![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
8. Ayet:
Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır, dilediğine / dileyene de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle (üzüntülerle) sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. İnananlar ile inanmayanların akıbetlerine ait açıklamaya bu ayette de devam edilmiş ve bir lütuf olarak özgürlük verilen insanın tercihini yanlış kullanması sonucu kendisini mahvedişi, özel bir ifade tarzı ile vurgulanmıştır. Ayetteki cümle yapısına dikkat edilirse, ilk cümlede soru sorulmuş ama cevap verilmemiştir. Bu ifade şekli, sorulan soruya herkesin kendi anlayışına göre cevap takdir etmesine fırsat veren bir edebî sanattır. Yanlış tercih yapanların kesinlikle inanan ve salihatı işleyenler gibi olmayacakları, yani onlara iyi davranılacağı belli olduğuna göre, ayetin ilk cümlesindeki soruya verilebilecek cevaplardan biri şu olabilir: “Ona da en kötü ceza verilecektir. İman eden, salihatı işleyene büyük ödül var diye, kötü işler kendisine güzelleşen, kendisi de onları güzel gören kötü kişiye de onun gibi mi davranılacak? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır, dilediğine / dileyene de kılavuzluk eder.O hâlde canın onlara karşı hasretlerle (üzüntülerle) sıkılıp gitmesin. Onlar kendi gayretleriyle, çabalarıyla bu hale düşmüşlerdir. Acınacak durumları yoktur, acımaya da gerek yoktur. Onlar kendileri etti, kendileri buldu. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.” Ayetin ikinci cümlesinde geçen, Allah’ın dilediğini mi yoksa dileyeni mi şaşırttığı ve dilediğine mi yoksa dileyene mi kılavuzluk ettiği konusu, Tekvir suresinin tahlilinde açıkladığımız “meşiet” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir konudur. Kısaca söylemek gerekirse “Allah’ın dilemesi”; insanların özgür iradeleri ile tercih edebilecekleri bütün seçeneklerin Allah tarafından yaratılmış olduğu anlamına gelmektedir. Ayetin üçüncü cümlesi peygamberimizi teselli etmektedir. Çünkü Kur’an’ın bildirdiğine göre, birçoğu akrabası olan Mekkelilerin tevhide yönelmeyip şirkte ısrar etmeleri sebebiyle peygamberimiz çok büyük üzüntü duymakta ve bu üzüntü onu âdeta kahretmektedir. Bu durumu bilen Rabbimiz de pek çok ayette, insanların hidayete erip ermemelerinin kontrolünün bizzat kendisinde olduğunu bildirmiş, elçinin görevinin sadece tebliğ ve tebyin olduğunu hatırlatarak onu uyarmış ve teselli etmiştir: Kasas; 56: Kesinlikle sen sevdiğini doğru yola iletemezsin ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, doğru yola girecek olanları daha iyi bilir. Bakara; 272: Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz zulmedilmeyeceksiniz. Kehf; 6: Sonra da sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, bıraktıkları eserlerden (yaptıklarından dolayı), üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin! Âl-i Imran; 176: Şu, küfürde yarışan kişiler seni üzmesin. Onlar, Allah’a hiçbir şeyce zarar vermezler. Allah onlara ahirette bir pay kılmamak istiyor. Ve onlar için büyük bir azap vardır. Şuara; 3: Onlar iman edenler olmuyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin! Ayetin son cümlesi olan “Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.” ifadesinde, inkârcılara dolaylı bir tehdit ve inananlara da bir uyarı vardır. Ayrıca, bu cümlede geçen “bima tasneun” ifadesi de dikkat çekicidir. Çünkü başka yerlerde genellikle “bima ta’melun” ifadesi geçmesine karşılık Rabbimiz burada, “sanayi, endüstriyel üretimler, sanatsal yapılar” anlamına gelen özel bir sözcük seçmiştir. Buna göre Rabbimiz, bu ifadeyi kullanarak müminlerin dikkatini, düşmanlarının her türlü sanayii kullanarak kendilerini yıldırmaya çalışacaklarına çekmekte ve müminlere, sanayie önem vererek düşmanlara karşı hazırlıklı olmaları gerektiği mesajını vermektedir. 9. Ayet: Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. Tekvinî mucizelere değinilen bu ayette dikkat çekmek için İltifat sanatı kullanılmış; ayetin ilk bölümünde kendisinden “Allah” ve “O” diye üçün şahıs olarak bahseden Rabbimiz, daha sonra sözlerine birinci çoğul şahıs zamiri “Biz” ile devam etmiştir. Rabbimiz bu ayette; okyanuslardan, göllerden, nehirlerden, bataklıklardan oluşan bulutları, nasıl gönderdiği rüzgârlarla yukarılara kaldırıp sevk ediyor ve yağdırdığı yağmurla ölü toprağı diriltiyorsa, ölüm sonrası tekrar canlanmanın da bunun gibi olacağını bildirmekte, böylece de tevhidî inancın oluşması yönünde akıl sahiplerine yol göstermektedir. Ölü toprağın canlanması, Kur’an’ın pek çok ayetinde, insanların ölümlerinden sonra dirilmelerine örnek verilmiştir: Zühruf; 11: Ve O (Allah), suyu gökten belli bir ölçüye indirdi. Sonra Biz onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz böyle çıkarılacaksınız. Kaf; 9–11: Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları da; kullara rızk olmak üzere. Ve Biz onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte çıkış (diriliş) böyledir. Ya Sin; 33: Ve ölü toprak onlara bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar. Rum; 19: O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız. Rum; 24: Yine O’nun ayetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice deliller vardır. Rum; 50: Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. A’râf; 57: Ve O, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler / dağıtıcılar (yayıcılar) olmak üzere gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir memlekete gönderir, sonra onunla suyu indiririz. Böylece onunla ürünün hepsinden çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız. Umulur ki hatırlarsınız / öğütlenirsiniz. Nahl; 65: Ve Allah gökten bir su indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen bir kavim için bir delil vardır. Ankebut; 63: Ve ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” Mutlaka; “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a özgüdür.” Bilakis onların çoğu akıllarını kullanmazlar. Casiye; 5: Ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde ve Allah’ın gökten bir rızktan indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği şeyde ve rüzgârları evirip çevirmesinde aklını çalıştıran bir kavim için ayetler vardır. Hadid; 17: Allah’ın, yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiğini biliniz. Belki aklınızı kullanırsınız diye Biz, sizin için ayetleri açıkça ortaya koyduk. Hatırlanacak olursa, ölü toprağın canlanması sadece saf su ile olmamaktadır. Furkan suresinin 48, 49. ayetlerinin tahlilinde, Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize adlı kitaptan alıntıladığımız “Ölü Bir Beldeyi Canlandıran Yağmurlar” başlıklı yazıda belirtildiğine göre yağmur, ihtiva ettiği kimyasal ve biyolojik maddelerle, mineral ve tuzlarla toprağı gübrelemektedir. Furkan; 48, 49: Ve O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir. Ve Biz ölü bir beldeye can verelim, yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik. Konumuz olan 9. ayette ölmüş, çürümüş insanlara nasıl hayat verileceğinin bir örneği olarak gösterilen “ölü toprağın canlandırılması”; bizim 1. ayette “melekler” sözcüğüne karşılık olarak verdiğimiz her iki anlamın da (“doğal güçler” ve “Kur’an ayetleri”) mantıklı ve geçerli anlamlar olduğuna bir delil teşkil etmektedir. Eğer “melekler” sözcüğü “doğal güçler” anlamında kabul edilirse, ölü beldeleri canlandıran yağmurun bir “doğal güç” olması; yok eğer “melekler” sözcüğü “haber verici” nitelikte olan Kur’an ayetleri olarak