![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Bakara/53 ve Enbiya/48’de Musa peygambere verildiği söylenen “Furkan”, soyut şeyler olan hakk ile batılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırma işlevi gördüğü için Kur’an’a da isim olarak verilmiştir. Halife Ömer’e verilen “Faruk” unvanı da onun hak ve batılı iyi ayırmasından dolayıdır. (Lisanü’l-Arab; c.7, s. 82- 85, Tacü’l-Arus; frk mad.)
İçinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı, Şüphesiz Biz indirdik. Teslim olmuş kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, Rabbaniler [kendilerini Allah’a adamış kişiler] ve Ahbar [âlimler] da, Allah'ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Maide/44) Ve hani Biz, doğru yolu bulursunuz diye, Musa'ya, o kitabı ve furkanı vermiştik. (Bakara/53) Vahyin bu ortak amacı doğrultusunda bu ayetlerden itibaren geçmiş peygamberlere değinilmektedir: 51 – Ve ant olsun ki Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik. 52 – Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti. 53 - Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler. 54 – O [İbrahim]: “Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi. 55 - Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler. 56, 57 – O [İbrahim] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.” 58 – Sonra da o [İbrahim], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti. 59 – Onlar [Kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zalimlerdendir” dediler. 60 – Onlar [Bazıları] “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için “İbrahim” deniliyor” dediler. 61 – Onlar, “O halde ona tanık olmaları için onu [İbrahim’i] insanların gözleri önüne getirin” dediler. 62 – Onlar, “Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler 63 – O [İbrahim]: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi. 64 - Bunun üzerine kendi kafalarına [vicdanlarına] döndüler de: “Şüphesiz siz, zalimlerin ta kendisisiniz” dediler. 65 – Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler: “Ant olsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin” dediler. 66, 67 - O [İbrahim]: “O halde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi. 68 – Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler. 69 - Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik. 70 – Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık. 71 - Onu da, Lût'u da, âlemler için, içinde bolluklar bulunan topraklara kurtardık. 72- Ve Biz ona İshak’ı, ilave olarak da Yakub’u bağışladık. Ve hepsini iyi kimseler yaptık. 73- Ve Biz onları, bizim emrimizle kılavuzluk yapan önderler kıldık. Ve Biz onlara hayırlar işlemeyi, salâtı ikame etmeyi, zekâtı vermeyi vahyettik. Ve onlar, sadece Bize kulluk yapanlar idiler. Tevhid inancını yerleştirme sürecinde Musa’ya (as) ve Harun’a (as) yapılan vahiyler konu edildikten sonra, bu ayet gurubunda da İbrahim peygamber ve onun kavmi ile olan mücadelesi nakledilmektedir. İbrahim’in (as) nasıl eğitilip belli bir kıvama getirildiği ve ondan sonraki dönemde onunla kavmi arasında hangi olayların cereyan ettiği, ayetlerde çok açık ve detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Burada dikkatleri birkaç konu üzerine çekeceğimizden, İbrahim’in (as) buradaki kıssalarının diğer surelerdeki anlatımlarla da ilişkilendirilerek açıklanması gerekmektedir. Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım, fikir sancısı çekiyorum]’ dedi. Hani o, babasına ve toplumuna: “Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah’ın astlarından birtakım uydurma ilahları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?” demişti. Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], ondan [İbrahim’den] arkalarını dönerek geri durdular [onunla ilişkiyi kestiler]. Sonra da o, onların ilahlarına sokulup ‘Yemez misiniz/ nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?” dedi. Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu. Bir süre sonra, onlar [İbrahim’in halkı] koşarak İbrahim’le yüz yüze geldiler. O [İbrahim]: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır’ dedi. Onlar: “Şunun için bir duvar yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler. Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. (Sâffât/85-93) Kitap’ta İbrahim’i de an / hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddık [özü, sözü doğru] biri idi, peygamberdi. Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. O [Babası]: “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm]. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]” dedi. O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi. Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık]. Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili kıldık. (Meryem/41-50) Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk. Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir" dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi. Sonra Ay'ı doğarken görünce de “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi. Sonra Güneş'i doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene / yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi. En’am, 75- 79: İbrahim’i de (gönderdik). Hani o kavmine: “Allah’a ibadet edin ve O’na takvalı davranın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır Siz Allah’ın astlarından bir takım taştan, ağaçtan putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki o, sizin Allah’ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin için bir rızık vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah yanında arayın ve O’na kulluk edin ve O’na şükredin. O’na döndürüleceksiniz.” demişti. Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım ümmetler de yalanlamıştı. Elçiye düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir. Onlar, Allah'ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra da bunu tekrarladığını da mı görmediler? Şüphesiz bu, Allah'a göre çok kolaydır. De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, O’nun yaratmaya nasıl başladığına bir bakın. Sonra Allah, son yapıyı inşa edecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. O, dilediği kimseye azap eder, dilediği kimseye de rahmet eder. Ve siz yalnızca O'na döndürüleceksiniz. Ve siz yeryüzünde ve gökte aciz bırakanlar değilsiniz. Ve sizin için Allah’ın astlarından bir veli ve yardımcı yoktur. Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden kimseler; işte onlar Benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar, kendileri için acıklı bir azap olanlardır. Sonra onun [İbrahim’in] toplumunun cevabı, yalnızca: “Onu öldürün, tahrik edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır. O [İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.” Bunun üzerine ona Lut inandı. Ve o [İbrahim] dedi ki: “Ben Rabbime hicret ediciyim. Şüphesizi O, Azîz ve Hakîm’in ta kendisidir. (Ankebut/16-26) Diğer surelerden alınan yukarıdaki pasajları da okuduktan sonra, şimdi konumuz olan Enbiya suresine ait pasajı tahlil etmeye devam edelim: Bu pasajdaki bazı ifadeler esas anlamlarından alınıp çarpıtılmak suretiyle bazı yanlış anlayışlar ortaya atılmış ve bunlar doğru gibi kabul görmüştür. Yanlış değerlendirildiğine inandığımız bu hususlar, İbrahim’in yalan söylemiş olduğu ve ateşe atılması konularıdır. Enbiya/62, 63’te geçen “Onlar ‘Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?’ dediler. O [İbrahim]: ‘Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun’ dedi” ifadesinde nakledilen sözleri ile Saffat suresinde geçen “Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım, fikir sancısı çekiyorum]’ dedi” şeklindeki ifadeleri İbrahim’in (as) söylediği yalanlar olarak lanse edilmiştir. İbrahim’e (as) yalan isnadıyla ilgili klasik eserlerde şu bilgiler mevcuttur: “Buhârî, Müslim ve Tirmizî'nin rivayetlerine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Peygamber İbrahim -üç husus dışında- asla hiçbir şey hakkında yalan söylemiş değildir. Bunların birisi onun: "Şüphesiz ki ben hastayım" (Sâffât/37, 89) sözü, diğeri Sara hakkında: “O benim kız kardeşimdir” demesi, diğeri de: "Hayır; onların bu büyükleri bunu yapmıştır" demesidir." Lafız Tirmizî’ye aittir. Tirmizî dedi ki: Bu, hasen sahih bir hadistir. İsra'yı anlatan hadiste, Müslim'in Sahih'indeki rivayete göre Ebu Hureyre (ra), İbrahim (as) kıssası hakkında şöyle demiştir: Ve onun yıldız hakkındaki "Bu benim Rabbimdir (En'âm/76)” sözünü de zikretmektedir Buna göre onun söylediği yalanların sayısı dört tane olmaktadır. Ancak Rasûlullah (sav): "İbrahim peygamber ancak üç defa yalan söylemiştir. Bunların ikisi şanı yüce Allah'ın zatı hakkındadır. (Biri): "Gerçekten ben hastayım" sözü ile "Hayır; onların şu büyükleri bunu yapmıştır" sözleri, birisi de Sara hakkındadır." Bu lafzıyla hadisi Müslim rivayet etmiştir Yıldız hakkında söylediği: "Bu benim Rabbimdir" sözünü yalan kapsamına girmekle birlikte; söylediği yalanlar arasında saymayışının sebebi, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır-, ya bu sözünü henüz çocukken ve mükellef olmadığı bir halde söylemiş olabilir. Yahut da o kavmine bu sözleri onları azarlamak ve yaptıklarını reddetmek anlamında, soru maksadı ile söylemiş olmalıdır ve soru edatı hazfedilmiştir. Ya da kavmine karşı değişikliğe uğramak özelliğinde bulunan varlığın rabb olmaya elverişli olmadığına dikkatlerini çekmek maksadıyla delil getirmek üzere söylemiş olabilir.” (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) Hâlbuki İbrahim’in (as) “Aksine, onu şu büyükleri yaptı” demesi, kavmini alaylı bir üslupla uyarma ve susturma amaçlı bir ifade idi. Bu tarz bir ifadeyle istiyordu ki, kavmi kendisine “Bunlar konuşmazlar, faydaları da yoktur, zarar da veremezler” diye itiraz etsinler; böylece o da: “O halde onlara niye ibadet ediyorsunuz?” diye kavmine sitem edebilsin. Böylece kendi kazdıkları kuyuya düşsünler, aptallıklarını anlasınlar da hakka dönsünler. İbrahim’in (as) “Şüphesiz ben hastayım” sözüne gelince: Saffat suresinde de beyan ettiğimiz üzere, İbrahim (as) böyle demekle çekmekte olduğu fikir sancılarını ifade etmiştir. Yoksa toplantı yerine gitmemek için bedenindeki bir hastalığı dile getirmemiştir. Yani bahane uydurmamıştır. Bu konuya ait detay Saffat suresinde verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c. 5, s. 538- 542) İbrahim’in ateşe atılma efsanesi de klasik kaynaklarda şöyle nakledilir. "Dediler ki; Onu ateşle yakın!" Onlar delil ileri süremeyecek hale geldiklerinde günahkârlık ile üstünlük duygusu onları yakaladı ve zorbalık, galip gelmek yoluna koyularak: "Onu ateşle yakın" dediler. Rivayet edildiğine göre bu sözleri söyleyen kişi Pers Bedevilerinden yani çölde yaşayan göçebelerden Kürtlerden bir adammış. Bunu İbn Ömer, Mücahid ve İbn Cüreyc demiştir. Denildiğine göre adı Heyzer imiş. Allah onu yerin dibine geçirmiş ve kıyamet gününe kadar yerin içinde batmaya devam edip durmaktadır. Bir diğer görüşe göre bu sözü söyleyen, onların hükümdarları Nemrut imiş. İbrahim'i ateşte yakmak suretiyle de "İlâhlarınıza yardım edin." Çünkü o, onlara dil uzatmakta ve onları ayıplamaktadır. Haberde nakledildiğine göre; Nemrut seksen arşın yüksekliğinde ve kırk arşın eninde büyükçe bir köşk inşa etmişti. İbn İshak dedi ki: Bir ay boyunca odun topladılar, sonra ateş yaktılar. Ateş alev aldı ve gittikçe alevi arttı. Öyle ki etrafından uçan bir kuş geçecek olursa, saçtığı ısının etkisiyle yanıyordu. Sonra İbrahim’in (as) ayaklarını bağladılar; elleri de boynuna doğru bağlanmış olduğu halde mancınığa yerleştirdiler. Denildiğine göre o gün mancınığı onlara yapan İblis olmuş. Semavat, arz ve onlarda bulunan bütün melekler ve bütün yaratıklar -insanlar ve cinler müstesna- tek bir ses halinde: Rabbimiz diye feryat ettiler. Bu yeryüzünde İbrahim'den başka sana ibadet eden kimse yük, senin uğrunda ateşe atılıp yakılacak. Ona yardımcı olmak üzere bize izin ver. