![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
قلب سليمKALB-İ SELİM
“ قلبKalp” sözcüğü ile ilgili ayrıntılar Kaf suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.118-120) verilmişti. İbrahim peygamberin duasında geçen “kalb-i selim”; “sağlam, hastalıksız, evrendeki mucizeler karşısında hiçbir şüphesi ve zihinsel sancısı kalmamış, tamamen mutmain olmuş kalp” demektir. Bu ifade ile konumuz olan ayette “gerçek iman” kastedilmiştir. Çünkü “kalp hastalığı” Kur’an’da “nifak, münafıklık” olarak tanımlanmıştır: Bakara 10: Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır. Ahzab 60: Ant olsun ki, eğer münafıklar ve kalplerinde bir hastalık olanlar ve Medine’de dedikodu yapanlar, bu yaptıklarından vazgeçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar. İbrahim peygamber Allah’ın huzuruna “kalb-i selim” ile gelmeyi başarmış ve Rabbimiz de bunu Kur’an’da bildirmiştir: Saffat 84: Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti. İBRAHİM PEYGAMBERİN RABBİNDEN DİLEDİKLERİ: * Hüküm sahibi olmak * Salihlere katılmak * Lisan-ı sıdk [sonrakiler arasında iyi anılmak] * Cennete vâris olmak * Babasının affedilmesi * Mahşerde rezil olmamak Kişilerin mahşerde rezil olmaları Kur’an’da şöyle açıklanmıştır: Nahl 27: Sonra kıyamet günü [Allah], onları rezil rüsva edecek ve “Hani uğrunda düşmanlık ettiğiniz ortaklarım nerede?” diyecektir. Kendilerine ilim verilmiş olanlar: “Şüphesiz ki bugünün rezilliği ve kötülüğü kâfirler üzerinedir” diyecekler. Rabbimizin İbrahim peygamber ve sonra gelenler ile ilgili lütuflarından bazıları şunlardır; Saffat 108: Ve sonra gelenler içinde onun üstüne bıraktık. Meryem 50: Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili kıldık. 90. ayette, cennetin muttakilere yaklaştırıldığını, tabir yerinde ise muttakilerin ayağına getirildiğini bildiren ifade Kaf suresinde de geçmektedir: Kaf 31: Cennet de muttakilere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır. 92–102. Ayetler: Ve onlara “Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilmiştir. Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblis’in askerleri toptan onun [cehennemin] içine fırlatılmışlardır. Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: “Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o günahkârlar saptırdı. Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve candan bir veliy yoktur. Ah keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de müminlerden olsaydık!” Bu ayet grubunda mahşerle ilgili bilgiler verilerek bazı mahşer sahneleri canlandırılmıştır. 92, 93. ayetlerdeki “Ve onlara ‘Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?’ denilmiştir” ifadesi, İbrahim peygamber tarafından müşriklere söylenen sözleri içermektedir. İbrahim peygamberin bu sözlerinden anlaşıldığına göre, burada söz konusu edilen sahte ilâhlar, yeryüzündeki ilâhlaştırılmış insanlardır. Zira taştan, topraktan, tunçtan yapılmış putların cehenneme atılmaları ve cezalandırılmaları söz konusu değildir. Enbiya 66, 67: O [İbrahim]: “O hâlde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi. 96–102. ayetlerde, bazı kimselerin dünyada iken ilâh gibi sayıp hizmet ettikleri, sözlerini ve davranışlarını kanun saydıkları, her türlü arz ve takdimde bulundukları dinî önderlerine ahirette nasıl davranacakları anlatılmaktadır. Ahirette bu önderlere uyduklarından dolayı cehenneme atıldıklarının farkına varacak olan bu kişiler, kendilerini saptırdıkları gerekçesiyle o önderleri sorumlu tutacaklar ve onlara lânetler yağdıracaklardır. Bu ahiret manzarası ile Rabbimiz, önderlerini körü körüne izleyen bu tür insanları uyarmakta, bu önderlerin kendilerini doğruya mı, yoksa yanlışa mı götürdüklerini iyi değerlendirmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu dehşetli manzara Kur’an’ın başka surelerinde de tekrarlanmaktadır: A’râf 38: (Allah onlara) “Sizden önce geçmiş cinn ve insten [tanıdığınız, tanımadığınız herkesten] ateş içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder]. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. (Allah) “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der]. Fussılet 29: Ve küfretmiş olan kişiler: “Rabbimiz! Cinn ve insten [bildiğimiz, bilmediğimiz herkesten] bizi doğru yoldan saptıranları bize göster. Onlar en aşağıdakilerden olsunlar diye biz onları ayaklarımızın altında kılalım” dediler. Ahzab 67, 68: Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle!” Kâfirler arasında ahirette cereyan edecek bu çekişme, onlar dünyada iken dostluk yemini etmiş olsalar bile gerçekleşecektir. Çünkü Kur’an, ahirette ancak müminlerin birbirlerine dost olmaya devam edeceklerini, kâfirlerin ise birbirlerine düşman kesileceklerini bildirmektedir: Zühruf 67: O gün muttakiler hariç tüm izdaşlar [birbirinin izinden gidenler] birbirlerine düşmandırlar. Sad 64: Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması / davalaşması gerçektir. 103, 104. Ayetler: Şüphesiz bunda bir ayet [alınacak bir ders] vardır. Ama onların çoğu iman edenler değillerdi. Ve şüphe yok ki, Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir. İbrahim peygamber ile ilgili bu anlatılanların “bir ayet [ibret, öğüt]” olduğu bildirilerek akıl sahiplerini düşünmeye davet eden, inanmayanları tehdit eden, inanan ve inanacak olanlara ise umut ve güven veren bu ayetlerdeki uyarı, başta Mekkeliler olmak üzere yine tüm zamanların insanlarına yöneliktir. İbrahim peygamberin kıssasının bir “ayet [ibret, öğüt]” olması, bize göre iki yönlüdür. Bu kıssa, her şeyden önce, İbrahim peygamberin soyundan geldiklerini kabul eden ama kendilerini dedelerinin dinine çağıran elçiye uymayan Mekkeli müşriklere yönelik bir ayetti. Buna göre, Mekkeli müşriklerin önce bunu algılayıp inadı bırakmaları ve dedelerinin saf, hanif dinine bağlanmaları gerekirdi. İkinci olarak da İbrahim peygamberin azgın kavminin helâk edilip İbrahim’in soyunun sadece İsmail, İshak, Yakup ... olarak devam edişinden ibret almalıydılar. Tövbe 70: Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nuh’un Kavmi’nin, Ad’ın, Semud’un, İbrahim’in kavmi’nin, Medyen ashabının ve mü’tefikelerin [alt-üst olmuş kentlerin] haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve sonra Allah, onlara zulmeden değildi. Velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı. 105. Ayet: Nuh kavmi gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. Bu surede konu edilen önemli haberlerin üçüncüsü Nuh peygamberle ilgili olup onunla ilgili bilgiler 120. ayete kadar devam etmektedir. Daha evvel Kamer ve A’râf surelerinde yer verilmiş olan Nuh peygamber ve kavmi ile ilgili haberlere, bu sureden başka ayrıntılı olarak Hud ve Nuh suresinde de yer verilmiştir. Elçi olarak Nuh kavmine bir tek Nuh peygamber gelmiş olmasına rağmen ayette çoğul olarak “gönderilmişler” ifadesinin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Bize göre bu ifade, o kavme birçok elçi gelip de o kavmin bu elçilerin hepsini yalanladığı anlamında değil, kavmin doğrudan elçilik müessesini yalanladığı, hiçbir elçiyi tanımadığı, tanımamakta da kararlı olduğu anlamındadır. Ayrıca “gönderilmişler” ifadesinin kapsamı içine “mesajlar” anlamı da girmektedir. Bu sebeple, verdiğimiz mealde her iki anlamı da göstermiş bulunuyoruz. 106–120. Ayetler: Bir zamanlar kardeşleri Nuh onlara demişti ki: “Siz takvalı olmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin!” Onlar: “Sana çok düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?” dediler. O [Nuh] dedi ki: “Onların yaptıklarına dair bir bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer düşünürseniz! Ve ben iman edenleri kovucu değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlananlardan olacaksın!” O [Nuh]: “Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Artık benim aramla onların arasında sen hükmet. Ve beni ve müminlerden benimle beraber olan kimseleri kurtar!” dedi. Bunun üzerine Biz de onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde kurtardık. Sonra da arkalarından arta kalanları suda boğduk. Nuh kıssası Kur’an’da başka ayetlerde de dile getirilmiştir. Kıssa ile ilgili ayetlerin topluca okunmasında yarar vardır: A’râf 59–64: Ant olsun ki Biz, Nuh’u kavmine elçi gönderdik de o: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Cidden ben, aleyhinize olan üstünüze gelecek büyük bir günün [din gününün] azabından korkuyorum” dedi. Kavminin ileri gelenleri “Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler. [Nuh] Dedi ki: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Takvaya sahip olmanız ve rahmete nail olabilmeniz için, içinizden sizi uyaracak bir kişiye, bir zikir [öğüt, kitap] gelmesine şaştınız mı?” Bunun üzerine onu yalanladılar, Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık, ayetlerimizi yalanlayanları da boğduk! Gerçekten onlar, kör bir kavim [topluluk] idiler. Yunus: 71–73: Bir de onlara Nuh’un önemli haberlerini oku. Hani o kavmine: “Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum / size karşı çıkışım ve Allah’ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca Allah’a tevekkül etmişimdir. Artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana gerçekleştirin, bana mühlet de vermeyin. Sonra da eğer yüz çevirirseniz; zaten ben sizden bir ücret istemedim! Benim ücretim sadece Allah’ın üzerinedir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum” demişti. Buna rağmen yine de onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide kendisiyle beraber olanları kurtardık. Ve onları halifeler yaptık. Ayetlerimizi inkâr edenleri de suda boğduk. O uyarılanların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakıver. Hud 25–48: Ve ant olsun ki, Nuh’u da kavmine elçi olarak gönderdik: “Gerçekten ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz! Ben, sizin hakkınızda acı bir günün azabından korkarım.” Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri; “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler. O [Nuh] dedi ki: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü], ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa? -Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”- Ve “Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rabblerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.” Ve “Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edecek? Peki, siz hiç düşünmez misiniz? Ve ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ve ben gaybı bilmem. Ben size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında ‘Allah onlara hiçbir hayır vermez’ de demiyorum. Allah, onların içlerindekini, en iyi bilendir. İşte asıl o zaman ben kesinlikle zalimlerden olurum.” Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin [didişip durdun] de mücadelemizi çoğalttın. Hadi artık doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şu azabı bize getir!” O [Nuh]: “Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz O’nu âciz bırakanlar değilsiniz. Ben size öğüt vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi azdırmayı murat ediyorsa, benim öğüdüm size bir fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve yalnızca O’na döndürüleceksiniz” dedi. Ya da “Onu uydurdu” diyorlar. De ki: “Eğer onu ben uydurdum ise suçu [vebali] benim üzerimedir. Bense sizin işlediğiniz suçlardan uzağım.” Ve Nuh’a vahyolundu: “Kesinlikle kavminden iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için onların yaptıkları şeylere üzülme. Ve Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapan kimseler hakkında da Bana hitapta bulunma. Kesinlikle onlar suda boğulmuşlardır [boğulacaklardır].” Ve o, gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelenler, ona her uğrayışta onunla alay ediyorlardı. O [Nuh] dedi ki: “Bizimle alay ediyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle alay ettiğiniz gibi alay edeceğiz. -Artık o aşağılatıcı azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin üstüne ineceğini ilerde bileceksiniz.- Nihayet emrimiz geldiği ve fırın / tandır kaynadığı zaman Biz dedik ki: “Her cinsten birer çifti ve aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle.” -Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.- Ve o [Nuh] dedi ki: “İçerisine binin, onun akışı da duruşu da Allah adınadır. Kesinlikle Rabbim gerçekten çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” Ve o [gemi] onlarla, dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu. Ve Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: “Yavrucuğum, bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!” O [Nuh’un oğlu] dedi ki: “Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” O [Nuh]; “Bugün O’nun [Allah’ın] merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur” dedi. Ve dalga aralarına girdi. O da suda boğulanlardan oluverdi. Ve “Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de tut!” denildi. Sular da çekildi. Emir de yerine gelmiş oldu. Gemi de Cudi üzerine oturdu. Ve o zalim kavme “Uzak olun [kahrolun]!” denildi. Ve Nuh Rabbine seslenip de dedi ki: “Rabbim! Oğlum benim ehlimdendi. Senin vaadin de elbette hakktır. Ve Sen hâkimlerin en hâkimisin.” O [Allah]: “Ey Nuh! Şüphesiz o senin ehlinden değildir. Şüphesiz, o salih olmayan bir iştir / o salih olmayan bir iş işlemiştir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme! Şüphesiz Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım” dedi. O [Nuh]: “Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen, ben hüsrana uğrayanlardan olurum” dedi. Denildi ki: “Ey Nuh! Bizden bir selâm ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere bir selâm ve bolluklarla gemiden in. -Ve ileride kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız, sonra da bu yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler vardır.- İsra 2, 3: Musa’ya da Kitap verdik ve Benim astlarımdan “vekil” edinmeyiniz diye onu [Kitap’ı] İsrailoğulları, Nuh’la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar için kılavuz kıldık. Şüphesiz o [Nuh] çok şükredici bir kuldu. Enbiya 76, 77: Ve Nuh’u da… Hani o daha önce nida etmişti de Biz de ona cevap vermiştik. Sonra da Biz kendisini ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] büyük sıkıntıdan kurtardık. Ve ayetlerimizi yalanlayan kavmine karşı ona yardım ettik. Şüphesiz onlar kötü bir kavim idiler de Biz onları topluca suda boğduk. Müminun 23–28: Ant olsun ki Biz, Nuh’u da kavmine elçi gönderdik. Sonra o: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ takvalı davranmayacak mısınız?” dedi. Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler; “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise bir süreye kadar onu umutla bekleyin” dediler. O [ Nuh]: “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” dedi. Bunun üzerine Biz ona vahyettik: “Bizim gözetimimiz ve vahyimiz ile gemiyi yap. Sonra Bizim emrimiz gelip de tandır kaynayınca, her cinsten eşler hâlinde iki tane ve bir de onlardan, daha önce kendisi aleyhinde Söz geçmiş olanların dışındaki ehlini [aileni, yakınlarını, inananlarını] gemiye sok. Zulmetmiş olanlar konusunda Bana başvurma. Şüphesiz onlar boğulmuşlardır. Sonra sen ve beraberindeki kişiler gemiye yerleştiğinde de ‘Hamd bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah içindir’ de!” Furkan 37: Biz Nuh kavmini de elçileri yalanladıklarında suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ayet [ibret] kıldık. Ve Biz zalimler için çok acı veren bir azabı hazırladık. Ankebut 14, 15: Ve ant olsun ki Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, içlerinde elli sene hariç bin yıl kaldı. Sonunda, onlar zalimler iken tufan kendilerini yakalayıverdi. Böylece Biz onu ve gemi halkını kurtardık ve onu âlemlere bir ayet [ibret] kıldık [yaptık]. Saffat 75–82: Ve ant olsun ki Nuh Bize seslenip dua etmişti. –İşte Biz ne güzel cevap verenleriz!- Biz de onu ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] o büyük sıkıntıdan kurtardık. Ve onun neslini baki kalanların ta kendisi kıldık. Ve de sonradan gelenler içinde onun hakkında güzel bir nam bıraktık. Âlemler içinde Nuh’a selam olsun! Şüphesiz Biz iyilik yapanları işte böyle karşılıklandırırız. Şüphesiz o [Nuh] Bizim mümin kullarımızdandı. Sonra diğerlerini suda boğduk. Kamer 9–15: Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanlamıştı. Öyle ki kulumuzu yalanladılar ve “O cinlenmiştir / delidir” dediler. Ve o alıkonulmuştu. Bunun üzerine o [Nuh] Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik düşürüldüm, bana yardım et / intikamımı al!” Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik. Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık, derken sular takdir edilmiş / ayarlanmış bir iş üzerine birbirine kavuştu. Onu [Nuh’u] da, nankörlük edilen kişiye bir mükâfat olmak üzere, korumamız / gözetimimiz altında akıp giden levhaları [tahtaları] ve çivileri / urganları olan [sal] üzerinde taşıdık. Ve ant olsun Biz, bunu bir ayet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Yukarıdaki ayetlerin tümü ve Nuh suresi göz önüne alınarak Nuh peygamber kıssasına bakıldığında, Nuh peygamber ve kavmi arasında yaşananlar ile peygamberimiz ve Mekkeli müşrikler arasında geçen olayların birbirine tıpatıp benzedikleri görülmektedir. Nuh peygamber, kendisine inanılmasını sağlamak için iki husus ileri sürmüştür. Bunlardan birincisi; elçilik görevi verilmeden önce kavmi tarafından güvenilir bir kişi olarak tanınmasıdır. Bu husus, kıssanın diğer surelerde yer alan kısmında olmayıp sadece konumuz olan 107. ayette belirtilmiştir. İkinci husus da Nuh peygamberin her türlü itiraz ve saldırıya rağmen gece gündüz demeden, herhangi bir ücret istemeden ve hiçbir çıkar gözetmeden tebliğde bulunmuş olmasının dikkate alınmasıdır. Ayrıca Nuh peygambere ilk inananların, tıpkı peygamberimize inanıp ilk Müslüman olanlar gibi sıradan, hatta toplumun aşağı kesiminden kişiler olması da diğer bir benzerliktir. Nuh peygamberin kıssası Tevrat’ta ise aşağıdaki gibi geçmektedir: Tekvin, 6–8. Bablar: Tufan 6/1- Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu. 2- İlâhî varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. 