kabul edilirse, bu kez de Kur’an ayetlerinin ölü mesabesindeki insanları ve toplumları canlandırması; “melekler” sözcüğünün her iki anlamını da doğrulamaktadır. Ayetin son cümlesinde geçen ve “ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara hayat verme” anlamında kullanılmış olan “nüşür” sözcüğü hakkında daha fazla açıklama, Mürselat suresinin tahlilinde yapılmıştır. (İşte Kur’an; c:2, s:177) 10. Ayet: Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla yalnızca Allah’ındır. Hoş kelimeler yalnızca O’na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Şu, kötülüklerin plânlarını yapan kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur. Bu ayette; akıllı insanın nasıl ve kimden yana olması gerektiği mesajı verilmektedir. Buna göre, güç kuvvet, şan, şeref tamamıyla Allah’ındır. Dolayısıyla, güçlü, şerefli olmak isteyen mutlaka Allah’tan yana olmalıdır. Allah’ın vahyine karşı duranların, inançsızların ise her türlü plânları darmadağın olup gidecek, işe yaramayacaktır. Allah’tan yana olanların yolu da “kelime-i tayyibe”den ve “salihatı işlemek”ten geçer. Kelime-i tayyibe “Kelime-i tayyibe”; “hoş güzel söz” demektir. Kur’an’dan anlaşıldığına göre bu söz “La ilâhe illallah (Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur)” demektir ve bununla da kastedilen, “gerçek iman”dır. İbrahim; 24–27: Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi: Güzel bir söz, aslı (kökü), sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her an ürün verir. Kötü bir sözün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. -Ve belki onlar öğüt alırlar diye Allah insanlara böyle misaller verir.- Allah, iman edenleri, basit yaşamda ve ahirette de sabit bir söze sabitler, zalimleri de saptırır ve Allah, dilediği şeyi yapar. Ayetteki “düzgün amel onu yükseltir” ifadesi, Kur’an’da pek çok yerde geçen “iman eden ve salihatı işleyenler ...” ifadesinin bir başka anlatım tarzıdır. Bu ifadeden, kuru kuru “Ben inandım” demenin yetersizliği, mutlak surette imanın amel olarak yansıması gerektiği anlaşılmaktadır. Nitekim Kur’an’da imansız amelin işe yaramayacağına dair onlarca ayet vardır. İşte bu ayette de amelsiz imanın yetersizliği ifade edilmiştir. Yani, iman mutlaka dışa yansımalı; salihatı işlemek ve takva olarak kendini göstermelidir. Bu çok önemli konunun daha iyi anlaşılması için, “Cennetin Bedeli Takva” adlı kitabımızdan bir bölüm sunuyoruz: |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]() İMAN AMEL İLİŞKİSİ Konumuzun iyi anlaşılması için mutlaka iman ve amel ilişkisine de değinmek gerekiyor. Zira bu konunun hakikatinin bilinmemesi nedeniyle toplumda amelsiz insanlardan geçilmez oldu. Ameli olmadığı hâlde Müslümanlığı kimse elden bırakmıyor. Bu konu herkes tarafından doğru dürüst öğrenilmelidir ki, kimin gerçek kimin sahte Müslüman olduğu anlaşılsın. İman, dil bilimcilerine göre; “Kesb / çalışma ve ihtiyar / özgür iradeyle seçim ile kalpte hâsıl olan tasdik” demektir. Yani iman, kelime anlamı olarak; “verilen haberi kabul ve itiraf ederek, haber sahibini yalanlamamak”tır. Dinî terim olarak ise iman, sadece tasdik olmayıp; “Peygamberin Allah tarafından getirdiği ve dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hükümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik ederek bunları kabul ve itiraf etmek”tir. Bizim üzerinde duracağımız nokta, bu tasdik, kabul ve itirafın nasıl olacağıdır: - Kalben kabul ve itiraf yeter mi? - Sadece dil ile kabul ve itiraf yeter mi? - Yoksa hem kalben hem de dil ile kabul ve itiraf mı gerekir? - Ya da bu ikisiyle birlikte pratikte de uygulamaları olması mı lazım? Bu noktalarda geçmişte İslâm bilginleri arasında bir çok tartışmalar olmuş ve bu husus ile ilgili, bir çoğu ifrat ve tefrit ölçülerinde Kerrâmiye, Havâriç, Mu’tezile, Selef / Muhaddisün gibi mezhepler / ekoller ortaya çıkmıştır. Bunlardan kimisi amelî olmayan bir Müslüman’a çekinmeden kâfir demiş, (Hâlbuki amelinin olmamasının imansızlıktan başka bir sebebi olabilir) kimisi de ameli olmayan bütün Müslümanları cennetle müjdelemiştir. Böylece günahkârlığı cesaretlendirmiştir. Bu geniş mevzu İlm-i Kelam kitaplarında duradursun. Biz iman-amel ilişkisini zorakî yorumlara tevessül etmeden, temel kaynağımız Kur’an’dan görelim. Konuyla ilgili Yüce Rabbimizin açık beyanlarına dikkat edelim: Kur’an’a baktığımızda Allahü Teala, iman etmeyi mutlaka bir fiille beraber zikreder. Kur’an’ın tanımladığı müminler aksiyon halindedirler. Müminün; 1–11: 1- Kesinlikle, inananlar kurtulmuşlardır. 2- Onlar, namazlarında huşulu olan kimselerdir. 3- Ve boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir, 4- ve zekâtı işleyen kimselerdir, 5- ve iffetlerini koruyan kimselerdir, 6- -eşleri veya ellerinin sahip olduğu kölelere karşı ayrı, çünkü bundan dolayı kınanamazlar, 7- oysa, bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta kendileridir.- 8- Ve (onlar), emanetlerine ve sözleşmelerine bağlılık gösteren kimselerdir. 9- Ve namazlarını koruyan / desteklerini sürdüren kimselerdir. 10, 11- İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine vâris olan vârislerin ta kendileridir. Allahü Teala elli civarında ayette “İman edenler ve salihatı işleyenler” şeklinde bir ifadeyle iman ile salihatı işlemeyi, yani iman ile davranışı birbirine yapıştırmış, bir daha tefrik edilmeyecek bir şekilde birbirine bağlamıştır. Bahsedilen iman ve salihatı işlemek aynı şey gibidir. Hatta o kadar ki, meselâ Maide suresinin 44, 45, ve 47. ayetlerinde Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler; “kâfirler”, “zâlimler” ve “fasıklar” olarak değerlendirilmiştir. Gerçek Müminlerin nitelikleri sayılırken de: Enfal; 2–4: Gerçekte inananlar, Allah anıldığında, kalpleri ürperen ve ayetleri onlara okunduğunda, bunun, inançlarını artırdığı ve sadece Rabblerine güvenen kimselerdir. Onlar, salâtı ikame ederler ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infakta bulunurlar. İşte bunlar, inananların ta kendisidir. Onlara Rabbleri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızk vardır. Tövbe; 111: Şüphesiz Allah, inananlardan canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın Tevrat, İncil ve Kur’an’daki gerçek bir sözüdür. Ve sözünü, Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişle sevinin. Ve işte bu büyük başarının ta kendisidir. Saff; 10,11: Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve O’nun elçisine inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir.- İbrahim 24–26: Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi: Güzel bir söz, aslı (kökü), sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her an ürün verir. Kötü bir sözün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. -Ve belki onlar öğüt alırlar diye Allah insanlara böyle misaller verir.