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Eğer sizden herhangi bir şeyin yardımını ister yahut yardıma davet edecek olursa, ona yardım edin. Bu hususta Ben ona izin verdim. Eğer benden başkasına dua etmeyecek ve çağırmayacak olursa onun halini en iyi bilen Benim, onun dostu ve yardımcısı da Ben olacağım." İbrahim'i ateşe atmak istediklerinde -henüz o daha havada iken- su hazinedarı olan melekler ona gelip; Ey İbrahim, dediler. Dilersen ateşi su ile söndürebiliriz. O: Benim size bir ihtiyacım yok, dedi. Rüzgârla görevli olan melek ona gelip; Dilersen ateşi uçururum, dedi. Yine: Hayır dedi. Sonra başını semaya kaldırıp: "Allah'ım, semada olan biricik [ilâh] sensin. Yeryüzünde de yapayalnız olan benim. Benden başka Sana ibadet eden kimse yok. Allah bana yeter, O ne güzel Vekil'dir." Ubeyy b. Ka'b’ın rivayetine göre; Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "İbrahim'i ateşe atmak üzere el ve ayaklarını bağladıklarında; "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim, ey âlemlerin Rabbi, Hamd yalnız Senindir, mülk yalnız Senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur" dedi. Sonra onu mancınık ile oldukça uzak bir mesafeden attılar. Cebrail onu karşıladı ve: Ey İbrahim dedi; Bir ihtiyacın var mı? O, sana bir ihtiyacım yok, dedi. Cebrail, o halde Rabbinden iste, deyince şöyle dedi; "O'nun halimi bilmesi O'ndan dilekte bulunmama gerek bırakmıyor." Bunun üzerine söz söyleyenlerin en doğru sözlüsü olan Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!" Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Allah o ateşte hararetini kaldıracak bir soğukluk, soğukluğunu da kaldıracak bir hararet yarattı. Böylelikle ateş onun için esenlik oldu. Ebu'l- Âliye dedi ki: Eğer "serin ve selâmet ol" dememiş olsaydı, ateşin soğuğu hararetinden daha fazla olurdu. Eğer "İbrahim'e" dememiş olsaydı, soğukluğu da ebediyete kadar devam edecekti. Kimi ilim adamının da naklettiğine göre, Yüce Allah cennetten bir yaygı indirdi ve onu Cahim’de yaydı. Allah Cebrail, Mikail, soğuk meleği ve selâmet meleği gibi melekleri indirdi. Ali ve İbn Abbas dediler ki: Eğer soğukluğunun akabinde "selâmet olması"nı dilememiş olsaydı, İbrahim o ateşin soğuğundan ölürdü ve o gün kendisi kastediliyor kanaatiyle sönmedik hiçbir ateş kalmayacaktı. es-Süddî dedi ki: Yüce Allah ağaçtan alınmış her bir odun parçasına ağacına geri dönüp meyvesini bırakmasını emretti. Ka'b ve Katade dediler ki: Ateş İbrahim'in kendisiyle vurulup bağlandığı bağlardan başka şeyleri yakmadı. O ateşin içerisinde yedi gün kaldı, kimse ateşe yaklaşamadı. Sonra oraya vardıklarında onun ayakta namaz kılmakta olduğunu gördüler. el-Minhâl b. Amr dedi ki: İbrahim dedi ki: Ben ateşte bulunduğum günlerde, karşı karşıya kaldığım nimetlerin benzerini hiçbir zaman görmedim. Ka'b, Katade ve ez-Zührî de dediler ki: O gün zehirli keler dışında, İbrahim'in ateşini söndürmeye çalışmamış hiçbir hayvan kalmadı, Bu zehirli keler ona karşı ateşi üflüyordu. İşte bundan dolayı Rasûlullah (sav) öldürülmesini emretmiş ve ona Fuveysika [fasıkçık, küçük bozguncu] adını vermiştir. Şuayb el-Himmanî dedi ki: İbrahim on altı yaşında iken ateşe atıldı. İbn Cüreyc dedi ki: İbrahim yirmi altı yaşında iken ateşe alıldı. Birincisini es-Sa'lebî, ikincisini de el-Maverdî nakletmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Kelbî dedi ki: Bütün yeryüzü ateşleri soğudu, bir davar paçası dahi pişiremedi. Nemrut, yaptırdığı köşkten, onun gölge meleği tarafından teselli edilerek bir divan üzerinde oturmakta olduğunu görünce: Senin Rabbin ne iyi bir Rabbdir! Yemin ederim O'na dört bin tane ineği kurban edeceğim, dedi ve İbrahim’e (as) ilişmedi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) “Ona Nemrut ve beraberindekiler bir tuzak kurmak istediler. Bizse onları yaptıkları işlerinde en büyük zarara uğrayanlar kıldık. Ve onların tuzaklarını, en zayıf yaratığımızı kendilerine musallat kılmak suretiyle başlarına geçirdik.(Enbiya/70)” İbn Abbas dedi ki: Allah onların üzerine en zayıf mahlûku olan sivrisineği musallat etti. Aradan vakit geçmeden Nemrut arkadaşlarının ve atlarının parıldayan kemiklerini gördü. Bu sinekler onların etlerini yemiş, kanlarını içmişti. Bir tanesi de onun burun deliğine girmiş ve beynine ulaşıncaya kadar önüne geleni kemirip durmuştu. İnsanlar arasında en değerli kabul ettiği kişi demir bir balyozla kafasına vuran kişi oluyordu. O, yaklaşık kırk yıl bu şekilde kaldı. "Biz onu ve Lût'u âlemler için bereketlendirdiğimiz arza (ulaştırıp) kurtardık", Biz İbrahim'i ve Lût'u Şam arzına ulaştırarak kurtardık, demektir. İkisi ise daha önce Irak topraklarında idiler. İbrahim (as) -İbn Abbas'ın dediğine göre- Lût (as)’ın amcası idi. Oraya "mübarek" denilmesinin sebebi ise çok verimli, mahsullerinin ve ırmaklarının bol olmasıdır. Ayrıca orası peygamberler yatağıdır. Bereket, hayrın bir yerde karar kılması demektir. Eğer deve bir yere çakılıp kalır da oradan ayrılmazsa “Berku’l-Baîr” denilmesi de buradan gelmektedir. İbn Abbas dedi ki: Mübarek topraklardan kasıt Mekke'dir. Beytu'1-Makdis olduğu da söylenmiştir. Çünkü peygamberlerin çoğunu Yüce Allah oradan göndermiştir. Aynı şekilde orası da çok verimli ve mahsulü bol bir yerdir, suları tatlıdır ve tatlı sular da yere oradan dağılır. Ebu'l-Âliye dedi kî: Ne kadar tatlı bir su varsa, mutlaka semadan Beytu'l-Makdis'teki kayaya iner, sonra oradan yere dağılır. Benzeri bir söz Ka'b el-Ahbar'dan da nakledilmiştir. Mübarek toprakların Mısır olduğu da söylenmiştir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) Minhâl b. Amr da şöyle der: "Bana şu rivayet ulaşmıştır: İbrahim (a.s.) o ateşe atılınca orada kırk veya elli gün kalmış ve "Burada olduğum kadar, güzel bir hayat yaşamadım” demiştir. Bu kıssa şu şekilde de rivayet edilmiştir: "Onlar, Hz. İbrahim (a.s.) için, bir yer yaptılar ve onu oraya attılar. Sonra oranın üzerinde yedi gün durmadan ateş yaktılar. Sonra bu ateşi, İbrahim (a.s.)’in üzerine kapattılar. Ertesi gün ateşi açtıklarında, Hz. İbrahim (a.s.)'in yanmamış olduğunu, sadece terlediğini gördüler. Bunun üzerine, Lut'un babası Haran: "Ateş onu yakmaz, çünkü o ateşi büyülemiştir. Fakat onu bir şeyin üzerine koyup o şeyin altından bir ateş yakın. Çünkü ancak ateşin dumanı onu öldürebilir" dedi. Onlar da Hz. İbrahim (a.s.)'i bir kuyunun üstüne yerleştirip, alttan ateş yaktılar. Bir kıvılcım sıçrayıp Lût'un babasının sakalına geldi ve onu yaktı. (Razi; el Mefatihu’l Gayb) Katâde şöyle diyor: Kertenkele dışında o gün gelen her bir hayvan Hz. İbrahim'in ateşini söndürmüştür. Zührî der ki: Hz. Peygamber (s.a.) onun [kelerin] öldürülmesini emretti ve onu “Füveysık” olarak isimlendirdi. İbn Ebu Hatim der ki: Bize İbn Vehb'in kardeşi oğlu Ebu Abdullah'ın... Fâkih İbn Muğîre el-Mahzûmî'nin bir cariyesinden rivayetinde o, şöyle anlatmış: Hz. Âişe'nin yanına girdim ve evinde bir mızrak gördüm. Ey mü'minlerin annesi, bu mızrakla ne yaparsınız? diye sordum. Dedi ki: Bununla şu kelerleri öldürürüz. Şüphesiz Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: İbrahim ateşe atıldığı zaman keler dışında yeryüzünde ateşi söndürmeyen hiç bir hayvan kalmamıştır. O ise Hz. İbrahim üzerine [ateşe] üfürdü. Allah Rasûlü (s.a.) bize onun öldürülmesini emretti. (İbn Kesir) İbrahim'in (a.s.) hayatı ile ilgili bu önemli olaya Kitab-ı Mukaddes'te hiç değinilmemektedir. Hatta onun Irak'taki hayatıyla ilgili hiçbir şeye Nemrut'la, babasıyla ve bütün kavmiyle çatışmasına, putperestliği ortadan kaldırma çabalarına, sonunda memleketinden zorla çıkmasına neden olan ateşe atılması olayına, Kitab-ı Mukaddes'in hiçbir yerinde rastlanmamaktadır. Kitab-ı Mukaddes sadece onun memleketinden göç edişine, ona da sanki sadece bir aile maişeti için bir yerden bir yere göç ediyormuş gibi değinir. Kur'an ile Kitab-ı Mukaddes arasında ilginç bir fark daha vardır. Kur'an'a göre bir müşrik olan İbrahim'in (a.s.) babası, oğlunu cezalandıranların en başında geliyordu, fakat Kitab-ı Mukaddes daha değişik bir olay anlatır: |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
"Terah'ın zürriyetleri bunlardır. Terah Abram'ın, Nahor'un ve Haran'ın babası oldu ve Haran, Lut'un babası oldu. Haran doğduğu memlekette, Keldanilerin Ur şehrinde babası Terah'ın önünde öldü. Abram ve Nahor kendilerine eşler aldılar. Abram'ın karısının adı Sara ve Nahor'un karısının adı Milka idi. O Milka'nın babası ve İska'nın babası olan Haran'ın kızı idi. Ve Sara kısırdı. Onun çocuğu olmazdı. Ve Terah oğlu Abram’ı, Haran'ın oğlu olan torunu Lut'u, oğlu Abram'ın karısı olan gelini Sara'yı alıp Kenan diyarına gitmek üzere Keldanilerin Ur şehrinden onlarla çıktı. Ve Haran'a gelip orada oturdular. Terah'ın günleri 205 yıl oldu ve Terah Haran’da öldü." [Tekvin 11: 27-32]
"Ve Rab Abram'a dedi: "Memleketinden akrabanın yanından ve babanın evinden sana göstereceğim memlekete [Kenan'a] git. Seni büyük bir millet yapacağım. Seni mübarek kılacağım ve senin adını yücelteceğim: Sen de mübarek olacaksın. Seni mübarek kılanları mübarek kılacağım, sana lanet edene lanet edeceğim ve yeryüzünün bütün kabileleri sende mübarek olacaktır." [Tekvin 12: 1-3]. Burada Hz. İbrahim'e niçin bu kadar iltifat edildiği nedense belirtilmemiştir. Talmut ise İbrahim'in (a.s.) Irak'ta kaldığı sürece yaşadığı olaylarla ilgili bir kaç ayrıntıya yer verir. Bunlar genellikle Kur'an'daki ayrıntılara uyar, fakat bazı önemli olaylarla ilgili çok büyük çelişkiler vardır. Hatta insan Talmut'ta anlatılan olayların karmakarışık ve faraziyelerle dolu olduğunu hisseder, oysa Kur'an'da anlatılan apaçıktır ve İbrahim'e (a.s.) yakışmayacak hiçbir şey yoktur. Okuyucunun bu olayla ilgili Kur'anî açıklama ile Yahudi versiyonu arasındaki farkı anlaması için Talmut'ta anlatılanları aşağıda özetliyoruz. Bu, aynı zamanda Kur'an'ın, Kitab-ı Mukaddes'ten ve Yahudi edebiyatından kıssalar aldığını düşünen kimselerin zihnindeki yanlış anlamayı da ortadan kaldıracaktır. Talmut'a göre, "Kahinler, Abram'ın doğduğu gece gökyüzünde büyük bir yıldız gördüler ve Nemrud'a Terah'ın evinde doğan çocuğu öldürmesini tavsiye ettiler. Kral çocuğu öldürmeye karar verdi, fakat Terah çocuğunu sakladı ve onun yerine bir hizmetçinin çocuğu öldürüldü. Bunun üzerine Terah karısını ve çocuğunu bir mağaraya sakladı, çocukla annesi orada on yıl yaşadılar. On birinci yılda Abram, Terah tarafından Nuh'a götürüldü. Abram, Nuh ve oğlu Sam'ın gözetiminde 39 yıl yaşadı. Bu sırada Abram, kendisinden 42 yaş küçük olan yeğeni Sara ile evlendi. [Kitab-ı Mukaddes, Sara'nın Abram'ın yeğeni olduğuna değinmez, adı geçen yaş farkı ise 10 yıl olarak belirtilmiştir.] [Tekvin 11: 29; 17: 17] Talmut daha sonra şöyle devam eder: "Abram 50 yaşına gelince Nuh'dan ayrıldı ve babasına geri geldi. Babasının bir putperest olduğunu ve evinde 12 aya tekabül eden 12 put bulunduğunu gördü. Babasını putperestlikten vazgeçirmeye çalıştı, fakat babası onu dinlemeyince İbrahim bir gün evdeki bütün putları kırdı. Bunu gören Terah doğruca Nemrud'a gitti ve 50 yıl önce evinde doğan çocuğun ihanet ettiğini ve evdeki putları kırdığını söyledi. Bu konuda kralın hüküm vermesini istedi. Nemrut, Abram'ı sorguya çekti, fakat Abram'ın verdiği cevaplar, dosdoğru, kesin ve açıktı. Nemrud onu hapse attı ve meseleyi karar için meclise sundu. Meclis Abram'ın yakılarak öldürülmesi hükmünü verdi. Bunun üzerine bir ateş hazırlandı ve Abram ateşe atıldı. Kardeşi, aynı zamanda da kayınpederi olan Haran da ateşe atıldı. Nemrud, Terah'a doğduğu gün Abram'ın yerine neden başka bir çocuk öldürüldüğünü sormuş, o da bunu Haran'ın planlandığı cevabını vermişti. Bu nedenle Haran da yakılarak cezalandırıldı. Haran yanarak öldü, fakat insanlar Abram'ın alevlerin arasında hiçbir zarar görmeksizin yürüdüğünü gördüler. Nemrud'a bunu haber verdiklerinde o da bu olayı kendi gözleriyle gördü ve şöyle bağırdı: "Ey göklerin ilahının adamı! Ateşten çık ve yanıma gel." Bunun üzerine Abram ateşten çıktı. Nemrud ona inananlardan biri oldu. Ve ona çok pahalı hediyeler verdi. Bundan sonra, Talmut'a göre Abram Irak'da iki yıl daha kaldı. Ta ki Nemrud korkunç bir rüya gördü ve kahinler Abram'ın onun krallığını yerle bir edeceğini, bu nedenle Abram'ı öldürmesi gerektiğini söylediler: Nemrud, Abram'ı öldürmek üzere adamlar gönderdi, fakat Abram, Nemrud'un kendisine verdiği Eleazar adındaki köleden onların planlarını öğrendi. Bunun üzerine Abram kaçtı ve Nuh'un yanına sığındı. Terah da onu orada ziyarete geldi. Baba ile oğul en sonunda o memleketi terk etmeye karar verdiler, Nuh ve oğlu Sam de bu kararı desteklediler. Bunun üzerine Terah, oğlu Abram, torunu Lut, aynı zamanda torunu olan oğlunun karısı Sara ile birlikte Ur şehrini terk edip Haran'a gitti." [H. Plano: The Talmut Selections, Londra, sh. 30-42.] Mantıklı bir insan Talmut'un bu anlattıklarını okuduktan sonra, bu kitabın Kur'an'da anlatılan kıssalara kaynak teşkil ettiğini düşünebilir mi? (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an) İbrahim’in yakılması konusu Bu konunun birtakım rivayetlerin etkisinden çıkarılıp Kur’an’daki ifadelerin gerçek anlamları doğrultusunda tahlil edilmesi gerekir. Konu ile ilgili ayetler üç ayrı surede yer almaktadır: Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler. Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik. Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık. (Enbiya/68- 70) Onlar: “Şunun için bir duvar yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler. Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. (Saffat/97, 98) Sonra onun [İbrahim’in] toplumunun cevabı, yalnızca: “Onu öldürün veya tahrik edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır. (Ankebut/24) Enbiya/68 ve Ankebut/24’te “ حرّقوهharriqûhu” ifadesi yer almaktadır. Bu ifade genellikle “yakın!” olarak çevrilegelmiştir. Biz bu ifade üzerinde biraz tahlil yapacağız: “ حرّقواHarrikû” sözcüğü “ حرقhrq” kökünden, tef’ıl babından çoğul emir kipidir. Bu sözcüğün mastarı olan “ تحريقtahriq” sözcüğü “ateşlendirme” anlamıyla Türkçeye de geçmiştir. (Bir de “hareket” kökünden gelen “harekete geçirme, kışkırtma” anlamında “ تحريكtahrik” sözcüğü vardır. Kaf ve Kef harfleri Türkçede sadece “k” harfiyle ifade edildiğinden karıştırılabilmektedir.) Sözcüğün kökü olan “ ح ر قhrq”, “ ateşin alevi”nden gelmektedir. Tahrik, “ateşin bir şey üzerindeki etkisi” demektir. Hastalık nedeniyle gözdeki yanma, hastalıklar nedeniyle kalpteki sızı; soğuk, sıcak ve rüzgâr etkisiyle bitkilerin yanması, acı ve tuzlu şeylerle ağızda oluşan acılar da bu sözcükle ifade edilir. (Lisanü’l Arab, c.2 , s. 404- 406) Bu durumda bu sözcük “sıkıntı verme, eziyet çektirme, mahvetme” anlamlarında da kullanılabilir. Nitekim Türkçede belaya, sıkıntıya düşüldüğünde “ben yandım, bittim, mahvoldum” denildiği gibi, ani bir sıkıntı geldiğinde de “yandım anam!” denir. Ankebut/24’te “Onu öldürün veya tahriq edin [yandırın]” ifadesi dikkat çekmektedir. Bu ifadeye göre İbrahim’e iki cezadan biri verilecektir: Ya ölüm ya da “tahriq”. “Tahriq” eyleminde İbrahim’in öldürülmesi söz konusu değildir. Onu öldürmeyip mahvedeceklerdir. Enbiya/70 ve Saffat/98’e göre, toplumu İbrahim’i tahriq’ten sonra plan kurmuşlardır. İbrahim’i yakıp yok edecek olsalar İbrahim’e tuzak kurmalarına gerek kalmazdı. Onlar “İbrahim’e nasıl eza edebiliriz, sıkıntı çektirebiliriz ve mahvedebiliriz?” diye plan kurmuş olmalıdırlar. “Cahim” ve “Nar” sözcükleri de her zaman gerçek anlamı olan “ateş” anlamında kullanılmaz. Mecazen aşırı sıkıntı anlamlarında da kullanılır. Hayır… Hayır… Eğer ki ılmelyakin [kesin bilgi] ile bilirseniz cahimi [çılgınca yanan ateşi] mutlaka görürsünüz. (Tekasür/5, 6) Ve Yahudiler, “Allah’ın eli sıkıdır” dediler. -Söyledikleri şeyler sebebiyle onların elleri bağlandı ve onlar lanetlendi.- Aksine O’nun [Allah’ın iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve ant olsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. (Maide/64) Körü körüne Ataların izinden gitmek Pasajın 52- 54. ayetlerindeki “Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: ‘Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ demişti. Onlar: ‘Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk’ dediler. O [İbrahim]: ‘Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz’ dedi” ifadelerinden, İbrahim’in kavminin kendilerini savundukları tek şeyin taklit, atalar dinine bağlılık olduğu görülmektedir. Kur’an’ın naklettiği bütün kıssalarda aynı şeyi görmekteyiz: Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri: “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız.” demişlerdi. (Zuhruf/23) Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170) Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin” dendiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? (Mâide/104) Ve onlara: “Allah'ın indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokman/21) 74 - Ve Lut; Biz ona bir hüküm, bir ilim verdik. Onu çirkin işler işleyen kentten kurtardık. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdiler, fasıklar idiler. 75 – Ve Biz onu [Lut’u] rahmetimizin içine girdirdik. Şüphesiz o, salihlerdendir. Geçmişe ait Musa ve İbrahim kıssalarından sonra üçüncü olarak Lut’a (as) da değinilmiş ve gönderildiği toplum ile aralarındaki olaylar kısaca nakledilerek ibret ve öğüt alınması istenmiştir. Daha evvel A’raf, Hud, Hıcr, Şuara ve Neml surelerinde de Lut (as) ile ilgili açıklamalar geçmişti: (And olsun), Lût'u da (elçi olarak gönderdik). Hani o, kavmine demişti ki: “Siz, sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı iğrençliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten ve kesinlikle siz, kadınların astından, erkeklere şehvetle gidiyorsunuz. Aslında siz sınırı aşan bir kavimsiniz.” (A’raf/80-81) Ve onun kavmi hızlıca ona geldiler. Onlar daha önce de çirkinlikler yaparlardı. O [Lut]: “Ey kavmim! İşte bunlar kızlarım. Onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah’a takvalı davranın, beni misafirlerim ile ilgili olarak rezil rüsvay etmeyin. Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?” dedi. (Hud/78) Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” dedi. İşte kavminin cevabı da sadece “Doğru söyleyenlerden isen Allah'ın azabını bize getir!” demeleri oldu. (Ankebut/29) Hani kardeşleri Lut onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz haddi aşan bir kavimsiniz.” (Şuara/166) Lut’u da [elçi olarak kavmine gönderdik]. Hani o, kavmine; “Göz göre göre hâlâ o aşırılığı [hayâsızlığı] yapacak mısınız? Şehvet yönünden kadınlardan aşağı olan erkeklere yaklaşacak mısınız? Aslında siz cahillikte devam edegelen bir kavimsiniz!” demişti. (Neml/54, 55) 76 – Ve Nuh’u; hani o daha önce nida etmişti de Biz de ona cevap vermiştik. Sonra da Biz kendisini ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] büyük sıkıntıdan kurtardık. 77 – Ve ayetlerimizi yalanlayan kavmine karşı ona yardım ettik. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdiler de Biz onları topluca suda boğduk. Bu ayetlerde de Nuh peygamber hatırlatılmaktadır. Nuh’un (as) kıssası burada çok kısa verilmiştir. Nuh ile ilgili detay da daha evvel birçok surede yer almıştı: Ve Nuh dedi ki: “Bu yerde dolaşan kâfirlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar. Rabbim! Benim için, anam-babam için, mümin olarak evime giren kişiler için ve mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret et! Zalimlere de sadece yok oluşu arttır.” (Nûh/26-27) Ve Nuh’a vahyolundu: “Kesinlikle kavminden iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için onların yaptıkları şeylere üzülme. Ve Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapan kimseler hakkında da Bana hitapta bulunma. Kesinlikle onlar suda boğulmuşlardır [boğulacaklardır].” Ve o, gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelenler, ona her uğrayışta onunla alay ediyorlardı. O [Nuh] dedi ki: “Bizimle alay ediyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle alay ettiğiniz gibi alay edeceğiz. -Artık o aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin üstüne ineceğini ileride bileceksiniz.- Nihayet emrimiz geldiği ve fırın/ tandır kaynadığı zaman Biz dedik ki: “Her cinsten birer çifti ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni ve iman etmiş olanları onun içine yükle.” -Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.- (Hûd/36-37) Bunun üzerine Biz ona: “Bizim gözetimimiz ve vahyimiz ile gemiyi yap. Sonra Bizim emrimiz gelip de tandır kaynayınca, her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de onlardan, daha önce kendisi aleyhinde Söz geçmiş olanların dışındaki ehlini [aileni, yakınlarını, inananlarını] gemiye sok. Zulmetmiş olanlar konusunda bana başvurma. Şüphesiz onlar boğulmuşlardır. Sonra sen ve beraberindeki kişiler gemiye yerleştiğinde de: ‘Hamd bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah içindir’ de! Ve: ‘Rabbim! Beni bolluk olan bir yere indir/bana bolca ikramda bulun. Sen, indirenlerin/ikramda bulunanların en iyisisin’ de” diye vahyettik. (Mü'minun/27- 29) Bunun üzerine o [Nûh] Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik düşürüldüm, bana yardım et/intikamımı al!” Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik. Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık, derken sular takdir edilmiş/ayarlanmış bir iş üzerine birbirine kavuştu. Onu [Nuh’u] da, nankörlük edilen kişiye bir mükâfat olmak üzere, korumamız/gözetimimiz altında akıp giden levhaları [tahtaları] ve çivileri/urganları olan [sal] üzerinde taşıdık. (Kamer/11-13) 78 - Davud ve Süleyman'ı da; hani onlar, kavmin koyunlarının, içinde geceleyin yayıldığı ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de, onların hükmüne şahit idik [kavmin yasalarının ne olduğunu biliyorduk]. 79 - Sonra da Biz, onu Süleyman’a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve ilim verdik. Davud ile beraber tespih etsinler diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve Biz yapanlarız. 80 – Ve Biz, sizin kötülüğünüzden sizi korumak için, sizin için zırh yapımını ona öğrettik. Artık siz şükredenler misiniz? 81- Ve Süleyman’a, içinde bolluklar oluşturduğumuz toprağa doğru onun emriyle akıp giden kasırga halindeki rüzgârı… (boyun eğdirdik). Ve Biz her şeyi bilenleriz. 82- Ve şeytanlardan, kendisi için dalgıçlık eden ve bundan daha düşük iş yapan şeytanları da… (boyun eğdirdik). Ve Biz onlar için koruyucular idik.” Bu ayetlerde ise yine özet olarak Davud ve Süleyman peygamberlere değinilmiştir. Davud ve Süleyman peygamberlere verilen nimetler çok kısa ifadeler ile anlatılmıştır. Bu iki peygamber, haklarında en fazla efsane oluşturulan peygamberlerdir. 79- 82 arasındaki ayetlerde sayılan nimetler daha evvel Sad ve Sebe’ surelerinin tahlilinde detaylı olarak açıklanmıştı. (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s.333-370) Bu nedenle, bu pasajda konu edilen nimetleri kısaca hatırlatmakla yetineceğiz. Davud ve Süleyman peygamber, kuşlardan yararlanmayı, dağlarda zor şartlarda yaşamayı, demir ve bakırı işlemeyi, denizlerde yelkenli gemilerle ticareti ileri seviyeye çıkarmayı, emri altında çalıştırdığı yabancı işçilerden denizcilikte, bayındırlıkta, yol-köprü ve diğer inşaat işlerinde, bakır kaplar ve heykeller yapımında yararlanmayı başarmışlardır. Konu ile ilgili olarak Sebe suresindeki pasajı hatırlatmakla yetiniyoruz: Ve Ant olsun ki, Biz Davud’a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve onun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir.- Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.- (Sebe/10, 11) Davud, Beytüllahim'de yaşayan Yuda kabilesinden sıradan bir gençti. Filistinlilere karşı açılan bir savaşta, İsrail'in en büyük düşmanı olan Calût'u öldürdü ve birdenbire İsrailoğulları arasında değeri yükseldi. Bu olayla birlikte önemi artmaya başladı, öyle ki Talut'un [Seul’ün] ölümünden sonra ilk önce Hebron'da [bugünkü el-Halil] Yuda kralı seçildi, daha sonra da bütün İsrail kabilelerinin kralı oldu. Kudüs'ü aldı ve orayı İsrail krallığının başşehri yaptı. Onun liderliğinde tarihte ilk defa, sınırları Akabe körfezinden Fırat nehrinin batı kıyılarına kadar uzanan Allah'a ibadet eden bir krallık kurulmuş oldu. Kur’an’a baktığımızda Davud’a verilen nimetleri şöyle toplayabiliriz: a- Bilgi: (Neml/15). b- Kuvvet: (Sâd/17). c- Dağların boyun eğdirilmesi: (Sebe'/10). d- Tövbesinin kabulü (Sâd/24, 25). e- Hükümranlık (Sâd/26). f- Demiri işleme: Sebe’/10). g- Zebur (Nisa/163). h- Fasl-ı hıtap (Sebe’/20) ı- Hikmet (Sebe’/20) |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitabeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını dinleyenlerin zevk alacağı etkileyici anlatımlarla insanlara daha rahat iletirler, çevreyle iletişimlerini daha iyi kurarlar. Kimilerinin de hitabetleri zayıftır, ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.