3- RAB, “Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür” dedi, “İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak.” 4- İlâhî varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi. 5- RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte. 6- İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı. 7- “Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım” dedi, “Çünkü onları yarattığıma pişman oldum.” 8- Ama Nuh RABB’in gözünde lütuf buldu. 9- Nuh’un öyküsü şuydu: Nuh doğru bir insandı. Çağdaşları arasında kusursuz biriydi. Tanrı yolunda yürüdü. 10- Üç oğlu vardı: Sam, Ham ve Yafet. 11- Tanrı’nın gözünde yeryüzü bozulmuş, zorbalıkla dolmuştu. 12- Tanrı yeryüzüne baktı ve her şeyin ne denli bozulduğunu gördü. Çünkü insanlar yoldan çıkmıştı. 13- Tanrı Nuh’a, “İnsanlığa son vereceğim” dedi, “Çünkü onların yüzünden yeryüzü zorbalık doldu. Onlarla birlikte yeryüzünü de yok edeceğim. 14- Kendine gofer ağacından bir gemi yap. İçini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap. 15- Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak. 16- Pencere de yap, boyu yukarıya doğru bir arşını bulsun. Kapıyı geminin yan tarafına koy. Alt, orta ve üst güverteler yap. 17- Yeryüzüne tufanı ben göndereceğim. Göklerin altında soluk alan bütün canlıları yok edeceğim. Yeryüzündeki her şey ölecek. 18- Ama seninle antlaşmamı sürdüreceğim. Oğulların, karın, gelinlerinle birlikte gemiye bin. 19- Sağ kalabilmeleri için, her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer çifti gemiye al. 20- Türlü çeşit kuşlar, hayvanlar, sürüngenler sağ kalmak için çifter çifter sana gelecekler. 21- Yanına hem kendin, hem onlar için yenebilecek ne varsa al, ilerde yemek üzere depola.” 22- Nuh, Tanrı`nın bütün buyruklarını yerine getirdi 7/1- RAB Nuh’a, “Bütün ailenle birlikte gemiye bin” dedi, “Çünkü bu kuşak içinde yalnız seni doğru buldum. 2, 3- Yeryüzünde soyları tükenmesin diye yanına temiz sayılan hayvanlardan erkek ve dişi olmak üzere yedişer çift, kirli sayılan hayvanlardan ikişer çift, kuşlardan yedişer çift al. 4- Çünkü yedi gün sonra yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdıracağım. Yarattığım her canlıyı yeryüzünden silip atacağım.” 5- Nuh RABB’in bütün buyruklarını yerine getirdi. 6- Yeryüzünde tufan koptuğu zaman Nuh altı yüz yaşındaydı. 7- Nuh, oğulları, karısı, gelinleri tufandan kurtulmak için hep birlikte gemiye bindiler. 8, 9- Tanrı`nın Nuh’a buyurduğu gibi temiz ve kirli sayılan her tür hayvan, kuş ve sürüngenden erkek ve dişi olmak üzere birer çift Nuh’a gelip gemiye bindiler. 10- Yedi gün sonra tufan koptu. 11- Nuh altı yüz yaşındayken, o yılın ikinci ayının on yedinci günü enginlerin bütün kaynakları fışkırdı, göklerin kapakları açıldı. 12- Yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdı. 13- Nuh, oğulları Sam, Ham ve Yafet, Nuh’un karısı ve üç gelini tam o gün gemiye bindiler. 14- Onlarla birlikte her tür hayvan -evcil hayvanların, sürüngenlerin, kuşlarla uçan yaratıkların her türü- gemiye bindi. 15- Soluk alan her tür canlı çifter çifter Nuh’un yanına gelip gemiye bindi. 16- Gemiye giren hayvanlar Tanrı’nın Nuh’a buyurduğu gibi erkek ve dişiydi. RAB Nuh’un ardından kapıyı kapadı. 17- Tufan kırk gün sürdü. Çoğalan sular gemiyi yerden yukarı kaldırdı. 18- Sular yükseldi, alabildiğine çoğaldı; gemi suyun üzerinde yüzmeye başladı. 19- Sular öyle yükseldi ki, yeryüzündeki bütün yüksek dağlar su altında kaldı. 20- Yükselen sular dağları on beş arşın aştı. 21, 22- Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar yok oldu; kuşlar, evcil ve yabanıl hayvanlar, sürüngenler, bütün insanlar, soluk alan bütün canlılar öldü. 23- RAB insanlardan evcil hayvanlara, sürüngenlerden kuşlara dek bütün canlıları yok etti, yeryüzündeki her şey silinip gitti. Yalnız Nuh’la gemidekiler kaldı. 24- Sular yüz elli gün yeryüzünü kapladı. Tufanın Sonu 8/1- Sonra Tanrı Nuh’u ve gemideki evcil ve yabanıl hayvanları anımsadı. Yeryüzünde bir rüzgâr estirdi, sular alçalmaya başladı. 2- Enginlerin kaynakları ve göklerin kapakları kapandı. Yağmur dindi. 3- Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. Yüz elli gün geçtikten sonra sular azaldı. 4- Gemi yedinci ayın on yedinci günü Ararat Dağları’na oturdu. 5- Sular onuncu aya kadar sürekli azaldı. Onuncu ayın birinde dağların doruğu göründü. 6- Kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı. 7- Kuzgunu dışarı gönderdi. Kuzgun sular kuruyuncaya kadar dönmedi, uçup durdu. 8- Bunun üzerine Nuh suların yeryüzünden çekilip çekilmediğini anlamak için güvercini gönderdi. 9- Güvercin konacak bir yer bulamadı, çünkü her yer suyla kaplıydı. Gemiye, Nuh’un yanına döndü. Nuh uzanıp güvercini tuttu ve gemiye, yanına aldı. 10- Yedi gün daha bekledi, sonra güvercini yine dışarı saldı. 11- Güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağıyla akşamleyin geri döndü. O zaman Nuh suların yeryüzünden çekilmiş olduğunu anladı. 12- Yedi gün daha bekledikten sonra güvercini yine gönderdi. Bu kez güvercin geri dönmedi. 13- Nuh altı yüz bir yaşındayken, birinci ayın birinde yeryüzündeki sular kurudu. Nuh geminin üstündeki kapağı kaldırınca toprağın kurumuş olduğunu gördü. 14- İkinci ayın yirmi yedinci günü toprak tamamen kurumuştu. 15, 16- Tanrı Nuh’a, “Karın, oğulların ve gelinlerinle birlikte gemiden çık” dedi, 17- “Kendinle birlikte bütün canlıları, kuşları, hayvanları, sürüngenleri de çıkar. Türesinler, verimli olsunlar ve yeryüzünde çoğalsınlar.” 18- Nuh karısı, oğulları ve gelinleriyle birlikte gemiden çıktı. 19- Bütün hayvanlar, sürüngenler, kuşlar, yeryüzünde yaşayan her tür canlı gemiyi terk etti. 20- Nuh RABB’e bir sunak yaptı. Orada temiz sayılan hayvanların ve kuşların hepsinden yakmalık sunular sundu. 21- Güzel kokudan hoşnut olan RAB içinden şöyle dedi: “İnsanlar yüzünden yeryüzünü bir daha lânetlemeyeceğim. Çünkü insanın yüreğindeki eğilimler çocukluğundan itibaren kötüdür. Şimdi yaptığım gibi bütün canlıları bir daha yok etmeyeceğim.” |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
121, 122. Ayetler:
Şüphesiz ki bunda kesinlikle bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi. Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir. Yine bu ayetlerle Mekkelilere ve tüm zamanların insanlarına bir gönderme yapılarak akıllarını başlarına almayanlar tehdit edilmekte, inananlara ve inanacaklara umut verilmektedir. Bu ayetler indiğinde, peygamberimiz ile Mekkeli kâfirler arasında aynı şeyler yaşanıyor, peygamberimizden çevresindeki Bilal, Ammar, Süheyb gibiköle ve fakir kişileri kovması isteniyordu. Ancak bu konuda Rabbimizin özel ihtarı söz konusu idi: En’âm 52, 53: Ve Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rabblerine dua eden kimseleri kovma. Onların hesabından sana hiçbir şey [sorumluluk] yoktur, senin hesabından da onlara hiçbir şey yoktur. Ki onları kovup da zalimlerden olasın! Ve Biz, “Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? Abese 5–12: O, kendisini her türlü ihtiyacın üstünde görene gelince, sen ona yöneliveriyorsun onun arınmamasından sana bir sorumluluk olmadığı hâlde! Amma! Koşarak sana gelen var ya; haşyet duyarak, sense ondan zevklenerek eğlenip oyalanıyorsun. Hayır… Hayır… Hiç de öyle değil! O, bir düşündürücüdür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır; 123. Ayet: Ad, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. Bu suredeki önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin dördüncüsü, Ad kavmi ile onlara elçi olarak gönderilen Hud peygambere ait haberlerdir. Hud peygamber ile kavmi arasında geçen bu olaylar da peygamberimiz ile Mekkeli müşrikler arasındaki olaylara benzemektedir. Bu sebeple, Mekkeli müşriklerden bu kıssadan ibret alarak akıllarını başlarına toplamaları istenmektedir. Ad kavmi hakkında daha önceki surelerin tahlilinde ayrıntılı bilgi verilmiş olduğundan, (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:222-223) ilgili ayetlerden birkaçını vererek kısa bir hatırlatma ile yetiniyoruz: Fecr 6–14: Ad kavmine, sütunların sahibi İrem’e -ki beldeler içinde bir benzeri yaratılmamıştı-, vadilerde kayaları kesen Semud kavmine, o kazıkların sahibi Firavun’a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı. Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı. Şüphesiz ki Rabbin gözetlemektedir. A’râf 67–70: (Hud da): “Ey kavmim! Bende sefahet [akıl hafifliği; cahillik] yok, velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderilerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir zikir [öğüt / kitap] gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra, halifeler yaptı ve yaratılışta boy pos itibariyle sizi artırdı. Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa erdirilesiniz.” dedi. (Onlar da) Dediler ki: “Demek sen tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!” Fussilet; 15: Ad’a gelince onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve “Güçce bizden daha çetin kim vardır?” dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın güçce kendilerinden daha çetin olduğunu görmediler mi? Ve onlar bizim ayetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı. Hud; 59, 60: Ve işte bu, Rabblerinin ayetlerine kafa tutan, O’nun elçilerine isyan eden ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad’dır. Bu dünyada ve kıyamet günü arkalarına lânet takıldı. Haberiniz olsun! Ad, Rabblerini inkâr ettiler. Haberiniz olsun! Hud’un kavmi olan Ad’a uzaklık verildi. 