “İçinde yüz çöpü bulunan bir hurma salkımı alıp, ona onunla bir kere vurun”buyurdu.[64]

Hz. Eyyûb’un eşine dayak atma yeminine gelince; yüce Allah o’na ve o’nu korumaya çalışan, göğüsledikleri sınamaya sabreden eşine merhametinden dolayı kolay bir çözüm göstermiştir. Hz. Eyyûb’un yemin ederken belirlediği sayıdaki sopaları birleştirerek onların hepsiyle bir kere vurmasını emretmiştir. Böylece Hz. Eyyûb, yemininin gereğini yapmış ve onu çiğnememiş olacaktı.[65]

Rivâyetlere göre, Hz. Eyyûb’un dışında herkes, hatta çocukları bile kendisinden uzaklaşmışlardır. Bu yüzden, “Biz o’na şifa verdiğimizde ailesi o’na döndü. Ondan sonra Biz kendisine eskisinden daha fazla mal ve evlat verdik” denilmiştir.[66]

Bu cümle üzerinde biraz durmak gerekir. Hz. Eyyûb hasta iken, bir miktar sopa vurarak hanımını döveceğine yemin etmiştir. Ancak sağlığına kavuştuğunda, günahsız hanımını dövmek üzere ettiği yeminden pişmanlık duymuştur. Dövmese yemin etmiş olduğu için günaha girecektir, dövse masum ve vefakâr eşine boşuna hakksızlık edecektir. Allah bu sorunu şöyle halletmiştir: “Kaç adet sopa vuracaksan eline o kadar çöp al ve bir demet yap, sonra da o demetle eşine bir kez vur. Böylece hem yeminin yerine gelmiş olur, hem de eşin boş yere eziyet görmez.” Bazı fakihler böyle bir yöntemin sadece Hz. Eyyûb’a mahsus olduğunu söylerlerken, bazıları da, başka kimselerin de bu fırsattan yararlanabileceklerini savunmuşlardır. İlk görüşü İbn-i Asâkir, İbn-i Abbâs’dan, el-Cessas ise Mücâhid’den nakletmişlerdir. İbn-i Mâlik de aynı görüştedir.[67]

Diğer görüş ise İmâm Ebû Hanife, İmâm Yûsuf, İmâm Muhammed, İmâm Züfer ve İmâm Şâfiî tarafından öne sürülmüştür. Onlara göre sözgelimi bir kimse hizmetçisine 10 sopa vurmaya yemin ettiğinde, 10 sopayı birleştirerek ona vursa yemini yerine gelmiş olur. Ancak 10 sopanın hepsinin de hizmetçinin vücuduna değmiş olması gerekir. Nitekim. Hz. Peygamber’den (s.a) rivâyet edilen bir hadisde, o, hasta bir zaniye böyle ceza vermiştir. Çünkü zina eden şahıs o derece hasta idi ki 100 sopaya dayanması mümkün değildi. el-Cessas’ın Sa‘d b. Ubâde’den rivâyet ettiğine göre, “Benî Sa‘d kabilesinden bir şahıs zina etmişti. Ancak o kadar hastaydı ki bu şahıs, bir deri bir kemik kalmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) bu zaniye, 100 çöpü olan bir hurma dalıyla bir kez vurulmasını emretmişti. (Ahkâmu’l-Kur’ân, ayrıca bu hadis, Müsned-i Ahmed’de, Ebû Dâvûd, Neseî, İbn-i Mâce, Taberânî, Abdurrezzak’ın kitaplarında ve daha birçok hadis kitabında kayıtlıdır.) Hz. Peygamber (s.a) hasta ve zayıf olan biri üzerinde hadd cezasını bu şekilde tatbik etmiştir. Ayrıca fukaha, bu tür bir ceza için çeşitli şartlar öne sürmüştür. Örneğin her çöpün suçlunun vücuduna dokunması ve ayrıca da eziyet vermesi gibi.[68]

Bazı alimler, bu âyeti hile-i şer’iyyeye delil kabul etmişlerdir. Bunun Allah Teâlâ’nın Hz. Eyyûb’a gösterdiği bir çözüm olduğundan da bir şüphe yoktur. Fakat bu, sorumluluktan [farzdan] kurtulmak için gösterilen bir yol değil, sadece bir kötülükten kaçınmak içindi.[69]

Dolayısıyla İslâm hukukunda bile, ancak kişinin kendisine veya bir başkasına yapacağı zulüm, günah ve kötülüğü bertaraf etmesi şartıyla caizdir. Aksi takdirde haramı helâl kılmak, farzdan kaçınmak ve iyiliği terk etmek için yapılan hile günah üstüne günahtır, hatta son tahlilde küfre bile girebilir insan. Çünkü art niyetle hile yapmaya çalışan bir kimse, güya Allah’ı kandırmaya çalışıyordur. Sözgelimi bir kimse zekât vermemek için, yılın bitiminden önce malını başkasına devrederse, sadece farzı terk etmiş olmaz, aynı zamanda farzdan kurtulduğunu da sanarak Allah’ı aldatmaya çalışmış olur. Bazı fakihlerin bu gibi hilelere eserlerinde yer vermiş olmaları, şer’i hükümlerden nasıl kaçınılacağını göstermek için değildir. Bilakis hile-i şer’iyeye başvuran bir adamın davasına bakarken hâkimin zâhire göre hükmedip, sonucu Allah’a bırakması için yapılan hileyi bilmesini sağlamaktır.[70]

Kurtubî’ye göre Eyyûb’un yemini:

Eyyûb hastalığı esnasında hanımına yüz sopa vurmaya yemin etmişti. Bu yeminine neyin sebep olduğu hususunda dört ayrı görüş vardır:

1) İbn-i Abbâs’ın rivâyet ettiğine göre, Eyyûb’un hanımı doktor sûretinde karşılaştığı İblis’i Eyyûb’u tedavi etmek için çağırmış. İblis, “Şu şartla o’nu tedavi ederim” demiş, “iyileşecek olursa, ‘Sen beni iyileştirdin’ diyecek, bunun dışında o’ndan hiçbir karşılık istemiyorum.” Hanımı, “Peki” demiş ve Eyyûb’a böyle demesini öğütlemiş. Bunun üzerine Eyyûb, hanımını döveceğine yemin etmiş ve, “Yazık sana, o dediğin kişi şeytândır” demişti.

2) Sa‘îd b. el Müseyyeb’in dediğine göre önceden Eyyûb’a getirdiği ekmekten daha fazlasını getirmiş. O hıyanet edeceğinden korkunca, mutlaka onu dövecek diye yemin etmiş.

3) Yahyâ b. Selâm ve başkalarının naklettiğine göre de şeytân Eyyûb’un hanımını Eyyûb’u kendisine kurban olarak bir keçi kesmeye mecbur etmesini ve bunun sonucunda da iyileşeceğini belirterek telkinde bulunmuş. Hanımı bundan Eyyûb’a söz edince iyileştiği takdirde ona yüz sopa vuracağına dair yemin etmiş.

4) Denildiğine göre hanımı saç örüklerini iki ekmek karşılığında satmış. Çünkü Eyyûb’a yemek üzere götürecek hiçbir şey bulamamıştı. Eyyûb ise ayağa kalkmak istedi mi ona, yani örüklere tutunurdu. İşte onu dövmeye yemin etmesinin sebebi bu olmuştu.[71]

Bu gerçek dışı hikâyelerden sonra Kur’ân’ın gerçeklerine dönüyoruz:

“Ve eline bir tutam bitki al,

ضغث [dığs] sözcüğü, “ot, fesleğen ve benzeri şeylerden küçük bir demet” manasınadır.[72]Âyetteki, Ve eline bir tutam bitki al ifadesi, 42. âyetteki Ayağın ile topukla [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! ifadesine bağlanmıştır.

Âyette konu edilen demetin ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için, bu ifade hakkında daha geniş anlamlar düşünülebilir. Meselâ bu ifade ile Eyyûb peygamberden, yaşadığı bölgedeki bazı bitkileri alıp işaret edilen sulak ve serin bölgeye götürmesi istenmiş olabileceği gibi, artık çevresinde nitelikli kimse kalmadığı için elinin altında kalan “bir tutam ot” mesabesindeki niteliksiz kimseleri alıp onlarla sulak ve serin bölgede bir topluluk oluşturması da istenmiş olabilir.

onunla hemen rızık aramak için sefere çık

DARB: الضّرب[darb] sözcüğü, iyi bir müteşâbih sözcük örneği olup, Lisânü’l-Arab ve Tâcü’l-Arûs‘un beyanlarına göre yüzlerce farklı anlamda kullanılmaktadır.

Darb sözcüğünün hakikî manası, “bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak” demektir. Bir şey üzerinde bir şey oluşturmanın ise doğal olarak birçok yolu ve yöntemi olduğu için sözcük de mecâzen pek çok anlamda kullanılabilmektedir. Meselâ, herhangi bir nesne üzerinde el, sopa, kılıç gibi birçok şey vasıtasıyla bir şeyler oluşturmak mümkündür. Bir nesne üzerinde el ile oluşturulan şey “dövmek” veya “çarpmak” sözleriyle, sopa ile oluşturulan şey “kırmak” veya “devirmek” sözleriyle, kılıç ile oluşturulan şey “kesmek”, “yaralamak” veya “çizmek” sözcükleriyle ifade edilen eylemler olabilir. İşte, tüm bu eylemler darbsözcüğünün anlamı kapsamındadır. Başka bir örnek olarak, herhangi bir metal parçası üzerinde yapılacak oyma veya kabartma eylemi de darb sözcüğüyle ifade edilir. Nitekim metal para basımına darb, para basılan yere de darbhâne adı verilmiştir. Osmanlı paralarının üstünde yazılı olan ضرب فى قسطنطنيّه [duribe fî kostantıniyye] ibaresi de, “Kostantıniye’de [İstanbul'da] basılmıştır” anlamına gelmektedir. Yine başka bir örnek olarak, yollarda ayakla iz oluşturmak ve bu anlam ekseninde rızık, ticaret veya savaş için yola gitmek de darb sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca Araplar misafire ضارب[dârib=yol tepen] derler. Mecâz anlamları arasında “dövmek” ve “çarpmak” anlamlarıyla meşhur olan darbsözcüğü; yağmurun topraktaki izi, Mûsâ peygamberin İsrâîloğulları’na denizde asasıyla yol açması, tuvalete def-i hacet için hızlı gitmek, çiş yapmak, bir yere bir şey dikmek, erkek hayvanın dişisinin üstüne çıkması, bir şeyi bir şeye çarpmak, karıştırmak, koyun boyamak, suda yüzmek, akrep sokması, kalp atışı, nabız vuruşu, bir şeyi kaldırmak, el ile işaret, sıkı tutmak, kavgadan-belâdan kaçmak, bir yere varıp dikilmek, örnek vermek ve daha birçok anlamlarda kullanılır.[73]

Darb sözcüğünün değişik anlamlarıyla ilgili Kur’ân’da birçok örnek mevcut olduğundan, Kur’ân üzerinde çalışanların bu sözcüğün geçtiği pasajdaki anlamı yakalayabilmeleri için sözcük üzerinde iyi düşünmeleri gerekmektedir.

Görüldüğü üzere darb sözcüğü, müteşâbih anlamlı bir sözcüktür. Bu sebeple sözcük, yer aldığı cümledeki veya bulunduğu pasajdaki söz ve anlam akışı dikkate alınarak te’vîl edilmeli, yani sözcüğün değişik anlamlarından birisi tercih edilmelidir.

Bu pasajdaki konu akışı dikkate alındığında, bize göre darb sözcüğü için en uygun anlam (emir kipi olarak), “Rızık aramak için yola çık, hicret et, bulunduğun yerden ayrıl!” anlamıdır. Kitab-ı Mukaddes’teki, “Eyyûb, dostları için dua ettikten sonra, Eyyûb’un sürgününü Rabb döndürdü. Ve Rabb o’nu eski gönencine kavuşturup o’na önceki varlığının iki katını verdi”[74] ifadesi de, Eyyûb peygamberin memleketinden ayrıldığını, gurbette çok geniş imkânlara ve lütuflara mahzar olduğunu ve sonra memleketine geri döndüğünü anlatmakta, dolayısıyla bizim önerdiğimiz anlam uygun düşmektedir.

ve hânis olma [kararsız olma, doğrudan sapma]

HINS: الحنث [hıns] sözcüğü asıl olarak, “hakktan bâtıla kaymak; günah işlemek” ve “kararsızlık” anlamlarına gelmektedir.[75] Yemin eden birisinin yemininden caymasına da, “hakktan bâtıla kaymak” manasında hânis olma denir. Âyette ve pasajda yemine dair başkaca bir söz olmadığı gibi, Eyyûb peygamberin, elindeki bir tutam ot ile hanımına vurması istendiği yönünde ima ve işaret sayılabilecek açık veya kapalı herhangi bir söz de yoktur. Dolayısıyla buradaki hıns sözcüğünün, “yeminden dönmek” anlamında değerlendirilmesi bize göre yanlıştır. Âyetteki, bir dizi emrin sonuncusu olarak Eyyûb peygambere verilen ve lâ tahnes ifadesi, “karasız olma, hakktan sapma, günah işleme!” anlamlarında değerlendirilmelidir.