Âyetteki فصل الحطاب [fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir. Fasl-ı hıtâb deyimi ayrıca, hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de ifade etmektedir. [Tebyinü’l Kur’an; c.2, s.343] SÜLEYMAN PEYGAMBERE VERİLEN NİMETLER: Konumuz olan pasajda Süleyman peygambere de nimetler verildiği beyan edilmiştir. Bunlardan ilki, rüzgârın ona musahhar kılınması, bir diğeri de cinlerin emrine verilmiş olmasıdır. Süleyman peygamber deniz ticaretine önem verip yelkenli gemilerden bir filo kurmuştu. Gemiler yelkenleri sayesinde, eskiden deve, katır gibi araçlarla aylarca süren yolculuk mesafesini kısaltmıştı. Konunun teferruatı Kitab-ı Mukaddes’in 3. Krallar bölümünün 9. Bab’ında yer alır. Bu ticaret filosu Akabe körfezinin başında bulunan Ozio-Geber’den Ofir’e gider gelirdi. Ve o uzak diyarlardan altın, fildişi, sandal ağacı ve kıymetli taşlar ve baharat gibi sıcak ülke ürünlerinden bereketli toprağa [Filistin] gelir akıtırlardı, taşırlardı. Süleyman, ülkesini o dönem o kadar çok zengin etmişti ki, gümüşün değerce taştan farkı yoktu. SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN EMRİNDEKİ ŞEYTÂNLAR/CİNNLER: Bu konu daha evvel Sâd ve Cinn surelerinde ele alınmış ve detaylı olarak açıklanmıştı. Bu nedenle burada kısa bir hatırlatma yapmakla yetineceğiz. Burada konu edilen cinler halk kültüründeki cinler değildir. Bunlar Süleyman peygamberin babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşlık yapan Sur kralının gönderdiği Huram baba ve emrindeki hünerli kişilerdir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar konusunda düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, Kur’ân'daki tanımı dışında, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka bulunmamaktadır. Hatırlanacak olursa, Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken “şeytân” konusuna da değinilmiş ve okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan açıklamalarda şeytân'ın sözlük anlamının kısaca, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleymân peygamber kıssasında sözü edilen şeytânlar da, bu tip şeytânlardır. Yani, Süleymân peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir. Cinn olarak nitelenen bu varlıkların kimler olduğu konusunda doğru bir tahlil yapılabilmesi için öncelikle “dinler tarihi” bilgisine ihtiyaç vardır. Babası Dâvûd peygamberden sonra o'nun mirasçısı olarak ülkesinin hükümdarı olan Süleymân peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahudi ve Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Süleymân peygamber ile ilgili haberler Ehl-i Kitap'ta da mevcuttur. Eldeki Tevrât'ın muharref [bozulmuş] olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, tarihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de tarihin temel kaynakları arasındadır. Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberle ilgili olarak verdiği bilgilerin kaynağını Eski Ahit olarak göstermiştir: Hz. Süleymân'ın yaşamı ile ilgili bilgilerin hemen tümü Eski Ahit'ten kaynaklanır. Kitab-ı Mukaddes, Süleymân peygamberin hizmetinde olan kişilerin, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinnlerin hünerli zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Tevrât'ın bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân'ın bu âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da, bu anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleymân'a hizmet eden cinnleri, halk kültüründeki hayalî cinler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir. Süleymân peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytân nitelikli cinnler, bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır. Süleymân peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür. Konunun detaylarını hatırlamak isteyenlere, bu konunun ele alındığı bölümleri (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.392- 397, c.3, s.191) tekrar okumalarını öneriyoruz. Konumuz olan pasajdaki 78. ayette, Kur’an’da daha evvelki kıssalarda yer almayan bir olaydan bahsedilmektedir. Bu durum, söz konusu olayın o günün toplumlarında bilindiğini göstermektedir. Ayetlerde olayın mahiyeti ile ilgili bilgi verilmemiş, sadece Davud ve Süleyman peygamberlerin “koyunların gece ekin yemesi” konusunu görüşerek meselenin nasıl bir hükme bağlanacağı konusunda müzakere ettikleri bildirilmiştir. Bu hususta klasik kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır: Ekini Bozan Davar Hakkında Hüküm Bu hususun nasıl cereyan ettiği hususunda şu izah yapılmıştır: a- Müfessirlerin ekserisi şöyle demişlerdir: Hz. Davud'a, birisi ekinin sahibi, diğeri de sürünün sahibi olarak iki adam geıir. Ekin sahibi "Falancanın davarları, benim ekinime girdi ve ondan hiçbir şey bırakmadı" dedi. Bunun üzerine Dâvud (a.s.) "Git, sürü senindir" hükmünü verdi. Derken, ikisi oradan ayrıldılar ve Süleyman (a.s.)'a rast geldiler. Bunun üzerine Süleyman (a.s.): "Aranızda nasıl hükmetti?" deyince onlar, Davud'un verdiği hükmü söylediler. Süleyman (a.s.): "Kadı [hâkim] ben olsaydım, başka türlü hüküm verirdim" dedi. Bu söz, Dâvud (a.s.)'a ulaşınca, bunun üzerine Dâvud (a.s.), Süleyman (a.s.)'ı çağırdı ve "O ikisi arasında sen nasıl hükmederdin?" deyince, Süleyman (a.s.) şöyle dedi: "Ben, davarları, ekinin sahibine verirdim. Böylece, o davarların sütü, kuzusu ve yünü, ekin sahibinin olur. Ertesi yıl, ekin, yenildiği günkü durumuna ulaştığında, koyunları geri sahibine verirdim. Böylece de, ekin sahibi ekinini almış olurdu". b- İbn Mesûd, Sureyh ve Mukâtil (r.h.) şöyle demişlerdir: "Bir çoban geceleyin, bir üzüm bağının yanına yatak kurdu [sürüsünü orada yatırdı]. Derken çoban farkında olmadan, koyunlar o bağa girdi; üzüm dallarını yiyerek, bağı işe yaramaz hale getirdi. Ertesi gün, bağın sahibi, Dâvud (a.s.)'a başvurdu. Dâvud (a.s.) da, o bağın değeriyle koyunun değeri arasında bir farklılık olmadığı için, koyunların bağ sahibinin olacağı şeklinde hükmetti. Onlar çekip gittiler. Derken, Süleyman (a.s.)'a rastladılar. Bunun üzerine Süleyman (a.s.) onlara "Aranızda nasıl hükmetti?" deyince, onlar, Dâvud (a.s.)'ın verdiği hükmü anlattılar. Süleyman (a.s.), "Bu hükümden başka bir hüküm her iki tarafın durumuna daha uygun olabilir" dedi. Bu söz, Dâvud (a.s.)'a ulaştı. Derken, Dâvud (a.s.), Süleyman (a.s.)'ı çağırdı ve ona, "Babalık ve peygamberlik hakkı için, o iki tarafın durumuna daha uygun olan şeyi bana haber vereceksin" dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s.), "Sürüyü, kendisinden yararlanmak üzere, bağın sahibine verirsin, çoban da, eski halini alıncaya kadar o bağı ıslah etmeye çalışır. Daha sonra sürüyü, sahibine geri verirsin" dedi. Dâvud (a.s.), bunun üzerine, "Hüküm, senin verdiğin hükümdür" dedi ve ayni karan verdi. İbn Abbas (r.a.) bu hükmü verirken, Hz. Süleyman (a.s.)'ın yaşının on bir olduğunu söylemiştir (Razi; el Mefatihu’l Gayb) Dâvûd ve Süleyman (AS) Mürre kanalıyla İbn Mes'ûd'dan rivayetle Ebu İshak, otlatılan bu ekinin, salkımları oluşmuş bir bağ olduğunu söyler. Şüreyh de böyle söylemiştir. İbn Abbâs, âyette geçen “ النّفش en-nefşü” kelimesinin otlatma anlamında olduğunu söylerken; Şüreyh, Zührî ve Katâde gece otlatma anlamında olduğunu söylemişlerdir. Katâde gündüz otlatmaya ise arap dilinde “ الهمل el-hemelü” denildiğini belirtir. İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb Hârûn İbn İdrîs el-Asâmm'ın... İbn Mes'ûd'dan rivayetlerine göre; o, “Dâvûd ve Süleyman da, hani, kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken ...” ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu, salkımları oluşmuş bir bağ idi ve koyunlar onları bozmuştu. Dâvûd, koyunların bağ sahibine ait olduğuna hükmetti. Süleyman ise şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, hüküm bundan başkadır. Hz. Dâvûd: Hüküm nasıldır, diye sordu da, şöyle cevapladı: Bağı koyun sahibine verirsin, eski haline dönünceye kadar ona bakar. Koyunları da bağ sahibine verirsin. Onlardan istifade eder. Nihayet bağ eski hâline döndüğü zaman bağı sahibine, koyunları da sahibine verirsin. İşte Allah Teâlâ'nın: “Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmiştik” ayeti budur. Avf de aynı açıklamayı İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Hammâd İbn Seleme'nin Ali İbn Zeyd kanalıyla ... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle anlatmış: Hz. Dâvûd, koyunların ekin sahibine ait olmasına hükmetmişti. Çobanlar yanlarında köpekleri ile çıktıklarında Süleyman onlara: Aranızda nasıl hüküm verdi, diye sordu. Onlar Hz. Davud'un hükmünü haber verdiler. “Şayet işinizi ben üstlenmiş olsaydım bundan başka bir hüküm verirdim” dedi. Bu, Hz. Davud'a haber verildi de Hz. Süleyman'ı çağırdı ve: “Aralarında nasıl hükmedersin?” diye sordu. Koyunları ekin sahiplerine veririm, koyunların yavruları, sütleri, yağları ve faydaları onların olur. Koyunların sahipleri de ekin sahiplerinin ziraat yaptıkları gibi onlar için ekin ekerler. Ekin eski haline ulaştığı zaman ekin sahipleri ekini alır, koyunlar da sahiplerine geri verilir, dedi. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın ... Mesrûk'dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Koyunların içinde otlamış olduğu ekin bağ idi. Koyunlar orada otlamış ve üzüm salkımı bırakmayıp yemişlerdi. Onlar [bağın sahipleri] Hz. Davud'a gelmişler ve koyunların sahipliğini onlara vermişti. Hz. Süleyman şöyle dedi: Hayır, aksine koyunlar alınır ve bağ sahiplerine verilir. Koyunların sütleri ve faydaları onlara ait olur. Koyunların sahiplerine de bağ verilir, onu ıslah eder ve imar ederler. Ta ki koyunların otladığı gecedeki haline gelinceye kadar… Sonra koyun sahiplerine koyunları, bağ sahiplerine de bağları verilir. Şüreyh, Mürre, Mücâhid, Katâde, İbn Zeyd ve birçokları da böyle söylemiştir. (İbni Kesir) Bu olaya Kitab-ı Mukaddes'te de, Yahudi eserlerinde de değinilmemiştir. Müslüman müfessirlere göre bu olay şöyle meydana gelmiştir: Bir adamın davarları geceleyin başka bir adamın ekinine girmişti. Ekin sahibi Davud'a (a.s.) şikâyet etmiş, o da davarların tarla sahibine verilmesine hükmetmişti. Fakat Süleyman (a.s.) bu görüşü kabul etmemiş ve ekinler eski haline gelinceye dek davarların tarla sahibinde kalması fikrini öne sürmüştü. Bununla ilgili olarak Allah: "Biz doğru hükmü Süleyman'a öğrettik" buyuruyor. Fakat hukukî yönden böyle bir meselenin İslâmî hükmünün de olduğunu söyleyemeyiz. Bu konuda Resulullah'tan (s.a) rivayet olunan bir hadis yoktur. Bu nedenle fakihler bu konuda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Fakat ele alındığı çerçeve içinde bu olayın, peygamberlerin de, Allah vergisi güç ve yeteneklerine rağmen sadece birer insan olduklarını vurgulamak için anlatıldığına dikkat edilmelidir. Bu olayda her ikisi de peygamber oldukları halde, Allah Hz. Süleyman'a gösterdiği doğru yolu, Hz. Davud'a (a.s.) göstermediği için o yanılmıştı. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an) 83, 84 – Ve Eyyûb; hani o: “Şüphesiz bana zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye Rabbine nida etmişti de Biz, Onun için icabet etmiştik. Sonra ondan zararlı olan şeyleri kaldırdık. Ve katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir öğüt olmak üzere, kendisine ehlini [ailesini, yakınlarını] ve kaybettikleriyle bir mislini daha verdik. Bu ayetlerde Eyyub peygamberin başına da sıkıntıların geldiği, onun da diğer peygamberler gibi sadece Allah'tan yardım dilediği, Allah'ın da samimiyetinden dolayı ona büyük lütuflarda bulunduğu anlatılmaktadır. Eyyub’un (as) burada hatırlatılmasının nedeni, başından geçenlerin ibret verici ve iyi bir öğüt örneği olmasıdır. Eyyub ile ilgili olarak daha evvel Sad suresinde şu bilgiler verilmişti: Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Meşakkat ve acı ile bana şeytân dokundu [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].” “Ayağın ile topukla [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!” Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik. “Ve eline bir tutam bitki al, onunla hemen, rızk aramak için sefere çık ve hanis olma [kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme].” Gerçekten Biz o'nu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir. (Sad/41-44) Eyyub (as) da hakkında birçok asılsız hikâye düzülen peygamberlerden biridir. Hakkındaki söylentileri Sad suresinde ele alıp açıkladığımızdan, detayın oradan (Tebyinü’l Kur’an; c. 2, s. 398- 418) okunmasını öneriyoruz. 85 – Ve İsmail, İdris ve Zülkifl; Hepsi sabreden kimselerdendi. 86 - Onları da rahmetimizin içine girdirdik. Şüphesiz onlar salih kişilerden idiler. Bu ayetlerde, İsmail, İdris ve Zülkifl’in de sabredenlerden oldukları ve onların da Allah’ın rahmetine mazhar olan salih kişiler oldukları bildirilmiştir. Allah’ın rahmetine girdirilmiş olmaları, üçünün de elçi olarak seçildiklerini göstermektedir. Bu üç peygamber ile ilgili olarak daha evvel şu ayetleri görmüştük: İsmail’i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir. (Sad/48) Ve Kitap’ta İsmail’i an / hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sadık idi, bir elçiydi, bir peygamberdi. Ve o ehline [ailesine, çevresine] namazı / sosyal desteği ve zekâtı emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti. Ve Kitap’ta İdris'i an / hatırlat. Şüphesiz o, çok sadık biriydi, bir peygamberdi. Ve Biz onu yüce bir mekâna yükselttik. (Meryem/54-57) Daha evvel Zülkifl ve İdris ile ilgili olarak şu açıklamaları yapmış idik: ZÜLKİFL: ذوالكفل [Zülkifl] ismi Kur’ân'da 2 kez geçmektedir. Zülkifl sözcüğü, “nasip ve kısmet sahibi” anlamına gelmekte olup, bu sözcükle ayette kasdedilen, o sâlih adamın ismi değil, lâkabıdır. Fakat bu lâkap burada, o kişinin dünyevî zenginliğini değil, üstün şahsiyetini ve ahiretteki derecesini ifade etmektedir. “Zülkifl”in kimliği ve milliyeti hakkında birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Onun; Zekeriyyâ, İlyas, Nûh'un oğlu Yeşu veya Elyasa olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Eyyûb peygamberin kendinden sonra peygamber olan Bişr adındaki oğlu olduğunu söyleyenler de vardır. Allame Alusî ise, “Yahudiler o'nun, İsrailoğulları’nın esareti sırasında [M.Ö. 597] peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur ırmağı yakınlarında bir bölgede yapan Hezekiel olduğunu iddia ederler” demiştir. Kitab-ı Mukaddes'teki anlatımlar dikkate alındığında, bu kişinin Hezekiel olduğu yolundaki görüş en uygun görüş gibi durmaktadır. Çünkü Hezekiel'in özellikleri, âyette bildirilen niteliğe ters değildir ve Hezekiel kitabı da fazla tahrifata uğramamış yazılardan biri olarak kabul edilmektedir: Sonradan eklenmiş az sayıda parçayı ötekilerden ayırt etmek olanaklıdır, ama metnin büyük bölümünün gerçekliği kuşkusuzdur. Kitab-ı Mukaddes'e göre, Kudüs'ü işgal eden Bahtunnasr'ın, İsrailoğulları’ndan aldığı ve Irak'ta Habur ırmağı yakınlarındaki Tel-abib'e yerleştirdiği esirlerden biri olan Hezekiel, en fazla 30 yaşındayken peygamberlik görevini almış ve tam 22 yıl boyunca gerek esaretteki İsrailoğulları’na ve gerekse zalim yöneticiye ve adamlarına Allah'ın mesajını tebliğ etmiştir. Görevinin 9. yılında “gözlerimin sevgilisi” diye adlandırdığı karısı ölen Hezekiel, ertesi gün karısının ölümüne ağlamaya gelenleri Allah'ın gazabıyla ve dünyada gelecek olan yakın azapla uyarmıştır. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 420) |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