- Ve Furkan suresi ayet 63-77. ayetlerde nitelenen (yeryüzünde kibirlenmeden yürümeyi, geceleri secde ve kıyam etmeyi; duada bulunmayı, malı harcarken savurgan ve cimri olmayıp orta bir yol tutmayı, haksız yere adam öldürmemeyi, zina etmemeyi, yalana tanıklık etmemeyi, boş lâkırdıya kulak asmamayı, okunan ayetlere duyarlı olmayı ...) özellikleri de göz önüne almalıyız. Bütün bu ayetler imanın amelden bağımsız, soyut bir şey olmadığının altını çizmektedir. Allah yolunda mücadele, iyiliği emir, kötülükten nehy, salât, oruç infak, tövbe vb. kulluk görevleri iman ile aynı kefede tartılmaktadır. Allah insan için iki yol bulunduğunu bildirir. İman edenlerin Allah yolunda, etmeyenlerin ise Tağut yolunda mücadele vereceklerini açıklar. Müminlerle fasıkları bir tutmayacağını bildiren Rabbimiz, imanı yüceltmiş ve kalplerimize hoş göstermiş küfür, fısk ve isyandan nefret ettirmiştir. Bakara; 214: Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta Peygamber ve beraberinde iman edenler; “Allah’ın yardımı ne zaman?” derlerdi. - Dikkat edin! Gerçekten Allah’ın yardımı pek yakındır. - Âl-i Imran; 142: Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bilmeden (ayırt etmeden) ve sabredenleri bilmeden (ortaya çıkarmadan) Cennet’e gireceğinizi mi sandınız. Tövbe; 16: Allah, içinizden çaba harcayanları, Allah’tan, O’nun elçisinden ve inananlardan başka dost / yardımcı edinmeyenleri bilmeden (ortaya çıkarmadan) bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. Yunus; 62, 63: Açın gözünüzü! Allah’ın veliylerine kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. (Onlar), inanan ve takvalı davranan kimselerdir. A’râf; 156: “Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de ahirette. Biz gerçekten de sana döndük.” (Allah) Buyurdu ki: “Benim azabım var, onu dilediğime isabet ettiririm, rahmetim de vardır, o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle takvalılara, zekâtını verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.” Bakara; 103: Ve onlar eğer inansalardı ve takvalı olsalardı, Allah’tan bir ödül daha iyi olacaktı. Keşke bilselerdi! Maide; 93: İnanan ve salihatı işlemiş olan kimselere, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Yeter ki takvalı davransınlar, inansınlar, salihatı işlesinler. Sonra takvalı davransınlar, inansınlar ve sonra takvalı davransınlar ve iyilik yapsınlar. Ve Allah iyilik yapanları sever. Ankebut; 2-3: İnsanlar, sınanmadan / arıtılmadan, “inandık” demeleriyle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? Oysa Biz, hiç kuşkusuz, bunlardan öncekileri de sınamıştık / arıtmıştık. Öyleyse Allah, elbette doğruları bilir ve hiç kuşkusuz yalancıları da bilir. Hucurat; 14-16: Bedevîler / iyi konuşma bilenler; “inandık” dediler. De ki: “Siz inanmadınız, ama ‘teslim olduk’ deyin; inanç henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Elçisi’ne itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi size eksiltmez.” Gerçekten Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir! Gerçekten inananlar, Allah’a ve Elçisi’ne inanmış, sonra da kuşku duymamış ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla gayret göstermiş kimselerdir. İşte bunlar, doğruların ta kendileridir. De ki: “Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde olanları da, yerde olanları da bilir.” Ve Allah, her şeyi çok iyi bilir! Bu ayetlerden anlaşıldığına göre insanlar, kesinlikle, “inandık” demekle kurtulamayacaklardır. Çünkü iman aynı zamanda yaşamaktır. Yaşanmayacak bir kuru imanın bir anlamı ve önemi olmaz. İslâm’dan başka bir din arayanların, buldukları dinlerinin kabul edilmeyeceğini hatırlatan Rabbimiz, “Biz iman ettik” diyen bedevîlerin imanlarını yüzlerine çarpmaktadır. “Hayır, siz henüz iman etmediniz, iman henüz kalplerinize yerleşmedi” buyuruyor. Zira eğer ki siz gerçekte iman etmiş olsaydınız, Allah yolunda canınızla, malınızla mücadele edersiniz, ama siz “eslemna” diyebilirsiniz diyor. Yani tabiri caizse, “kafa kâğıdınızda Müslüman yazdırmanızda bir sakınca yok. Kimliğinizi tespit etme babından, Mecusî, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt vs. bir toplumdan olmayıp, Medine’deki Müslüman toplumdan olduğunuzu söylüyorsunuz ki bu doğrudur. Ama size gerçek anlamda mümin denemez” buyuruyor, Rabbimiz. Açıkça, bize, “ya bu deveyi güdersiniz ya da bu diyardan gidersiniz” deniliyor. Ahzab; 36: Ve Allah ve elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mümin erkek ve mümin kadın için işlerine serbestlik yoktur. Ve kim Allah’a ve elçisine isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. Kur’an’ın üzerinde durduğu mesele, inandığımız doğruların hayatımızda uygulanmasıdır. İman ile ameli birbirinden ayırıp ayrı ayrı kategoride değerlendirmek Kur’an’a göre uygun değildir. Kur’an bizden iş, davranış istiyor. İnandığımızı yaşamamızı istiyor. Meselâ Kur’an: “Mümin şuna denir” derken, şu şu işleri işleyenler ancak iman etmiş sayılır” demek istiyor. Ayetlerde gördüğünüz gibi cennet salt inanmışlara değil, imanla birlikte salih amel işleyenlere; takva sahiplerine, salihlere, muhsinlere, ebrara vadediliyor. İnandığı hâlde (mazeretsiz) amel işlemeyen insanlar kâfir mi, değil mi tartışması yerine onların mümin olup olmadıklarının cevabı araştırılmalıdır. Her ne kadar “amel imandan bir cüzdür” deyimi doğru değilse bile kesinlikle “amel imanın bir gereğidir, icabıdır, dışa vurumudur.” Konumuz olan 10. ayetteki “kötülüklerin plânlarını yapanlar...” ifadesiyle, peygamberimiz ve beraberindeki müminlere olduğu kadar bugüne de ciddî mesajlar verilmektedir. Kötülük plânları yapanlar, ahireti inkâr edebilmek için temelsiz itirazlar, tutarsız bahaneler üretirler ve bu plânlarını geçici, aldatıcı şeylerle üstünlük kurmak, çıkar elde etmek için kurarlar. Hâlbuki bu şeyler yok olmaya mahkûm şeylerdir ve kişiye güç ve şeref getirmezler. Çünkü güç ve şerefin hepsi Allah’tandır; O’nun yolunda ve O’na kulluktadır. Nisa; 139: Öyle kişiler ki onlar, müminlerin astlarından küfre sapanları Yakın Birisi kabul ediyorlar. Onların yanında izzet (onur ve yücelik) mi arıyorlar? Oysa izzetin (onur ve yüceliğin) tümü Allah’ındır. Yunus; 65: Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle güç / şan ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir. Münafikun; 8: Derler ki; “Ant olsun, Medine’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah`ın, O`nun Resulü’nün ve müminlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar. 11–14. Ayetler: Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı. Dişi ancak O’nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır (doğurur / düşürür). Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığını ve ömründen eksileni mutlaka bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah’a çok kolaydır. İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O’nun lütfundan nasip arayasınız ve belki şükredersiniz diye onda suyu yara yara giden gemileri de görürsün. O (Allah), geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneş’i ve Ay’ı emre amade kılmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O’nun astlarından yakardığınız kimseler, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız onlar, çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler, Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan (Allah) gibi (kimse) haber veremez. Bu ayet grubunda Yüce Allah’ın güç ve kuvveti ile insanlara verdiği nimetlere dikkat çekilmekte ve yeni bir uyarı yapılmaktadır. Bu uyarıda; insanın cansız bir maddeden yaratıldığı, sonra nutfeden üretildiği, erkek-dişi ayrıldığı, herkesin ömürlendiği, herkesin neyi yaşadığı ve ömründen neyin eksildiğinin hesabının tutulduğu, iki farklı suyun bir birine karıştırtılmadığı, rızk ve ticaret için denizlerin gemilere uygun yaratıldığı, gece ve gündüz ile Güneş’in yaşamın devamını sağlayacak şekilde insanların yararına düzenlediği ve insanlara daha birçok nimetler lütfedildiği bildirilmiş ve “İşte tüm bunları yapan sizin Rabbinizdir” denilmiştir. Buradan da, evrendeki her şeyin belli bir plâna göre programlandığı anlaşılmaktadır. Gece ve gündüz, Güneş ve Ay, acı ve tatlı su konuları Ya Sin ve Furkan surelerinin, insanın ilk yaratılışının cansız maddeden oluşu ve nesillerin nutfe ile devam etmesi konusu da Leyl ve Necm surelerinin tahlillerinde açıklandığı için, bu konulara burada tekrar girilmemiştir. Yapılan uyarıların sonunda yer alan “O’nun astlarından yakardığınız kimseler, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız onlar, çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler, Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan (Allah) gibi (kimse) haber veremez.” ifadesi de, tüm akıl ve vicdan sahibi olan kimselere kimden yana olmaları gerektiğini göstermektedir. 