Nitekim hıns sözcüğü Kur’ân’da bir kez daha geçmekte ve orada da, “hakktan bâtıla sapış; günah” anlamında kullanılmaktadır:

42-48.Onlar içlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler, serin olmayan, sevimli olmayan kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Şüphesiz solun ashâbı bundan önce varlık içinde zevk ve eğlenceye dalanlar idiler. Ve büyük günah; Allah’a ortak kabul etme üzerine ısrar ediyorlardı. Ve “Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra mı, biz gerçekten kaldırılacağız? Önceki atalarımız da mı?” diyorlardı.

(Vâkıa/46)

Görüldüğü gibi, sözcükler asıl anlamlarında anlaşılıp pasajın bütünlüğü de dikkate alındığında, âyetin başka zorlamalara gerek bırakmayan mesajı açıkça ortaya çıkmaktadır. Sözcüklerin gerçek anlamları dışında anlaşılması durumunda ise ortaya bir de Eyyûb peygambere bir yemin ayarlamak mecburiyeti çıkmakta ve böylece yukarıda aktardığımız uydurma senaryoların sayısı, ayarlanan yemin gerekçeleri nisbetinde artmaktadır.

Bize göre, Eyyûb (a.s) kıssasının anlatıldığı âyetlere yakıştırılan anlamların mucize mantığıyla izah edilmesinin de hiçbir makul gerekçesi yoktur. Zira Eyyûb peygamberin karşısında ne o’nun peygamberliğini inkâr eden, ne de o’ndan mucize bekleyen herhangi bir kişi veya zümre vardır.

Gerçekten Biz o’nu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.

Eyyûb peygamber kıssası, Rabbimizin Eyyûb’u (a.s) çok güzel niteliklerle övüp onurlandırdığı bu ifadelerle son bulmaktadır. Daha önce Dâvûd ve Süleymân peygamberler için kullanılan evvâb sıfatının bu kez de Eyyûb peygamber için kullanılmış olması dikkat çekicidir. Sûredeki kıssalarıyla Peygamberimize ve tüm insanlığa örnek gösterilen peygamberlerin bu ortak özelliği, müminin övgüye lâyık diğer niteliklerinin de kaynağı durumundadır.

İsrâ/25′de çoğul hâliyle karşımıza gelecek olan evvâb sözcüğü, Kaf/32′de genel anlamda kullanılmış ve tarafımızdan şu şekilde açıklanmıştı:

* اوّاب [evvâb];

* Günahlarından pişman olup çokça dönen ve çokça istiğfar eden,

* Allah’a tefekkürüyle çokça dönen, çokça yönelen,

* Allah’ın dışındaki varlıklara yönelirken, hevâ ü heveslerine uymaktan çokça dönen [kendini alıkoyan],

* Allah’tan başkasını kabullenmeyen, Allah’ın dışındaki her şeyden kesinlikle el etek çeken demektir.

Dolayısıyla evvâb olan kimse, arzularını ve isyanı terk edip Allah’a itaat ve rızayı seçen kimsedir. O, Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah’ın tavsiye ettiği yola tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. O, Allah’a çokça tevbe ve kulluk eder, O’nu hatırlar ve her işinde O’na yönelir.

Kur’ân’da ilk kez bu sûrede yer alan Eyyûb peygamber, daha sonra En‘âm/84 ve Enbiyâ/83-84′de de zikredilecektir.

BU KISSALARIN MESAJI: Bir kul bilmelidir ki, Allah’tan af dilerse, Allah kendisini bağışlar. Nitekim kıssalarda da Yüce Allah’ın Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb peygamberleri bağışladığı ve onlara eskisinden kat be kat fazla imkânlar verdiği anlatılmaktadır.

Bu kıssaların bir başka mesajı da, Peygamberimizin tıpkı Eyyûb peygamber gibi, bir avuç insanla başka bir diyara gideceği ve orada güçlenip geri döneceğidir.

Yakıştırdıkları anlamları uydurma hikâyelerle besleyip peygamber kıssalarını efsaneye çevirenler ve onları hiç sorgulamadan kabul edenler, kendilerine şu soruyu sormak durumundadırlar: Acaba Süleymân ve Eyyûb peygamberlere musallat olan şeytânlar şimdi nerededirler ve ne yapmaktadırlar?
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 27. September 2008, 11:13 PM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

45Güç ve öngörü sahibi kullarımız İbrâhîm’i, İshâk’ı ve Ya’kûb’u da hatırla!

46Şüphesiz Biz onları “Yurt Düşüncesi/ özgür vatan hasreti” saflığıyla saflaştırdık, arı-duru hâle getirdik. 47Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir.

Bu âyet grubuyla Peygamberimizin yönlendirilmesine ve yüreklendirilmesine devam edilmektedir. Bu âyetlerde, daha önce yaşamış ve fitnelendirilerek arı-duru hâle getirilmiş peygamberlerden üçünün daha ismi sayılmış ve dolayısıyla kendisinin de aynı yollardan geçirildiği ve geçirileceği, bu nedenle onlar gibi sabırlı olması gerektiği bildirilmiştir.

Güç ve basîret sahibi

Bilindiği gibi, insanın bir bedensel bir de zihinsel gücü vardır. Bedensel güç, genellikle el yardımı ile yapılan işlerle ortaya konduğu için el sözcüğü “güç”ten kinâye olarak kullanılır. İnsanın zihinsel gücü ise “görüş, görme, göz”e izafeten basîret sözcüğüyle ifade edilir. Bu nedenle, iki gözü olan ve onlarla çevreye bakınıp durana değil de zihinsel fonksiyonlarını kullanan, yani akleden, tefekkür eden, bakar kör olmayan kimselere basîret sahibi denilir. Dolayısıyla 45. âyette adı geçen peygamberlerin “güç ve basîret sahibi kullar” olarak nitelenmesi, onların dirâyetli, gayretli, doğru yolu gören ve gösteren kimseler olduğunu anlatmaktadır.

ZİKRE’D-DÂR [YURT DÜŞÜNCESİ]: Zikre’d-dâr tamlaması, bazı eserlerde yer aldığı gibi “yurt hatırlatması” değil, “yurt hatırlaması” [yurdun akıldan çıkmaması] demektir. 45. âyette adı geçen peygamberlerin hem Kur’ân’da anlatılan hayat hikâyeleri, hem de hakklarında tarih kitaplarında yer alan bilgiler dikkate alındığında, bunların sabit bir vatanlarının olmadığı ve diyar diyar dolaştırıldıkları görülür. Bu durum göz önüne alındığında, âyette adı geçen peygamberlerin arıtılıp olgunlaştırılmak üzere birçok zorluğa maruz bırakıldıkları anlaşılmaktadır. Bu zorluklar hem gittikleri ülkelerde ateşe atılmışçasına sıkıntılarla boğuşmak, hem de öz memleketlerinden uzakta kalmaları sebebiyle yurt hasreti çekmek şeklinde gerçekleşmiştir.

الدّار [ed-dâr] ifadesini, “yurt” yerine “âhiret” anlamına almak, hem pasajdaki söz akışına uymaz, hem de “arıtma” kavramıyla bağdaşmaz. Çünkü âhireti hatırlamak, ateşe atılmak değildir ve insana acı vermez. Acı; hasrette, gurbette ve çilededir.

SAFLAŞTIRMA [ARI-DURU HÂLE GETİRME]: Sûrenin sonundaki “Fitne” başlıklı yazımızda da görüleceği gibi, bu sözcük daha evvel Dâvûd ve Süleymân peygamberler için kullanılanfetennâ sözcüğünün farklı bir şeklidir ve süzmeyi, saflaştırmayı, sabırlı olmayı, metanetli davranmayı, öğretmeyi, bilgilendirmeyi, görgülendirmeyi, deneyim kazandırmayı ifade eder.

48.İsmâîl’i, Elyasâ’yı, Zülkifl’i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.

Bu âyette Rabbimiz, İsmâîl, Elyesa ve Zülkifl’in de arıtılmışlardan olduğunu açıklamakta ve Peygamberimizin onları her zaman hatırlamasını istemektedir. Bu peygamberler de Allah’ın dini uğruna sıkıntılara göğüs germiş peygamberler olmalıdırlar ki, Yüce Allah Peygamberimizden onların sabırlarını ve sabırları karşılığı Allah’tan gördükleri merhameti düşünmesini, onları örnek alarak yalanlayıcı ve sapık olan toplumundan gördüğü sıkıntılara karşı sabretmesini istemektedir.

ELYESA: اليسع [Elyesa] ismi, biri burada, diğeride En‘âm/86′da olmak üzere Kur’ân’da 2 kez geçmektedir. Her iki âyette de bu isim diğer peygamberlerle birlikte zikredilmiş, başkaca bir açıklama yapılmamıştır.

Elyesa, İsrâîloğulları’nın büyük peygamberlerinden biridir. Hakkında Kitab-ı Mukaddes’in, II. Krallar, 2-13. bölümlerinde oldukça ayrıntılı anlatılar mevcut olan ve Yahudilerin “Elisha” dedikleri bu peygamber, Ürdün nehrinin sahil kenarında, “Abel Meholah” denilen bir beldenin sakinlerinden olup, İlyas peygamberin Şam ve Filistin’e tebliğde bulunmak üzere gittiğinde yerine bıraktığı kişidir. Kitab-ı Mukaddes’e göre bir gün Elyesa’nın köyünden geçen İlyas peygamber, o’nu 12 çift öküzle arazisini sürerken görür ve abasını üzerine atar. Bunun üzerine Elyesa tarlasını bırakır ve İlyas’ın yanında kalır. Allah İlyas’ı göğe alınca da, o’nun görevini Elyesa sürdürür.

ZÜLKİFL: ذوالكفل [Zülkifl] ismi de, yine biri burada, diğeride Enbiyâ sûresi’nde olmak üzere Kur’ân’da 2 kez geçmektedir. Zülkifl sözcüğü, “nasip ve kısmet sahibi” anlamına gelmekte olup,[76] bu sözcükle âyette kasdedilen, o sâlih adamın ismi değil, lâkabıdır. Fakat bu lâkap burada, o kişinin dünyevî zenginliğini değil, üstün şahsiyetini ve âhiretteki derecesini ifade etmektedir.

“Zülkifl”in kimliği ve milliyeti hakkında birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Onun; Zekeriyyâ, İlyas, Nûh’un oğlu Yeşu veya Elyasa olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Eyyûb peygamberin kendinden sonra peygamber olan Bişr adındaki oğlu olduğunu söyleyenler de vardır.[77]

Allame Alusî ise, “Yahudiler o’nun, İsrâîloğulları’nın esareti sırasında (M.Ö. 597) peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur ırmağı yakınlarında bir bölgede yapan Hezekiel olduğunu iddia ederler” demiştir.[78]

Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımlar dikkate alındığında, bu kişinin Hezekiel olduğu yolundaki görüş en uygun görüş gibi durmaktadır. Çünkü Hezekiel’in özellikleri, âyette bildirilen niteliğe ters değildir ve Hezekiel kitabı da fazla tahrifata uğramamış yazılardan biri olarak kabul edilmektedir:

Sonradan eklenmiş az sayıda parçayı ötekilerden ayırt etmek olanaklıdır, ama metnin büyük bölümünün gerçekliği kuşkusuzdur.[79]

Kitab-ı Mukaddes’e göre, Kudüs’ü işgal eden Bahtunnasr’ın, İsrâîloğulları’ndan aldığı ve Irak’ta Habur ırmağı yakınlarındaki Tel-abib’e yerleştirdiği esirlerden biri olan Hezekiel, en fazla 30 yaşındayken peygamberlik görevini almış ve tam 22 yıl boyunca gerek esaretteki İsrâîloğulları’na ve gerekse zalim yöneticiye ve adamlarına Allah’ın mesajını tebliğ etmiştir. Görevinin 9. yılında “gözlerimin sevgilisi” diye adlandırdığı karısı ölen Hezekiel, ertesi gün karısının ölümüne ağlamaya gelenleri Allah’ın gazabıyla ve dünyada gelecek olan yakın azapla uyarmıştır.[80]

49-52.İşte bu, bir öğüttür/ şereftir/ hatırlatmadır. Şüphesiz ki Allah’ın koruması altına giren kimseler için güzel bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak birçok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında hepsi de aynı yaşta, gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen hizmetçilerin bulunduğu, kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.