İDRİS: “İdris peygamber de Kur’an’da iki kez anılmıştır. Ayetlerden öğrendiğimize göre, İdris peygamber de sözünde duran, içi dışı doğru bir kişi ve bir elçiydi. Yaptığı kulluk sonucunda Rabbi tarafından yüksek bir mertebeye yükseltilmişti. Bu yüksek mertebe, bize göre, peygamberlik rütbesi ve İsmail peygamberin de ulaştığı Allah’ın hoşnutluğu mertebesidir. İsrailiyatın etkisinde kalan birçok müfessir, İdris peygamberin yükseltildiği mertebeyi onun canlı olarak göklere çıkarıldığını, sonra da cennete yerleştirildiğini anlatan nakillerle açıklamışlardır. Rivayetlerdeki uydurmalar zaman içinde daha da abartılarak “Kırk Sual” ismiyle şöhret olan kitapta efsaneleştirilmiştir. Bu hikâyelerde İdris peygamberin, Tevrat’ta ismi geçen “Hanok” olduğu ileri sürülmüştür. İdris peygamberin canlı olarak göğe, cennete çıkışından başka, onun ilk yazıyı yazan, ilk dikiş diken, ilk hesap yapan ve ilk silâh kullanan kişi olduğuna dair de hikâyeler düzülmüştür:
87- Ve Zünnûn’u [kılıç sahibini, Ninovalı’yı]; hani, öfkelenerek gitmişti de kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. Sonra da karanlıklar içinde, “Senden başka ilah diye bir şey yoktur! Seni tespih ederim. Şüphesiz ben zalimlerden oldum!” diye seslenmişti. 88- Sonra da Biz, ona cevap verdik ve onu, gammdan/ üzüntüden kurtardık. Ve işte, inananları Biz böyle kurtarırız. Bu ayetlerde Zünnun [Yunus] peygambere değinilmiş, onun bunalıp görevden korkup kaçtığı, sonradan da kendisini toparlayıp bunalımlardan kurtulduğu, Allah’a dönmesi halinde O’nun her bunalana yardım edeceği bildirilmiştir. Yunus peygamber burada “Nun sahibi” olarak takdim edilmiştir. Bir başka ayette ise “Hut sahibi” olarak tanıtılmıştı. Pasajın içeriğinden her ikisinin de kesin olarak Yunus peygamberi nitelediği anlaşılmaktadır. Ayetlerden anlaşıldığına göre Yunus peygamber görev yaptığı dönemlerden birinde sabredemeyip görevden kaçmıştı. Bu ara bunalıma girdi. Aklını başına toplayıp Allah’a yalvardı. Allah onun tövbesini kabul edip görevini sürdürdü. Yunus Peygamberle ilgili Saffat suresinde çok geniş açıklamalarda bulunmuştuk. Farklı ciltte yer alması ve önemli olması hasebiyle açıklamalarımızı burada da naklediyoruz. Elbette Yunus da gönderilenlerdendir [elçilerdendir]. Hani o, dolu bir gemiye doğru kaçak bir köle gibi kaçmıştı. Sonra o, ok çekişti, sonra da kanıtı iptal edilenlerden [tezi çürütülenlerden] oldu. Sonra onu Hut [açgözlülük- bunalım] yutmuştu. O ise kınayıcıydı [pişman olmuştu]. Sonra eğer, şüphesiz o, Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, kesinlikle diriltilecekleri güne kadar onun [hut’un] karnında [karanlıklarda, bunalımda] kalacaktı. Sonra Biz, o hasta iken;[fikir sancısı çekerken] onu sahile attık. Onun üzerine geniş yapraklılardan bir ağaç bitirdik. Ve onu, yüz bin hatta daha çok kişiye elçi olarak gönderdik. Sonunda inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık. (Saffat/140-148) Yunus peygamber kendisine verilen görevden bunalıp sabredememiş, kaçak bir köle gibi kaçmıştır. Daha sonra yaşadığı zihinsel mücadele sonucu hatasını anlayıp tövbe etmiş ve içine düştüğü bunalımlardan kurtulmuştur. Sonra da Rabbimizin rahmeti ile görevine sarılıp elçilik görevini yerine getirmiştir. Hatırlanacağı üzere, Rabbimiz, daha evvel ismini vermeden lakabıyla Yunus’a değinmiş, peygamberimize de onun gibi yapmamasını, sabırla elçilik görevini sürdürmesini tembihlemişti: Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. Eğer Rabbinden ona bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. Ancak, Rabbi onu seçti, sonra da iyilerden kıldı. (Kalem/48- 50) Yunus kıssası İsrailiyat etkisiyle algılanmış ve bu hususta birçok efsane oluşturulmuştur. Gemi yolculuğunda kura çekilmesi, kuranın Yunus’a (as) çıkması, Yunus’un (as) kendisini denize atması ve Yunus’un (as) balığın karnındaki durumu ile ilgili nakilleri Saffat suresinin tahlilinde uzun uzadıya alıntıladığımız için merak edenlerin söz konusu nakilleri (Tebyinü’l-Kur’an; c: 5, s: 580-589) oradan okumalarını öneriyoruz. YUNUS’U HUT YUTMASI Genellikle “onu balık yuttu” diye çevrilen sözcüğün mahiyeti ile ilgili olarak Araf/163’ün tahlilini yaparken “hut” sözcüğü ile ilgili geniş bir açıklama (Tebyînü’l-Kur’an: c: 3, s: 72-82) yapmıştık. Önemine binaen o açıklamamızın kısa bir özetini burada tekrar veriyoruz. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için o bölümün tamamının okunmasının daha yararlı olacağını düşünüyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz. “Hut” sözcüğü, dil bilimcilerinin bir kısmına göre “balık”, bir kısmına göre de “büyük balık” demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adı olmakla beraber, eski çağlardan beri bilinen burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır. Ancak Kur’an’ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil, gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir. “Hut” sözcüğünün geçtiği eski şiirlerden biri “Ve Sahip lâ hayre fi şebabihi / Hûten, izâ mâ zâdenâ / …” şeklindedir. Sözcük bu mısrada “ağır ağır da yutsa, çabuk çabuk da yutsa, kendisine kâfi gelmeyen [doymayan, doyma duygusu olmayan]” anlamında kullanılmıştır. Bu temel açıklamadan anlaşıldığına göre, “hut” sözcüğü aslında doyma hissi olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek değildir. Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı “semek”tir. Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemelerine ara verme sebebinin doymaları değil de tıkanmaları olması bugün artık bilimsel bir bilgidir. Balıkların bu özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları, günlük hayata yansımış bir gerçektir. Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır. Buna göre, “hut” ve “havt” sözcüklerinin anlamlarını “hırs, doyumsuzluk” olarak ifade etmek mümkündür. “Hut” sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima “sebebiyet mecaz-ı mürseli” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan “hırs ve doyumsuzluk” zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu “bunalım ve karamsarlık” kastedilmektedir. Kur’an’ın anlatım özellikleri ve ayet çeşitleri dikkate alındığında, bazı sözcüklerin mecaz anlamlarda kullanıldığı, dolayısıyla da Yunus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşabih olduğu anlaşılmaktadır: 1- Kalem/48’deki “makzum” sözcüğü aslında “boğazın tıkanması, sıkıntıdan nefes alamamak” demektir. Sözcüğün bu anlamı Türkçeye “nefes nefese”, “soluk soluğa”, “havasızlıktan boğulacak hâlde” deyimleriyle çevrilebilir. Ancak bu nefes darlığı, içinde bulunulan dertten, sıkıntıdan, ıstıraptan da kaynaklanabilir. Nitekim Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında, bu nefes darlığının sözcüğün hakikat anlamına uygun olarak havasızlıktan değil, sıkıntıdan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. 2- Enbiya/87’de Yunus peygamberin “karanlıklar içinde” olduğu bildirilmiştir. Buradaki karanlık da yine sözcüğün hakikat anlamına uygun olan “ışıksızlık” değil, zihinsel bunalımdır. Bunu anlamak için Bakara/257’ye bakmak gerekir: Allah, iman sahiplerinin Veliy’sidir [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınıdır]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların Yakın Kimseleri tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklar onlar. (Bakara/257) Görüldüğü gibi, ne Yüce Allah karanlıkta kalanları kurtarmak için onlara ışık tutacağını söylemekte, ne de Tağut, saptırdıklarını ışıklarını söndürmek suretiyle karanlığa sürüklemektedir. Dolayısıyla nur “manevî aydınlık, mutluluk”; karanlık da “zihinsel karanlık, bunalım” anlamına gelmektedir. 3- Enbiya/88’de Rabbimiz Yunus peygamberi “ğamm”dan kurtardığını bildirmektedir. “Ğamm” sözcüğü ve türevleri hakikat manasında “bulut” demektir. Fakat sözcük mecazen “keder, üzüntü, sıkıntı, bunalım, karanlık” anlamlarında da kullanılır. Nitekim Türkçeye de bu anlamıyla geçmiştir. Dolayısıyla “ğamm” sözcüğü bu ayette Yunus peygamberin buluttan kurtarıldığını değil, üzüntüden, sıkıntıdan kurtarıldığını ifade etmektedir. 4- Saffat/142’deki “onu hut yutmuştu” ifadesi, Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında, Yunus peygamberin üzüntüye boğulduğu, sıkıntıya düştüğü, bunalıma girdiği anlamına gelmektedir. Yunus peygamberin dopdolu [yükünü tamı tamına almış] bir gemiye doğru kaçtığı [gittiği] hatırlanacak olursa, dopdolu olması sebebiyle gemiye binememesi onu üzmüş, bunalıma düşürmüş olmalıdır. Gerek “hut” sözcüğünün esas anlamı, gerekse Yunus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşabih olması, Yunus peygamber ile ilgili ayetlerdeki “hut” sözcüğünün “balık” anlamında kullanılmadığını göstermektedir. Buradan hareketle denilebilir ki, Kehf/61 ve 63’te geçen Musa peygamberin “hut”u da Yunus peygamberin “hut”u gibi balık değil, düşmüş olduğu bunalımdır, karamsarlıktır. Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da 141. ayette geçen “ساهم sâheme” ve “المدحضين müdhadıyn” sözcükleridir. Genellikle ayet “Sonra o, kur’a çekti ve kaybedenlerden oldu” şeklinde meallendirilmiştir. Oysa biz bu iki sözcüğün konumuz olan ayete alışılmışın dışında bir anlam kazandırdığı kanaatindeyiz. Bu nedenle her iki sözcüğü de daha yakından inceleyeceğiz: “ ساهمSÂHEME”: Bu sözcüğün kökü “ سهمsehm” sözcüğüdür. “Sehme”, bazen “nasip, haz” anlamında kullanılsa da, sözcüğün esas anlamı “ok”; kumarda, kur’a çekiminde kullanılan ok demektir. Sözcük “yüzün değişmesi [hastalıktan, can sıkıntısından, mahcubiyetten sararması, kızarması]” anlamında da kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c: 4, s: 730- 731) Konumuz olan “Sâheme” ise, aynı kök fiilin Mufaale kalıbından gelen bir sözcüktür. Mufaale kalıbı fiile “müşareket [işteşlik]” anlamı kazandırdığından, “Sâheme” fiili de bu kalıpta “ok çekişti” anlamına gelmektedir. 141. ayete bu anlam gözetilerek bakıldığında, Yunus’un [as] bindiği gemide birileri ile tartıştığı [karşılıklı okları çekiştikleri] ya da Yunus’un [as] kendi kendisiyle mücadele edişi, aklı ile hissi arasındaki oklaşması, kavgası anlatılmak istenmiştir. Zaten 145. ayette “o sakim iken [fikir sancısı çeker iken]” ifadesi yer almaktadır. Müşareket her zaman çokluk arasında olmayıp tek kişide de olabilir. Yunus’un [as] kendi kendine yapmış olduğu fikir jimnastiği de işteşlik içeren bir eylemdir. المدحضين MÜDHADIYN: Bu sözcüğün kökü “ دحضdhd” fiili olup “kaygan bir mahalden ayağı kaydı” demektir. Konumuz olan “müdhadıyn” sözcüğü bu fiilin İf’al kalıbından gelmiştir ve anlamı “ayağın kaydırılması” demektir. Sözcük atın, devenin ayağının kayması anlamında kullanıldığı gibi, kişinin tezi için ileri sürdüğü delillerin iptal edilmesi, işe yaramaması anlamında da kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c: 3, s: 306. “dhd” mad.) Buna göre, konumuz olan sözcüğün anlamı da “ayağı kaydırılmışlardan”, “delili iptal edilmiş, tezi çürütülmüş olanlardan” demektir. Sözcük, konumuz olan ayetten başka şu ayetlerde de kullanılmıştır: Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Küfretmiş olan kişiler de hakkı batılla iptal etmek [ortadan kaldırmak] için mücadele ediyorlar. Ve onlar, ayetlerimizi ve korkutuldukları şeyleri alaya aldılar. (Kehf/56) Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonraki bir takım hizipler yalanladı. Her ümmet, kendi elçilerini yakalamak için teşebbüste bulundu; kendisiyle hakkı batılla gidermek için mücadele ettiler. Ben de onları yakalayıverdim. İşte, azabım nasıl oldu? (Mümin/5) Ve kendisine icabet edildikten sonra Allah hakkında tartışanlar; onların kanıtları Rableri katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir gazap vardır, çetin azap da onlar içindir. (Şura/16) Artık anlaşılmış olmalı ki, Yunus (as) ne kur’a çekmiş, ne de kur’ada kaybetmiştir. O, kaçış sebeplerinin gerekçelerinin geçerli olmadığını anlamıştır. Ya da birileri ona bunu anlatmıştır. KAÇMAK- HİCRET Ayette Yunus’un (as) kaçtığı, hem de sahibinden kaçan bir köle gibi kaçtığı anlatılmaktadır. Bunun açık anlamı “görevden kaçmak”tır. Hicret ise üstlenilen görevi, görevi verenin izni veya emri ile bir başka yerde sürdürmeye gitmektir. Peygamberimiz Mekke’den ayrılırken görevden değil Mekkelilerden kaçıyordu. Amacı üstlendiği görevi başka ortamlarda devam ettirmekti. Bu nedenledir ki, Peygamberimizin hicreti hem emirle olmuş, hem de hicret edenler övgüye mazhar olmuşlardır. Peygamberimizin hicreti ile Yunus peygamberin kaçışı arasındaki temel fark budur. Onların söylediklerine/söyleyeceklerine sabret! Ve güzelce ayrıl onlardan. (Müzzemmil/10) Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Bakara/218) Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun -Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195) Saffat/145’teki “Sonra Biz, o hasta iken[fikir sancısı çekerken]...” ifadesinden, Yunus peygamberin de İbrahim (as) gibi bir hayli fikir işkencesi, zihinsel çile çektiği anlaşılmaktadır. Saffat/142- 145. ayetlerden anlaşılan durum şudur: Yunus (as), Allah’a tevbe edip yakarmış, Allah da onu içinde bulunduğu karanlıklardan, bunalımdan kurtarmıştır. Yunus (as) daha sonra kavmine gitmiş, onları tekrar Allah’a çağırmıştır. Kavmi de bu kez çağrısına kulak vermiş, yüz bini aşkın nüfusuyla Yunus’a iman etmiştir. Saffat/147. ayetteki “ أوev” edatı genellikle “veya” diye tercüme edilmiştir. Halbuki bu edat, burada olduğu gibi “hatta” anlamında da kullanılır. (el-İtkan; s. 491, “ev” edatı; el-Bürhan; c. 4, s. 209. “ev” edatı) 89, 90 – Ve Zekeriya; hani o, Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma bırakma, sen varislerin en hayırlısısın.” diye seslenmişti de Biz, onun için icabet etmiştik. Ve kendisine Yahya’yı ihsan ettik. Ve onun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. Bu ayetlerde Zekeriya peygambere değinilmiş, onun durumu, duasının kabulü ve kendisine Yahya’nın lütfedilmesi ve Yahya ile birlikte örnek kullukları nakledilmiştir. Zekeriya peygamberle ilgili geniş bilgi Meryem ve Al-i Imran surelerinde verilmektedir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Orada Zekeriyya, Rabbine yakardı: "Rabbim! Bana katından temiz bir nesil ver. Şüphesiz sen, duayı en iyi işitensin" dedi.