14. ayetteki “kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler” ifadesi, başka ayetlerde birçok temsilî anlatımlar kullanılarak açıklanmıştır: Maide; 116: Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara; ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O (İsa): “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri bilen yalnız Sensin, Sen!” Yunus; 28, 29: Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık aralarını iyice açtık (açacağız) ve onların ortakları; “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki!” dediler ( diyecekler). Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Biz sizin ibadetinizden kesinlikle gafildik (haberimiz yoktur). Ahkaf; 5, 6: Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Onlar (tapılan kimseler), onların yalvarışlarından habersizler de. İnsanlar bir araya toplandığı zaman onlar (taptıkları kimseler) kendilerine düşmandırlar. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr ederler. Meryem; 81, 82: Ve onlar, kendileri için bir izzet (güç, şan, şeref) olsun diye, Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler. Hayır... Hayır... (zannettikleri gibi değil) Onlar (edindikleri ilâhlar) onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. 15–17. Ayetler: Ey insanlar! Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve hamde lâyık olandır. Eğer O dilerse sizi giderir (yok eder) ve yepyeni bir yaratmayı / halkı getirir. Bu, Allah’a hiç güç de değildir. Bu ayet gurubunda yine insanlık uyarılmakta; Allah’ın kimseye muhtaç olmadığı, muhtaç olanların âciz ve zayıf olan insanların kendileri olduğu ve bu sebeple de insanların Allah’a karşı olan sorumluluklarının bilincinde olmaları ve yükümlülüklerini de yerine getirmeleri gerektiği ihtar edilmekte, aksi takdirde ise geçmişte olduğu gibi asilerin yok edilip yeni toplulukların getirileceği, bu işin de Allah’a hiç zor olmayacağı bildirilmektedir. Bu ayetlerdeki gibi, içinde tehdit bulunan uyarılar başka ayetlerde de görülmektedir: İbrahim; 19, 20: Gökleri ve yeryüzünü gerçekten Allah’ın yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi giderir ve yepyeni bir halk / yaratılış getirir. Bu, Allah’a göre zor değildir. Nisa; 133: Eğer O (Allah) dilerse sizi giderir ey insanlar! Ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna güç yetirendir. Maide; 54: Ey iman etmiş olan kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki O (Allah), onları sever, onlar da O’nu (Allah’ı) severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah, “Vâsi”dir, çok iyi bilendir. Ayette geçen “halk” sözcüğü aslında “yaratma” anlamına gelmesine rağmen sözcük örfe göre, Türkçede olduğu gibi “halk (toplum)” anlamında kullanılmaktadır. 18. Ayet: Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiçbir şey yüklenilmeyecek -bir akrabası olsa bile-. Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah’adır. Bu ayet, sorumluluğun kişisel olduğunu, hiç kimsenin -akrabası bile olsa- başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir. Bu beyan, Mekke ileri gelenlerinin elleri altındaki “gariban” kesime; “Eğer Muhammed’e uymamak günah ise siz korkmayın, biz sizin günahını çekiveririz” diyerek uyguladıkları sömürü ve İslam’a girişi engelleme politikalarını bozmuştur. Bu ayet aynı zamanda da, İsa peygamberin başkalarının günahını çektiği yolundaki Hıristiyan inancını reddetmektedir. Kur’an’da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen hiç kimsenin başkasının günahını çekmeyeceği hususunu ne yazık ki hâlâ bilmeyenler vardır ve bu konuda yanlışa itilen kişilerin direnmeleri hep “günahın benim boynuma” saçmalığı ile kırılmıştır. Oysa Kur’an’ın açık ifadesine göre o gün, akraba bile olsalar kimse kimsenin yükünü çekmez. Bu konu, önemine binaen Kur’an’da tekrar tekrar dile getirilmiştir: En’âm; 164: De ki: Allah her şeyin Rabbi iken, ben O’ndan başka Rabb mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Abese; 33–37: Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından. O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. Bakara; 123: Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, hiç kimsenin yerine bir şey ödemez, kimseden fidye kabul edilmez. Ve ona şefaat de fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar. |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
İbrahim; 31: İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikame etsinler, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.”
Lokman; 33: Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. O hâlde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allah ile aldatmasın. İsra; 15: Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü çekmez. Ve Biz bir Peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. Zümer; 7: Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiçbir günahkâr (suçlu), bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir. Necm; 38: Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. Ayetteki “Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın.” ifadesi ile ilgili bilgi Yasin suresinin 11. ayetinin tahlilinde verildiği için bu konuya burada girmiyoruz. Ayetteki “ kim arınırsa …” ifadesi ile arınmanın gereğine ve önemine dikkat çekilmiştir. Bu hususa daha evvel ilk inen surelerden A’la suresinde değinilmişti: A’la; 14: Doğrusu kendini kurtarmıştır: Arınan kimse. Tezekki (Arınmak) “تزكية Tezkiye” sözcüğü, “زكى zeka” sözcüğünden türemiştir. “زكى Zeka” da; “temizlik, paklık, artıp büyümek, feyiz ve bereket” demektir. Türkçede kullanılan “ذكى zeki, zekâ” sözcükleri ise, “peltek ze”, yani “ذ zel” harfi ile yazılır ve anlam itibariyle konumuz olan sözcükten farklıdır. Buna göre “tezkiye”; - sözlük anlamı olarak; “temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek ve temize çıkarmak”, - kavram olarak; “nefsini temizlemek, onu şirk, günah, nifak (ikiyüzlülük), rics (pislik), cehalet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve takvayı (sakınmayı) öğretmek” demektir. Aynı zamanda Allah’ın bir emri ve bir ibadet eylemi olan “tezkiye” bu anlamda ise; “takvaya ulaşmak için gösterilen çaba, insanı Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden kaçma, nefsi fücur (iman ve din örtüsünü yırtıp atmak) sayılan şeylerden alıkoymak için gösterilen gayret” demektir. “Zekât” sözcüğü de bu kökten gelmektedir. 19–22. Ayetler: Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz. Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine / dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. Bu ayetlerde zıt şeylerin kıyaslanması suretiyle iman, mümin ve cennetin; küfür, kâfir ve cehennemden daha iyi olduğu somut örneklerle anlatılmaktadır. Yapılan kıyaslamalarda; inanmışlar “gören” olarak, inanmayanlar “kör” olarak, cennet “gölgelik” olarak, cehennem “çöl sıcağı” olarak, iman “aydınlık” olarak, küfür “karanlıklar” olarak, mümin “diri” olarak, müşrik “ölü” olarak nitelenmiş ve bunların kesinlikle eşit olmadığı vurgulanmıştır. İnananlar ile inanmayanların eşit olmadığı Kur’an’da birçok kez dile getirilmiştir: Hud; 24: Bu iki grubun örneği, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar örnek olarak hiç eşit olurlar mı? Hâlâ düşünmeyecek misiniz / öğüt almayacak mısınız? Bakara; 18: (Onlar) Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler. Bakara; 171: Ve şu kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın hâline benzer; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıl da etmezler. En’âm; 39: Ve şu, ayetlerimizi yalanlayan kimseler, karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine kılar. Enfal; 22: Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü şu aklını kullanmayan sağırlardır, dilsizlerdir. 22. ayetin sonundaki “Şüphesiz Allah, her dilediğine / dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin.” ifadesiyle Rabbimiz, kâfirlerin imana gelmeyişlerini peygamberimizin başarısızlığı olarak görmediğini belirtmekte ve inançsızları mezardaki ölülere benzetmektedir. Kâfirlerin ölü olarak nitelendiği başka bir ayet daha vardır: En’âm; 122: Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle süslü ve çekici gösterilmiştir. 23, 24. Ayetler: Sen sadece bir uyarıcısın. Şüphesiz Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik (elçi yaptık). Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir. İman-küfür ve mümin-kâfir mukayesesi yapıldıktan sonra bu ayetlerde peygamberimize yönelik bir teselli ifadesi yer almıştır. Teselli ayetlerinin art arda gelmesi, bu ayetlerin indiği dönemde peygamberimizin maddî-manevî pek çok sıkıntı içinde olduğunu göstermektedir. Burada peygamberimize denmektedir ki: “Senin vazifen sadece tebliğ etmek ve onları gerçeklerden haberdar etmektir. Daha fazlası değil. Şayet bir kimse, hidayeti kabul etmez ve dalâlet üzerinde bulunmakta ısrar ederse senin böyle kimseler karşısında bir sorumluluğun yoktur. Sen kör ve sağırlara anlatamazsın. Daha evvel de böylelerine birçok elçi göndermiştik.” 24. ayetteki “Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir.” ifadesinden; Rabbimizin insanların umursamazlıklarına rağmen rahmeti gereği peygamberler gönderdiği anlaşılmaktadır. Bu ifade de Kur’an’da birçok kez yer almıştır: Ra’d; 7: Ve şu inkâr eden kimseler; “Rabbinden ona bir ayet indirilmeli değil miydi?” diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Ve her kavim için bir yol gösteren vardır. Hicr; 10, 11: Hiç kuşkusuz senden önce ilk milletler arasında da elçi görevlendirdik. Onlara hiçbir elçi gelmiyordu ki onu alaya almış olmasınlar. Nahl; 36: Ant olsun ki Biz her ümmete, “Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının.” diyen bir peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hakk olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş? Şuara; 208: Ve Biz sadece içerisinde uyarıcıları olan kenti helâk ettik. 25, 26. ayetler: Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi. Sonra Ben o inkâr etmiş olan kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni inkâr etmek / benim azabım nasıl oldu? Bu ayetler de yukarıdakiler gibi, bir taraftan peygamberimizi teselli ederken, diğer taraftan da yalanlayıcıları tehdit etmektedir: “Sen onlara, beyyine, açık delil ve kitabı getirdin. Ama onlar seni yalanlayıp sana eziyette bulundular. Senden önce başka elçiler de kendi toplumlarına aynı mesajları getirmişler ve o zamanki inançsızlar da elçilerine, yine bunların sana yaptıklarını yapmışlardı. Ama senden önceki elçiler, bu yalanlanmalara sabredip direndiler.” Ayette “zübür (sahifeler)” sözcüğü ile “kitap” sözcüğü ayrı ayrı zikredilmiştir. Buna göre “zübür”; fazla hacmi olmayan kitap olarak düşünülebileceği gibi, sadece ahlakî öğütleri ihtiva eden vahyler, ya da ahlakî öğütler ile birlikte hikmet (toplumsal yasa; şeriat) içeren vahyler olarak da düşünülebilir. 27, 28. Ayetler: Görmedin mi gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler / ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde (renklerin değişik tonlarında). Ve kapkara topraklar / yollar da var. İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet ederler (derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar). Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. Yukarıdaki 11–13. ayetlerdeki gibi burada da tekvinî ayetler gösterilerek Allah’ın hür iradesine ve sonsuz kudretine dikkat çekilmektedir. 27. ayette cansız varlıkların yaratılış farklılıklarına işaret ederek onların üzerinde tecelli etmiş irade ve kudretini gösteren Rabbimiz, 28. ayette de insanların ve diğer canlı varlıkların yaratılış farklılıklarını hatırlatarak gücünü dile getirmiştir. Yani; Allah gökten tek bir suyu, yağmuru yağdırmış, onunla sulanan toprakta çeşit çeşit, renk renk değişik tatlarda meyveler bitirmiştir. Yine Allah yeryüzünde değişik renklerde değişik toprak türleri ve madenler yaratmıştır. Böylece bitkilerin farklılarını meydana getiren de kendisidir. Tüm bunlar insan içindir. Ve bunu tek yapan Allah’tır. Öyleyse O bilinmelidir ve O’na kul olunmalıdır. Burada genel hatlarıyla belirtilmiş olan tekvinî ayetler, ileride Nahl suresinde daha ayrıntılı olarak sayılacaktır. Tekvinî ayetlerin daha detaylandırıldığı ve bu ayetlerin tefsiri mahiyetinde olan bir diğer ayet de Ra’d suresinin 4. ayetidir: Ra’d; 4: Ve yeryüzünde bir tek su ile sulanan birbirine komşu kıtalar var, üzümlerden bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Ve Biz meyvelerin de onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kılıyoruz. Şüphesiz aklını kullanan bir kavim için bunda bir takım deliller vardır. Konumuz olan ayetlerde, akledenler için Allah’ın daha iyi tanınmasını sağlayan tekvinî ayetlerin gösterilmesinden sonra tartışılmaz gerçek vurgulanmıştır: “Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet ederler (derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar).” Bu ifade, evrendeki mucizeleri (ayetleri) ancak bilgililerin fark edip Allah’a karşı haşyet duyacaklarını bildirmekte ve bunların (bilgililerin), diğer kullardan üstün olduklarına işaret etmektedir. Haşyet “ خشية Haşyet” sözcüğünün, basit korku anlamındaki “ خوف havf” sözcüğüyle eşanlamlı olarak Türkçeye çevrilmesi yanlıştır. “Haşyet”; bilgi, idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak düşme korkusu olup, kesinlikle basit korku anlamına gelmez. Nitekim Ra’d suresinin 21. ayetinde her iki sözcük ayrı ayrı anlamlarda kullanılmıştır: Ra’d; 21: Onlar, Allah’ın birleştirilmesini buyurduğunu birleştirirler, Rabblerine haşyet ederler ve hesabın kötülüğünden korkarlar. Ayette ( و يخشون ربهم ve yehşevne rabbehüm) ibaresi “haşyet”i ( hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkmayı), ( ويخافون yehâfüne) ibaresi ise basit, bildiğimiz “korku”yu ifade etmektedir. Basit korku (havf) duygusu yaradılış özelliği olarak herkeste var olmasına rağmen “haşyet” herkeste olmaz. Basit korkuya (havf) kapılan kişi, korktuğundan uzak durmaya çalışır. Meselâ: Ateşten korkan ateşin yanına yaklaşmaz, hastalıktan korkan hasta olmamak için gerekli tedbirleri alır, cehennemden korkan isyan etmez, düşmanından korkan yada vahşî hayvandan korkan onlarla karşılaşmamaya, onlara yaklaşmamaya gayret eder. Ama haşyet sahibi öyle değildir. O, haşyet duyduğuyla hep yakın olmayı arzular. Ondan uzak kalmaktan korkar. Ona derin bir sevgi, saygı ve hayranlık duyar. Onun darılmaması, gücenmemesi için gayret eder. Daima kendisini ona sevdirmeye, beğendirmeye çalışır. Haşyet, havf gibi yaradılıştan gelen bir duygu değildir. Haşyet duygusu sonradan oluşur. Bilgi ve idrake dayanır, bilgi ve idrak ile doğru orantılıdır. İnsan Allah`ın sıfatlarını yeterince kavrayamayan insan Allah’a karşı haşyet duymaz. Allah’ın sıfatlarının en iyi tanınması da O’nun evrendeki ayetlerini tanımakla mümkündür. Bir çobanla, bir fizik, kimya, biyoloji ve astronomi bilgininin Allah`’ duydukları haşyet aynı ölçüde değildir. Varlıkların yaratılışındaki farklılıklar konusuna insanlar bakımından yaklaşıldığında özetle şunlar söylenebilir: Yüce Yaratıcı, yeryüzünde sorumluluk taşıyacak olan varlığın irade sahibi olması gerektiğinden, onu farklı özelliklerde ve zihniyetlerde yaratmıştır. Tüm bunlar, bu hikmetin arkasında Hakiym ve Azim bir plânlayıcının olduğunu göstermektedir. Bu muazzam nizamın ardında, bir plânlayıcının olduğunu ancak bir akılsız düşünemez. 