124–135. Ayetler: Hani kardeşleri Hud onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için / sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar / kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verene; davarlar, oğullar, cennetler [bağlar, bahçeler], pınarlar verene takvalı davranın. Şüphesiz ki ben sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum.” Onlar dediler ki: “Sen, öğüt versen de yahut öğüt verenlerden olmasan da bizim için aynıdır. Bu, sadece öncekilerin hayat tarzlarıdır. Ve biz azaba uğratılacaklar değiliz.” 128–130. ayetlerdeki “Her yüksek tepeye alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için / sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar / kaleler] mi edinirsiniz?” ifadesi, çağımızdaki gökdelenleri, şehir girişlerinde yol kenarlarına sıralanmış plazaları akla getirmektedir. Bu, çağımızdaki toplumlar ile Ad kavmi arasındaki yaşam tarzı benzerliklerini hatırlatmaktadır. Gerçekten de, şehirlerin yüksek tepeleri üzerine inşa edilen gösterişli binalar, Ad kavmindekiler gibi sırf servet ve güç gösterimini sergileyen yapılardır. Mimaride bir trend hâline gelmiş olan bu gösterişçi tarz, insanlığın bencil kazançlar uğruna kapıldığı tekasür hastalığının bir sonucudur. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:294-295) İstifçiliğin ve göz boyamaya yönelik gereksiz israfın göstergeleri olan bu ihtişamlı yapılara harcanan paralarla sürekli değer üretecek yatırımlar yapmak ve pek çok kişiye iş imkânı sağlamak mümkündür. Eğer akıllar başlara toplanmazsa, Ad kavminin akıbeti, aynı davranışları gösteren günümüz toplumları için de kaçınılmaz olacaktır. 129. ayette geçen “ لعلّكمlealleküm” sözcüğü Ubeyy mushafında “ كأنّكم keenneküm” şeklindedir. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb;Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Bu birleşik sözcük Arapçada “sanki siz” anlamında kullanılmaktadır. Bu nedenle, ayet için yaptığımız mealde her iki okunuşun anlamını da vermiş bulunuyoruz. Hud peygambere karşı gösterilen tepkilerin anlatıldığı 136–138. ayetler, tüm zamanların müşriklerinin birbirlerinden pek farklı olmadığını göstermektedir. Hatırlanacak olursa, Mekkeli müşrikler de peygamberimize benzer tepkiler vermişlerdi: Furkan 4, 5: Ve inkâr etmiş olanlar “Bu [Kur’an], onun [Muhammed’in] uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler. Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler. Nahl 24: Ve onlara “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar “Öncekilerin efsanelerini” dediler. 139, 140. Ayetler: Bunun üzerine onu yalanladılar da Biz kendilerini helâk ettik. Şüphesiz ki bunda kesinlikle mutlak bir ayet vardır, ama onların çoğu iman ediciler değillerdi. Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhamet sahibinin] ta kendisidir. Bu kez Hud peygamber ile Ad kavmi arasında geçenler anlatıldıktan sonra Mekkelilere ve tüm zamanların insanlarına yine kıssadan ders çıkarmaları hatırlatılmakta, daha evvel de yapıldığı gibi inatçılar ceza ile tehdit edilirken inançlılara da rahmet müjdesi verilmektedir. 141. Ayet: Semud gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. Bu surede anlatılan önemli haberlerin ve çarpıcı bilgilerin beşincisi, Semud kavmine ait olanlardır. Tarihte yer almış önemli kavimlerden birisi olan Semud kavmi, kıssaları yukarıda nakledilmiş olan Nuh kavmi ve Ad kavmi gibi, kendilerine içlerinden seçilmiş bir elçi vasıtasıyla gönderilen mesajları yalanlamış ve elçilik müessesini toptan inkâr etmiş bir kavimdir. Nuh ve Ad kavminde olduğu gibi, Semud kavmindeki elçi-kavim ilişkileri de peygamberimiz ile Mekkeliler arasındaki ilişkilere benzemektedir. Salih peygamber ile kavmi arasındaki ilişkilerin dile getirildiği Semud kavmine ait kıssa 159. ayete kadar devam etmekte ve daha evvelki surelerde yer almayan bazı bilgiler kıssanın bu suredeki anlatımında verilmektedir. Bu karşılaştırmanın yapılmasını sağlamak ve konunun daha iyi anlaşılmasını temin etmek için, A’râf suresinin ilgili ayetlerini ve o ayetlerle ilgili tahlilimizi burada tekrar sunuyoruz: A’râf; 73–79: [Ant olsun ki] Semud’a da kardeşleri Salih’i [elçi olarak gönderdik]. O dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil [kanıt] geldi. İşte şu, Allah’ın dişi devesi, sizin için bir ayettir; bırakın onu Allah’ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. Ve düşünün ki Ad’dan sonra sizi halifeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarından evler yontuyorsunuz. Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.” Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Salih’in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?” [Onlar da] “Kesinlikle biz onunla gönderilene inananlarız [inanıyoruz]!” dediler. O büyüklük taslayan kimseler; “Biz, sizin inandığınızı kesinlikle inkâr edenleriz [ediyoruz]!” dediler. Hemencecik de o dişi deveyi ayaklarından kesip öldürdüler ve büyüklenerek Rabblerinin buyruğundan dışarı çıktılar ve “Ey Salih! Eğer hakikaten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini getir bize!” dediler. Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökekaldılar. [Salih de] O zaman onlara sırt çevirdi ve “Ey kavmim! Ant olsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi. Semud kavminin bahsi şimdiye kadar Fecr, Necm, Şems, Büruc, Kaf, Kamer ve Sad surelerinde geçmiş ve bu surelerin tahlillerinde bu kavim hakkında ayrıntılı bilgiler verilmişti. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:224-226) Bu nedenle, burada daha önce verilenlerden farklı noktalar üzerinde durulacaktır. Kur’an’ın diğer surelerinde verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, Semud kavmi büyük bir medeniyettir ve kalabalık bir halktır. Kıssada geçen “deve” de bize göre hakikat manada değil, mecaz manada düşünülmelidir. (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:514-519) Zaten söz konusu deve ayette “Allah’ın devesi” olarak nitelenmiştir. Şems suresinin tahlilinde açıkladığımız gibi, devenin Allah’a izafe edilişi, onu kimsenin sahiplenemeyeceğini ifade eder. Bu ifade tıpkı “Allah’ın evi [Beytüllah]” gibi devenin kimseye ait olmadığını, tüm insanlara, kamuya ait olduğunu gösterir.A’raf/74. ayetin sonundaki “Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın” ifadesinden, Ad kavminden sonra o bölgede bir düzen kurulduğu anlaşılmaktadır. Yapılan ihtar da o düzenin bozulmaması ve kargaşa çıkarılmaması içindir. Bize göre burada, bir düzenin [adaletin] olmadığı yerde kargaşanın kaçınılmaz olduğu ve mülkün [yönetimin, devletin] temelinin adalet olduğu vurgulanmaktadır. A’raf/78. ayetteki “diz üstü çökekaldılar” diye çevirdiğimiz “casimin” sözcüğü “hiç hareket etmeden, hiç bir şey hissetmeden diz üstü oturanlar” anlamında olup Semudluların perişan hâlde oluşlarını, zavallılıklarını ifade etmektedir. A’raf/79. ayetteki “[Salih de] O zaman onlara sırt çevirdi” ifadesinden, Salih peygamberin bu olaydan [devenin katledilmesinden] sonra Semudluların yanlarına uğramadığı ve onlara yardımcı olmadığı veya onlarla hiç muhatap olmadığı ve oradan ayrılıp uzaklaştığı anlaşılmaktadır. Yine Salih peygamberin A’raf/79. ayette geçen “Ey kavmim! Ant olsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” ifadesi, Nuh peygamberin kıssasında olduğu gibi, peygamberlerin değişmez görevlerinin “tebliğ” ve “nasihat” olduğunu göstermektedir. Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, değişmez görevleri dışında peygamberlere Yüce Allah tarafından ayrıca bir “teşri [yasama]” görevi ve yetkisi verilmemiştir. Salih peygamber ile Semud kavminin kıssası, İsrailoğulları veya Uzakdoğu kıssalarından olmayıp bir Arap kıssasıdır. Bize göre, Arapların bu kıssayı iyi bilmeleri ve aralarında sıkça anlatmaları sebebiyle Rabbimiz bu kıssaya Kur’an’da birçok kez yer vermiştir. 142–157. Ayetler: Hani kardeşleri Salih onlara demişti ki: “Takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum da. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı gidenlerin emrine uymayın.” Onlar dediler ki: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir ayet getir.” O [Salih]; “İşte bu dişi devedir, onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir” dedi. Buna rağmen onlar deveyi inciklerini kesip öldürdüler de pişman olanlar olarak sabahladılar. Kıssada geçen “dişi deve” ifadesi ile ilgili olarak Şems suresinde yaptığımız açıklamaların tekrar okunmasında yarar görüyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:514-519) Söz konusu deve için ayette “ ناقةاللّه Allah`ın devesi” ifadesi kullanılmıştır. Devenin Allah`a izafe edilişi, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur. Burada konu edilen, devenin Allah tarafından yaratılması veya devenin Allah`ın varlık ve birliğine kanıt olması değildir. Zaten evrendeki her şeyin yaratıcısı Allah`tır ve zerreden küreye canlı-cansız her yaratık Allah`ın varlığına ve birliğine kanıttır. Ayetteki "en-Nakah" ifadesi, o güne göre toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin, ortak ve serbestçe sütünden, gücünden ve yavrusundan istifade edeceği, kamu malı, beş yaşında güçlü bir dişi devedir. Günümüzde ise bu deyim hayır kurumlarına, sosyal yardım vakıflarına, sosyal güvenlik kuruluşlarına karşılık gelmektedir. Aç, fakir insanların bu kurum [ النّاقةen nakah] sayesinde açlıktan, sefaletten, kula kulluktan kurtulmaları, o günkü Semud kavmi ileri gelenlerinin hoşuna gitmemiştir. Çünkü kendilerine kulluk edenlerin kulluktan kurtulması, kendilerini bütün ihtiyaçların üzerinde gören bu tağutların işine gelmemiştir. 