Sonra o [Zekeriya] mihrabda dikilmiş destek verirken [eğitim, öğretim yaptırırken] melekler ona: " Şüphesiz Allah sana, Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi [bir önder], iffetli bir peygamber olarak, Salihlerden müjdeliyor." diye seslendiler. O [Zekeriyya]: "Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, karım da kısırken benim için bir delikanlı nasıl olabilir?" dedi. O [Allah]: "Öyledir, Allah dilediğini yapar." dedi. O [Zekeriyya]: "Rabbim! Benim için bir ayet [alâmet] kıl]" dedi. O [Allah]: "Senin ayetin [alâmetin], işaretle hariç, insanlara üç gün, konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, sabah akşam [daima] tesbih et" dedi. (Al-i İmran/38- 41) (Bu,) Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini anmasıdır. Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan, amcaoğullarımdan] endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Yakub ailesine de miras olacak bir veliy [yakın, yardımcı] bağışla. Rabbim, onu sen rızanı kazanan biri kıl!” “Ey Zekeriyya! Şüphesiz biz sana bir delikanlıyı – onun ismi Yahya’dır-müjdeliyoruz. Bundan önce ona hiçbir adaş kılmadık. O [Zekeriyya]: “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken benim nasıl bir delikanlım olabilir?” dedi. O [Allah] dedi ki: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki, o Bana kolaydır. Bundan önce de Ben seni, sen hiçbir şey değilken yarattım.” O [Zekeriyya]; “Rabbim! Bana bir ayet [alâmet] ver” dedi. O [Allah]; “Senin alâmetin, sapasağlam olduğun hâlde, üç gece insanlarla konuşmamandır” buyurdu. O [Zekeriyya], bunun üzerine mihraptan kavminin / halkının karşısına çıkıp onlara, sabah akşam [daima, her zaman] tespih etmelerini vahyetti [işaret etti]. (Meryem/2- 11) Ayetteki “ve eşini düzelttik” ifadesi, “doğum yapmaya engel olan engelleri ortadan kaldırdık, doğum yapacak bir konuma getirdik” demektir. Buradan anlaşıldığına göre Zekeriyya’nın geç yaşa kadar çocuk sahibi olamayışı, eşinin rahatsızlığından kaynaklanmaktaydı. Rabbimiz Zekeriyya’ya lütuf olarak eşini sağlığına kavuşturup çocuk sahibi olmalarını sağlamıştır. Bu peygamberlerin surede hatırlatılması yine ibret ve öğüt amaçlıdır. Hiçbir peygamber tevhid dışı bir şey yapmamış, kendilerini ön plana çıkarmamıştır. Onlar her zaman gönüllerini Allah’a açmışlar, sadece O’na dua etmişlerdir. 91- Ve o, ırzını titizle koruyan kadın; işte Biz, ona ruhumuzdan üfledik. Ve kendisini ve oğlunu âlemler için bir ayet [mucize] kıldık. Meryem’in iffetine ve Allah’ın ona lütfettiği konuma değinilen bu ayette, dolaylı olarak İsa (as) peygambere de işaret edilmiştir. Meryem hakkındaki “ırzını titizle koruyan kadın” ifadesiyle, babasız çocuk doğurması üzerine Meryem’e isnat edilebilecek suçlamalar reddedilmiştir. Meryem ile ilgili daha evvel Meryem suresinin tahlilinde detaylı bilgi verilmiştir. (Tebyinü’l Kur’an; c.1, s. 487-490) Burada kısa bir hatırlatmayla yetiniyoruz: Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ehlinden [ailesinden, yakınlarından] ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti. Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu gönderdik, sonra o [ruhu getiren elçi], ona [Meryem’e] mükemmel bir beşeri örnek verdi. O [Meryem]: “Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer sen takiyy [takva sahibi birisi / Takiyy] isen...” dedi. O [Elçi, Zekeriyya]: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam / bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi. O [Meryem]: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamıştır. Ben bir bağiy [iffetsiz biri] de değilim” dedi. O [Elçi]: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Bu [babasız çocuk vermek], Bana pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız.” Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu. Sonunda o [Meryem], ona [delikanlıya] gebe kaldı. Sonra da onunla uzak bir yere çekildi. Sonra doğum sancısı onu bir hurma dalına tutunup dayanmaya zorladı. “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım!” dedi. Sonra ona aşağısından / aşağısındaki kişi seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahman’a bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.” Sonra o [Meryem], onu [çocuğunu] yüklenerek kavmine getirdi. Onlar [kavmi] dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de bağiy [iffetsiz] bir kadın değildi.” Bunun üzerine o [Meryem], ona [çocuğa] işaret etti. Onlar “Biz beşikte bir sabi olan kimseyle nasıl konuşuruz?” dediler. O [Beşikteki çocuk] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana namazı / sosyal desteği ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba’s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde ona ibadet edin, işte bu, dosdoğru yoldur.” İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları Meryem oğlu İsa’dır. Allah için çocuk edinmek diye bir şey yoktur. O, bundan münezzehtir. O, bir şeye hükmederse, ona sadece “ol” der, o da oluverir. (Meryem/16-35) “Meryeme ruh üfürülmesi” konusunu Meryem suresindeki açıklamamızdan kısaca naklediyor, konunun detayı için ilgili bölümün (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 486, 487) okunmasını öneriyoruz. Kur'an’da Meryem’e ruh üflendiği şu iki ayette de ifade edilmiştir: Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan Imran kızı Meryem'i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi ve içten bağlananlardan oldu. (Tahrim/12) Ey ehlikitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Ki Meryem'e ilka ettiği [ulaştırdığı] kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Artık Allah’a ve elçilerine inanın. “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah Vahid'dir, tek ve biricik ilâhtır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O'nundur göklerdekiler ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter. (Nisa/171) “Ruh üfürme”nin “az bir bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği daha evvel açıklanmıştı. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1, s: 487-490) Bu ayetlerden, Meryem valideye bazı özel bilgilerin lütfedildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu konunun teferruatı Âl-i Imran, Meryem ve Enbiya surelerindeki ilgili pasajlardan alınmalı ve bu olay Kur'an'daki pasaj bütünlüğü içinde, Zekeriya’nın (as) durumunu açıklayan ayetler ile birlikte ele alınmalıdır. Çünkü yaşlı bir adam olan Zekeriya’nın (as) ve kısır eşinin çocuk sahibi olması ile Meryem'in erkeksiz çocuk doğurması, birbirini takip eden dönemlerde meydana gelmiştir. Enbiya/91 ve Tahrim/12’de geçen “ruh üfürme” tabiri, Nisa 171'de “ilka [bırakma, ulaştırma]” tabiri ile açıklanmaktadır. “Ruh üfürme” tabirinin “az bir bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği artık bilindiğine göre, Meryem’e üflendiği bildirilen ruhun da onun hamile kalması için rahmine [dölyatağına] yapılan fizikî bir üfürük değil, mabette Zekeriya’nın (as) himayesinde bulunduğu sırada Meryem’e lütfedilen bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an'a göre aynı tür bilgi daha önce Zekeriya’ya (as) verilmiş, onun hem yaşlı hem de kısır olan karısı da bu bilgi ile Yahya'yı doğurmuştur. Daha sonra bu kutsal bilgiyi/mesajı Meryem'e iletmekle görevlendirilen Zekeriya (as), Allah'ın elçisi olarak görevini yapmış ve kutsal bilginin doğruluğuna kanıt olarak da bu bilgi sayesinde “sapasağlam” bir insan olarak doğan Yahya'yı göstermiştir. “Meryem’in ailesini terk etmesinin sebebi olarak “hayız gördüğü için utanmıştı” veya “hamileliği bahanesiyle uzaklaşmıştı” tarzında yapılan yakıştırmalar, ayetin orijinal anlamını bozmaktan başka bir şey değildir. Bizim kanaatimize göre Meryem sorunludur ve sorunları sebebiyle yakın çevresinden uzaklaşmıştır. Meryem’in sorununun ne olduğunu anlama konusunda Âl-i Imran suresinin 36, 37, 42 ve 43. ayetlerindeki bazı ifadeleri birer ipucu olarak değerlendirmek mümkündür: Bir zaman İmran’ın karısı: “Rabbim! Kesinlikle ben karnımdakini tam hür olarak Senin için adadım Sen de benden kabul et, şüphesiz Sen en iyi işitensin, en çok bilensin” demişti. Onu doğurunca da: “Rabbim, onu kız doğurdum; -hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir- erkek, kız gibi değildir. Ve ona Meryem adını verdim. Ve ben onu ve soyunu şeytan-ı racimden Sana sığındırırım” dedi. Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi. Ve ona Zekeriyya kefil oldu. Zekeriyya ne zaman onun üzerine, mihraba girse, onun yanında bir rızk bulurdu. O [Zekeriyya]: “Ey Meryem! Bu sana nereden?” dedi. O [Meryem] da: “O, Allah katındandır” dedi. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızk verir. (Âl-i Imran/35–37) Ve hani melekler “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem! Rabbine gönülden kul ol, ona boyun eğ verükû edenlerle [rükû eden erkeklerle] beraber rükû et!” demişlerdi. (Âl-i Imran/42, 43) Yukarıdaki ayetlerde yapılmış olan vurgulardan hareket edilerek olayların gelişimi ve Meryem’in sorunları hakkında bazı tahminler yürütülebilir: Meryem, erkek çocuk isteyen ve bekleyen, çocuk kız olunca da pek sevinmeyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Imran’ın karısının “Onu kız doğurdum” ifadesinin hemen arkasından gelen Rabbimizin “-hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir-” şeklindeki ifadesi, Meryem’in Imran’ın karısının zannettiği ve ayette dile getirdiği gibi olmadığını göstermektedir. Diğer taraftan Âl-i Imran suresinin 37. ayetindeki “Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi” ifadesi de, Meryem’in normal bir insan özelliğinden çok, bir bitki özelliği taşıdığını düşündürmektedir. Bir insanın bitki özelliğinde olması Rabbimizin yaratılış kanunlarına ters değildir. Çünkü insanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir: Ve Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi. (Nuh/17) Meryem’in daha sonra erkeksiz hamile kaldığı da göz önüne alınırsa, bitki özelliğinde olması onun tıpkı çiçekli bitkilerin çoğunda görüldüğü gibi “erselik” yapıda olduğu, yani vücudunda hem erkek hem dişi üreme organı bulunduğu ihtimalini ortaya çıkarır ki, bizim kanaatimiz de bu yöndedir. Bu kanaatimizi doğrulayan bir husus da Âl-i Imran/42’deki “… seni âlemlerin kadınlarına seçti” ifadesidir. Çünkü bu ifade ile belirtilen seçkinlik, Meryem’in meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun biyolojik farklılığını, fazlalığını, fizikî bakımdan diğer kadınlarla aynı yapıda olmadığını anlatmaktadır. Meryem’in erselik yapıda olması, ehlini terk edip uzak bir yerde tek başına yaşamaya gitmesinin sebebini de izah etmektedir. Yani Meryem, her problemli insanın yapabileceği gibi, bünyesindeki bu farklılığın meydana getirdiği psikolojik sıkıntı ile evini terk etmiştir. Ayrıca Meryem’in “Bana bir beşer dokunmamıştır” şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem “Bana bir erkek dokunmamıştır” dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır. Bütün bunlardan başka, Meryem’den rükû eden erkekler ile beraber rükû etmesinin istenmesi de çok ilginçtir. Yani Meryem’e haniflik konusunda erkek olarak görev yapması bildirilmiştir. Ayetteki “er-Rakiîn” ifadesinin müzekker getirilmesi herhâlde sadece seci’ [kafiye] olsun diye değildir. Bir dikkat çeken nokta da, Enbiya/92’de Meryem’e işaret eden zamirler müennes [dişil], Tahrim/12’de zamirlerden biri müzekker [eril], diğeri müennes [dişil] olarak yer almıştır. Tamamen Kur’an ayetlerindeki ifadelere dayandırdığımız bu tahminler, bilimsel gerçeklerle de hiçbir çelişki göstermemektedir: Erdişilik hermafroditlik ya da erseliklik olarak da bilinir. Aynı bireyde erkek ve dişi üreme organlarının birlikte bulunması. Çiçekli bitkilerin çoğunda … erdişilik görülür. (Ana Britannica; c:11, s:313) Yalancı Erdişilik: … Dişi tipi yalancı erdişilikte yumurtalıkların olmasına karşın ikincil eşey özellikleri ve dış üreme organları erkeğinkilere benzer. Genellikle ergenlik döneminde kadına özgü ikincil eşey özellikleri de gelişir. … Erkek tipi yalancı erdişilikte erbezleri olduğu hâlde ikincil eşey özellikleri ve dış üreme organları kadınınkilere benzer. Bu durumda dölütte erbezlerinin salgıladığı testosteron hormonu bilinmeyen bir nedenle vücuttaki gerekli değişiklikleri gerçekleştirememiştir. En sık rastlanan tipinde dış üreme organları tümüyle kadın üreme organları görünümündedir; ergenlik döneminde kadına özgü ikincil eşey özellikleri belirir. Buna karşılık eşey bezleri [erbezleri] ve eşey kromozomları kişinin erkek olduğunu gösterir. Bu tip bozukluk genellikle kız olduğu sanılan çocuğun ergenlik dönemine girdiği hâlde âdet kanamasının başlamamasıyla tanınır. Vücuttaki dokular erkek eşey hormonlarına çok az ya da hiç yanıt vermediklerinden ve dış üreme organları kadınınkilere benzediğinden çocuk kız çocuğu olarak yetiştirilir. … (Ana Britannica; c:32, s:74) |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
92 – Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.