29, 30. Ayetler: Hiç şüphesiz şu, Allah’ın kitabını okuyan, namazı ikame eden ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak veren kimseler, O (Allah), mükâfatlarını kendilerine tastamam versin ve lütfundan kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir. Bu ayetlerde; müminlerin inançları gereği hangi amelleri sergiledikleri belirtilmiş, Yüce Allah’ın onlara bu yaptıklarının karşılığını tastamam, hatta daha da fazla olarak vereceği bildirilmiş ve ayrıca da onların bağışlanacağı ifade edilmiştir. Nisa; 173: Sonra inanan ve salihatı işleyenlere gelince (Allah) onların ödüllerini tam verecek ve lütfundan onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır. Kulluktan çekinip büyüklük taslayanlara gelince, onlara korkunç bir azapla azap edecektir. Böyleleri, kendileri Allah’ın astlarından bir Yakın Kimse ve bir yardımcı bulamazlar. Nur; 37, 38: Öyle kimseler ki, ticaret ve alış veriş, Allah’ı anmaktan, namazı ikame etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızklandırır. İbadet ve Gizlilik Müminlerin inançlarının gerektirdiği bir amel olan infak, ayette “gizli ve aşikâr” ifadesi ile nitelenmiş ve böylece bu güzel davranışın her ortamda yapılması teşvik edilmiştir. Yani, infak, uygun ortamda gizli -bu daha güzeldir-, gizli yapılması mümkün olmayan ortamda da açıktan yapılmalıdır. Burada “gizli” sözcüğü ile sadaka ve infakın, “aşikâr” sözcüğü ile de zekâtın kastedilmiş olduğu düşünülebilir. Çünkü zekât farzdır ve zekâtın riyası olmaz. 30. ayette müminlerin inanmaları ve salihatı işlemeleri “ticaret” sözcüğüyle ifade edilmiş ve Allah’a inanarak O’nun yolunda harcama yapan müminlerin durumu, elindeki sermayesini ticarete yatıran ve ümitle çalışarak ticaretinden kazanç uman bir tüccarın durumuna benzetilmiştir. Ancak, bu iki ticaret arasındaki fark da ayette vurgulanmış ve ticaret ehlinin yaptığı ticarette kazanç yanında zarar ve iflâs olası iken, müminin Allah ile yaptığı ticarette zarar diye bir şeyin söz konusu bile olmadığı belirtilmiştir. Yani müminler, Allah yolunda sarf ettikleri malın, vaktin ve meşakkatin karşılığını Allah katında fazlasıyla bulacaklardır. İman ve amel için kullanılan “ticaret” sözcüğü, Kur’an’da bazen olumlu, bazen de olumsuz anlamda yer almıştır: Tövbe; 111: Şüphesiz Allah, inananlardan canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın Tevrat, İncil ve Kur’an’daki gerçek bir sözüdür. Ve sözünü, Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişle sevinin. Ve işte bu büyük başarının ta kendisidir. Saff; 10, 11: Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve O’nun elçisine inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. -İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir.- Bakara; 16: İşte onlar, hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir de onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar doğru yolu bulamadılar. 30. ayetin sonundaki “Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir.” ifadesi, Allah’ın, küçük hatalar yapan iyi kullarının bu hatalarını affedeceğini ve onların yaptıkları güzel davranışların da değerini arttıracağını anlatmaktadır. 31. Ayet: Ve Bizim, Kitap’tan sana, kendisinden öncekileri doğrulayıcı olarak vahyettiğimiz şey, hakkın ta kendisidir. Şüphe yok ki Allah, kullarını hakkıyla bilen ve hakkıyla görendir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Bu ayette dikkatler Kur’an’a çekilmiş; Kur’an’ın kendisinden önceki kitapları doğrulayan bir Hakk olduğu ve onun kesinlikle uydurma, yalan, düzmece olmadığı vurgulandıktan sonra Allah’ın, kullarını en iyi bilen, tanıyan olduğu için kullarının mizaçlarına göre kılavuz ve yasalar gönderdiği ifade edilmiştir.
32–35. Ayetler: Sonra Biz Kitap’ı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları nefislerine zulmeden, bazıları orta yolu tutan, bazıları da Allah’ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu büyük lütfun; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. Onlar orada; “Hamd, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi lütfundan, kendisinde bize yorgunluk gelmeyecek, kendisinde bizim için usanç olmayacak, durulacak bu yurda konduran Allah’a özgüdür. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir.” derler. 32. ayette konu edilen kitap, yani miras bırakılan kitap; insanlığa ilk indirilen Kitap’tır. İlk Kitap’ın İbrahim peygambere indirildiği kabul edilirse, Kitap’a vâris olanlar da, o günden sonra yaşamış olan insanlardır. Ayetteki “seçtiklerimize” ifadesinden anlaşıldığına göre, insanlar arasında bu mirasa lâyık olan seçkinler olduğu gibi, akıllarını kullanmayan ve Kitap’a vâris olma başarısını gösteremeyen kimseler de vardır. Kitap’ın miras bırakıldığını bildiren 32. ayetteki ifade, ayrıca da şu anlama gelmektedir: İnsanlığa ilk gelen kitap ile son kitap arasında fark yoktur, yani vahyin temeli birdir. Nitekim Kur’an’da geçmiş kitaplara atıfta bulunan pek çok ayet vardır. Özellikle Necm suresinin 36–45. ayetlerinde belirtilen hükümlerin, İbrahim ve Musa peygamberlerin kitaplarında da var olduğu çok açık bir ifade ile bildirilmiştir: Necm; 36–45: Ya da haberlenmedi mi Musa’nın sayfalarındakiler ile? Ve de, o çok vefalı İbrahim’in sayfalarındakiler ile. Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. Hiç kuşkusuz, son varış yalnızca Rabbinedir. Hiç kuşkusuz, güldüren de O’dur, ağlatan da. Hiç kuşkusuz, öldüren de O’dur, dirilten de. Hiç kuşkusuz, iki çifti; erkeği ve dişiyi yaratan da O’dur; 32. ayetin bildirdiği bir diğer husus da, insanların hepsinin aynı olmadığıdır. Ayete göre insanların bir kısmı “zalim”ler (kâfirler, müşrikler), bir kısmı “muktesit”ler (orta yol tutanlar; iman ile küfür arasında bir yol tutanlar; hem inanmış hem inanmamış olanlar; münafıklar) ve bir kısmı da “hayırlarda önde giden”lerdir (iyiler; müminler; müttekiler). Bu sınıflama içinde yer alan “muktesit”lerden, başka ayetlerde de söz edilmiştir: Lokman; 32: Ve gölgeler gibi bir dalga onları kapladığında, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar (iman küfür arasında bir yol tutar). Ve ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör, bile bile inkâr eder. Maide; 66: Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rabblerinden indirileni (Kur’an’ı) ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi (besleneceklerdi). Onlardan bir kısmı orta yol tutan (bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan) bir ümmettir. Onlardan çoğunun da