53.İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir. –54.Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.–

Bu paragrafta Yüce Rabbimiz, –sûrelerin çoğunda olduğu gibi– dikkatleri yeniden âhirete çekmektedir. Bu âyetler içinde yer alan ve 49-54. âyetlerden oluşan birinci grupta “muttakîler tablosu”, 55-64. âyetlerden oluşan ikinci grupta da “azgınlar tablosu” canlandırılmıştır.

“Muttakîler tablosu” olarak isimlendirdiğimiz cennet tasvirleri, ileride daha bir çok âyette farklı ayrıntılarla karşımıza gelecektir. Bunlardan bir bölümünü, rağbet ettirmek amacıyla burada aktarıyoruz:

55.Gerçekten cennetin ashâbı bugün gönül şenliği sürerek bir uğraşı içindedirler.

56.Kendileri ve kendilerine sunulan refakatçı eşler, gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.

57.Yalnızca onlara, orada meyveler vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır.

(Yâ-Sîn/55-57)

31-37.Kesinlikle Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden; Rahmân’dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar/ kurtuluş mekânları; sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir seviyede tomurcuklar; çiçek bahçeleri, dolu dolu su kapları vardır. Onlar, orada boş bir söz ve yalan duymazlar. –Onlar, O’nun huzurunda söz söylemeye güç yetiremezler.–

(Nebe/31-37)

35.Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. 36-38Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık.

(Vâkıa/35-38)

56.Oralarda, daha önce bildik, bilmedik, geçmiş, gelecek hiç kimse tarafından dokunulmamış; el ve göz değmemiş, bakışlarını dikenler vardır.

(Rahmân/56)

76.Yeşil yastıklara ve “Abkari” sergilere; hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslananlar olarak…

(Rahmân/76)

41-49.İşte Allah’ın arıtılmış kulları, kendileri için belli bir rızık/meyveler olanlardır. Bol nimet cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş, kendisinde zararlı bir yön olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta gibidir onlar.

(Sâffat/41-49)

Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, cennet tasvirlerinin birer örnekleme olduğu (Bakara/25, Ra‘d/35, Muhammed/15) hususu, diğeri de bu tasvirlerin çok sıcak olan ve suyu, sebzesi, meyvesi kıt bir ülkede yaşayan Araplara yönelik yapıldığı hususudur. Kur’ân’ın iniş dönemindeki muhatapların Araplar değil de yeşilliği, suyu, sebzesi, meyvesi bol ve serin bir ülkenin halkı olması durumunda, cennet tasvirlerinin de o ülke halkını imrendirecek nitelikler içereceğinin düşünülmesi gerekir. Burada asıl anlatılmak istenen, insanları mutlu edecek her türlü imkânın cennette mevcut olduğudur.

55,56.İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine yaslandıkları cehennem vardır. –O ne kötü yataktır!– 57İşte o kaynar su ve irindir. Artık onu tadıp dursunlar!

58.Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.

Bu âyet grubunda mükezziblerin [yalanlayanların] karşılaşacakları şartlar kısaca anlatılmaktadır. Böylece, diğer sûrelerdeki gibi, burada da önce vaat, arkasından vaîd; yani önce terğîb [özendirme], sonra da terhîb [korkutma] sıralaması uygulanmış olmaktadır.

HAMÎM ve ĞASSÂK: حميم[hamîm], “kaynar su”; غسّاق [ğassâk] ise, “yaradan akan sarı su; irin, cerahat akıntısı” demektir. Ğassâk sözcüğü bundan başka, “tiksindirici derecede kokan, kokuşmuş nesne” ve “yılan ve akrep zehiri” için de kullanılır.[81]

Demek oluyor ki, muttakîler cennette her türlü konfor ve nimetler içinde mutlu yaşarlarken, mükezzibler cehennemde, kaynar su, irin, iğrenç kokular ve yiyecekler içinde bulunacaklardır.

Mükezziblerin cehennemde hamîm ve ğassâk ile (ikisi bir arada) cezalandırılmaları, bir başka sûrede daha yer almıştır:

21,22.Kuşkusuz cehennem, azgınlar için son varılacak yer olarak, gözetleme/pusu yeri olmuştur.

23.Orada darlık/kıtlık içinde kalacaklardır.

24.Orada bir serinlik ve içecek bir şey tatmazlar.

25,26.Ancak yaptıklarına uygun bir ceza olarak bir kaynar su ve irin tadarlar.

27.Şüphesiz onlar, hesabı ummazlardı.

28.Ve âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi yalanladıkça yalanladılar.

29.Oysa Biz her şeyi yazarak saydık, döktük.

30.–Haydi tadın! Bundan böyle size azaptan başka bir şey artırmayacağız.–

(Nebe/21-30)

Ğasak sözcüğünün bir de “aşırı derecede soğuk” anlamı vardır[82] ki, âyette sözcüğün bu anlamda kullanıldığı düşünülürse, cehennemde hamîm‘in karşıtı olarak soğuk ile de azap edileceği anlaşılır.

Nitekim Rabbimizin, cennette muttakîlerin soğuk [zemherir] görmeyeceklerini bildirmesi; ğassâk’ın, “aşırı soğuk” anlamında kabul edilmesinin yanlış olmadığını göstermektedir:

… orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler …(İnsan/13)

Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.

Bu âyet, cehennemde başka azapların da var olduğunu bildirmektedir. Âyetteki, Ve onun şeklinden ifadesi, tadılan azaba benzer ama değişik, çok çeşitli başka azaplar olduğunu veya 57. âyette zikredilen “kaynar su” ve “irin” gibi içecek cinsinden daha nicelerinin var olduğunu anlatmaktadır.

Bu konuda, kıraat [okunuş] farklılıkları sebebiyle oluşan değişik görüşleri Râzî şöyle aktarmıştır:

Ebû Amr, آخر[âharu] sözcüğünü اُخرى[uhrâ] kelimesinin çoğulu olarak, elif’in zammesi ile اُخرُ[uharu] şeklinde okumuştur. Buna göre mana, “çeşitli diğer azablar” şeklindedir. Bu aynı zamanda, Mücâhid’in de kıraatidir. Diğer kıraat imâmları ise bunu, müfred sîga ile, “diğer bir azab” şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre mana, “Tadılan bu azabın şeklinde, tadılacak diğer azablar, yani, şiddet ve korkunçluk bakımından bunun gibi azablar…” şeklindedir. Buna göre, âyetteki ezvâc, “ecnâs” [aynı cinsten azablar] manasınadır. İkinci kıraate göre ise mana, “Ya diğer bir azab, yahut tadılacak diğer bir şey…” manasınadır. Bu durumda أزواج [ezvâc], âher’in sıfatı olur. Çünkü bu azabın çeşitli olması mümkündür. (Dolayısıyla sıfatı cemî olarak gelmiştir.) Yahut da, her üç kelimenin, yani hamîm, gassâk ve âher kelimelerinin hepsinin birden sıfatıdır.[83]
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 27. September 2008, 11:13 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

59.İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir rahat yok. Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar.

60.Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!”

61.Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!”

62.Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları niye göremiyoruz?63.Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”

64.Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/ davalaşması gerçektir.

Bu âyet grubunda gözler önüne bir cehennem sahnesi getirilmiş ve canlı bir anlatım sergilenmiştir. Sahnedeki oyuncular, dünyada iken müminlere karşı birbirleriyle işbirliği yapan, onlara üstünlük taslayan, onların cennete ilişkin inançlarını alaya alan ve çağrılarına gülüp geçen, buna karşılık birbirlerini seven, birbirlerinin dostu ve birbirlerini ayartan kişilerdir. Bu kişiler cehennemde birbirlerini suçlamaya başlamışlar, birbirlerine düşmüşler, birbirlerini görmek istemez bir hâle gelmişlerdir.

Âyette geçen مقتحم[muktehimün] sözcüğünün kökü, –daha önce Beled sûresi’nde de geçmiş olan– اقتحام[iktihâm] sözcüğüdür. İktihâm, “kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmek, çetin bir işe girişmek” demek olup, bu sözcükten türemiş olan kahame, yekhumu, kuhumen, iktehâme, iktihâmen, tekahheme, tekahhumen gibi ifadelerin hepsi de kişinin, büyük işlere giriştiğini, zor görevlere teşebbüs ettiğini, zorlukları göğüslediğini ifade eder.[84]

Buradan anlaşılmaktadır ki, cehenneme girenler, oraya girebilmek için bir hayli emek sarf etmişler, ter dökmüşlerdir. Kısacası, bilinçli bir çalışma ile hakk ederek oraya girmişlerdir. Yoksa orada kendi istekleri dışında bulunmamaktadırlar. Bu ifadelerdeki alaycı üslûp dikkat çekicidir.

İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir merhaba [rahat] yok.

Bu ifade, cehennemliklerin liderlerinin söyledikleri sözleri nakletmektedir. Bunun böyle olduğunun delili, sonraki âyette, bu liderlere tâbi olanların, Hayır, asıl size merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz sözleriyle onlara cevap vermeleridir.

Buradaki لا مرحبا [merhabâ yok] deyimi, liderlerin, kendilerine tâbi olanlara yönelttikleri bedduayı dile getirmektedir. Merhabâ sözcüğü, “darlık ve sıkıntı olmayan, rahat bir yere geldin” veya “Sen yurduna geldin” manasında olup,[85] lehlerine dua edilen kimselere söylenir. Bu sözcüğü beddua hâline dönüştürmek için ise, başına lâ edatı getirilir.

Tâbi olanların, uğradıkları beddua karşısında, Hayır, asıl size merhaba yok demeleri, “Ey liderler! Bize beddua ettiğiniz bu söze siz daha lâyıksınız” anlamına gelmektedir. Tâbi olanlar bu sözlerinin gerekçesini de hemen açıklamışlardır: Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz.

Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat artır!

Tâbi olanların 61. âyette dile getirdikleri bu talep, benzer sözlerle A‘râf ve Ahzâb sûrelerinde de yer almaktadır:

38.Allah, “Sizden önce geçmiş tanıdığınız-tanımadığınız ateş içindeki önderli toplumların içine girin!” der. Her toplum girdikçe kardeşini dışlayıp gözden çıkarır. Sonunda hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” derler. Allah, “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” der.

39.Öncekiler de sonrakilere, “Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın” derler.

(A‘râf/38-39)

64-66.Kesinlikle Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenkimseleri dışlayıp gözden çıkarmış ve içinde sonsuz olarak kalmaları için, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir koruyucu yakın ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evrilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah’a itaat etseydik, elçiye itaat etseydik!” diyecekler.

67,68.Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini tam anlamıyla dışla/rahmetinden mahrum bırak.”

(Ahzâb/64-68)

Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye göremiyoruz? Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”

Bu âyetle sahne değişmiş ve cehennemlikler dünyada kendilerine karşı üstünlük tasladıkları, hakklarında kötü düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları müminleri aramaya başlamışlardır. Ne var ki, alaya alıp aşağıladıkları ve cehennemde kendileri ile birlikte olmaları gerektiğini düşündükleri bu kişileri orada görememenin şaşkınlığını yaşamaktadırlar.

Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir.

Cehennemlikler arasındaki bu suçlamalar Rabbimiz tarafından “davalaşma” olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bu kişilerin birbirleri aleyhinde taleplerde bulunması ve yapılan karşılıklı suçlamalar, birbirini dava etmiş kişilerin mahkeme salonundaki çekişmelerini andırmaktadır.

65,66.De ki: “Ben ancak bir uyarıcıyım. Ve O, bir tek ve kahredici, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan Allah’tan başka tanrı yoktur.”