48-91. ayetlerde geçmişteki tüm peygamberlerin kendilerine gönderilen vahiy ekseninde hareket ettikleri mesajı verildikten sonra, bu ayette de inanan toplumların inanç ve dindeki birliğine dikkat çekilmiştir: “Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.” Daha evvel detaylı bir şekilde açıkladığımız (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s. 577) gibi, “ümmet” sözcüğü, “kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu” demektir. Ayetteki “… sizin ümmetinizdir” ifadesinden anlaşıldığına göre, burada hitap peygamberlerle birlikte tüm müminleredir. Onlara vahye uymaktan ve sadece Allah’a kul olmaktan başka yol olmadığı, olmayacağı açıklanmıştır. Aşağıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere, burada konu edilen “ümmet”, tüm peygamberlerin öğrettiği “tevhid toplumu”dur; şirke, tefrikaya bulaştırılmamış “İslam dini”dir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, burada konu edilen birlik, inanç birliğidir. Yoksa her peygambere aynı şeriat verilmiş değildir. İlk peygamberden son peygambere kadar hepsinin öğretisi inanç birliğine dayanmasına karşılık, yaşadıkları bölge ve çağa göre her peygamberin sosyal hayattaki uygulamalarında bazı farklılıklar söz konusudur. Sana da kendisinden öncekilerini doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitap’ı [Kur'ân’ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belalandırmak [denemek] için [böyle yapmadı]. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (Mâide/48) Bu vurguyu şu ayetlerde de görmekteyiz: Ey elçiler! Tayyibattan [temiz, hoş, yararlı şeylerden] yiyin; ve salihi işleyin. Şüphesiz Ben sizin yaptıklarınızı çok iyi bilenim. Ve işte bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana takvalı davranın. (Mü’minun/51, 52) 93 – Hâlbuki onlar [müşrikler], işlerini aralarında paramparça ettiler. Hepsi yalnızca Bize dönücülerdir. 94 – Öyleyse kim inanmış olarak salihatı işlerse onun emeği için nankörlük edilmeyecektir. Biz, hiç şüphesiz onu yazanlarız da. Aslında herkesin vahyin birliği ekseninde şirk koşmadan tek bir ümmet olması gerekirken, inkârcıların vahye sırt dönerek, Allah’a dönecek olmalarına rağmen parça parça gruplara ayrılıp Allah’ın yolundan başka yollar tutmuşlardır. Rabbimiz onları bu tavırlarından dolayı kınarken, iman edenlerin ve salihatı işleyenlerin emeklerinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin kaydedildiğini bildirerek onları doğru yola davet etmektedir. İman eden ve salihat işleyenlerin amellerinin karşılıklarının zayi olmayacağı, ücretlerini fazlasıyla alacakları birçok kez bildirilmiştir: Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun -Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195) Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. (Necm/39-41) Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir. (İsra/19) Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah bunu hakk olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk baştan yaratır, sonra iman eden ve salihatı işleyen kimseleri kıst [nasipleri, hakları olan payları] ile karşılık vermek için geri döndürür. Şu küfretmiş olan kimseler, küfretmeleri nedeniyle, kaynar sudan bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır. (Yunus/4) Hiç şüphesiz şu iman eden ve salihatı işleyenler; imanlarından dolayı Rabbleri kendilerini hidayete erdirir. Naim cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar durur. (Yunus/9) Yine iman etmiş olan o kimse: “Ey kavmim! Bana uyun ki size reşadın [akıllı olmanın] yoluna kılavuzluk edeyim. Ey kavmim! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Ahiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mümin olarak salihi [düzeltmeye yönelik iş] işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler.” Yine: “Ey kavmim! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi Aziz [o çok güçlü] ve Gaffar’a [çok bağışlayıcı olan Allah'a] davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey dünya ve ahirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah’adır. Ve şüphesiz haddi aşanlar, cehennem ashabının ta kendileridir. Artık siz benim sizin için söylediklerimi yakında anacaksınız. Ve ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir” dedi. (Mü’min/38- 44) Ve Allah, hidayete erenlere kılavuzu artırır. Ve kalıcı olan salihat, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da daha iyidir.” (Meryem/76)İşte iman etmiş olanlar ve salihatı işleyenler; mağfiret ve kerim rızık sadece onlar içindir. (Hacc/50) Ancak sabreden ve salihatı işleyen kişiler müstesnadır [böyle değillerdir]. İşte bunlar, mağfiret ve büyük ödül kendileri için olanlardır. (Hud/11) Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/7, 8) 95 – Ve helak ettiğimiz bir kent üzerine, “kendilerinin dönmemeleri” haramdır [dönmemeleri düşünülemez]. 96 – Hatta Ye'cûc ve Me'cûc [akıncılar] açıldığı zaman, onlar, yüksek tepeden akın edip çıkarlar. 97 - Ve gerçek vaat yaklaştığı zaman o küfretmiş olan kişilerin gözleri dönüverir: “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik." Bu ayetlerde, küfretmiş kimselerin yaptıklarının yanlarına kâr kalmayacağı; mutlaka cezalandırılacakları; dünyada iken akıncılar tarafından tepelenecekleri; sonunda da Allah’a dönecekleri; “Eyvah bizlere! Kesinlikle biz bundan gaflet içindeydik. Aslında biz zalim kimseler idik” diyecekleri bildirilmektedir. İlk ayetteki “helak ettiğimiz” ifadesi “yok ettiğimiz” anlamında alınmamalıdır. “ هلاكHelâk” sözcüğü “değişime, yıkıma uğramak, bozulmak, düşmek” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.9, s. 118-121) Genel olarak zannedildiği gibi bu sözcük “yok olmak” anlamına gelmez. Bu sebeple bu ayette geçen “helâk” sözcüğü de “yok olmak” anlamında anlaşılmamalıdır. “Ye’cüc ve Me’cüc” sözcükleri ile ilgili olarak Kehf suresinde (Tebyinü’l Kur’an; c.7, s. Mizanpajdan sonra sayfa numarası verilecek) ayrıntılı olarak tahlil etmiştik. Bu tahlilimizde “Ye’cüc ve Me’cüc”ün “akıncı komutan ve askerler” demek olduğunu belirtmiş, bu komutan ve askerlerin her dönemde olacağını ifade etmiştik. Aynı tahlilimizde Kehf suresindeki “Ye’cüc ve Me’cüc” ile kastedilenlerin ise “Resulullah ile birlikte Hayber’i fetheden askerler” olduğunu açıklamıştık. Bu ayet indiği dönemde henüz Hayber de fethedilmemişti. Burada ise Rabbimizin helak edeceği toplumları askeri güçlerle cezalandıracağı, onları maddi ve manevi; ekonomik ve siyasi olarak yıkıma uğratacağı bildirilmektedir. Nitekim Bedir’de, Hayber’de ve daha nice gazalarda Rabbimizin bu vaadi gerçekleşmiştir. Bu, Rabbimizin sünnetidir [Sünnetullah] ve her zaman yürürlüktedir. Bu ayetler Uhud savaşının ilk aşamasına da işaret etmektedir. Uhud’da helake uğrayan Müslümanlardır. Orada Ye’cüc ve Me’cüc, Halid b. Velid ve onun süvarileridir. Halid’in kıyımından sonra da Müslümanlar “Eyvah bizlere!” diye pişmanlıklarını ifade etmişlerdir. Ayetteki “helak ettiğimiz bir kent” ifadesinden, o kentin halkı anlaşılmalıdır. Burada “mahalliyet” mecazi-i mürseli söz konusudur. Bunun bir örneği daha evvel Yusuf/82’de “Hem içinde bulunduğumuz kente ve içlerinde geldiğimiz kervana sor!” şeklinde geçmiş idi. Her iki cümlede de bir kent [yer] ifade edilerek o yerde yaşayanlar kast edilmiştir. 98 – Kesinlikle siz ve Allah’ın astlarından taptıklarınız, cehennemin odunusunuz [yakıtısınız]; siz oraya gireceksiniz. 99, 100 - Eğer onlar [Allah’ın astlarından tapınılan şeyler] ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada temelli kalacaktır. Orada onların bir inlemeleri vardır. Bunlar orada bir şey işitemezler de. Bu ayetlerde müşriklere uyarı yapılmakta, akıllarını başlarına almaları istenmektedir. Ayrıca bu müşrikler “Eğer onlar [Allah’ın astlarından tapınılan şeyler] ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi” denilerek akılsızlıklarından dolayı kınanmaktadırlar. İlk ayetten açıkça anlaşıldığına göre, müşrikler ve onların tapındıkları putlar cehenneme odundurlar. Onlar hem yanacaklar, hem de başkalarını yakacaklardır. Bu ayetin bir benzeri de şudur: Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun. (Bakara/24) Ayrıca şu ayette de cehennemin yakıtının insanlar ve cisimler olacağı bildirilmiştir: Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı], yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun.Onun üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba melekler vardır. (Tahrim/6) Konumuz olan ayetlerde kâfirlere seslenilmektedir. Onlar ve taptıkları, inançsız kişiler ve nesneler, kesinlikle cehenneme girecekler, ateşin yakıtları olacaklar ve ateşle dağlanacaklardır; orada ebedi olarak da kalacaklardır. O zaman cehennem azabının şiddetinden bağıracaklar, inleyeceklerdir. Onlar kimseden yardım da alamayacaklardır. Peki, bu varlıklar gerçekten ilah olsalardı, oraya girerler miydi? İşte şu bedbaht olanlar cehennem ateşi içindedirler. Onlara orada iç çekme ve hıçkırma vardır. Gökler ve yer durdukça onlar da o ateşte sürekli kalacaklardır. -Ancak Rabbinin dilediği müstesna.- Şüphesiz Rabbin dilediğini en üst seviyede yapandır. (Hûd/106, 107) Âyetin Nüzul Sebebi: “Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da...” buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki: Bir ayet var ki, insanlar onun hakkında bana soru sormuyorlar. Onu bildiklerinden dolayı mı, yoksa bilmediklerinden dolayı mı ona dair soru sormuyorlar, bilmiyorum. Ona: “Bu hangisidir?” diye sorulunca, O: "Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz" ayeti nazil olunca, bu, Kureyş kâfirlerine ağır geldi ve: “Bu, bizim ilâhlarımıza sövdü” diyerek İbnu'z-Zibâri'ye gidip durumu haber verdiler. O da: “Ben orada olsaydım, ona cevap verirdim” dedi. “Ne diyecektin?” diye sordular: “Ona şöyle derdim: İşte Hıristiyanlar, Mesih'e ibadet ettiler; Yahudiler de Üzeyr'e ibadet etmektedirler. Acaba bunların ikisi de cehennemin odunu mudurlar?” Kureyşliler onun bu sözünü beğendi ve böylelikle Muhammed (sav)’in buna bir cevap veremeyeceği kanaatine sahip oldular. Bunun üzerine Yüce Allah da şöyle buyurdu: "Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır (Enbiyâ/101)” âyetini indirdi. Yine onun hakkında: "Meryem oğlu bir misal olarak verilince (Zuhruf/56)” -ki burada İbnu'z-Zibarî kastedilmektedir.- "Hemen senin kavmin bundan dolayı bağrışıp çağrışmaya koyuldu (Zuhruf/57)” buyruğu indi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 101, 102- Şüphesiz tarafımızdan kendilerine “En güzel” hazırlanan kimseler; işte onlar, ondan [cehennemden] uzaklaştırılmışlardır. Onlar, onun [cehennemin] uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar. 103 - O en büyük korku onları üzmez ve kendilerine melekler: “İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür” diye ilka eder dururlar [akıllarına getirirler]. Bu ayetlerde; iman etmiş, salihatı işlemiş, vahye uymuş ve sonunda da Allah’tan kendilerine “en güzel” hazırlanan kimselerin karşılaşacakları nimetler açıklanmıştır. Bu mümin ve salih kimseler ateşten uzaklaştırılıp kurtulacaklardır; cehennemin sesini bile duymayacaklardır. Hâlbuki müşrikler cehennemin uğultusuyla da cezalandırılacaklardır. Aslında onlar Saat’i [kıyameti] yalanladılar. Biz ise Saat’i yalanlayanlara çılgın alevi [cehennemi] hazırladık. O [çılgın alev] onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler [işitecekler]. Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak ondan [cehennemden] dar bir yere atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler. -Bugün bir ölüm değil birçok ölüm isteyin!- De ki: “Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa takva sahiplerine vaat edilen ebedîlik cenneti mi?” Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. -[Bu], Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.- (Furkan/11- 16) Oraya atıldıklarında, o kaynarken, onun korkunç sesini işitirler. O, az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” (Mülk/7, 8) Bu kimseler canlarının çektiği her nimete kavuşturulacaklar ve bu durum sürekli devam edip gidecektir. Kesinlikle kesintiye uğramayacaktır. Melekler de sürekli onları alkışlayacaklardır. Rablerine karşı takvalı olanlar da cennete bölük bölük sevk edildi. Nihayet oraya vardıkları, kapıları açıldığı ve bekçileri onlara: "Selâm sizlere, tertemiz geldiniz!” dediği zaman; “Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!" dediler [denilecek]. Onlar da: "Bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris kılan ve cennette bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah’a hamdolsun” dediler. –İşte, çalışanların ödülü ne güzeldir!- (Zümer/73, 74) Ve takvalı davranmış kimselere: "Rabbiniz ne indirdi?" denilince onlar: “Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-gzellik vardır. Ahiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve takvalı davrananların yurdu; Adn cennetleri ne güzeldir! Onlar oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, takva sahiplerini işte böyle karşılıklandırır. [Takva sahipleri] O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selam size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete!” derler. (Nahl/30- 32) Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve ahirette sizin Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussılet/30-32) Rabbimiz iman etmiş ve salihatı işlemiş kimselere vereceği nimetleri ayette “en güzel” sözcükleriyle isimlendirmiştir. Bu, Rabbimizin vereceği nimetlerin hem kullarının yaptıkları işlerin normal karşılığından çok daha fazla, hem de onların beklediğinden çok daha güzel şeyler olacağını ifade etmektedir. Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için. (Necm/31) Güzellik yapan kişiler için daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerine kara bulaşmaz, zillet de. İşte bunlar cennet ashabıdırlar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. (Yunus/26) |