158, 159. Ayetler: Bunun üzerine onları azap yakalayıverdi. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır; ama onların çoğu iman etmediler. Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [engin merhametlinin] ta kendisidir. Semud kavmi ile ilgili kıssanın ardından bu kavmin acıklı akıbeti bildirilmiş ve yine inkârcılara bir tehdit, inanan ve inanacaklara da umut ve mutluluk mesajı verilmiştir. 160. Ayet: Lut’un kavmi gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. Bu surede verilen önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin altıncısı, Lut peygamber ile kavmi arasında yaşanan olaylara ilişkindir. Lut kavmi de kendilerine gelen elçi ve mesajları yalanlamışlar, elçilik müessesini reddetmişler ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır. 173. ayete kadar devam eden kıssanın buradaki anlatımı daha evvelki anlatımlara atıfta bulunarak başlamıştır ve öncekilerden farklı olarak elçinin elçiliği karşılığında hiçbir ücret istemeyişi gibi yeni bilgiler içermektedir. 161–173. Ayetler: Hani kardeşleri Lut onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz. İşin aslı siz haddi aşan bir kavimsiniz.” Onlar: “Ey Lut! Vazgeçmezsen, kesinlikle, çıkarılanlardan olacaksın” dediler. O [Lut]: “Şüphesiz ben, sizin işiniz için buğzedenlerdenim” dedi. -Rabbim! Beni ve ailemi onların yapageldiklerinden kurtar!- Bunun üzerine Biz de onu ve ailesinin -geride kalanların içindeki zavallı karı hariç- tamamını kurtardık, sonra da geridekilerin hepsini helâk ettik. Ve üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Bak işte uyarılanların yağmuru ne kötüdür! Lut kavminin sadece homoseksüellik yüzünden helâk edildiği yönünde toplumlarda yanlış ve yaygın bir kanaat vardır. Lut kavminin helâk sebebinin sadece homoseksüellik olduğu sanılmamalıdır. Bu kavmin temel suçu “şirk ve peygamberi tanımamak”tır.Bu, hem 81. ayetteki“Aslında siz sınırı aşan bir kavimsiniz” ifadesinden, hem homoseksüelliğin cezasının “helâk edilmek” olmamasından, hem de Şuara suresinin 160. ayetinden anlaşılmaktadır: Şuara 160: Lut’un kavmi peygamberleri yalanladı. HOMOSEKSÜELLİĞİN CEZASI Homoseksüelliğin cezası üzerinde bilginler ihtilâf etmişler; kimi uçurumdan atalım, kimi diri diri gömelim, kimi taşlayarak öldürelim, kimi de zinadaki gibi yüz sopa vuralım cinsinden değişik cezalar öngörmüşlerdir. Hâlbuki Rabbimiz, homoseksüelliğin cezasını Kur’an’da bildirmiştir: Nisa 16: Sizlerden fuhuş yapanların [eşcinsel ilişkide bulunan erkeklerin] her ikisine eziyet edin. Eğer tövbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir. Görüldüğü gibi bu suça öngörülen ceza, faillere el ve dil ile yapılacak eziyettir. Eziyetin niteliği belirtilmediği için ceza şeklinin günün koşullarına göre kamu tarafından ayarlanması söz konusudur. Ayetten anlaşılan, bu çirkin davranışın toplumlardan silinmesi görevinin kamuya ait olduğudur. Dolayısıyla bu aşırılığın ortadan kaldırılması için gerekli çabayı devletler göstermeli, fizikî yapılarında anormallik olanlar tedavi edilmeli, değişik zevkler peşinde olup tutkularının esiri olarak bu işi yapanlar ise cezalandırılmalıdır. 173. ayette Lut kavmi üzerine yağdırılan yağmura dikkat çekilmiş ama bu konuda başka bilgi verilmemiştir. Aslında bu yağmur su yağmuru değil, taş yağmurudur. Kur’an’ın başka yerlerinde verilen ayrıntılara göre, Lut peygamber gecenin son saatlerinde ehliyle birlikte memleketinden ayrılınca, şafak vakti korkunç bir patlama ve şiddetli bir deprem olmuş, bu kötü kavmin tüm evlerinin altı üstüne getirildikten sonra, volkanik patlama ve rüzgârın etkisiyle pişmiş çamurdan oluşan taşlar yağmur gibi kentin üzerine inmiştir. Lut kavminin yaşadığı bölge ile ilgili olarak Tevrat’ı, antik Yunan ve Latin yazılarını ve modern jeolojik araştırmalar ile arkeolojik gözlemleri değerlendiren Mevdudi, bu konuda şunları aktarmaktadır: “Ölü Deniz`in doğusunda ve güneyinde uzanan çöllük ve boş topraklarda bulunan yüzlerce harabe, burasının geçmişte bir zamanlar müreffeh ve sık nüfuslu bir bölge olduğunu göstermektedir. Arkeologlar, bu bölgenin yaşadığı refah döneminin İ.Ö. 2300-1900 yılları arasında geçtiğini tahmin ediyorlar. Tarihçilere göre İbrahim İ.Ö. 2000 yıllarında yaşamıştır. O halde, arkeolojik deliller bu bölgenin Hz. İbrahim ve yeğeni Lut (as) zamanında helâke uğradığını teyid etmektedir. Bölgenin en kalabalık ve verimli yöresi, Kitabı Mukaddes`te anıldığına göre "Sidim Deresi" idi: "Ve Lut gözlerini kaldırdı ve bütün Erden Havzası`nın Sodom ve Gomorra`yı Rabb helâk etmeden evvel Rabb`in bahçesi gibi, Tsoara giderken Mısır diyarı gibi, her yerde suyu bol olduğunu gördü." (Tekvin: 13/10). Günümüz bilginleri, bu havzanın şimdi Ölü Deniz`in altında bulunduğu görüşündedirler ve bu görüşü sağlam arkeolojik deliller desteklemektedir: Eski zamanlarda Ölü Deniz bugünkü kadar güneye uzanmıyordu. Bugünkü Ürdün şehirlerinden el-Kerek`in batısında ve tam karşısında el-Lisan adında küçük bir yarımada vardır. Burası eskiden Ölü Deniz`in ucuydu. Bunun güneyinde kalan ve şimdi deniz sularının altında bulunan yöre, Hz. Lut`un (as) kavminin ünlü şehirleri Sodom, Gomore, Edmah, Zeboyim, Zoar`ın yer aldığı "Sidim Deresi" denilen verimli bir vadiydi. İ.Ö. 2000 yıllarında bu vadi, şiddetli bir depremin etkisiyle çöktü ve deniz sularının altında kaldı. Bugün bile burası Deniz`in en sığ parçasıdır. Romalılar zamanında daha da sığdı ve batı sahilindeki el-Lisan`a yürünerek geçilebiliyordu. Güney kıyılarında, hâlâ su altındaki ormanlar görülebilmekte ve aynı şekilde su altında binaların bulunması ihtimali de kuvvetli görülmektedir. Kitabı Mukaddes ile eski Yunan ve Latin yazılarına göre, yöre petrol çukurları ve asfalt bakımından da zengin olup şurada burada alev almayan gaz vardı. Jeolojik gözlemlerden, şiddetli deprem şokuyla petrol, asfalt ve gazların yüzeye fırlayıp alev aldığı ve tüm yörenin bir bomba gibi infilak ettiği anlaşılmaktadır. Kitabı Mukaddes`te, Hz. İbrahim`in (as) haberi alınca Hibran`dan felakete uğrayan vadiye gittiği ve "yerin dumanının ocak dumanı gibi çıktığını" (Tekvin: 19/28) gördüğü anlatılmaktadır.” (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an) 174, 175. Ayetler: Şüphesiz ki bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi. Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’in [merhamet sahibinin] ta kendisidir. Bu ayetlerde yine o günün Mekkelilerine ve tüm zamanların insanlarına özel bir mesaj verilmektedir. 176. Ayet: Eyke ashabı gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. Önemli haberlerin, çarpıcı bilgilerin yedincisi, Eyke ashabı ve Şuayb peygamber hakkında olup bu bilgiler 189. ayete kadar sürmektedir. A’râf suresinin 86. ayetinde “Medyen ashabı” olarak anılmış olan Şuayb peygamberin elçi olarak görevlendirildiği toplum, bu surede “Eyke ashabı” olarak anılmaktadır. Bu durum her iki ismin de aynı kavmi işaret ettiğini göstermektedir. 177–189. Ayetler Hani Şuayb onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan kişiye [Allah’a] takvalı davranın.” Onlar, “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen, üstümüze gökten bir parça düşürüver” dediler. O [Şuayb], “Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir” dedi. Bunun üzerine onu yalanladılar da kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Şüphesiz o büyük bir günün azabı idi. Ayetlerde bildirildiğine göre Şuayb peygamberin kavminden istedikleri şunlardı: * Ölçeği tam ölçün! * Doğru terazi ile tartın! * İnsanların hakkından hiçbir şeyi kısmayın! [Bu madde, beşeri dinlerdeki ücret ve geçim standartlarındaki hakları ortaya koymaktadır. Kimsenin geçim sıkıntısı çekmemesi istenmektedir.] * Yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk etmeyin! * Sizi ve evvelki ümmetleri yaratandan korkun! Kavminin Şuayb peygambere verdiği cevap, zaten inançları da birbirine benzeyen Semud kavminin Salih peygambere verdiği cevap ile aynıdır. Hatırlanacak olursa, Semud kavminin elçileri Salih peygambere cevapları şu olmuştu:“Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin! Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir ayet getir.” Müşrik toplumlardan olan Mekkelilerin de kendilerine yapılan çağrıya gösterdikleri tepki yukarıdakilerden farklı değildir: İsra 90–93: Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?” Enfal 32: Bir vakit de; “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk / gerçek ise, hiç durma, üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. Kıssanın diğer surelerindeki anlatımlarında bazı farklı bilgiler de verilmiştir: A’râf 88, 89: Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz!” [Şuayb de] Dedi ki: “İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, kesinlikle Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi durumu ayrı. Ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a güvenip dayandık.” -Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakk ile hükmet. Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın!- Hud 94: Ve ne zaman ki, emrimiz geldi, Şuayb’i ve onunla birlikte inanmış olan kişileri tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve o zalim kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar. Hud 87: Onlar dediler ki: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salâtın mı emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.” Yüz seksen dokuzuncu ayette geçen “Gölge Günü Azabı” ifadesi dikkat çekicidir. Ayette geçen “gölge günü azabı” ile ilgili olarak klasik eserlerde bir hayli nakil yer almıştır. Bu bilgiler söylenti ve tahminlere dayanmaktadır. Konuyu iyi anlayabilmek için bunlara göz atmakta yarar vardır: Rivayet olunduğuna göre, Cenâb-ı Hak onlara yedi gün hep rüzgâr estirdi ve onlara kum, toz-toprak musallat etti ve nefeslerini ne bir gölgenin ne bir suyun fayda veremeyeceği şekilde tuttu [kesti]. Böylece onlar çöle çıkmaya mecbur oldular. Allah onları, serinliğini ve tatlı rüzgârını hissettikleri bir bulutla gölgeledi. Hepsi o bulutun altına toplandılar. Bulut onlara öyle bir ateş yağdırdı ki, yanıp gittiler. Rivayet olunduğuna göre, Şuayb [a.s], Ashab-ı Medyen ve Ashab-ı Eyke denen iki ümmete oeygamber olarak gönderilmiştir. Bunlardan Medyenliler Cebrail [a.s]`in bir nârasıyla, Eykelller de "O gölgeli-bulutlu günün azabıyla" helak oldular. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Derken onu yalanladılar. Bunun üzerine onları “yevmu`z-zulle azabı” ge*lip yakaladı." İbn Abbas dedi ki: Çok şiddetli bir sıcak oldu. Yüce Allah da bir bulut gönderdi, altında gölgelenmek üzere ona doğru kaçtılar. Gölgenin altında toplandıktan sonra onların üzerine bir çığlık koptu ve hep helâk ol*dular. Bir diğer açıklamaya göre; Yüce Allah bu bulutu başlarının üzerinde tut*tu. Sıcaktan adeta alev saçıyordu. Sonunda helak olup öldüler. O gün dün*yada görülmüş en büyük günlerden bir gün idi. Denildiğine göre; yüce Allah onların üzerine çok sıcak bir rüzgâr gönder*di, Ağaçların gölgelerine çekildiler. Yüce Allah, ağaçlığı tutuşturdu ve hep*si de yandılar. Yine İbn Abbas ve başkalarından rivayete göre, Yüce Allah, üzerlerine ce*hennem kapılarından bir kapı açtı, üzerlerine son derece şiddetli bir sıcak gönderdi. Nefes alamaz oldular, evlerine girdiler, gölgenin onlara bir fayda*sı olmadı, suyun da bir faydası olmadı. Sıcaktan piştiler, sıcaktan kaçmak için ovaya çıktılar. Yüce Allah üzerlerine bir bulut gönderdi ve bu bulut onları gölgelendirdi. Orada bir miktar serinlik, rahatlık ve hoş rüzgâr buldular, Bi*ri diğerini çağırmaya başladı, hepsi o bulut altında toplanınca yüce Allah, o bulutu alevle tutuşturdu. Altlarından yer sarsıldı, kavrulan çekirgelerin yan*dığı gibi yandılar ve küle döndüler. İşte Yüce Allah`ın "... yurtlarında diz üs*tü çöküp kaldılar. Sanki orada kalmamışlardı" (Hud, 11/67) buyruğu ile "Bunun üzerine onları yevmu`z-zulle azabı gelip yakaladı. Gerçekten o bü*yük bir günün azabı idi" buyruğunda anlatılan budur. Yine denildiğine göre; Yüce Allah yedi gün süreyle onları rüzgarsız bırak*tı. Üzerlerine sıcağı musallat etti, nefes alamaz oldular. Ne bir gölgenin, ne bir suyun onlara faydası oldu. O bakımdan serinlemek maksadıyla dehlizle*re giriyorlardı, fakat oranın dışardan daha sıcak olduğunu görüyorlardı. Ni*hayet çöle kaçtıiar. Bir bulut onları gölgelendirdi. İşte “ez-zullet” budur. Al*tında bir serinlik ve bir esinti buldular. Üzerlerine ateş yağdırdı ve yandılar. Yezid el-Cüreyrî dedi ki: Yüce Allah, geceli gündüzlü yedi gün onlara sı*cağı musallat kıldı. Daha sonra uzaklardaki bir dağı yükseltti. Bir adam oraya vardı, altında nehirler, pınarlar, ağaçlar ve soğuk su olduğunu gördü. Hepsi o dağın altında toplandılar. Dağ üzerlerine düştü. İşte "ez-zulle" de*nilen budur. (Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l-Kur’an; Zemahşeri, el-Keşşaf) Bize göre “Gölge Günü Azabı”nı A’raf ve Hud surelerinde bu kavmin helakini anlatan ayetlerden anlamak mümkündür. A’raf 91, 92: Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış / zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar var ya, işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular. Hud 94: Ve ne zaman ki emrimiz geldi, Şuayb’i ve onunla birlikte inanmış olan kişileri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ve o zalim kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp kaldılar. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, ya bir yanardağın harekete geçmesiyle lavlar püs*kürmüş ve yerden kalkan taş toprak büyük bir toz tabakası halinde yükselip bulutumsu bir gölge meydana getirmiştir, ya da müthiş bir depremden önce ortalığı ke*sif bir sis tabakası kaplamış ve deprem ile birlikte büyük bir toz bulu*tu oluşmuştur. 190, 191. Ayetler: Şüphesiz bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi. Ve şüphesiz Rabbin, kesinlikle Aziz [Mutlak üstün olan] ve Rahîm’in [engin merhametli olanın] ta kendisidir. Şuayb peygamber ve kavmi de insanlar için bir ibret tablosudur. Dünyada Şuayb peygamberin kavmi gibi yaşayan toplumlar da helâk olacaklardır. İman eden ve salihatı işleyen, kötülere karşı duranlar ise Allah’ın rahmetine nail olacaklardır. KISSALAR ÜZERİNE GENEL BİR YORUM Anlatılan kıssalarda peygamberlerin tümünün kendi kavimlerine hep aynı sözü söyledikleri görülmektedir: “Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir.” Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, onların elçiliğinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat hayatlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
PEYGAMBERİMİZ DE KİMSEDEN BİR ÜCRET İSTEMEMİŞTİR
Yukarıdaki ayetlerden başka daha pek çok ayette görülmektedir ki, Rabbimiz hiçbir peygamberine, yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiş ve aldırtmamıştır. Nitekim Hud ve Zariyat surelerinde belirtildiği gibi, İbrahim peygambere müjde getiren elçiler, görevleri karşılığında İbrahim peygamber tarafından yapılmak istenen ikramı reddetmişlerdir. Bu konuda peygamberimize de Furkan, Sad, Ka*lem ve Sebe surelerinde defalarca aynı şey emredilmiştir. Dolayısıyla peygamberimizin kimseden herhangi bir ücret istemiş olması mümkün değildir. Buna akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira netice itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır. Böyle olmasına rağmen, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yönünde iddiaların bulunduğu yüzlerce rivayetin etkisiyle Furkan suresinin 57. ve Şûra suresinin 23. ayetlerine birer istisna ilâvesi yapılmış ve pek çok mealde Şûra suresinin 23. ayetindeki “yakınlarda sevgi istiyorum” ifadesi, “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir sözcük ve işaret yoktur. Oradaki ifade de yine “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum, yani peygamberimizin yakınları için bir talepte bulunması hâli ise mümkün değildir, zira böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten bu ayetlerin siyak ve sibaklarında hitabın hep kâfirlere olmasından anlaşılacağı üzere, muhatap kâfirlerdir ve onlardan bir karşılık, bir mükâfat beklemek anlamsızdır. Çünkü kâfirler peygamberi kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu ortamda taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır. 192–196. Ayetler: Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi. Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin, sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı. Surenin başında Kur’an ile ilgili anlatıma büyük bir parantez olarak giren önemli haberler bölümünün tamamlanmasından sonra, tekrar asıl konu olan Kur’an ile ilgili açıklamalara dönülmüştür. 192. ayetin başındaki “ve” bağlacı, bu paragrafı surenin başına bağlamakta, yine aynı ayette geçen “ إنّهinnehü” sözcüğündeki “bu” zamiri de 2. ayetteki “apaçık, açıklayıcı kitap”ı göstermektedir. Dolayısıyla bu paragraf, surenin 1, 2. ayetleri ile birlikte aşağıdaki gibi anlaşılmalıdır: 1, 2, 192–196. ayetler: Ta, Sin Mim. Bunlar, apaçık / açıklayıcı kitabın ayetleridir. Ve şüphesiz ki bu [apaçık kitap], kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla [apaçık, açıklayıcı kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh [Güvenilir Can, sağlam bilgi] indi. Ve şüphesiz o [er-Ruhu’l-Emin, sağlam bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı. ER-RUHÜ’L-EMÎN Bu ifade Kur’an’da sadece bu pasajdaki 193. ayette geçmektedir. Bu ayette bir sıfat tamlaması olarak “er-Ruhü’l-Emîn” şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “Ruhü’l-emin” şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, 193. ayeti “Onu Ruhü’l-Emin [Cebrail] indirdi”diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. ayetteki “O, âlemlerin Rabbinin [Allah’ın] indirmesidir” ifadesiyle hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle çelişmektedir. Bu çelişki de yine “nezele [indi]” fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde “indirdi” olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, ayette geçen “bihi” ifadesindeki “be” harf-i cerrinin “ilsak” için değil de “musahabe” için alınması yeterlidir. Bu takdirde “nezele” fiili geçişsiz anlamı ile “onunla indi” olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur. Netice olarak, 193. ayette geçen “er-Ruhü’l-Emin” ifadesinin kişileştirilerek “Cebrail” olarak yorumlanması yanlıştır.Burada “emin, güvenilir, sağlam” olarak nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine Allah tarafından indirilmiş olan “ruh, bilgi, vahiy”, Mücadele suresinin 22. ayetinde de açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından indirilmiştir. Bu konuya dair Meryem suresinin sonundaki “Ruhulkudüs, Er-Ruhu’l-Emin, Cibril [Cebrail]” başlıklı yazımızın okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l Kur’an c.3, s:532-548) 197. Ayet: Ve İsrailoğulları bilginlerinin onu [kendi kitaplarında sağlam bilginin varlığını] bilmesi, onlar için bir ayet olmadı mı? Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bu ayetin Medenî olduğu ileri sürülmüştür. Bu iddianın sebebi, ayetin önündeki ve arkasındaki ayetlerle anlam irtibatının kurulamaması olsa gerektir. Hâlbuki ayetteki “onu” zamiri, “[kendi kitaplarında] sağlam bilginin varlığı” anlamına raci olunca bu iddia yersiz hâle gelmektedir. Aksi hâlde bu ayetin, önündeki ve arkasındaki ayetlerle anlam olarak bir bağlantısı kurulamaz ve ayetin Medenî olduğu ileri sürülebilir. Ne var ki, bu takdirde de ayetin Medine’de inen ayetler arasında nereye konulması lâzım geldiği sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu ayette, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğine İsrailoğullarının bilginleri tanık gösterilmektedir. Zira İsrailoğullarının bilginleri Araplar gibi olmayıp vahiy, kitap gibi konularda bilgilidirler ve Kur’an kendilerine götürüldüğü takdirde Kur’an’ın önceki kitaplar gibi olduğunu söyleyebilecek durumdadırlar. Bu ayet, Kasas suresinin 52–55. ayetleri ile tefsir edilmiştir: Kasas 52–55: Ondan [Söz’den; vahiyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar, ona [Söz’e; vahye, Kur’an’a] da inanırlar. Ve onlara o [Söz; vahy, Kur’an] okunduğu zaman onlar; “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık” dediler. İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak ederler. Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler. Bu konu ile ilgili olarak ayrıca aşağıdaki ayetleri de hatırlatmakta yarar görüyoruz: A’râf 157: Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları o ümmî peygamber, o elçiye uyarlar. O hâlde, ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Ahkaf 10: De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız? Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.” İsra 106–109: Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik! De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve: “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır. 198, 199. Ayetler: Ve Biz onu [apaçık kitabı] yabancılardan [Arapça bilmeyenlerden] birine indirseydik de, bunu o, onlara okusaydı, onlar, buna iman ediciler değillerdi. Kur’an’a ait bilgilerin ve açıklamaların devam ettiği bu ayetlerde; Arapça indirildiği bildirilen Kur’an’ın Arapça bilmeyen birine indirilmesi ve onun da Kur’an’ı Arapça okuması hâlinde, yani bir yabancının Kur’an’ı bilmediği bir dilde okuması gibi bir mucizeyi görmeleri hâlinde bile kâfirlerin inanmayacakları bildirilmektedir. Burada anlaşılan o ki, inkârcılar tarafından peygamberimizin Arapça bildiği ileri sürülerek Kur’an’ın mucizülbeyan oluşu hafife alınmış ve bu ayet de onlara cevap olmuştur. Kur’an’ın ilk olarak Araplara, iyice anlamaları için Arapça olarak indirildiğinin bildirilmesi, Kur’an’ın insanlar tarafından anlaşılmasının ön plânda tutulduğunu göstermektedir. Çünkü eğer Kur’an Arapça olmasaydı Araplar onu anlamayacaklardı. Şu hâlde, Kur’an’a inanabilmek için mutlaka onun anlaşılması gerekmektedir. Arapça bilmeyenlerin Kur’an’ı anlamadan Arapça telâffuz etmeleri ise, Rabbimizin Kur’an’ı anlaşılmak üzere indirdiğini bildiren ayetlerine ters düşmektedir: Yusuf 2: Şüphesiz ki, Biz onu akledersiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik. En’âm 155–157-Ve bu [Kur`ân], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi; Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. 200–209. Ayetler: Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler. İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir. Sonra da onlar; “Biz mühlet verilenlerden miyiz?” diyeceklerdir. Onlar Bizim azabımızı çarçabuklaştırmak mı istiyorlar? Gördün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Ve Biz sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti helâk ettik. Öğüt! Ve Biz, zulmedenler değiliz. Bu ayet grubunda, kâfirlerin Kur’an karşısındaki akılsız ve inatçı tutumları ile akıbetleri bildirilmektedir. Ancak bu şüpheci akılsızlar her ne kadar peygamberimizden tehdit edildikleri azabı hemen getirmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir “acaba?” taşımaktadırlar. Yani, görünüşte kabul etmez, inanmaz bir tavır sergileyen bu inkârcılar, aslında içlerinden “Ya doğruysa, ya varsa!” diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar: Hacc 55: Şu küfretmiş olan kişiler de, kendilerine ansızın Saat [kıyametin kopuş anı] gelinceye veya akim [kısır, yararsız, verimsiz] bir günün azabı gelinceye kadar, ondan [Kur’an’dan] kuşku duymaya devam edeceklerdir. 200. ayetteki “Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk” ifadesi de bunu desteklemekte olup bu ifade şu şekilde takdir edilebilir: “Biz Kur’an’ı kendi dillerinde indirmek suretiyle gayet iyi anlaşılır kılmakla onların kalplerine öyle soktuk ki ...” Bu ifade ileride Hicr suresinde tekrar karşımıza çıkacaktır: Hicr 1,2, 12: Elif, Lam, Ra. Bunlar, kitabın ve apaçık / açıklayıcı bir Kur’an’ın ayetleridir. Zaman zaman şu inkâr etmiş olan kişiler, “Keşke Müslüman olsaydık!” temennisinde bulunacaklar. Böylece biz onu [Kur’an’ı], günahkârların [suçluların] kalplerine sokarız.” 210–212. Ayetler: Ve onu [apaçık, açıklayıcı kitabı] şeytanlar indirmedi [senin kalbine sokmadı]. Bu onlara yaraşmaz, onlar güç yetiremezler de. Şüphesiz onlar duyumdan [vahyden] kesinlikle uzak tutulmuşlardır. Bu ayet grubunda ana konuya dönülmüş ve Apaçık Kitab’ın [Kur’an’ın] Allah’ın indirmesi olduğu, kitabın indirilişinde kesinlikle kötü kişilerin [şeytanların] bir rolünün bulunmadığı açıklanmıştır. Hatırlanacak olursa daha evvel şeytanın; * Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emreden ve öneren, * Kötülük, hayâsızlık ve Allah’a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi emreden, * Bizi fakirlikle korkutan, * Bizi kuruntulara düşüren, * Allah’ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden, * Bizleri kandırmak için bizlere yaldızlı sözler fısıldayan, * Bize vesvese verip, kışkırtıp kafa bulandıran, * Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan, * Bizi azdıran, * İçki/ uyuşturucu ve kumarla, aramıza düşmanlık ve kin sokmak isteyen, * Allah’ı anmaktan ve namazdan/ sosyal destekten bizi geri durdurmak isteyen, kişiler ve güçler olduğunu açıklamıştık. İşte burada “şeytanlar” ile kastedilen, yukarıdaki özellikleri taşıyan kötü kişilerdir. Bu kötü kişilerin Kur’an’a herhangi bir müdahalede bulunmaları söz konusu değildir. Çünkü Kur’an Allah tarafından korunmakta ve elçi Muhammed’in kalbine Allah tarafından bırakılmaktadır: Hicr 9: Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr’i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız. Kur’an’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, daha evvel Burûc suresinin tahlilinde detaylı olarak işlenmişti. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:543-545) Konunun öneminden dolayı ilgili bölümün tekrar okunmasının yararlı olacağı kanısındayız. 212. ayetteki “sem’a” sözcüğü “vahiy” anlamındadır. Sözcüğün bu anlamda kullanıldığının, Mülk suresinin 10. ve Hicr suresinin 18. ayetleri gibi örnekleri de mevcuttur. Ancak Hicr suresinin 16–18. ayetleri çarpıtılmış ve bu çarpıtma sonucu şeytanların göklere çıkıp melekler ile konuştuğu veya Allah ile melekler görüşürken şeytanların gizlice ve sinsice yaklaşarak Allah ile meleklerin konuşmasından bazı bölümleri çaldığı ve bunları yeryüzündeki kâhinlere bildirdiği gibi inançlar ortaya çıkmıştır. Fakat bu gibi inançlar çok eski bir anlayışa dayanmaktadır ve Hicr suresinin ayetleri ile hiç alâkası yoktur. Bu konu inşallah Hicr suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak işlenecektir. 213–220. Ayetler: O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra azaplandırılmışlardan olursun. Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar. Ve müminlerden sana uyan kimselere kanadını indir. Şayet sana isyan ederlerse; “Şüphesiz ben sizin yaptıklarınızdan kesinlikle uzağım” de. Ve sen kalktığın [elçilik görevini yapmak için ortaya çıktığın] ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan. Şüphesiz ki O, en iyi işiten, en iyi bilendir. Bu ayet grubunda peygamberimize, elindeki temiz ve güçlü malzemeyle [Kur’an ile] hizmetine devam ederek kulluğunu sürdürmesi talimatı verilmekte, bunu yaparken de nazik olması, kötü davrananlardan bile yumuşak bir şekilde ayrılması, her zaman ve her yerde işi Aziz ve Rahîm Allah’a havale etmesi istenmektedir. Yunus 61: Ve sen hangi işi yaparsan yap, Kur’an’dan onun hakkında ne okursan oku ve siz ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, Biz sizin üzerinizde şahidiz. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinizden uzak kalmaz. Ve bundan küçüğü ve daha büyüğü ancak apaçık bir kitaptadır. Hicr 88: Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında da üzülme. Sen kanatlarını müminlere indir. Konumuz olan ayet grubunda yer alan “Ve boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Aziz [mutlak galip] ve Rahîm’e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan!” ifadesi ile ilgili olarak acayip uydurmalar üretilmiştir. Bu uydurma anlatımlarda peygamberimiz annesinden doğuncaya ka*dar Âdem ile Havva’dan olma tüm secde eden mümin kadınların rahimlerinde ve mümin er*keklerin sulblerinde dolaştırılmış, tüm peygam*berlerin sulbünde taşınmıştır. Hatta öylesine ileri gidilmiştir ki, bazı dedelerinin sulbünde dolaşırken peygamberimizin yaptığı tesbih ve hacc telbiyesinin [“lebbeyk, lebbeyk” demesinin] başkaları tarafından duyulduğu bile iddia edilmiştir. (Kurtubi; Mücahid ve Katade’den naklen) 221–223. Ayetler ve Neml/6 Ayeti: Şeytanların kime inip durduğunu [kimlerin kafasına bir şeyler soktuğunu] size haber vereyim mi? Onlar [şeytanlar], tüm iftiracı günahkârlara iner dururlar [onların kafasına sokarlar]. Onlar, duyum bırakırlar hâlbuki onların çoğu yalancıdır. Şüphesiz bu Kur’an ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından bırakılmaktadır [senin içine işletilmektedir]. (Neml/6) Görüldüğü gibi bu ayet grubunun içine Neml suresinin 6. ayetini de koymuş bulunuyoruz. Bizim kanaatimize göre, sahabe tarafından Neml suresinin 6. ayeti olarak tasnif edilen ayet aslında buraya aittir. Neml suresinde de değinileceği gibi, bu ayetin Neml suresindeki pasajla anlam ve teknik itibariyle uygunluğu söz konusu değildir. Bu ayetlerde Kur’an ile ilgili açıklamalara devam edilerek kötü kişilerin [şeytanların] kimleri kandırıp vahiy olmayan şeyi vahiy imiş gibi söyletebilecekleri açıklanmakta, bu kötü kişilere ancak iftiracıların, yalancıların, günahkârların alet olacakları bildirilmektedir. Peygamberimiz ise bir yalancı değil, aksine büyük ahlâk sahibi, zihinsel yönden sağlıklı, emin birisidir. Ona ancak Allah indirmektedir. 224–226. Ayetler: Ve şu şairler; şüphesiz onlara azgın sapıklar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekten yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Burada şairlerin düşünce ve sözlerinde hiç sınır tanımadıkları, her vadide başıboş gezinip durdukları [her konuda doğru yanlış demeden fikir ileri sürdükleri] ve genellikle süslü sözlerle kötülük işledikleri bildirilmektedir. Gerçekten de şairler, özellikle de geçmişin şairleri, dalkavuklukla bir şeyler koparmanın yollarını ararlar, bunu yaparken yalan ve iftiradan çekinmezler, diledikleri kişileri yerin dibine batırırlar, dilediklerini de yüceltirlerdi. Böylece halka yalan yanlış fikirler aşılayarak kamuoyu oluştururlardı. Bu sebeple eski devirlerden beri şiir silâhtan daha etkili, şair de silâhşordan daha güçlü olarak kabul edilegelmiştir. [Eski dönemde şairler tarafından oluşturulan kamuoyu, günümüzde medya tarafından oluşturulmaktadır.] O dönem Arap şiiri cinsellik, aşk hikâyeleri, içki, kabilesel nefretler ve kan davaları, atalarla övünme gibi konular üzerineydi. Bu konularda yazılan şiirler yalan, abartma, yersiz suçlama, gereksiz övgü, boş söz, övünme, hiciv, çok tanrıcılık ve müstehcenlikle doluydu. Şairler ise hep yalan söylerler, şiirlerinde söylediklerinin aksini yaparlardı. Meselâ şiirlerinde cömertlik, dünyalığa ilgi göstermeme, kanaat ve saygı temalarını işlerlerken, kendileri günlük hayatlarında bütünüyle cimri, korkak, servet düşkünü ve bencil bir tutum sergilerlerdi. Başkalarının gözündeki çöpü büyütürler, fakat kendi gözlerindeki merteği görmezlerdi. Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre bu ayet gurubu, şiirleriyle peygamberimize ve inananlara saldıran, sağda solda onlar için olumsuz propagandalar yapan Abdullah b. ez-Ziba’rî, Müsaı b. Abd Menaf ve Umeyye b. Ebi’s-Salt hakkında inmiştir. Bazıları ise bu ayetlerin Ebu Azze el-Cumahî’nin bir sözlü saldırısı üzerine indiğini ileri sürmüşlerdir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Şiirin etkisi Kur’an’da başka ayetlerde de işlenmiştir: En’âm 112, 113 Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur/ fısıldar]. -Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!- Yukarıdaki ayetlerden de anlaşıldığına göre, ins ve cinn şeytanlar [bildik bilmedik tüm kötü kişiler]; * Ahirete inanmayanların [henüz Müslüman olmamışların] kalplerini bu kendi ürettikleri, Kur’an’a alternatif süslü sözlere yöneltmek, * Bu sözlerle ahirete inanmayanları [henüz Müslüman olmamışları] memnun etmek, * Böylece işlemekte oldukları suçu işlemeye devam etmek [bu sayede de dümenlerini döndürmek, gemilerini yüzdürmek, saltanatlarını sürdürmek, halkı sömürmeyi devam ettirmek, çıkarlarını devam ettirmek]için süslü, yaldızlı sözlerle girişimde bulunmaktadırlar. İslâm tarihine bakıldığı zaman İslâm’a sokulan tüm hurafelerin, yozlaşmaların bu şair kılıklı heriflerin yaldızlı sözleriyle [şiirleriyle] İslam’a sokulduğu görülecektir. ŞİİR NEDİR? Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Şiir hiçbir zaman “gerçek” değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğinin değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan “süslü söz”dür [zuhrufu’l-kavl]. Şiirin görece en iyi irdelemesi, M.Ö. 427–347 yılları arasında yaşamış olan Platon tarafından yapılmıştır. Platon’a göre şairler, gerçekler yerine görünüşle uğraşmakta, kopyanın kopyasını yaparak insanları gerçekten uzaklaştırmaktadırlar. (Platon; Devlet, 10. Bölüm) Bu yaklaşıma göre, tıpkı çocukların oyuncaklarla aldatılması gibi toplumlar da şiirle [benzetme ile] aldatılabilir, yanıltılabilir ve ideolojiler sulandırılabilir. Tarihte, özellikle de İslâm tarihinde bunun yüzlerce örneği mevcuttur. Meselâ, Celalettin-i Rumî bu örneklerden bir tanesidir. 227. Ayet: Ancak iman edenler ve salihatı işleyenler, Allah`ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna. Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. 224–226. ayetlerde kötülenen şairlerin iyileri, bu ayetle istisna edilmektedir. Çünkü şairlerin hepsi aynı değildir ve söylenmiş nice güzel şiirler vardır. Akıl ve bilgi sahiplerinin bunu reddetmesi, şiirin iyisine, yararlısına karşı çıkması düşünülmez. Ayete göre istisna edilen şairler aşağıdaki vasıflarda olanlardır: * İman edenler, * Salihatı işleyenler, * Şiirleri, tevhit, nübüvvet ve insanları hakka davet konusunda olanlar, [Allah’ı çok zikredenler], * Kendilerini hicvedenlere karşılık vermeleri durumu dışında hiç kimseyi hicvetmeyenler [zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar]. Ayetteki “ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna” ifadesinden ancak zulme uğrandığı zaman kötü söz söylenebileceği anlaşılmaktadır. Normal şartlarda Rabbimiz kötü söze, saldırıda bulunmaya izin vermemektedir. Nisa 148: Allah, haksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. Bakara 194: Haram ay haram aya karşılıktır. Ve bütün haramlar kısastır [birbirine karşılıktır]. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah’a takvalı davranın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. 227. ayette istisna edilen şairler, Abdullah b. Ravaha, Hassan b. Sabit, Ka’b b. Malik, Ka’b b. Züheyrgibi şairlerdir. Bunlar, iftiracı kâfirlerin yalanlarını onların yüzlerine vurmuşlar, peygamberimizi ve inananları yapılan saldırılara karşı savunmuşlardır Ayetin son cümlesi olan “Haksızlık edenler, hangi dönüşüme döndürüleceklerini yakında bileceklerdir” ifadesi uyarı mahiyetinde açık bir tehdittir. Bu tehdidin muhatapları, aklî delillerin, elçilerin açıklamalarının ve geçmiş peygamberlerin kıssalarının defalarca anlatılmasına rağmen bunlara itibar etmeyenler ve Kur’an ile şiirin, elçi ile şairin ayırdını yapamayan, anlatılmış olmasına rağmen hâlâ Kur’an’ı şiir, elçiyi de şair veya kâhin olarak gören akılsızlardır. Bu zavallılar, yakında büyük bir değişime uğrayacakları bildirilmek suretiyle uyarılmışlardır. Allah doğrusunu en iyi bilendir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 824
Tesekkür: 0
163 Mesajina 231 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Alıntı:
Benim anladigim vahyedileni Araplara bir yabanci okusaydi kendi dilinde olurdu o kitap, Araplarin dilinde olmazdi... O yüzden Araplar anlamaz ve iman etmezlerdi. Kisacasi, vahyedilene iman vahyedileni anlamak ve kabul etmekle olur. Eger Kuran'i bir yabanciya indirseydik te -Ve lev nezzelnâhu alâ ba’dıl a’cemîn Araplara onu o okusaydi -Fe karaehu aleyhim Araplar o okunana iman edenler olmazdi -mâ kânû bihî mu’minîn. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, sûresi’ne, şuara |
|
|