Bu bölümde sûrenin başındaki konuya dönülmüştür. Dolayısıyla, bu iki âyet, sûrenin başlangıcındaki âyetler hatırda tutularak okunmalıdır. Yüce Allah sûrenin başında kâfirlerin tevhîd, nübüvvet ve öldükten sonra dirilme konularındaki inkârcı tavırlarına karşı Peygamberimize sabretmesini [göğüs germesini] öğütlemiş, örnek almasını istediği kişilerin kıssalarını hatırlattıktan sonra da o’na bu iki âyetten oluşan bildiriyi ilân etmesini emretmiştir: Ben ancak bir uyarıcıyım. O bir tek ve kahredici, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan Allah’tan başka tanrı yoktur.

BURADAKİ İLÂHÎ VASIFLAR: Bu âyetlerde Rabbimizden sadece “Allah” veya “Rabbiniz” diye bahsedilmekle kalmamış, O’nun kâfirleri tehdit edici, müminlere ise ümit verici bir takım sıfatları da zikredilmiştir: “Bir tek”, “kahredici”, “göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbi”, “çok güçlü”, “çok bağışlayan.”

Buradaki “kahhâr” ve “evrenin Rabbi” sıfatları, hiç kimsenin Allah’tan kaçamayacağını; “çok bağışlayıcı” sıfatı da, Kendisine yönelenleri bağışlayacağını ifade etmektedir.

67.De ki: “O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. 68Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. 69.Onlar birbirleriyle tartışırken, benim “en üstün şeylerin doldurulduğu; Kur’ân’a dair bir bilgim yok idi. 70.Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.”

Bu âyet grubu da, 27-29. âyetlerden oluşan necm gibi ayrı bir necm olup kendisinden önceki ve sonraki paragraflarla ilgisi yoktur. Hatta, işlenen konu itibariyle 27-29. âyetlerden oluşan necm’den sonra geldiği de söylenebilir.

Kur’ân ile Peygamberimiz arasındaki ilişkinin çok farklı bir üslûp ile işlendiği bu necm’de, konunun doğru anlaşılması için üzerinde durulması gereken iki önemli husus vardır: A) Kur’ân’ın “çok büyük, önemli bir haber” oluşu; B) Âyetteki mele-i a‘lâ ifadesi.

KUR’ÂN’IN ÇOK BÜYÜK, ÖNEMLİ BİR HABER [OLAY] OLUŞUNUN SEBEBİ: Kur’ân’ın çok büyük, önemli bir haber olması konusunda çok fazla delil göstermek mümkündür. Ancak bu delillerin tamamının iki başlık altında özetlenmesi mümkündür:

Birinci olarak: Kur’ân mucize bir kitaptır. Böyle mucize bir kitap, Mekkeli sıradan bir kişi tarafından topluma sunulmuş, bu sıradan kişi de mucizeyi kendisine mal etmeyip kitabın kendisine vahyedildiğini, kendisinin sadece bir elçi konumunda olduğunu söylemiştir. Bu, akıl sahiplerinin vurdumduymazlık yapmamaları ve üzerinde düşünmeleri gereken bir durumdur. Bu durumun oluşmasının tek sebebi olan Kur’ân ise çok önemli bir gerçektir.

İkinci olarak: Kur’ân hem dünyadaki hem de âhiretteki mutluluğun anahtarıdır. Çünkü Kur’ân’da yer verilen konular, insanlığın dünya ve âhiretteki mutluluğunu sağlayan ilkeleri öğretmektedir. Dolayısıyla her iki dünyadaki mutluluğun da reçetesi olan bu ilkelerin insanlığa haber verilmesi, hiçbir akıllı insanın göz ardı edemeyeceği çok önemli ve çok büyük bir haberdir.

الملإ اعلى [MELE-İ A‘LÂ]: Yukarıda 6. âyetin tahlilinde ملاء[mele’] sözcüğünün esas anlamının, “dolu olan” [depo] demek olduğunu ve zaman içerisinde “reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri” için de mecâz anlamda kullanıldığını ifade etmiş, bu kişilere mele’ denilmesinin sebebinin, onların bilgi, deneyim ve anlayışla dolu olmalarından kaynaklandığını belirtmiştik.

Eski tefsirciler, mele’ sözcüğünün “reisler, ileri gelenler” [konsey] şeklindeki mecaz anlamından yola çıkarak âyetteki, الملإ اعلى [el-mele'il-a‘lâ] tamlamasını, içindeki a‘lâ [yüce] sıfatından dolayı “yüce konsey” olarak değerlendirmişlerdir. Ancak, bu yüce konseyin ne olduğu hakkında ortada sağlam bir kanıt bulunmadığından, bunların “göklerdeki melekler”, “kerrûbiyûn/mukarrebûn” [Allah'a en yakın olan melekler] olduklarına dair mesnetsiz bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir. Ama iş bununla kalmamış, Allah’ın başucundaki meleklerin [yüce konseyin] muhabbetlerini dinlemek üzere şeytânlar da göklere çıkarılmış ve orada yıldızlarla bombardımana tutulmuşlardır.

Bize göre ise, sözlük anlamı “yüce dolu, yüce depo” demek olan mele-i a‘lâ ile kasdedilen, “vahiydir, Kur’ân âyetleri”dir. Çünkü Kur’ân, herkesin ihtiyacını karşılayacağı her şey ile dopdoludur; herkesin ihtiyaç duyduğu/duyacağı bilgiler, eksiksiz olarak Kur’ân’da depo edilmiştir. Kur’ân’ın içindekiler ıvır-zıvır şeyler olmayıp, en değerli, en yüce şeylerdir.

38.Ve yeryüzünde hiçbir irili-ufaklı kıpırdayan canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi önderli topluluklar olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan/yetersiz bırakmadık. Sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.

(En’âm/38)

59.Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.

(En’âm/59)

12.Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “apaçık önderde/ Kur’ân’da” sayıp tesbit etmişizdir.

(Yâ- Sîn/ 12)

Ayrıca 69. âyetin önü ve arkası iyi anlaşıldığında, الملإ اعلى [mele-i a‘lâ] ifadesi ile “Kur’ân”ın kasdedildiği hemen görülür. Zira, 70. âyette “vahyedildiği” bildirilen ve 68. âyette de kâfirlerin “yüz çevirdikleri” şey Kur’ân’dır.

Şimdiye kadar tahlilini yaptığımız sûrelerde hep gördüğümüz ve aşağıdaki âyetlerde de göreceğimiz gibi, müşrikler daima Kur’ân’ı tartışma konusu yapmışlar Allah da bu konuda ehl-i zikri yani vahye dair, Tevrat ve incil hakkında bilgisi olan kimseleri bilirkişi olarak göstermiştir:

15.Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”

16.De ki: “Allah dileseydi, ben Kur’ân’ı size okumazdım ve Allah, Kur’ân’ı size bildirmemiş olurdu. Ben de Kur’ân’dan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

(Yûnus/15-16)

73.Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize dayandırarak söyleyesin diye sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı. İşte o takdirde seni halil/ iz bırakan bir önder edinirlerdi.

74.Ve eğer Biz, seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.

75.O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.

(İsrâ/73-75)

43,44.Ve Biz, senden önce de, sadece kendilerine vahyettiğimiz olgun insanları açık kanıtlarla ve yazılı belgelerle elçi olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız, haydiyin Tevrât ve İncîl’i bilen bilginlere sorun. Biz sana da o öğüdü/Kur’ân’ı, kendilerine indirilmiş olanı ortaya koyman için, onların da iyiden iyiye düşünmeleri için indirdik.

(Nahl/43, 44)

7.Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik/elçi yaptık. Haydi, siz bilmiyorsanız Öğüt/Kitap Ehli olanlara/vahiy bilgisi olanlara soruverin.

(Enbiyâ/7)

الملإ اعلى [mele-i a‘lâ] ifadesinin, “Kur’ân” anlamında olduğunu gösteren diğer bir kanıt da, âyette Peygamberimize yaptırılan beyandır: Benim mele-i a‘lâ’ya dair bir bilgim yok idi.Gerçekten de kendisine ilk vahiy gelene kadar Peygamberimizin Kur’ân’a ait hiçbir bilgisi, alt yapısı, ön hazırlığı yoktu. Kur’ân o’na sürpriz olarak gelmiştir.

Peygamberimizin bu konuda duyarsız ve bilgisiz olduğu Kur’ân’da açık bir ifade ile bildirilmiştir:

22.kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.

(Kâf/22)

86.Ve sen Kitab’ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/ yardımcı olma.

(Kasas/86)

3.Sana bu Kur’ân’ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen, bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/ bilgisizlerdendin.

(Yûsuf/3)

الملإ اعلى [mele-i a‘la] ifadesi, Sâffat/8′de de yer almış ve orada da “yüce depo” anlamında ve Kur’ân’ın bir niteliği olarak zikredilmiştir.

71,72.Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman derhal ona boyun eğip teslim olun” demişti.

71-85. âyetlerin oluşturduğu pasaj da bağımsız bir necm olup insan soyunun ilk yaratılış aşamalarına dair özellik arz eden noktalar Kur’ân’da ilk kez bu pasajda yer almıştır. Daha sonra A‘râf, Hicr, İsrâ, Kehf ve Bakara sûrelerinde de değinilen bu konuya, Kur’ân’ın iniş sırasına göre ilk defa bu sûrede yer verildiğinden, biz de ayrıntılı tahlilimizi burada yapacak ve konu ile sonraki karşılaşmalarımızda buraya atıfta bulunacağız.

Hemen belirtmek gerekir ki, insanoğlunun yeryüzündeki sorumluluk sınavının nasıl başladığı ile ilgili olay, burada ve konunun yer aldığı diğer sûrelerde temsilî olarak anlatılmıştır. Olayın bir tiyatro sahnesi gibi canlandırılarak anlatılması, evrenin, dünyanın ve canlıların varoluş aşamaları hakkında bilgi sahibi olmayanların konuyu iyi anlamalarını sağlamaya yöneliktir.

Konunun Allah, melekler, Âdem ve İblis arasında geçen diyaloglarla anlatılması, olayın tamamen temsilî olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah’ın bir insanla bu tarz konuşması veya Kendi yarattığı bir şeyin O’na isyan etmesi, bizzat Kendisinin Kur’ân’da bildirdiğine göre mümkün değildir.

71. âyette ifade edilen “çamurdan yaratılış”, “tesviye”, “rûhun üfürülmesi” ve “meleklerin secdesi”, bir anda olup bitmiş olaylar değildir. Kur’ân’da verilen ayrıntılara göre, bu olaylar milyarlarca yıllık bir süreçte gerçekleşmiştir. Yani, bu anlatımlardan, “Allah, melekleri ve İblis’i çağırdığı bir toplantıda, birkaç dakika içinde hemen Âdem’i yaratacağını söyledi ve yaratıverdi. Sonra meleklere secde etmelerini söyledi, onlar da derhal secde ettiler. Ama İblis secde etmedi” şeklinde, her şeyin çok kısa bir zamanda gerçekleştiği anlamında bir sonuç çıkarılmamalıdır.

Bizim bu konuyla ilgili olarak Kur’ân’dan yaptığımız tesbitler şunlardır:

İNSAN TOPRAKTAN-SUDAN [MADDEDEN] YARATILMIŞTIR:

26,27.Ve andolsun ki Biz, insanı; görünen, bilinen varlıkları çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan/hâlden hâle giren bir maddeden oluşturduk. Ve cânnı; görünmez varlıkları da daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden/engel tanımayan enerjiden oluşturmuştuk.

28,29.Ve bir zamanlar Rabbin evrendeki güçlere, “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş/işlenebilen bir çamurdan bir beşer oluşturacağım. Ben, ona biçim verdiğimde ve onu bilgilendirdiğimde, siz hemen onun için teslimiyet gösterenler olarak yere kapanın” demişti.

(Hicr/26-29)

Bu konu için ayrıca Sâffat/11, Müminûn/12-14, Enbiyâ/30, Furkân/54, Mürselât/20, Nûr/45, Hacc/5, Mümin/67, Kehf/37, Kıyâmet/36-38′e de bakılabilir.

İNSANIN YARATILIŞINA TOPRAK [MADDE] İLE BAŞLANMIŞTIR:

7.Ki O, oluşturduğu her şeyi en güzel yapan ve insanı oluşturmaya bir çamurdan başlayandır.

(Secde/7)

İNSAN BİR ANDA BUGÜNKÜ YAPISI İLE YARATILMAMIŞ, AŞAMA AŞAMA YARATILMIŞTIR:

“14.Oysa O, sizi gerçekten tavır tavır/ aşama aşama oluşturmuştur.