yapmakta oldukları ne kötüdür! “Muktesit”lerin kimler oldukları ise Nisa suresinde açıklanmıştır: Nisa; 150–151: Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz, bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve elçisinin arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Dikkat edilirse bu sınıflamada kâfirler; “zalim” ve “muktesit” nitelemeleri ile iki grupta toplanmış, müminler de “hayırlarda önde giden” nitelemesi ile tek grup olarak gösterilmiştir. Yani, bu sınıflamaya göre iman konusunda orta yol, ılımlılık yoktur; iman uç noktadır ve sentez kabul etmez. Buradaki sınıflama ile, sınıflamanın insanların ahiretteki durumlarına göre yapıldığı Vakıa suresindeki sınıflama birbirine karıştırılmamalıdır. Vakıa suresindeki sınıflamaya tâbi tutulanlar ahiretteki insanlardır ve ahirette kâfirlerin “solun ashabı” nitelemesi ile tek sınıf olarak gruplanmasına karşılık, müminler “önde olanlar” ve “sağın ashabı” nitelemeleri ile iki sınıfta gruplanmıştır. Konumuz olan 32–35. ayetlerde verilen mesajlar, başka ayetlerde farklı ifadelerle yer almıştır: Ankebut; 45–49: Sana kitaptan vahyedileni oku ve namazı ikame et. Muhakkak ki namaz fahşadan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah’ın anılması elbette en büyüktür. Ve Allah yaptığınız (ürettiğiniz) şeyleri bilir. Kendilerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve; “Biz, bize indirilene ve size indirilene inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir. Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz.” deyiniz. Ve işte böylece Biz, sana Kitap’ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz ona inanıyorlar. Ve bunlardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim ayetlerimizi ancak inkârcılar bile bile reddeder. Ve sen bundan önce, bir kitaptan okur değildin. Onu sağ elinle yazmazdın da. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı. Bilakis o (Kur’an), kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi ancak ve ancak zalimler bile bile reddederler. Kehf; 29–31: Ve de ki: “O hakk (gerçek), Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma / sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! İman eden ve salihatı işleyenlere gelince, şüphe yok ki Biz öyle işi güzel yapanların karşılığını zayi etmeyiz. İşte onlar, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar orada koltuklarına yaslanmış olarak altından bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyecekler. O ne güzel karşılıktır. Ve ne güzel kalma yeri! Hacc; 23: Şüphesiz Allah iman eden ve salihatı işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere girdirecek. Onlar orada altından bilezikler ve inciler ile süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir. İnsan; 22: İşte bu sizin ödülünüz, çabanızın karşılığıdır. Hakkah; 24: Geçmiş günlerde yaptığınız işler sebebiyle afiyetle yiyin, için! 36, 37. Ayetler: Ve şu inkâr eden kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, onun (cehennem ateşinin) birazı da hafifletilmez. İşte Biz her aşırı inkârcıyı böyle cezalandırırız. Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım.” -Sizi, düşünecek olanın düşüneceği kadar ömürlendirmedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın! Artık zalimler için bir yardımcı da yoktur. - Bu ayetlerde konu edilen inkârcılar, 32. ayette sözcü edilen “zalim”ler ve “muktesit”lerdir. Rabbimiz, müminlerin (hayırlarda önde gidenlerin) akıbetlerini bundan önceki ayetlerde bildirdikten sonra bu ayetlerde de kâfirlerin akıbetlerini kınayarak açıklamakta ve onların kalplerine korku salmaktadır. Zalimlerin burada konu edilen durumları, insanların bu kötü sondan sakınmaları için Kur’an’da bir çok kez yer almıştır: Ta Ha; 74: Gerçek şu ki her kim O’na (Rabbine) suçlu olarak varırsa, şüphesiz ki ona cehennem vardır. Orada ölmez ve dirilmez. Zühruf; 74–78: Muhakkak ki günahkârlar cehennem azabında süreklidirler. Kendilerinden azap hiç hafifletilmeyecektir. Onlar kurtulmaktan da ümitlerini kesmişlerdir. Ve Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zalim kimseler idiler. (Cehennem bekçisine) “Ey Malik, artık Rabbin bizim işimizi bitirsin” diye seslenirler. (Malik de) “Siz böyle kalacaksınız” der. Ant olsun ki Biz gerçeği getirdik, velâkin çoğunuz hoşlanmadınız. Ve Biz onlara zulmetmedik, velâkin onlar, kendileri zalim olanlar idiler. Onlar seslenirler: “Ey Malik! Rabbin aleyhimizdekini gerçekleştirsin.” O; “Siz böylece kalacaksınız.” der. Ant olsun ki biz size hakkı getirdik. Velâkin sizin çoğunuz hakkı çirkin görüyorsunuz. Nebe; 30: Öyleyse tadın! Bundan böyle size azaptan başka bir şey tattırmayacağız. Mülk; 8, 9: Az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” Derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.” Nisa; 56: Şüphesiz ki şu, ayetlerimizi inkâr etmiş kişileri Biz yakında ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı tatsınlar diye derilerini başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, en iyi yasa koyandır. 38. Ayet: Kesinlikle Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Hiç şüphesiz O, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir. Bu ayet özellikle muktesit (ılımlılar) olarak nitelenen münafıklara yöneliktir. Çünkü burada Yüce Allah’ın göğüslerin içindekini çok iyi bildiği söylenerek; muktesitlerin “inanmış insan” görüntüsü vermelerine karşılık Allah’ın, onların kalplerindeki gerçek inançlarını bildiği için kendilerine, kalplerinde gizledikleri o inançlara göre muamele yapacağı mesajı verilmektedir. Aslında bu ikiyüzlüler ve müşrikler, ölümlerinden sonra dünyaya döndürülseler bile yine münafıklıklarına ve şirklerine devam edecek yapıdadırlar. Onların bu özellikleri başka ayetlerde belirtilmiştir: En’âm; 28: Hayır, işin aslı daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı. Geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeye mutlaka dönerlerdi. Evet, onlar gerçekten yalancıdırlar. 39. Ayet: O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim kâfir olursa, kâfirliği kendi zararınadır. Ve kâfirlerin küfürleri, Rabblerinin katında kendilerine sadece buğzu artırır. Ve kâfirlerin küfürleri kendilerine sadece zararı artırır. Bu ayette Rabbimiz, yukarıda 16, 17. ayetlerdeki “ dilerse …” ifadesine atıfta bulunarak âdeta; “Bu yeryüzünde sizden evvel başkaları vardı, onları yok ettik onların yerine sizi getirdik. Aklınızı başınıza alın, kâfirliğin zararı kendinizedir. Sürekli Rabbinizin buğzunu artırıyorsunuz. Aklınızı başınıza alıp kendinizi zarardan kurtarın. Daha önce geçmiş olan o kavimlerin, kendilerinden daha önceki kavimlerden ders almadıkları gibi, sizler de aynı tavrı sürdürür ve küfürde ısrar ederek kendinizden önceki kavimlerin akıbetinden ders almazsanız, sizlerin sonu da bir felâket olacak ve bu yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.” buyurmaktadır. Ayetteki “halifeler” sözcüğü; “arkadan gelenler” demek olup, bu sözcükle muhataplara; kendilerinin daha evvel yaşamış toplumlardan, medeniyetlerden sonra getirildiği ve kendilerinden sonra da başkalarının getirileceği mesajı verilmiştir. (“Halife” konusu, Sad suresinin sonunda bulunan “Halife” başlıklı yazımızda ayrıntılı olarak tahlil edilmiştir.) 