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
O dedi ki: “Kim zalimlik ederse muhakkak ona azap edeceğiz; Sonra Rabbine geri döndürülecek, sonra O, da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır. Amma her kim de iman eder ve salihi işlerse artık buna da en güzel karşılık vardır. Ve Biz onun için emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.” (Kehf/87, 88)
Göklerin ve yerin mirası Allah'ın olmasına rağmen neden siz Allah yolunda harcamıyorsunuz? Sizden, fetihten önce harcayan ve savaşan kimse eşit olmaz. Onlar derece bakımından, sonradan infak eden ve savaşan kimselerden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de “En güzel”i vaad etmiştir. Ve Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Hadid/10) İşte bu [bilgeleşmiş, bilinçlenmiş kimseler], vaadolunup durdukları doğru bir vaad olarak ve onlar zulmedilmeden, O’nun [Allah], onlara amellerini tam olarak ödemesi için kendilerinden, yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz ve cennet asahabı içinde kötülüklerden koruyacağımız kimselerdir. (Ahkaf/16) İyiliğin karşılığı, yalnızca iyilik değil midir? (Rahman/60) 104 – Biz, göğü, kitapların dürüldüğü gibi dürdüğümüz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi -katımızdan verilmiş bir söz olarak- onu iade edeceğiz [yeniden var edeceğiz]. Şüphesiz Biz yapanlarız. Bu ayette Rabbimiz kıyameti koparma ve insanları mahşerde yaptıklarıyla karşılıklandırma konusundaki kararlılığını ve kıyametin nasıl gerçekleşeceğini farklı bir benzetme ile anlatmaktadır. Gök, kitap dürülür gibi dürülecektir. Bu benzetmede işin Allah için çok kolay olduğu vurgusu söz konusudur. Ayetteki “kitap” sözcüğünü elimizdeki sayfalardan, yapraklardan oluşan bu günkü ciltlenmiş bir kitap olarak değil, açıp okundukta sonra dürülüp bükülen, katlanan bir papirüs, parşömen olarak düşünmeliyiz. Bu ayet indiği zaman bu günkü şekliyle bilinen ciltli kitaplar henüz yoktu. Yerler, gökler Allah’ın kontrolündedir. Onların yıkımı ve yeniden yapımı Allah için çok kolaydır. Onlar, Allah'ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra da bunu tekrarladığını da mı görmediler? Şüphesiz bu, Allah'a göre çok kolaydır. (Ankebut/19) Gerçekten Biz, evet Biz, hayat veririz ve öldürürüz. Dönüş de yalnız Bizedir. O gün yer onlardan çabuk yarılır. İşte bu, sadece Bize kolay bir haşrdır [toplamadır]. (Kaf/44) Şu inkar eden kimseler, katiyyen diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine, Rabbim’e kasem olsun ki kesinlikle diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size haber verilecektir. Ve bu, Allah'a göre çok kolaydır.” (Teğabün/7) Ve göklerin ve yerin gaybı sadece Allah’a aittir. Saatin emri [kıyametin koparılması] de yalnızca göz açıp kapama gibidir, veya o, daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. (Nahl/77) Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet onu [her şeyi] bir kader [ölçü, ayar] ile yarattık. Ve buyruğumuz, ancak, göz kırpması gibi bir tekdir. Ve and olsun Biz, sizin benzerlerinizi helâk ettik. O hâlde var mı bir düşünen? Ve onların işledikleri her şey, yazıtlardadır [kayıtlardadır, kitaplardadır]. Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır. (Kamer/50) Ve onlar Allah'ı hakkıyla takdir etmediler. Ve yeryüzü, kıyamet günü O'nun avucundadır. Gökler de O’nun sağ eliyle [kudretiyle] dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve çok yücedir. (Zümer/67) O gün, Allah’ın her benliği kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (İbrahim/48- 51) 105 – Ve ant olsun ki Biz, Zikir’den [Tevrat’tan] sonra, Zebûr'da da ‘Şüphesiz yeryüzüne ancak Benim salih kullarımın mirasçı olacak’ yazdık. 106 - Şüphesiz bunda [Kur'ân'da] kulluk eden toplum için kesinlikle bir ulaşma [iletilen mesaj] vardır. Bu ayet gurubunda insanlığa çok önemli bir mesaj verilmektedir: İnsanlara geçmiş kitaplarda da tıpkı Kur’an’da olduğu gibi “Arza salih kulların mirasçı olacakları” yazılıydı. “Zebur” ile “kitap” aynı şeylerdir. Bundan dolayı Tevrat'a da, İncil'e de, Zebur’a ve Kur’an’a da denilebilir. Paragraftan anlaşıldığına göre, burada konu edilen “Zebur”, Davud'a (as) verilen Zebur'dur. Zikir'den kasıt da Musa’ya (as) indirilen Tevrat'tır. Mirasçı “son sahip” demek olduğundan, Rabbimiz verdiği nimeti geri almayacağını ifade buyurmaktadır. Ayette “salih kullar”ın varis olacakları “arz”, hem cennet hem de dünya olarak anlaşılabilir. Onlar da: "Bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris kılan ve cennette bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah’a hamdolsun” dediler. –İşte, çalışanların ödülü ne güzeldir!- (Zümer/74) İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olan varislerin ta kendileridir. (Mü’minun/10, 11) Allah, sizlerden iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kimselere, kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halife kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle tutunduracağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir. (Nur/55) Musa, kavmine dedi ki: “Allah'ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Akıbet [mutlu son] de muttakiler içindir.” (A’raf/128) O zaafa uğratıla gelmiş olan kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına, batılarına [her tarafına] mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrâîloğulları'na olan o pek güzel sözü, sabırları yüzünden tamam oldu [yerine geldi]. Biz de Firavun ile kavminin yapa geldikleri sınaî eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerle bir ettik. (A’raf/137) 107- Biz seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/ rahmet için gönderdik. Rabbimiz yukarıda insanları uyarmak amacı ile geçmişte insanlığa gönderdiği elçilerini bildirmişti. Bu ayette ise o açıklamalarının devamı mahiyetinde Resulullah’ın gönderiliş hikmetini açıklamaktadır. Rabbimiz son peygamberini âlemlere “bir rahmet olarak/ rahmet için” için gönderdiğini beyan etmektedir. Zira Muhammed’in (as) elçi yapılışı ile insanlık gafletten uyandırılmış, hakla bâtılı ayıran gerçek bilgi indirilmiş ve tüm dünya uyarılmıştır. Bu ayetle ayrıca Resulullah hakkında “Bu adam aramıza fesat tohumları ekti, milleti birbirine düşürdü, aileleri parçaladı” diye düşünen, peygamberimizi bir bela ve felaket olarak kabul eden müşrikler de uyarılmaktadır. Onlara “Resulullah sizin için bir bela değil, bir rahmettir” mesajı verilmektedir. Nitekim müşriklere bazı ayetlerde şöyle denilmiştir: Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi anakente göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir. Zaten Biz, halkı zalim olmayan memleketleri helâk edici değiliz. (Kasas/59) İşte bu; Rabbinin, halkı gafil iken ülkeleri zulüm ile helak edici olmayışıdır. (En’am/131) İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe olmayan toplanma günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur'ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir grup da cehennemdedir. (Şura/7) Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak/gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfal/32, 33): Ayetteki “ رحمةrahmet” sözcüğünün “ رحمةًrahmeten” şeklinde gelişi nedeniyle ayet teknik olarak iki şekilde anlaşılabilir: 1- “Rahmeten” sözcüğü “Hal” makamındadır; buna göre anlam “Biz seni de ancak âlemler için bir rahmet olarak gönderdik” şeklindedir. 2- “Rahmeten sözcüğü “mef’ulun leh” makamındadır. Buna göre ayetin anlamı, “Biz seni de ancak âlemlere rahmet için gönderdik” şeklindedir. Rabbimiz Kullarına rahmeti kendi üzerine borç kabul etmiş ve insanları zulümden, kargaşadan, sıkıntıdan kurtarmak; mutlu ve müreffeh bir hayat yaşamaları için elçi göndermiş, kitap indirmiştir. Ve ayetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tövbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki O [Allah], Gafur’dur, Rahîm’dir” de! (En’am/54) Doğruya ve güzele hidayet etmek sadece bizim üzerimizedir. (Leyl/12) Yolun doğrusu yalnızca Allah üzerinedir [Allah’a borçtur]. Onun [Yolun] eğrisi de vardır. Ve eğer O [Allah] dileseydi, size topluca hidayet ederdi. Rahmet olan elçiye kulak verenler de dünya ve ahirette Allah’ın rahmetine ve nimetlerine mazhar olmuşlardır. (Nahl/9) Mûsâ, kavmine dedi ki: “Allah'ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Âkıbet [mutlu son] de muttakîler içindir.” (A’raf/128) Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz. (Mü’min/51) 108 - De ki, “Bana ‘İlâhınız ancak tek bir ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Şimdi siz müslümanlar mısınız?" 109 – 111- Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse: “Size dosdoğru / eşit [tarafsız]olarak açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı bilmiyorum. Şüphesiz O [Allah], sözden açığa vurulanı bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir. Ve ‘belki bu gecikme sizi denemek ve bir süreye kadar faydalandırmak içindir’ ben bilmiyorum” de. Müşriklere yapılan bunca uyarı ve elçilik misyonu ile ilgili açıklamalardan sonra Rabbimiz elçisine “Bana ‘İlâhınız ancak tek bir ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Şimdi siz müslümanlar mısınız?” demesini emretmiştir. Bu uyarıya rağmen yüz dönerlerse “Size dosdoğru / eşit [tarafsız]olarak açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı bilmiyorum. Şüphesiz O [Allah], sözden açığa vurulanı bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir. Ve ‘belki bu gecikme sizi denemek ve bir süreye kadar faydalandırmak içindir’, ben bilmiyorum” demesini, yani verilecek cezanın şeklini ve zamanını kendisinin bilmediğini söylemesini emretmiştir. Daha evvel Hud peygambere de yüz dönülmüş ve Rabbimiz ona da aynı mesajı iletmesini emretmiş idi: (Onlar da) dediler ki: “Demek sen Allah'a; tek olarak [başkasını karıştırmadan] kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!” (Hûd) dedi ki: “Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Hakklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!” (A’raf/70, 71) 112 – De ki: “Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet” ve “Bizim Rabbimiz, o Rahman’dır, sizin nitelemeleriniz üzerine yardımı istenendir.” Surenin son ayetinde, Rabbimiz, elçisine “Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet” ve “Bizim Rabbimiz, o Rahman’dır, sizin nitelemeleriniz üzerine yardımı istenendir” demesini emretmiştir. Böylece hem Resulullah’ın hem de insanların tevhidden şaşmamaları, Allah adına yalandan uzak durmaları istenmiştir. Aynı isteği Şuayb peygamberde de görüyoruz: Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz!” [Şu‘ayb da] dedi ki: “İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, kesinlikle Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah'ın dilemesi hariç ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a güvenip dayandık.” –Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakk ile hükmet. Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!– (A’raf/88, 89) Ve eğer seni yalanladılarsa hemen de ki: “Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. Benim yaptıklarımdan siz uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” (Yunus/41) 112. ayetin başındaki “ قالkale [dedi]” sözcüğü, surenin 4. ayetinde açıkladığımız üzere “ قلkul” diye de okunmuştur. Zaten ilk Mushaflarda da “ قلkul” şeklindedir. “ قلKul” şeklindeki kıraat, anlam olarak pasaja daha uygundur. Biz de o nedenle sözcüğü “de ki” diye çevirmiş bulunuyoruz. Allah doğrusunu en iyi bilendir. |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
73enbiya, enbiya, giriş, suresine |
|
|