(Nûh/14)

İnsanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir:

17.Ve Allah, sizi yeryüzünden bir bitki olarak bitirdi.

(Nûh/17)

Söz konusu aşamalar, Müminûn/12-14, Mümin/67, Hacc/5, Kehf/37 ve Kıyâmet/36-38′de belirtildiği gibi, toprakla başlayıp bugünkü hâlimize gelinceye kadarki aşamalardır.

Bu sistem bugün için de aynıdır. Önce toprak, su, yenilip içilenler, teneffüs edilen hava gibi cansız maddeler canlıya dönüşerek dişide yumurta, erkekte sperm hücresi hâline gelmekte, sonra da alaka, mudğa, kemik ve et oluşumları bir şekillenme ile sürüp gitmektedir. Âyetlerden anlaşıldığına göre, ilk hayat da aynı sistemle, doğada önce basit bir canlıdan başlamış ve sonra alaka, mudğa gelişimine benzer bir seyirle bugünkü hâline gelmiştir. Bu gelişimler arasındaki zaman aralıkları ise belki milyonlarca yıl sürmüştür.

İNSAN ÖNCE YARATILMIŞ, SONRA DÜZENLENMİŞTİR: Yani, insanın düzenlenmesi, ilk yaratılıştan sonra olmuştur:

1-5.Oluşturup düzene koyan, ölçümlendirip sonra yol gösteren, otlağı çıkarıp sonra da onu kapkara bir sel atığı hâline getiren Rabbinin yüce adını temize çıkar.

(A‘lâ/2-5)

6-8.Ey insan! Üstün kerem sahibi olan, seni oluşturan, sonra da sana bir düzen içinde biçim veren, sonra da seni dengeleyen, dilediği bir sûrette seni tertip eden Rabbine karşı seni aldatan şey nedir?

(İnfitar/6-8)

19.Bir spermden! Allah, oluşturdu da ölçümlendirip-biçimlendirdi,

(Abese/19)

İLK YARATILIŞTAN SONRAKİ YARATILIŞ [EŞİN YARATILMASI], EŞEYSİZ ÜREMEDİR: İlk yaratılış bir nefisten gerçekleşmiş, bu nefsin eşi, nefsin kendisinden (eşeysiz olarak) yaratılmıştır. Eşeyli üremeler, bu ilk yaratılış ve eşeysiz olan ilk üremeden sonra başlamıştır:

1.Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten oluşturan, ondan eşini oluşturan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizin koruması altına girin. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah’ın ve akrabalığın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.

(Nisâ/1)

Ayrıca A‘râf/189 ve Zümer/6′ya da bakılabilir.

DUYMA, GÖRME VE DUYGU [ZİHİNSEL FONKSİYONLAR] İNSANA SONRADAN KAZANDIRILMIŞTIR:

9.Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz?

(Secde/9)

78.Ve Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diye işitme, görme duyularını ve gönüller verdi.

(Nahl/78)

2.O, hanginizin amelce daha iyi-güzel olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı oluşturdu. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.

3,4.O, yedi göğü, birbiri üzerine uyumlu olarak oluşturandır. Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] oluşturmasında bir çatlaklık-uygunsuzluk görmezsin. Haydi, gözünü döndür, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha döndür. Gözün, âciz olarak ve çok bitkin olduğu hâlde sana dönecektir.

(Mülk/2-3)

11.Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi oluşturduk, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da evrendeki güçlere, “Âdem’e/bilgilenmiş, vahiy almış insana boyun eğip teslim olun” dedik; İblis/düşünce yetisi hariç onlar hemen boyun eğip teslim oldular; o, boyun eğip teslim olanlardan olmadı.

(A‘râf/11)

78.Ve Allah, sizin için duymayı, gözleri ve kalpleri inşa edendir. Kendinize verilen nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz!

(Müminûn/78)

ERKEKLİK ve DİŞİLİK MENİ İLE BELİRLENİR:

45,46.Hiç kuşkusuz, Allah yaratmayı plâna koyduğu zaman iki çifti; erkeği ve dişiyi bir nutfeden/spermden oluşturan da O’dur.

(Necm/45-46)

İNSANIN YAPISI BAKIMINDAN DEĞERSİZ OLDUĞU DÖNEM MİLYONLARCA-MİLYARLARCA YIL [DEHR] DEVAM ETMİŞTİR:

1.İnsan üzerine, henüz kendisi anılabilecek bir şey değilken, dehrden/milyarca yıldan bir süre geçti mi? Elbette ki geçti!

2,3.Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız/yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör.

(İnsan/1-3)

28.Biz, onları Biz oluşturduk. Bedenlerini Biz sağlam yaptık. Dilediğimizde de benzerleriyle değiştirdikçe değiştiririz.

(İnsan/28)

ALLAH İNSANI BİLGİLENDİRMİŞ; ONA RÛHUNDAN ÜFÜRMÜŞ; VAHİY GÖNDERMİŞ; BİRAZ BİLGİ KOKLATMIŞTIR: Âyette geçen, rûhun üfürülmesi/üflenmesi ifadesi, “Allah’ın insanı bilgilendirmesi, ona vahiy göndermesi, az bir bilgi vermesi” [bilgi koklatması] anlamına gelmektedir. Konunun önemine binâen ruh üfürülmesi/üflenmesi ile ilgili olarak Kadr sûresi’nde yapmış olduğumuz tahlili burada da aynen aktarıyoruz:

RÛHUN ÜFÜRÜLMESİ:

71,72.Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman derhal ona boyun eğip teslim olun” demişti.

(Sâd/71, 72)

28,29.Ve bir zamanlar Rabbin evrendeki güçlere, “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş/işlenebilen bir çamurdan bir beşer oluşturacağım. Ben, ona biçim verdiğimde ve onu bilgilendirdiğimde, siz hemen onun için teslimiyet gösterenler olarak yere kapanın” demişti.

(Hicr/28, 29)

9.Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz?

(Secde/9)

Allah’ın gerçek anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, “üfürmek” ifadesinin mecâz olduğu hemen anlaşılmaktadır. Üfürmek ise, mecâzen bir başkasına verilen şeyin en az miktarını ifade eder. Türkçe’de bu eylem “koklatmak” olarak yer almıştır. Bu durumdarûhun üfürülmesi, “çok az miktarda bilgi verilmesi, bilginin koklatılması” anlamına gelmektedir. Nitekim İsrâ/85′de de, De ki: ““Vahy, Rabbimin işindendir. Size ise az bilgiden başka bir şey verilmemiştir.” denilerek, bu husus açıkça belirtilmiştir.

Ruhun Âdem’e üfürülmesinden ne kasdedildiği de yine Kur’ân’da açıklanmıştır:

30.Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, “Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren Zatım” demişti. Doğadaki güçler, “Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz” demişlerdi. Senin Rabbin, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim” demişti.

31.Ve senin Rabbin, Âdem’e o isimlerin tümünü öğretti. Sonra hepsini doğadaki güçlere sundu ve “Hadi, haber verin Bana şunların isimlerini, eğer doğru kimseler iseniz” dedi.

32.Doğadaki güçler, dediler ki: “Sen her türlü noksanlıktan arınıksın! Senin, bize öğretmiş olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa koyanın ta kendisisin.”

33.Senin Rabbin dedi ki: “Ey Âdem! Haber ver onlara, onların adlarını.” Sonra da Âdem onlara, onların adlarını haber verince, senin Rabbin, “Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben, göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini, geçmişi, geleceği bilirim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim” dedi.

34.Ve hani Biz, doğadaki güçlere, “Âdem’e boyun eğip teslimiyet gösterin” demiştik de İblis/düşünce yetisi dışında doğadaki güçler hemen boyun eğip teslimiyet göstermişti. İblis yan çizdi, büyüklendi. Ve o, her şeyi bilerek reddedenlerdenidi.

(Bakara/30-34)

Dikkat edilecek olursa Sâd/72 ve Hicr/29′a göre meleklerin secde etmesi, Âdem’in belirli aşamalardan geçirilerek [amaçlanan düzgünlüğe ulaştırılarak] nihaî şekle getirilip, kendisine ruh üfürülmesinden sonradır. Bakara/30-34′de ise meleklerin secde etmesinden önce Âdem’in geçirdiği değişim ya da aşama, “Âdem’in bilgilendirilmesi ve bilgisinin meleklerin bilgisi ile karşılaştırılması” olarak açıklanmıştır. Yani, Sâd ve Hicr sûrelerinde kullanılan ruh üfürme tabiri, Bakara sûresi’nde yerini bilgi ile bilgilendirme‘ye bırakmış, böylece ruh üfürme tabirinin, “bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği açıklanmıştır.

Ruh üfürülmesi tabirinin, Âdem’e verilen bilginin “koklatma” anlamına geldiğinin kanıtı ise, İsrâ/85 âyetidir. Burada hemen belirtmek gerekir ki, Âdem’e verilen bilginin azlığı, sadece Rabbimizin sonsuz bilgisine nisbetledir. Şöyle ki:

109.De ki: “Rabbimin sözleri için, deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile.”

(Kehf/109)

27.Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi olsa, Allah’ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapandır.

(Lokmân/27),

Durum böyle olunca, Rabbimizin ilkinden en sonuncusuna kadar tüm peygamberlerine gönderdiği vahiyler [kitaplar ile bildirdiklerinin toplamı], koklatmadan [üfürmeden] başka bir şey değildir.

73,74.Bunun üzerine İblis/ düşünce yetisi hariç evrendeki güçlerin tümü hep birlikte boyun eğip teslimiyet gösterdiler, İblis büyüklük tasladı ve o, görmezden gelenlerden idi.

Pasajın bu bölümünde İblis ve insan ilişkisi açıklanmaktadır. Bu ilişkiyi anlamak, insanın zihnindeki sorulara cevap bulması ve bu konuyla ilgili sorunlarını çözmesi bakımından çok önemlidir. Bu ilişki anlaşılmadığında cevapsız kalan sorular, konuyu anlamadan geçiştiren kişilerin hayat boyu aynı durumda kalmalarına yol açmaktadır. Bu sebepledir ki, İnsan-İblis ilişkisinin doğru anlaşılması çok önemlidir. İlişkinin doğru anlaşılması için de öncelikle bu ilişkiyi açıklayan sözcüklerin ve kavramların doğru anlamlarının bilinmesi gerekir.

Ruh ve rûhun üfürülmesi/üflenmesi konusu Kadr sûresi’nde; melek kavramı Necm ve Kadr sûrelerinde; İblis konusu da Tekvîr sûresi’nde tahlil edildiği için, konunun esasını teşkil eden İblis, melek ve ruh hakkındaki bilgilerin oralardan yeniden okunması yararlı olacaktır.

SECDE: السّجدة[secde] denince ilk olarak, namazın erkânından olan ve ibâdet kastı ile alnın yere konulması şeklinde yapılan eylem akla gelmektedir. Dolayısıyla da secde etmekeyleminden, “ibâdet etmek” anlamı çıkarılmaktadır. Halbuki secde sözcüğünün esas anlamı, “boyun eğmek, itaat etmek” demektir. İbâdet ve saygı için alnın yere konması ise, itaat ve boyun eğmenin sadece bir simgesidir.