40. Ayet: De ki: “Allah’ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri gördünüz mü? Gösterin bana, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da Biz kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?” Bilakis o zalimler, birbirlerine aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar. Bu ayette peygamberimiz aracılığıyla müşrikler tefekküre davet edilmekte ve onlara, taptıkları şeylerin yeryüzünde herhangi bir varlık yaratmadıkları, göklerde bir ortaklıklarının olmadığı ve Allah’ın ortağı olduklarına dair Allah’tan bir belgelerinin bulunmadığı hatırlatılarak akıllarını başlarına almaları, birbirlerini aldatıp durmamaları ihtar edilmektedir. Yani akıl sahipleri burada; sözde ilâhlık taslayanların veya ilâh olduklarına inanılan putların ilâhlığına dair, bunların olağanüstü güçleri olduğuna dair, ahirette insanlara yardım edeceklerine dair, aklî ve naklî bir dayanağın bulunmadığı belirtilerek uyarılmaktadırlar. Ayetin sonunda yer alan, zalimlerin birbirlerini aldattıkları yolundaki ifade, günümüzü de içine alacak şekilde tüm zamanları kapsayan bir ifadedir. Çünkü çok eski tarihlerden itibaren hazretler, azizler… ve onların yardımcıları, dinlerinin ticaretini artırmak ve halkı kandırmak için; “Filân şeyhin, filân zatın eteklerine yapıştığınız takdirde, onlar tüm işlerinizi düzene sokarlar ve ahirette sizleri Allah’ın azabından kurtarırlar.” şeklinde yalan hikâyeler uydurmuşlar ve bu yalanlara inanan akılsızları kandırmaya günümüze kadar devam edegelmişlerdir. Rabbimizin bu konudaki ayrıntılı bir uyarısı da Kalem suresinde yer almıştır: Kalem; 36–41: Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa içinde ders aldığınız şeyler olan size ait bir kitap mı var: “Siz bu âlemde neyi seçerseniz / beğenirseniz o mutlaka sizin olacak.” Yoksa size karşı kıyamet gününe kadar sürecek üzerimizde yeminler / taahhütler mi var: “Siz her ne hüküm verirseniz mutlaka öyle olacak.” diye. Sor bakalım onlara, içlerinden böyle bir şeye hangisi kefildir / bunu kim garanti etmektedir? Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler. 41. Ayet: Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yok oluvermekten, Allah tutuyor. Ant olsun ki eğer onlar (gökler ve yeryüzü) yok oluverirlerse, onları O’ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır. Bir önceki ayette müşriklerin ilâhlarının durumu anlatılarak müşrikler tefekküre davet edildikten sonra bu ayette; Rabbimizin sonsuz gücü, kuvveti, insanlara karşı yumuşak, sabırlı davranışı ve bağışlayıcılığı dile getirilmiş, böylece de akıllı insanların hangi ilâhı tercih etmeleri gerektiği konusunda onlara yol gösterilmiştir. Yüce Allah burada; içinde bulunulan muazzam evrenin, kendi koyduğu kanunlar ile ayakta durduğunu ve bu sistemi kendisinden başka kimsenin (bir meleğin, cinnin, peygamberin, sözde veliy ya da kutubun, yani hayatlarının idamesi için her saniye Allah’a muhtaç olanların) ayakta tutmaya gücü olmadığını belirtmiştir. Rabbimiz göklerdeki ve yeryüzündeki mükemmel düzeni sürekli delil olarak göstermiştir: Hacc; 65: Sen, Allah’ın yeryüzündekileri size boyun eğdirdiğini ve kendisinin emriyle denizlerde akıp giden gemileri görmedin mi? Göğü de kendi izni olmaksızın yere düşmekten O tutuyor. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir. Rum; 25: Göğün ve yeryüzünün kendi emriyle durması da O’nun ayetlerindendir. Sonra sizi yeryüzünden bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki siz çıkarılıyorsunuz. Ayetin sonundaki “Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır.” ifadesi; Allah’ın, bunca küstahlığa rağmen insanoğluna fırsat tanıyacağını ve hemen cezalandırmayacağını bildirmektedir. 42, 43. Ayetler: Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın. Bu ayetlerde müşriklerin genel karakterleri anlatılmaktadır. Rabbimizin bildirdiğine göre; kendilerine bir uyarıcının gelmesi hâlinde diğer toplumlardan daha doğru olacaklarına dair var güçleriyle yemin eden müşrikler, uyarıcı geldiği zaman verdikleri sözü tutmak bir yana sapıklıklarını, düşmanlıklarını arttırmaktan başka bir şey yapmamakta ve bu şekilde ortaya koydukları kötülüklerin kendilerini kuşatması sonucu kendi kazdıkları kuyuya düşmektedirler. Müşriklerin bu yapısı, başka ayetlerde de belirtilmiştir: En’âm; 155–157: Ve bu (Kur’an), “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa (Yahudi ve Hıristiyanlara) indirildi; biz ise, onların okumasından habersizdik (o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk)” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz kitaptır, bereketlidir. Onun için ona uyun ve takvalı davranın. Belki rahmet olunursunuz. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. Saffat; 167–169: Ve onlar diyorlardı ki: “Eğer yanımızda öncekilerden bir öğüt / kitap olsaydı, elbette biz de Allah’ın arıtılmış kulları olurduk.” 44. Ayet: Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, bunlardan daha kuvvetliydiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah’ı âciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O, en iyi bilendir, en güçlü olandır. Bu ayet, hem uyarı hem de tehdit içeren bir ayet olup burada; müşriklerin kendilerinden daha güçlü nice kavmin geçmişte helâk edildiği, yeryüzünde Allah’ı âciz bırakabilecek hiç bir şeyin olmadığı, hak edenlere gereken cezanın verildiği, bunu da müşriklerin verilmiş olan cezaların kalıntılarını görerek bildiği belirtilmekte ve dolayısıyla da tarihten ders alınması gerektiği mesajı verilmektedir. Geçmiş toplumların akıbetlerinden ders alınması lâzım geldiğini vurgulayan Kur’an’da birçok ayet vardır: Rum; 9: Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara nice açık delilleri getirmişlerdi. O hâlde Allah onlara zulmedecek değildi fakat onlar kendilerine zulmetmekteydiler. Mümin; 82: Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine fayda vermedi. Furkan; 40: Ve ant olsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye gittiler. Peki, onu da görmüyorlar mıydı? Aksine bunlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktaydılar. Ankebut; 38: Ad ve Semud’u da (kavimlerini de helâk ettik). (Bu) onların meskenlerinden (yurtlarından) size besbelli olmuştur. Şeytan onlara kendi işlerini süslemiş de onları doğru yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi. Bu konuda ayrıca, Âl-i Imran; 137, En’âm; 6, 11, Yusuf; 109, Nahl; 36, Hacc; 46, Neml; 69, Ankebut; 20, Rum; 42, Mümin; 21 ve Muhammed; 10’a da bakılabilir. 45. Ayet: Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında (yeryüzünde) hiçbir dabbehi (canlıyı) bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını en iyi görendir. Bu ayette Rabbimizin, rahmetine yönelik bir ilkesi bildirilmekte ve bu ilke doğrultusunda insanların korkmadan çekinmeden Allah’a dönmeleri istenmektedir. Ayetin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Allah insanları her yaptıkları kötü davranış sebebiyle cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde insan ve canlı diye bir şey bırakmazdı. Oysa Allah, Halim ve kullarının hatalarını bağışlayandır; onlara tövbe etme fırsatı verir ve onları hemen cezalandırmaz. Ama bu, O’nun ihmali veya gafleti anlamına gelmez. O, kullarını sürekli görür, gözetler ve zamanı gelince de herkese yaptığının karşılığını verir.” Bize göre burada belirtilmesi gereken bir husus da; ölümün bir ceza olmadığı hususudur. Çünkü canlıların öldürülmesi, Allah’ın önceden belirlediği bir ecelde olmaktadır ve ölüm, ölümü tadan canlıya verilen bir ceza değildir. Ama ölüm, ölen canlıdan istifade eden canlılar için ise bir cezalandırmadır. Allah, doğrusunu en iyi bilendir. |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
fatır, giriş, sûresi’ne |
|
|