ÂDEM’E SECDE EDEN MELEKLER: Necm sûresi’nin tahlilinde melek sözcüğünün sözlük anlamı olarak “kuvvet, yönetim gücü, elçi, haber verici” anlamlarına geldiğini; terim olarak da Allah’ın bütün emirlerine uyan, O’na hiç isyan etmeyen varlıkları ifade ettiğini belirtmiş, ayrıca Kur’ân’daki melek sözcüğünün değişik şeyler için kullanıldığını; insanın yararına çalışmakla görevlendirilmiş değişik zihinsel fonksiyonlara, iradesiz canlılara ve doğal güçlere de “melek” dendiğini örnekleriyle aktarmıştık. Bu konuda verdiğimiz bilgiler ışığında, Âdem’e secde eden meleklerin, halk kültürüne yerleşmiş şekli ile sürekli namaz ve niyazda olan melekler olmadığı; insandaki akıl, zekâ, ar, hayâ, hâfıza, dikkat gibi zihinsel fonksiyonlar ile yağmur, bulut, rüzgâr, soğuk, sıcak, ağaç, nebat gibi insan dışında doğada mevcut diğer canlılar ve güçler olduğu hemen anlaşılmaktadır. Çünkü bu sayılanların hepsi Âdem’e [insana] boyun eğmişlerdir [secde etmişlerdir], hâlen de eğmektedirler ve kıyâmete kadar da eğmeye devam edeceklerdir. Şöyle ki:

İnsana ruh/bilgi üfürüldüğü zaman, insan bu bilgiyle doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkları kontrol edebilir bir güce sahip duruma gelmiş ve bilgilendiği zamandan itibaren bilgisi oranında doğaya hükmetmeye başlamıştır. Hayvanları evcilleştirmiş, onların etinden, sütünden, yumurtasından, gücünden yararlanmış hatta en vahşîlerini bile kafeslerde, hayvanat bahçelerinde seyir amacıyla emri altına almıştır. Rüzgâra değirmen taşlarını döndürtmüş, gemilerini yüzdürmek için yelkenleri şişirtmiştir. Akıp giden ırmakların suyunu barajlarla kontrol altına almış, içmede ve sulamada kullandığı bu sudan elektrik üretmiştir. Doğadaki madenlerden her alanda sayısız yararlar sağlamış, ormandaki ağaçlar ise insanın arzusu doğrultusunda yakacak, mobilya, kâğıt olmuştur. Havadaki oksijen sayesinde yaktığı ateş ile kendisini ısıtmış, yemeğini pişirmiş ve daha pek çok alanda kendine yarar sağlamıştır. İnsanın doğadaki birçok şeyi kontrol edişine dair verilebilecek örnekler saymakla bitmez. İnsanın doğaya hâkim oluşu ile ilgili bütün bu örnekler, doğa varlıklarının ve güçlerinin [meleklerin], Âdem’e [insana] boyun eğip itaat ettiğini [secde ettiğini] gösteren birer delil niteliğindedir. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki, o da Âdem’in “bilgilendirilmiş insan” olduğudur.

Sonuç olarak, melekler/yönetim güçleri sıradan insana değil, kendisine ruh üfürülmüş [Rabbimizin sonsuz bilgisine nisbetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş], yani Adam/Âdem olmuş insana secde etmektedirler [boyun eğmektedirler].

75.Allah, “Ey İblis! O benim iki elimle/kudretimle oluşturduğuma boyun eğip teslim olmana ne engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” dedi.

İKİ EL İLE YARATMA: 75. âyetteki iki elimle ifadesi, kesinlikle Allah’ın elleri olduğu anlamına gelmez. Ne var ki, birçok düşünür burada ve başka âyetlerde geçen “iki elim”, “gözlerimiz” veya “yüz” ifadelerinden, Allah’ın el, yüz ve göz gibi organları olduğuna inanmıştır.

Bu ifade, insanın önemli, faziletli ve şerefli bir varlık oluşuna delâlet eder. Çünkü bir kral bile sıradan işlerini hizmetkârlarına yaptırırken, önemli işlerini bizzat kendisi yapar. Kralın böyle yapması, onun o işe ne kadar önem verdiğini gösterir. Âyetteki iki elimleifadesi de Yüce Allah’ın insanın yaratılışını emrinde olanlara bırakmadığını ve bizzat Kendisinin yaptığını bildirerek insanın önemli ve değerli bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Bu önemlilik ve değerlilik vurgusu insanın sadece zihinsel fonksiyonlarına yönelik olabileceği gibi, hem zihinsel fonksiyonlarına hem beden yapısına yönelik de olabilir.

İki el ile yaratma ifadesinin, “özel bir itina ile yaratmak” manasından kinâye olduğunu düşünmek de mümkündür. Çünkü insan, bütün normal sebeplerin üstünde en yüksek seçimle, yani Allah’ın seçimi ile yaratılmıştır.

Bazıları da bu ifadeyi “kudret” manasıyla te’vîl etmişler ve iki el ifadesindeki tesniyenin [ikilemenin], sadece tekit [pekiştirme] için olduğunu, çünkü Âdem’in yaratılışında Allah’ın kudretinin tecellilerinin tekitli ve kat kat bulunduğunu söylemişlerdir.[86]

İBLİS’İN KÂFİRLERDEN OLUŞU: İblis, ilk yaratılışından beri kâfirlerdendir, yoksa Âdem’e [insana] secde etmediği için kâfir olmamıştır. Arap dilinin özelliklerini bilmeyenler, kulaktan dolma bilgilerle İblis’in Âdem’e secde etmediği için kâfir olduğunu sanmaktadırlar. Oysa âyetin orijinali konunun bu şekilde anlaşılmasına engeldir. Az seviyede bile olsa Arap diline vakıf olanlar hemen fark ederler ki, âyette ف[fe] değil, و [vav] bağlacı kullanılmış ve, وكان من الكافرين [ve kâne mine'l-kâfirîn=ve o kâfirlerden idi/o, kâfirlerdendir] denilmiştir. Şâyet ف [fe] bağlacıyla من الكافرين فكان [fe kâne mine'l-kâfirîn=... de kafirlerden oldu] denilmiş olsaydı, ancak o zaman İblis’in kâfirleşmesi, secde etmemesine bağlanabilirdi. Nitekim Rabbimiz Kur’ân’da Kendisini nitelerken yüzlerce yerde, وكان اللّه عليما حكيما [ve kânellâhü alîmen hakîmâ], وكان اللّه غفورا رحيما [ve kânellâhü gafûran rahîmen] tarzında ifadeler kullanmıştır. Bu ifadelerin hiçbiri, “Allah şimdi alîm, hakîm oldu” veya “Allah şimdi gafûr ve rahîm oldu” şeklinde anlaşılmaz, “Allah alîmdir, hakîmdir”, “Allah gafûrdur, rahîmdir” şeklinde anlaşılır.

İBLİS’İN DAYATMA GEREKÇESİ: Rabbimiz, İblis’in neden büyüklendiğini bilmiyormuş ve bu davranışının sebebini İblis’ten öğrenmek istiyormuş gibi, Büyüklük taslamak mı istedin, yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun? diye sorular yöneltmiştir. Rabbimizin zaten bildiği bir konuda böyle sualler sorması, bize göre, temsilî diyalog yöntemi ile işin gerçeğini anlatmak içindir. Bu nedenle bu ifadelere çok dikkat edilmelidir. Rabbimizin buradaki sorusu, İblis’e, büyüklenmesinin yeni bir davranış mı yoksa eskiden beri mi olduğunu söyletmeye yöneliktir. Nitekim diyalog sürmüş ve İblis de Rabbimizin bu sorusunu yanıtlamıştır:

76.İblis dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni enerjiden oluşturdun, onu ise maddeden oluşturdun.”

Görüldüğü gibi, İblis cevap olarak büyüklenmesinin yeni bir şey olmadığını, insanın çamurdan [maddeden], kendisinin ise ateşten [enerjiden] yaratıldığını, dolayısıyla yaradılıştan gelme üstünlüğü sebebiyle böyle davrandığını söylemiştir. Dikkat edilirse, İblis’in bu tezi [enerjinin maddeden daha hayırlı ve daha iyi olduğu iddiası] Rabbimiz tarafından reddedilmemiştir. Bu da demektir ki, İblis doğruyu söylemiştir. Bir başka ifade ile, burada enerjinin maddeden üstün olduğu bize bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmaktadır.

Bu konuya daha sonra A‘râf ve Hicr sûrelerinde tekrar değinilecektir.

77,78.Allah, “Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle kovulmuşsun, / katilin, asılsız söz ve düşünce üretenin, karanlığa taş atanın tekisin, “Elbette hayırdan uzak tutmam da karşılık gününe kadar senin üzerindedir” dedi.

RACÎM: رجيم [racîm] sözcüğünün mastarı رجم [recm] olup, bu sözcüğün ilk anlamı, قتل [öldürmek] demektir. Öldürmeye recm denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi taşlamak sûretiyle öldürmelerindendir. Sonradan her öldürme işine recm denilir olmuştur.[87] Kur’ân’da ve dolayısıyla dinde yeri olmamasına rağmen, zina suçlularına verilen cezanın adı da buradan gelmektedir.

Recm sözcüğü ve türevleri Kur’ân’da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir yerde “öldürmek” anlamında kullanılmamıştır. “Öldürmek” anlamı dışında ise recm sözcüğü, “taş atmak”, “lânet etmek”, “sövmek, yermek”, “hicran”, “tart etmek, kovmak”, “zann ve zanna dayalı söz söylemek” anlamlarında da kullanılır olmuştur.[88]

Şeytân için bu anlamların hepsi de uygun görülmüş ve ism-i mef‘ul anlamıyla şeytâna; “taşlanmış şeytân”, “lânetlenmiş şeytân”, “kovulmuş şeytân”, “sövülmüş şeytân”… gibi isimler verilmiştir.

Bize göre buradaki racîm sözcüğü, 77. âyetin başındaki, Hemen çık oradan ifadesinin delâletiyle, “kovulmuş” anlamındadır ve konumuz itibariyle şeytânı tanımlayan en uygun ifade de, “kovulmuş şeytân”dır.

ŞEYTAN NEREDEN KOVULMUŞTUR: Bu konu Kur’ân’da Hicr/16-18 ve Sâffat/6-10′da yer almaktadır. Bu âyetler, eski müfessirlere göre müteşâbih olduğu için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl ve din dışı açıklamalar ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki, günümüzdeki meal ve tefsir çalışmalarının hepsi de konuyu aşağı yukarı aynı anlamda ve eski tefsircilerin anlayışları doğrultusunda açıklamışlardır. Ortaya çıkan bu yanlış inanç ve anlayışları kısaca özetleyerek okuyucuyu bu görüşler hakkında bilgilendirmenin yararlı olacağı kanısındayız:

Bu anlayış ve inanışlara göre, Kur’ân inmeye başlamadan önce şeytânlar diledikleri gibi göklerde dolaşırlar, meleklerin arasına sızarak onların Allah’tan öğrendikleri gayba [geleceğe] ait bilgileri kaparlar, bu bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere anlatırlar, kâhinler de bu bilgileri halka anlatırlarmış. Böylece peygamberler ile şeytânlar arasında bir sürtüşmedir devam edip gidermiş. Bazılarına göre o zamanlar gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre de yıldızlar varmış ama kovalamaca yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve şeytânlar gökyüzüne sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler öğrenmek için onların aralarına sızmaya çalışırmış. İşte, meleklerin arasına sızmaya çalışan bu şeytânlara yıldız fırlatılırmış ve alev topu hâlinde üzerilerine gelen yıldızı gören şeytânlar gerisin geri dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış. Burada net olmayan şöyle bir nokta varmış: Acaba yıldızlar yeni mi yaratılmışlar yoksa eskiden beri varlarmış da şeytânlara karşı silâh olarak yeni mi kullanılmaya başlanmışlar?

İbn-i Abbâs’a göre, şeytânlar önceleri göğe çıkmaktan men edilmemişti. Bundan dolayı göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Kâhinler de bu aldıkları kelimelere dokuz daha katarak bunları yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Bu kelimelerin dokuzu bâtıl birisi hakk idi. Îsâ peygamber doğunca, onlar üç kat gökten men edildiler. Peygamberimiz doğunca da bütün göklerden men edildiler. Dolayısıyla bu şeytânlar, kulak hırsızlığı yapmak istedikleri her seferinde ateş parçaları ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar.[89]

Özetlediğimiz bu inançlar ve özellikle İbn-i Abbâs’a isnad edilen açıklamalar doğrultusunda âyetlerin Türkçe’ye nasıl hatalı bir şekilde çevrildiğinin tipik örneği, çağımızın muteber ilim adamlarından Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın mealidir:

Şanım hakkı için, Biz semâda burclar yaptık ve onu ehl-i nazar için tezyin eyledik [süsledik], hem onu her şeytân-ı racîmden hıfzettik [koruduk]; ancak kulak hırsızlığı eden olur, onu da parlak bir şihâb takip etmektedir. (Hicr/16-18

Bakınız Biz o dünya semâyı [yakın göğü] bir zinetle donattık: kevâkib [yıldızlar]. Hem, mütemerrid [itaate yanaşmaz] her şeytândan koruduk; onlar mele-i a‘lâ’yı dinleyemezler, tard için her taraftan sıkıya tutulurlar; –ve onlara ayrılmaz bir azab vardır– ancak bir çalıp çarpan, onun da peşine bir şihâb-ı sâkıb takılır. (Sâffat/6-10)

Biz bu âyetlerin aşağıdaki şekilde çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz:

16.Andolsun, Biz, gökte birtakım burçlar oluşturduk ve bakanlar için onu süsledik.

17,18.Ve uzayı, az da olsa vahye kulak veren, kendilerini alev sütunu takip edenler/roketlerle uzaya gidenler hariç tüm düşünce yetilerinden koruduk.

(Hicr/16-18)

18. âyetin, 17. âyetin devamı olması münasebetiyle iki âyeti tek bir cümle hâlinde ifade edersek cümle şöyle şekillenir: Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytân-ı Racîm’lerden koruduk.

Yani semâ, “azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki tüm Şeytân-ı Racîmlere” kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara ise açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.

6.Gerçekten Biz en alt semayı bir süsle; yıldızlarla süsledik. 7-10Kur’ân’dan, az da olsa yararlanan ve –roketle uzaya çıkanlar hariç– sürekli gayret içinde olan, herkesçe dışlanan ve Kur’ân’a kulak vermeyen tüm düşünce yetilerinden koruduk; bunlar uzayda işe yaramaz, faaliyet gösteremez.

(Sâffat/6-10)

Sâffat/7-10 âyetleri tek bir cümle olduğu için bunları toplu halde ifade etmek mümkündür:

Biz semâyı, mele-i a‘lâ’dan bir kırıntı kapan ve kendisini şihâb-ı sâkıb takip edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a‘lâ’ya hiç kulak vermeyen şeytân-ı marid’in tümünden koruduk.

Âyetin özetini alırsak, gökyüzü, “şeytân-ı mârid”e kapalı olup, mele-i a‘lâ’dan azıcık bilgi kırıntısı sağlayan ve kendilerini delici alevin takip ettiklerine açıktır.

Âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, âyetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımlarının yapılması gerekir:

AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERMEK [KULAK HIRSIZLIĞI]: Hicr/18′deki istereka fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiş olup, Kur’ân’da sadece bu âyette geçer. Fiilin üç harfli hâli olan seraka‘nın anlamı; “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptaki anlamı ise, “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir.[90] Yani, istirak, “hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek” demektir.

Bu fiil konumuz olan âyette, men istereka’s-sem’a [sem’a kulak kabartan] cümlesi içinde yer almıştır. Burada sem’ sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, isteraka fiili, “dinleme yoluyla az bir bilgi edinen” (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) veya “(göz ucuyla) az bir şey öğrenen” demektir.

Cümlede geçen sem’a sözcüğü, “vahy”i/Kur’ân”ı işaret etmekte ve aşağıdaki âyetler de bu yargıya delâlet etmektedir:

10.Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık.”

(Mülk/10)

44.Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar.

(Furkân/44)

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca, şu âyetler de tetkik edilebilr: A‘râf/100, Yûnus/67, Nahl/65-69, Rûm/21-24, Secde; 26, Enfâl/21-22, Kehf/101, Kâf/37.

BURÛC: Âyette geçen بروج[burûc] sözcüğü, burc sözcüğünün çoğuludur. Burc, “yüksek köşk” demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de burc adı verilmiştir.[91] Âyette çoğul olarak kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burcun olduğu anlaşılır. Bazı tefsirciler on iki burcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova… burcları olarak adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji tam gelişmeden burcların sayısını kesin ifade etmek doğru olmaz kanaatindeyiz.

İSTİSNÂ: Konumuz olan pasajlardaki [Hicr/18 ve Sâffat/10] âyetler, illâ istisnâ edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisnâ edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmaktadır. Âyetleri birlikte değerlendirirsek âyetlerin anlamı, “semâyı … şeytândan koruduk ama, vahye kulak veren [mele-i a‘lâ'dan bir parça alan] ve kendisini şihâbın takip ettiği kişilerden korumadık” demek olur.

Maalesef günümüzdeki meal ve tefsirler bu anlamı tesbit etmede başarılı olamamışlardır. Âyetlerdeki الاّ[illâ] edatı yokmuş gibi davranılmış ve “men” ism-i mevsulü, şart edatı gibi değerlendirilerek söz konusu cümleye “Kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir” şeklinde “şart cümlesi” anlamı verilmiştir. Bunun nedeni, bize göre, “istisnâ cümlesi”nin anlamının hafsalaya sığdırılamamış olmasıdır. Çünkü o dönemlerde bir insanın, kendisine parlak, delici bir alev makinesi yaparak onunla gökyüzüne çıkabileceği düşünülememiş, dolayısıyla Kur’ân’daki bu ifadenin buna işaret ettiği anlaşılamamıştır.

Sonuç olarak: Bize göre şeytânın kovulduğu yer “uzay”dır, “semâ”dır. Çünkü şeytânın temsil ettiği “ham fikir”, uzay hakkında bir şey üretemez. Ama insan Kur’ân’dan bir şeyler kaparak “ham fikr”i “tefekkür” boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu [roket] yapabilir ve semâya gidebilir. Artık ona gökyüzü açıktır.

LÂNET [LA‘NET]: اللعنة [la‘net] sözcüğü, “kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak” anlamındaki la‘n sözcüğünden türemiş isimdir. Eski Araplar bu sözcüğü, “ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması” anlamına kullanırlardı. لعين [la‘în] ve ملعون [mel‘ûn] sözcükleri de buradan gelmiştir. La‘net Allah tarafından olursa, “dünyada iyilikten, âhirette de lütuf ve merhametten mahrum bırakma”; insanlar tarafından olursa, “küfür, dışlama, sövme, hakaret ve beddua” anlamında kullanılır.[92]

ALLAH TARAFINDAN İYİLİKTEN UZAKLAŞTIRILDIĞI İÇİN İBLİS’E “LA‘ÎN” ve “MEL‘ÛN” DENİR: Âyetlerden anlaşıldığına göre İblis’in lânetlenmesinin sebebi Âdem’e secde etmemesi değildir. Tam aksine İblis, racîm [kovulmuş] ve mel‘ûn [sürekli iyilikten uzaklaştırıcı] olarak yaratıldığı, programlandığı için Âdem’e secde etmemiştir.

Dikkat edilecek olursa, yaptıkları hatalar için kullarına tevbe imkânı vermiş olan Rabbimiz İblis’e tevbe hakkı vermemiş, zaten İblis de Âdem’e secde etmediği için tevbeye yönelmemiştir.

İblis’e, “Karşılık [Din] Günü”ne kadar süre verilmesi, onun bu fonksiyonlarını, Allah’tan aldığı güç ve izinle hiç değiştirmeden sürdüreceği anlamına gelmektedir. Bu da demektir ki, İblis, Rabbini tanımaktadır ve O’nun kendisine verdiği görevi yerine getirmektedir. Yani İblis, Allah’ın onu o şekilde yaratması sebebiyle kâfirdir. Bundan dolayı da, o şekilde yaratılmayıp kendi iradesiyle kâfir olanlarla karıştırılmamalı, kesin olarak onlardan ayrı tutulmalıdır.

16,17.İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın” dedi.

(A‘raf/16-17)

Eğer bu hususa dikkat edilmezse, konunun yanlış anlaşılması ve İblis’in Allah ile rekabet ve inatlaşma durumunda olduğunun zannedilmesi ihtimali ortaya çıkabilir. Hatta İblis’in,İnsanların çoğunu şükreder bulmayacaksınifadesinden yola çıkarak ve Kur’ân’ın insanların birçoğunun iman etmeyeceğini, şükretmeyeceğini bildiren âyetlerine dayanarak, ayarttıklarının sâlihlerden çok olması sebebiyle İblis’in, bu konuda Allah’a karşı üstün olduğunu bile düşünenler çıkabilir. (Haşa!)

İblis, Rabbimizin programlaması gereği zihinlerde, çevreden aldığı her etkiye karşı tepkiler ve ham dürtüler oluşturacaktır. Ancak, İblis’in insan üzerinde herhangi bir otoritesi veya zora dayalı bir egemenliği söz konusu olmayıp onun saldırılarına boyun eğmek veya direnmek insanın kendi elindedir. Bu durumda insana düşen İblis’e lânet etmek değil, onun dürtülerine karşı sürekli akıllı davranmaktır. Çünkü İblis’e yapılacak beddualar, edilecek lânetler hiçbir netice vermeyecek, Rabbimizin bildirdiğine göre İblis, “Karşılık [Din] Günü”ne kadar çizgisini hiç değiştirmeden işlevini sürdürecektir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 27. September 2008, 11:13 PM   #4
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

79.İblis, “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi.

80,81.Allah, “Haydi, sen belirli bir vakte kadar süre verilenlerdensin” dedi.

RABB: Daha önce birçok kez açıkladığımız gibi, rabb sözcüğü, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa göre uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü [gelişmeyi] programlayıp yöneten” demektir. İblis’in “Rabbim!” demesi de, bulunduğu konumun bizzat Allah tarafından programlandığını göstermektedir. İblis, “tepki”ye programlanmıştır. Başka bir ifade ile “tepki” İblis’in kaderidir, bu konuda özgürlüğü yoktur. Bu durumu iyi bilen İblis, kendisini böyle programlayan Allah’a saygılı davranarak “Rabbim” diye hitap etmektedir. Yoksa İblis’in kendi iradesiyle Allah’tan herhangi bir talepte bulunması söz konusu değildir.

NAZAR: Lisânü’l-Arab‘a göre نظر [nazar] sözcüğü, “karşı karşıya gelmek” demektir. Nazar etmek için, gözle bakıp görmeye gerek yoktur, gözleri görmeyenler de nazar ederler. Buradan hareketle, bir işin yapılması için, bu işi yapacak kimsenin veya makamın karşısına çıkmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye de nazar denilir olmuştur.[93]

Bu durumda, “bir kimsenin karşısında beklemek, kapısının önünde durmak”, nazar etmekanlamına geldiği gibi, “Allah’ın huzurunda ümitvar olarak, nimetler umarak beklemek” de,Allah’a nazar etmek anlamındadır.

SÜRELİ LÂNET: Arapça’da الى[ilâ] edatı [harf-i cerri], intiha-i gâyeyi [mesafenin sonunu] gösterir. Âyetteki, ilâ yevmi’d-dîn ifadesi de, “din gününe kadar” demektir ve bu ilâhî lânetin, “Kıyâmet Günü”nde son bulacağı anlamına gelir. Yani lânet, dünya hayatında devam edecek ve İblis iğva işini kıyâmete kadar devamlı sürdürecektir. İblis âhirette de hazır bulundurulacak olmasına rağmen orada iğva vermeyecektir. Onun âhiretteki işi, sorgu ânında birlikte olduğu kişi aleyhine tanıklık etmek olacaktır (bkz. Kâf/21, 23 ve 27 âyetleri). Âhirette Allah’ın hitaplarını hiç itiraz etmeden aynen kabul edecek olan İblis, sorgulama sonunda maddeden oluşmuş sahibi ile beraber cehenneme girecektir. İblis’in cehennemdeki durum ve konumu hakkında ise Kur’ân’da herhangi bir bilgi verilmemiştir. Dikkat çekicidir ki, Kur’ân’daki cehennem sahnelerinde hep insan vardır.

82,83.İblis, “Öyle ise en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip oluşuna yemin ederim ki ben onların hepsini; –içlerinden arıtılmış kulların hariç– kesinlikle azdıracağım” dedi.

İblis’in bu âyetlerdeki ifadesi, azdırma yetkisi ve gücünün kendisine bizzat Allah tarafından verildiğini, kendisinin sırf bu iş için yaratıldığını göstermektedir. İblis’in her hâlükârda işlevini yapacağını belirttiği bu ifadesindeki kasem [yemin], aslında Allah’ın kendisine verdiği görevi yine Allah’tan aldığı güç ve destek ile yerine getireceğine dair O’na verdiği bir söz mahiyetindedir. Yoksa İblis’in bu ifadesi, birçok eserde açıklandığı gibi Allah’a isyan anlamına gelmez. Bu ifadelerin Allah’a bir karşı çıkış olarak değerlendirilmesi, İblis’i Allah’a rakip olarak görmeyi ve insanların çoğunun doğru yoldan çıkması nedeniyle onun Allah’a karşı galip geldiğini kabul etmeyi gerektirir.

ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ

Yapılan bu istisnâ ile, İblis’in dürtülerinden مخلصين[muhleslerin=arıtılmış, arı-duru hâle getirilmiş kimselerin] etkilenmeyeceği açıklanmıştır.

Muhles kimselerin kim olduklarına dair verilen örnekler ise, sadece bu sûrede sayılan isimlerden [Dâvûd, Süleymân, İbrâhîm, İsmâîl...] ibaret değildir. Meselâ, Yûsuf peygamberin de muhles olduğu bildirilmiştir:

24.Ve andolsun o hanım, o’na niyeti kurmuştu. Eğer Yûsuf Rabbinin açık kanıtını görmese idi, o kadına niyeti kurmuştu. Ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyledir. Şüphesiz o, Bizim arıtılmış kullarımızdandı. (Yûsuf/24)

Ancak Rabbimizin Kur’ân’da muhles olarak belirttiği peygamberlerden başka hiç kimseninmuhles olmayacağını düşünerek bu niteliği sadece peygamberlere özgü saymak isabetli bir kanaat değildir. Fitnelenen, belâ ve musibetlerle sınanmaya sabreden, arınma isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akletme gibi zihnî donanımlarını güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhles olup İblis’in iğvalarından korunabilir.

Âyette “azdırma” olarak ifade edilen İblisçe dürtüleri ve somut sonuçlarını, bireysel ve sosyal hayatta karşılaşılan her türlü suç, kusur ve hataları inceleyerek görmek mümkündür. Gerek ölçüp biçmeden akla ilk geleni yapmaktan, gerekse dürtüleri kontrol etme başarısını gösterememekten dolayı pek çok insanın çeşitli zararlara uğradığı çokça gözlenmiş bir durumdur. Rabbimiz, İblis’in iğvalarına uyanların kayıpları hakkında geçmişten şöyle somut bir örnek vermektedir:

15.Andolsun ki Sebe toplumu için yurt tuttukları yerde bir alâmet/gösterge vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O’nun için nimetlerin karşılığını ödeyin! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!”–

16.Fakat onlar yüz çevirdiler; nimetlerin karşılığını ödemediler. Biz de üzerlerine barajların selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da “sidir ağacı” bulunan iki bahçeye çevirdik.

17.Bu, onların küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmişolmaları nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız.

18.Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: –Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gidin gelin!–

19.Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler ve nefislerine yanlış; kendi zararlarına işler yaparak haksızlık ettiler. Şimdi de Biz onları efsaneler yaptık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm kendisine verilen nimetlerin karşılığını çokça ödeyen sabreden için elbette alâmetler/göstergeler vardır.

20.Ve andolsun ki İblis/düşünce yetisi onlar hakkındaki zannını tasdik etti de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası İblis’e uydular.

21.Hâlbuki İblis için onlar üzerinde hiçbir kudret yoktu. Fakat Biz âhirete imanı olanı, onun hakkında yeterli bilgisi olmayandan ayırt edecektik, bildirecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır.

(Sebe/15-21)

84.Allah dedi ki: “Gerçek budur. Ben de şu gerçeği söylüyorum: “85.Andolsun ki cehennemi kesinlikle senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.”

Yüce Allah 84. âyette, daha önce İblis’in, ihlâslı kulların istisnâ edileceğini bildiren ifadesini doğrulamaktadır.

85. âyetteki منك [minke=senden] sözcüğü, “senin cinsinden” anlamına gelir. Buna göre,İblis’in cinsinden olanlar ile, İblis nitelikli insanlar ve onların sana uyanlarından ifadesiyle de, insan soyundan İblis’e uyanlar kasdedilmektedir. Âyetteki hepinizden vurgusu ise, İblis nitelikli insanların ve bunlara uyanların hiç birisinin yakalarının bırakılmayacağını, cehennemin istisnâsız olarak bunların hepsiyle doldurulacağını belirtmektedir. (Hatırlanacak olursa, İblis’in de, sevk ettiği kişi ile birlikte cehenneme sürüleceği, Kaf sûresi’ndeki âyetlerde bildirilmişti.)

Rabbimizin karşılıklı diyalog yöntemi ile bu pasajda verdiği mesaj, başka sûrelerde (Hicr/28-44, A’raf/11-18) de yer almıştır.

86.De ki: “Ben Kur’ân’a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben yükümlülük getirenlerden/ kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan da değilim.

Sûrenin bu âyetinde hitap Peygamberimize yöneltilmiş ve çok önemli bir ilke bildirilmiştir: Tebliğden ücret alınmaz, tebliğci ücret alamaz.

Bu ilke, ortaya atılan davanın ciddiyetini ve dava sahibinin samimiyetini gösterir. Hakk davetçisi, bu ilkeye göre davetine karşılık bir ücret isteyemez. Bazı yalancı davetçiler ise ücret istemekten, mal talep etmekten, makam-mevki beklemekten asla vazgeçmezler.

Yüce Allah, bu âyetin halka deklare edilmesini buyurmakla sanki Peygamberimize, “Bu işte hiçbir şahsî çıkarım yoktur; size çıkarlarım için tebliğde bulunmuyorum. Ben liderlik hırsı için sahte iddialar peşine düşen bir kimse değilim” dedirtmek istemiştir.

KÜLFETSİZLİK NEDİR: كلفة [külfet], “genellikle kişinin bilmediği, anlamadığı konularda kendisini zorlaması” demek olup; تكلّف[tekellüf] de, “kendi isteğiyle külfete girmek, zorluğa katlanmak, gösterişe kapılmak, özenmek, yapmacık hâl ve hareketlerde bulunmak, zoraki hareket” anlamlarına gelir. Âyette geçen متكلّف[mütekellif] ise, “sorumlu olmadığı hâlde bir görevi üstüne yapmacık olarak vazife bilen” demektir.[94]

86. âyetin ilk cümlesinde “ücret istememe” ilkesini bildiren Rabbimiz, âyetin ikinci cümlesinde de “mütekellif olmama” ilkesini bildirmiş ve bu ilke ile Peygamberimize, “Ben kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan değilim” açıklamasını yaptırmıştır.

Gerçekten de Peygamberimizin din adına tebliğ ettiği her şey Allah tarafından gönderilmiştir. Bunların tümü insanlığın yararına olup aralarında topluma iş olsun diye buyurulan hiçbir şey yoktur. Ayrıca Peygamberimiz, kendisinde olmayan bir şeye özenerek zoraki ve yapmacık hareketlerle olduğundan farklı görünmek isteyen birisi de değildir.

87.Kur’ân, bütün âlemler için bir öğüttür ancak.

Yani, o Kur’ân, bütün âlemler [milletler, insanlar] için bir zikir, ilâhî bir hatırlatma ve öğütten başka bir şey değildir.

Kur’ân’ın mesajı evrenseldir. Anlamı ve içeriği ile bütün insanlığa hitap etmekte ve herkese doğru yolu göstermektedir. Bu sebeple, Kur’ân tüm dünya dillerine çevrilmeli ve Rabbimizin mesajı tüm dünya insanlarına kendi dilleriyle iletilmelidir. İnsanların anlamadıkları bir dil ile Kur’ân’ı sadece telâffuz etmek veya ezberlemekle yetinmesi, bu kitabın insanları aydınlatma, doğru yola iletme amacına ters düşer. Böyle bir davranış, bize göre kendini aldatmaktır, oyalanmaktır, Kur’ân’ın gönderiliş amacını hiç anlamamış olmaktır.

88.Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz.”

Yani, siz cehâlet, inat ve küfürde ısrar edip anlattığımız bu çok net şeyleri kabule yanaşmazsanız, bir müddet sonra bu seçiminizde isabetli mi, yoksa hatalı mı olduğunuzu anlayacaksınız. Sizlerden ömrü vefa edenler, birkaç sene sonra, verdiğim haberlerin gerçekleştiğini bizzat göreceklerdir. Dünya ve âhiretle ilgili olarak verdiğim vaat ve tehdit haberlerini bir zaman sonra muhakkak bileceksiniz.

Bu âyet bize Sâd/11 ile Kamer/44-45′deki ifadeleri hatırlatmaktadır. Söz konusu âyetlerde inkârcıların çeşitli guruplardan oluşmuş bir ordu olduğu, yakında hezimete uğrayarak kaçacakları bildirilmişti. Bu âyetler konumuz olan Sâd/88 ile birlikte değerlendirildiğinde, verilen haberlerin mutlaka gerçekleşeceği ve bir süre sonra hem Peygamberimiz hem de Müslüman kitleyle ilgili önemli gelişmelerin olacağı anlaşılmaktadır. Bir bakıma, İslâm’ın zaferinin yakın olduğu müjdelenmektedir.

Sûre burada sona ermekle beraber konu, A‘râf sûresi’nde de devam etmektedir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

[1] İbn-i Sa‘d, Tabakât.

[2] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[3] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[4] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[5] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[6](Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[7] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[8](Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[9] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[10] Bkz. Tebyînu’l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1, Kıyâmet sûresi

[11] İbn-i İshâk, Sîret.

[12] Lisânü’l-Arab; c. 8, s. 344-346.

[13] (el İsfehani; el Müfredat)

[14] İbn-i İshâk, Sîret.

[15] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[16] (Tacü’l Arus, (el İsfehani; el Müfredat)

[17] Keffal Tefsiri.

[18] Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 28.

[19] Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 16.

[20] İbn-i Cerîr.

[21] Cessas, Ahkâmu’l-Kur’ân.

[22] Kadı İbnü’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân

[23](Lisanü’l Arab, “svr” mad. )

[24](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[25] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[26] Zemahşerî, Keşşaf, c. 3, s. 368-369.

[27](Lisanü’l Arab, “hlt” mad. )

[28](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[29] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[30](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[31] Lisanü’l-Arab; c. 4, s. 232-233. “Rekaa” mad.

[32] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[33] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[34] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[35] Tirmizî, el-Hakim, Nevâdirü’l-Usûl, II/178.

[36] (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[37] (Lisanü’l Arab, “hlf” mad. )

[38] Râzî; Mefâtihu‘l-Ğayb.

[39] Günahın insana zarar vermediği tezini savunarak, büyük günah sahiplerine ümit veren ve onun hakkındaki nihai kararı Allah’a havale edip te’hir eden akait fırkası.

[40](Lisanü’l Arab, “brk” mad. )

[41](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[42] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[43] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[44](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[45] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[46] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[47] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[48] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[49] Sahîh-i Buharî; “Tefsir Kitabı”, 253. bab (Sâd/35. âyet tefsiri), no: 330.

[50] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[51] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[52] Razi (Cevheri ve Müberred’den nakil)

[53](el İsfehani; el Müfredat)

[54] Ana Britannica; c. 28, s. 435.

[55] Ana Britannica; c. 11, s. 428.

[56] Ana Britannica; c. 28, s. 434.

[57] Katâde-İkrime-İbn-i Abbâs kanalıyla rivâyet edilmiştir. Bu anlamda bir rivâyet de Buharî’de vardır.

[58] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[59] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[60] Seyyid kutup

[61] İsfehani, razi, kurtubi

[62](Lisanü’l Arab, “rkz” mad. )

[63] Hasan el-Basrî’den naklen.

[64](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[65](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[66] (Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

[67](Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

[68](Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

[69](Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an

[70] (Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

[71] Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân.

[72] (Lisanü’l Arab, “dğs” mad. )

[73] Lisânü’l-Arab, 5/477, 483; Tâcü’l-Arus, 2/166-175; Müfredât, s. 294.

[74] Eyyûb, 42:10.

[75](Lisanü’l Arab, “hns” mad. )

[76] (Lisanü’l Arab, “zülkifl” mad. )

[77] (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

[78] (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

[79] Ana Britannica; c. 15, s. 241.

[80] Hezekiel Kitabı, 24:15-27.

[81] (Lisanü’l Arab, “hmm” mad. )

[82] (Lisanü’l Arab, “ğsg” mad. )

[83] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.

[84] (Lisanü’l Arab, “ghm” mad.)

[85] (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[86](Razi; el Mefatihu’l Gayb)

[87](Lisanü’l Arab, “rcm” mad. )

[88] Lisânü’l-Arab; c. 4, s. 90.

[89] İmâm Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb; Kurtubi, Ahkâmu’l-Kur’ân.

[90] Lisânü’l-Arab; c. 4, s. 565.

[91] (Lisanü’l Arab, “brc” mad. )

[92] Lisânü’l-Arab; c. 8, s. 91-92.

[93] (Lisanü’l Arab, “nzr” mad. )

[94] (Lisanü’l Arab, “klf” mad. )
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Etiketler
giriş, sağ, sûresi’ne, sûresi’ne


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hizli Erisim


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 11:58 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam