![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Ayette “Kitap’tan yanında bilgi olan kimse” olarak nitelenen “bilgin kul” hakkında, onun:
- Meleklerden biri, - Cebrail, - Hızır, - Süleyman peygamberin teyzesini oğlu ve veziri Asaf b. Berhiya, - İsm-i Azamı bilen bir insan, - Denizdeki bir adada yaşayan ve o gün Süleyman peygambere bakmak için gelmiş salih bir kimse, - Yemliha adında, İsrailoğullarından ve Yüce Allah’ın ism-i azamını bilen birisi, - İsrailoğulları arasında çok ibadet eden Ustum adında bir zat ve - Süleyman peygamberin bizzat kendisi olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüştür. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Süleyman peygamber ile Melike’nin mülâkatından anladığımıza göre, bizim görüşümüz bu kişinin kendisine vahyedilen bir elçi olduğu yönündedir. “Lut peygamberin kavmine giderken İbrahim peygambere uğrayan elçiler” örneğinden de hatırlanacağı gibi, o dönemlerde yeryüzünde birçok elçi bulunmaktadır. “Kitap’tan yanında bilgi olan” bu kişi de bir elçidir ve o sırada Süleyman peygamberin yanındadır. Ayette nakledilen sözlerinden sonra Sebe’ ülkesine gidip onların İslâm’la şereflenmesini sağlamış ve Sebe’ ülkesini Süleyman peygamberin ülkesine katarak Melike’yi ve tahtı Süleyman peygambere getirmiştir. TAHT İLE İLGİLİ ABARTILAR Rivayet edildiğine göre taht, kırmızı yakut ve mücevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Taht o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, iç içe yedi odanın içinde bulunuyordu. “TAHTIN GETİRİLMESİ” NE DEMEKTİR? “ العرشArş [taht]”, bir memleketin kudretini simgeleyen bir şeydir. Dolayısıyla tahtın getirilmesi, o ülkenin fethedilip topraklarının fethedenin ülkesine katılmış olmasını ifade etmektedir. Bu konunun Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı farklıdır. Kur’an’da yer alan hususlar orada mevcut değildir: Krallar; Bab; 10: 1- Saba Kraliçesi, RABB`in adından ötürü Süleyman`ın artan ününü duyunca, onu çetin sorularla sınamaya geldi. 2- Çeşitli baharat, çok miktarda altın ve değerli taşlarla yüklü büyük bir kervan eşliğinde Yeruşalim`e gelen kraliçe, aklından geçen her şeyi Süleyman`la konuştu. 3- Süleyman onun bütün sorularına karşılık verdi. Kralın ona yanıt bulmakta güçlük çektiği hiçbir konu olmadı. 4, 5- Süleyman`ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin oturup kalkışını, özel giyimli hizmetkârlarını, sakilerini ve RABB`in Tapınağı`nda sunulan yakmalık sunuları gören Saba Kraliçesi hayranlık içinde kaldı. 6- Krala, "Ülkemdeyken yaptıklarınla ve bilgeliğinle ilgili duyduklarım doğruymuş" dedi, 7- "Ama gelip kendi gözlerimle görünceye dek inanmamıştım. Bunların yarısı bile bana anlatılmadı. Bilgeliğin de, zenginliğin de duyduklarımdan kat kat fazla. 8- Ne mutlu adamlarına! Ne mutlu sana hizmet eden görevlilere! Çünkü sürekli bilgeliğine tanık oluyorlar. 9- Senden hoşnut kalan, seni İsrail tahtına oturtan Tanrın RABB`e övgüler olsun! RAB İsrail`e sonsuz sevgi duyduğundan, adaleti ve doğruluğu sağlaman için seni kral yaptı." 10- Saba Kraliçesi krala yüz yirmi talant altın, çok büyük miktarda baharat ve değerli taşlar armağan etti. Saba Kraliçesi Kral Süleyman`a o kadar baharat armağan etti ki, bir daha hiçbir zaman bu kadar çok baharat görülmedi. 11- Bu arada Hiram`ın gemileri Ofir`den altın ve büyük miktarda almug kerestesiyle değerli taşlar getirdiler. 12- Kral, RABB`in Tapınağı`yla sarayın tırabzanlarını, çalgıcıların lirleriyle çenklerini bu almug kerestesinden yaptırdı. Bugüne dek o kadar almug ağacı ne gelmiş, ne de görülmüştür. 13- Kral Süleyman Saba Kraliçesi`nin her isteğini, her dileğini yerine getirdi. Ayrıca ona gönülden kopan birçok armağan verdi. Bundan sonra kraliçe adamlarıyla birlikte oradan ayrılıp kendi ülkesine döndü. 41–44. Ayetler: O [Süleyman] dedi ki: “Onun için tahtını belirsizleştirin, bakalım o, doğru yolu bulanlardan mı yoksa doğru yolu bulmayanlardan mı olacak!” O [Melike] geldiği zaman, “Senin tahtın böyle mi?” dendi. O [Melike]: “Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz teslim olanlar / Müslümanlar olmuş idik.” Ve onu, Allah’ın astlarından taptığı şeyler alıkoymuştu. Şüphesiz ki o inkârcılar kavmindendi. Ona “köşke gir!” denildi. Sonra o, onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. O [Süleyman] “Bu billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir” dedi. O [Melike] “Rabbim! Ben gerçekten kendime zulüm etmiştim. Süleyman ile beraber, âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” dedi. TAHTIN GÖRÜNÜŞÜNÜN DEĞİŞTİRİLMESİNDEKİ AMAÇ Süleyman peygamber, yanına getirilen Melike’nin tahtının tanınmayacak kadar değiştirilmesini istemesindeki sebebi 41. ayette “bakalım o, doğru yolu bulanlardan mı yoksa doğru yolu bulmayanlardan mı olacak?” diyerek açıklamıştır. Fakat genellikle Süleyman peygamberin bu ifadesiyle “Melike’nin kendi tahtını tanıyıp tanıyamayacağını” kastettiği ileri sürülmüştür. Bizim kanaatimize göre ise Süleyman peygamber burada Melike’nin “mülk ile imandan hangisini tercih edeceğini” kastetmiştir. Çünkü ayetin orijinalindeki gibi “hidayet” köklü sözcükler Kur’an’da hep “ciddî ve doğru yolu, sırat-ı müstakimi [Allah’ın yolunu] bulup bulmama” anlamlarında kullanılmıştır. Nitekim Melike de tahtı görünce pek umursamamış,“Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz teslim olanlar / Müslümanlar olmuş idik” diyerek Müslüman olduğunu haykırmıştır. Süleyman peygamberin Melike’nin girmesini istediği köşkün ne zaman ve hangi amaçla yapıldığı bildirilmemiştir. Söylentilerde, bu köşkün özel olarak Melike’yi etkilemek için yapıldığı ileri sürülmüş olsa da bize göre bu doğru değildir. Çünkü Allah’ın elçileri böyle savurganlık yapmazlar, yapamazlar. Melike’nin, köşke girerken zeminin şeffaf olması sebebiyle orayı su zannedip eteğini yukarı çekmesinin gayet normal olmasına karşılık rivayetçiler bu konuya da el atmış ve uzun senaryolar üretmişlerdir: Cinler, Süleyman’ın melike ile evlenmesini istememişler. Bunun üzerine de, cinler, Süleyman’a Sebe` Kabilesi’nin sırlarını iletmişlerdir. Çünkü melike, cin taifesine mensup bir kız idi. Denildiğine göre, cinler, Süleyman’ın melikeden bir çocuk sahibi olmasından, böylece de o çocukta cin ve insan zekâsının bir araya gelmesi sebebiyle kendilerinin Süleyman’ın idaresinden daha sıkı bir idareye çatmalarından endişe ettiler. "Melikenin aklında bir noksanlığı var", "onun bacakları kıllı olup, ayakları da tıpkı eşek ayağı gibidir ..." şeklinde sözler yaydılar. İşte bu sebepten dolayı, Süleyman, o tahtın şeklini ve şemailini değiştirmek suretiyle onun aklını sınadı. O köşkü de bacaklarının durumunu öğrenmek için yaptırmıştır. Saf camın durumunun tıpkı bir su gibi olduğu malumdur. Binaenaleyh melike bunu görünce onu durgun bir su sandı da ona girmek için baldırlarını açtı. Bir de ne görsünler, o, baldır ve ayak cihetinden insanların en güzeli! Bu, Süleyman`ın o kadınla evlendiğini söyleyenlere göre, yapılan bir tuzaktır. (Razi; el Mefatihu’l Gayb) Bu kıssada bahsi geçen Melike’nin adı Kur’an’da bildirilmemiştir. Ne var ki, Melike’nin adı “Belkıs” olarak meşhurlaşmış ve ondan bahsedilirken genellikle “Belkıs” adı kullanılır olmuştur. Yine Kur’an’da yer almamasına rağmen hikâyeciler Süleyman peygamberin Melike ile evlendiğini kesin bir şekilde iddia etmişler, fakat bu evliliğin Melike’nin bacaklarını sıvamasından önce mi yoksa sonra mı olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn-i Abbas’tan gelen rivayette ise daha farklı bir hikâye vardır: Belkıs Müslüman olunca Süleyman ona, “Kavminden seni evlendireceğim birisini seç” demiş. Bunun üzerine kadın, “Böylesi bir saltanatı olan benim gibi bir kadınla sıradan adamlar evlenemez” demiş. Bunun üzerine Süleyman, “Nikah İslam’dandır” deyince, kadın da “Eğer durum böyleyse, beni Hemdan hükümdarı Tübbâ ile evlendir” demiş. Bunun üzerine Süleyman onu evlendirir. Sonra Yemen’e gönderir. O da, orada Kraliçeliğini sürdürür. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Bu konu Kitabı Mukaddes’te I. Krallar, 10. Bab, 1–13. cümlelerde ve II. Tarihler, 9. Bab, 1–12. cümlelerde yukarıda 40. ayetin tahlilinde verdiğimiz metinle, Matta ve Luka İncillerinde ise aşağıdaki metinlerle geçmektedir: Matta; 12/42 42Güney Kraliçesi, yargı günü bu kuşakla birlikte kalkıp bu kuşağı yargılayacak. Çünkü kraliçe, Süleyman`ın bilgece sözlerini dinlemek için dünyanın ta öbür ucundan gelmişti. Bakın, Süleyman`dan daha üstün olan buradadır. Luka, 11/31: 31Güney Kraliçesi, yargı günü bu kuşağın adamlarıyla birlikte kalkıp onları yargılayacak. Çünkü kraliçe, Süleyman`ın bilgece sözlerini dinlemek için dünyanın ta öbür ucundan gelmişti. Bakın, Süleyman`dan daha üstün olan buradadır Sonuç olarak, bütün bu teferruatın hiçbir önemi yoktur. Önemli olan ve bizi ilgilendiren, Kur’an’da verilen bilgilerin doğru dürüst öğrenilip ona göre davranılması ve mecazların hakikatleştirilip sembollerin kişileştirilmesi sonucunda ortaya çıkan hurafelerin bertaraf edilmesidir. 45–53. Ayetler: Ant olsun ki, Allah’a ibadet edin diye Semud’a da kardeşleri Salih’i elçi gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler. O [Salih] dedi ki: “Ey kavmim! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah’a istiğfar etseniz ne olur!” Onlar; “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi / seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz” dediler. O [Salih]: “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, fitnelenen [kendini ateşe atan / imtihana çekilen] bir topluluksunuz” dedi. Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuzlu bir grup vardı. Allah’a yeminleşerek; “Gece ona ve ailesine baskın yapacağız; sonra da velisine [yakınlarına], ‘Biz, o ailenin yok edilişine şahit olmadık [olay sırasında orada değildik] ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler. Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. İşte bak! Onların tuzaklarının akıbeti nice oldu; şüphesiz Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. İşte, onların, işledikleri zulümler yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için bir ayet [gösterge] vardır. İman eden ve takvalı olan kişileri de kurtardık. Bu surede örnek gösterilen toplumların üçüncüsü Semud kavmidir. Yukarıdaki ayetlerde, Salih peygamberin kavmini uyarmak için gösterdiği çaba ile kavminin ona büyüklenerek karşılık vermesi ve bu yüzden de belâsını bulması anlatılmaktadır. Ayrıntıları A’râf suresinde geçmiş olan kıssanın eski anlatımlara ek olarak buradaki anlatımında, Salih peygambere karşı olan grup içinden dokuz kişilik bir çetenin ona suikast düzenlemek üzere yeminleştikleri bildirilmiştir. Dikkat edilirse, Salih peygamber ile kavmi arasında geçen olaylar ile peygamberimiz ve Mekkeliler arasında geçen olaylar bire bir benzerlik arz etmektedir. Salih peygamberin kavmi de tıpkı Mekke halkı gibi iki gruba ayrılmış ve aralarında çekişmişlerdir. A’râf 75, 76: Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Salih`in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?” (Onlar da ![]() O büyüklük taslayan kimseler; “Biz, sizin inandığınızı kesinlikle inkâr edenleriz [ediyoruz]!” dediler. 47. ayette geçen “ تطيّرtatayyür” sözcüğü, “ طيرtayr [kuş]” sözcüğünün türevlerindendir ve “uğursuzluk” anlamında kullanılır. Bu anlayış, hurafeler ve kuruntular peşinde sürüklendikleri için imanın netliğine kavuşamamış cahil toplumların geleneklerinden biri hâline gelmiş ve bu anlayışın pençesine düşmüş bilinçsiz insanlar, bir iş yapmak istediklerinde bir kuşa sığınmayı alışkanlık edinmişlerdir. Araplar ise uğursuzluğa en düşkün toplum olup bir yolculuğa çıkacaklarında bile özel olarak ürküttükleri kuşun sola doğru uçması hâlinde bunu uğursuzluk sayarak yolculuğa çıkmazlar, ancak kuş sağa doğ*ru uçarsa bunu uğur sayar ve yollarına koyulurlardı. Salih peygamber karşıtlarının 47. ayetteki sözleri, peygamberlerini uğursuz kimseler olarak telâkki eden müşrik kavimlerin sözleri ile aşağı-yukarı aynıdır: Ya Sin 18: Onlar [o kentin halkı] dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.” A’râf 131: Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir” dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu bilmezler. 48. ayette geçen “yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuzlu bir grup” ifadesinden Arap örfüne göre anlaşılmaktadır ki, Salih peygamberi yok etme işine dokuz sülaleden dokuz kişi kalkışmıştır. Rivayetlerde bu dokuz kişiye farklı adlar bulunmuştur: el-Kaznevi dedi ki: Bunların isimleri şöyledir: Kudar b. Salif, Misda`, Eşlem, Desmâ, Züheym, Za`mâ, Zuaym, Kattal ve Saddâk. İbn İshak dedi ki: Bunların başı Kudar b, Salif île Misda` b. Mehra` idi, bun*ların arkasından da yedi kişi gelirdi ki, bunlar da Bel` b. Meylâ, Duayr b. Ğunm, Züâb b. Mehrec ile isimleri bilinmeyen dört kişi daha vardı. ez-Zemahşerî, Vehb b. Münebbih`den naklen onların isimlerini şöylece zik*retmektedir: el-Hüzeyl b. Abdi Rabb, Gunm b. Gunn, Riyâb b. Mehrec, Mis*da` b. Mehrec, Umeyr b. Kerdube, Âsim b. Mahreme, Sübeyt b. Sadaka, Sem`an b. Safî, Kudar b. Salif. Dişi devenin öldürülmesi için çalışanlar da bun*lardı. Bunlar Salih kavminin azgınları idiler. Bunlar kavmin en soylularının oğullanndandılar. es-Süheylî dedi ki: en-Nekkaş yeryüzünde bozgunculuk çıkartıp ıslah et*meyen dokuz kişiyi zikretmiş ve onların isimlerini tek tek saymıştır. Ancak bunun bir rivayet ile tesbiti söz konusu değildir. Şu kadar var ki ben bu isim*leri içtihad ve tahmine binaen kaydediyorum. Şu kadar var ki bizler Muham-med b. Habib`in kitabında bulduğumuz şekilde bu isimleri veriyoruz. Bun*lar: Misda` b. Dehr -ki Dehm de denilir-, Kudar b. Salif, Hureym, Savab, Ri-yab, Dabb, Da`ma, Herma, Duayn b. Umeyr`dir. Derim ki; el-Maverdî, İbn Abbas`tan rivayetle onların isimlerini şöylece zik*retmektedir: Bunlar Da`ma, Duayn, Herma, Hureym, Dâbb, Savab, Riyab, Mistah ve Kudar idiler. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) 49. ayette geçen “velisine” ifadesi ile Salih peygamberin mensup olduğu kabilenin reisi kastedilmiştir. Çünkü eski kabile geleneğine göre kabile reisi, kabilenin fertlerinin kan davalarını güdebilen kişidir. Bu ayetlerin vahyedildiği tarihlerde Mekke’de de benzer bir durumun ortaya çıkmış olması dikkate değer bir durumdur. Peygamberimiz görevini sürdürürken Mekke ahalisi de Semud kavmi gibi iki ayrı fırkaya ayrılmış ve bunlar arasında bir mücadele başlamıştır. Salih peygamber gibi peygamberimizin de karşı fırka içinden oluşturulan bir çete güruhunun toplu saldırısı ile öldürülmesi plânlanmıştır. Plân gerçekleştiği takdirde, Salih peygamber gibi, peygamberimizin de cinayetin arkasını arayacak bir “velisi” vardır ve bu “veli” amcası Ebutalib’tir. Yani, eğer Mekke müşrikleri tasarladıkları saldırıyı gerçekleştirip emellerine ulaşabilirlerse, peygamberimizin mensup olduğu Beni Haşim kabilesinin reisi Ebutalib, kabilesi adına bu cinayeti işlemiş olanlara karşı bir kan davası iddiası ile ortaya çıkabilecektir. Ama cinayet, çeşitli kabilelerden müteşekkil bir çete tarafından işlenirse fail bulunamayacak, dolayısıyla Haşimoğulları’nın da olaya karışan kabilelerin hepsiyle birden savaşması mümkün olmayacağından olay kapanacaktır. Mekke ileri gelenlerinin düzenledikleri ama başarısızlıkla sonuçlanan bu komplo, benzer şekilde peygamberimizin hicreti sırasında da düzenlenmiştir. Görüldüğü gibi, Salih peygamberin kıssası, bu ayetlerin nazil olduğu zamandaki peygamberimizin şartlarına mükemmel bir şekilde işaret etmiş olmaktadır. Semud kavminin helâkine dair daha evvel birçok surede ayrıntı verildiği için burada onları tekrarlamıyor ve bu konuda rivayetçilerin ürettikleri senaryoları da nakletmiyoruz. 54, 55. Ayetler: Lut’u da (elçi olarak kavmine gönderdik). Hani o, kavmine; “Göz göre göre hâlâ o aşırılığı [hayâsızlığı] yapacak mısınız? Şehvet yönünden kadınlardan aşağı olan erkeklere yaklaşacak mısınız? Aslında siz cahillikte devam edegelen bir kavimsiniz!” demişti. Lut peygamber ve kavmi ile ilgili detaylar daha evvel Kamer, A’râf ve Şuara surelerinde yer aldığından, burada gayet kısa bir açıklama ile yetinilecektir. Ayrıca bu kıssa ileride Hicr suresinde tekrar gündeme gelecektir. Yüce Rabbimizin bildirdiğine göre, Lut kavminin “kadınlardan aşağı olan erkeklere şehvetle yaklaşma” eylemi, onlardan önce hiçbir toplumun yapmamış olduğu bir hayâsızlıktı. Bu sapkın toplum, söz konusu hayâsızlığı grup hâlinde yapıyorlardı: Ankebut 28, 29: Lut’u da (gönderdik). Hani o kavmine; “Şüphesiz siz, kesinlikle âlemlerden sizden önce geçmiş olanların yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz! Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” dedi. İşte, kavminin cevabı da sadece “Doğru söyleyenlerden isen Allah’ın azabını bize getir!” demeleri oldu. Ayette geçen “cehalet” sözcüğünün burada “ahmaklık, budalalık” olarak anlaşılması bize göre daha isabetlidir. Ama anlam “cahillik, ilimden yoksunluk” olarak kabul edilse bile, sözcüğün içinde yer aldığı ifade şu manaya gelir: “Siz bu aşırı eğlenmenin, cinsel sapkınlığın kötü sonuçlarını bilmiyorsunuz.” 56–58. Ayetler: Sonra da kavminin cevabı sadece “Lut ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demeleri oldu. Bunun üzerine onu ve geride kalmasını takdir ettiğimiz karısı dışındaki yakınlarını kurtardık. Ve onların üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Ne kötü idi uyarılanların yağmuru! Bu ayet grubunda, Lut peygamberin tebliğine alaylı ifadelerle karşı koyan kavminin onu ve yakınlarını anayurtlarından kovma niyetinde olduğu bildirilmiş ve bu davranışları sonrasında kavmin başına gelen felâket açıklanmıştır. 58. ayette sözü edilen yağmurun volkanik patlamaya bağlı bir taş yağmuru olduğu daha önce de ifade edilmişti. Bu dehşetli olayın ayrıntıları A’râf, Kamer ve Hicr surelerindedir. Bu olay Kitab-ı Mukaddes’te şöyle geçmektedir: Tekvin, 19. Bab, 24–28. cümleler RAB Sodom ve Gomora`nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı. Bu kentleri, bütün ovayı, oradaki insanların hepsini ve bütün bitkileri yok etti. Ancak Lut`un peşi sıra gelen karısı dönüp geriye bakınca tuz kesildi. İbrahim sabah erkenden kalkıp önceki gün RABB`in huzurunda durduğu yere gitti. Sodom ve Gomora`ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu. |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
59. Ayet:
De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. Selâm [esenlik, güvenlik] da seçip arı duru hâle getirdiği kullarınadır. Allah mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştuğu şeyler mi?” Azabın kötüsüne lâyık olan inkârcılardan örnekler verildikten sonra, bu ayette de Mekkelilerin şahsında bütün insanlığa mesaj verilmektedir. Bu mesaj, tüm övgülerin Allah’a mahsus olduğu ve selâmın da başta elçiler olmak üzere Allah’ın seçtiği kullara olacağıdır. Bu mesajla Allah dışında hiç kimsenin, hiçbir şeyin övülmeye değer bir yanının bulunmadığı; Allah’ın seçtiği ve güvenliğini sağladığı elçiye Allah dışında hiçbir şeyin zarar veremeyeceği vurgulanmıştır. “Hamd”in Allah’a özgü olduğu ve elçilerin selâmette olduğu başka ayetlerde de belirtilmiştir: Saffat 181: Ve selâm gönderilenlere [elçilere]! Ayrıca Saffat/79, 109, 120 ve 130. ayetler. Bu mesaj verildikten sonra da ayetin son bölümünde insanlara akıllarını kullanarak Allah mı, yoksa müşriklerin Allah’a ortak koştukları mı daha yararlıdır diye mukayese etmeleri emredilmektedir. Bu soru cümlesinin asıl muhatabı müşrikler olup Allah’ın mı yoksa taptıkları tanrıların mı daha hayırlı olduğu hususunda düşünmeye sevk edilmeleri amaçlanmaktadır. Çünkü hiç kimsenin az da olsa hayır görmediği bir işi yapmayacağında şüphe yoktur. Müşriklerin Allah yerine kendi tanrılarına yalvarmaları ve adaklar sunmaları, o tanrılarda hayır bulunduğuna boş yere inanmalarından kaynaklanmaktadır. Buna inanmamış olsalardı, yaptıkları işler kendilerine de manasız ve saçma gelirdi. Ayrıca Allah ile kendi tanrıları arasında bir mukayese yapmalarının istenmesi, söz konusu müşriklerin Allah’ı tanıyıp bildiklerini de göstermektedir: Zühruf 9: Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan kesinlikle “Onları çok güçlü ve çok iyi bilen (Allah) yarattı” diyeceklerdir. Zühruf 87: Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara “Onları kim yarattı?” diye sorsan kesinlikle “Allah” diyeceklerdir. Buna rağmen nasıl çevriliyorlar? Ankebut 63: Ve ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” Mutlaka “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a özgüdür.” Bilakis onların çoğu akıllarını kullanmazlar. 60–64. Ayetler: (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, gökleri ve yeryüzünü yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Sonra da Biz onunla, bir ağacını bile bitirmenizin söz konusu olmadığı güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilâh mı var! Aksine onlar zulümde devam eden bir kavimdir. (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, yeryüzünü barınak kılan, aralarında nehirler kılan, onun için sabit dağlar kılan ve iki deniz arasına engel kılan mı? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Bilakis onların çoğu bilmiyorlar. (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilâh mı var? Çok az düşünüyorsunuz! (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir. (Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, önce yaratan, sonra onu iade edecek olan ve sizi hem gökten, hem yerden rızklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: Eğer doğru kimseler iseniz, kesin delilinizi getiriniz! Bir önceki ayette müşriklerden mukayese yapmasını isteyen Rabbimiz, bu ayet grubunda da afak ve enfüsteki [dış ve iç dünyadaki] birçok mucizesine işaret etmiş ve her biri bin mucize içeren bu ayetlerle sanki müşriklere mukayesenin nasıl yapılacağı konusunda yol göstermiştir. Bu ayet grubuyla ilgili olarak Merhum Mevdudi’nin Rabbimizin afak ve enfüsteki mucizeleri hakkında yaptığı yol gösterici nitelikteki tespitlerini aşağıda naklediyoruz: Sayısız ve çeşitli mahlûkat türünün yerküresi üzerinde bulunması ve yaşaması basit bir olay değildir. İnsan, yerkürede tesis edilmiş olan bu hakîmâne uyum ve koordinasyonu tetkik ederse, sadece hayrette kalır ve bu fevkalâde uyum, ilişki ve oranların ancak Alîm, Hakîm ve Kadir-i Mutlak olan bir Tanrı`nın yaratıp düzenleyebileceği hissini duyar ve kabul eder. Üzerinde yaşadığımız yerküre, uzay boşluğunda çok hassas bir hareketle seyrediyor. Hareketinde henüz herhangi bir sarsıntı ve sapma görülmemiştir. Dünyanın bu hareketinde şayet depremler esnasında gördüğümüz cinsten en ufak bir sarsıntı olmuş olsaydı, gezegenimizde hayat olamazdı. Son derece hassas bir biçimde bu küre hem kendi hem de güneş etrafında düzenli olarak dönüyor. Kendi etrafında dönmesi ve dolayısıyla her yüzünün düzenli olarak güneşi görmesi veya görmemesi, gece ve gündüzün oluşmasına sebep olur. Dünyanın bir yüzü sürekli olarak güneşe bakmış olsa, diğer cephesi de hiç güneş almamış olsaydı, bu ikinci yüzünde hiç hayat bulunmaz ve yaşamak mümkün olmazdı. Çünkü devamlı güneş alan kısmı, hiçbir canlının yaşamasına elverişli olmayacak şekilde kururdu. Bunun aksine sürekli karanlıkta kalan yüzünde ise, canlı denecek bir şeyin yaşamasına imkân vermeyecek derecede dondurucu soğuk hüküm sürmüş olurdu. Üstünde yaşadığımız yerküresini, milyonlarca meteorun sürekli bombardımanına karşı koruyan beş yüz mil kalınlığında bir atmosfer tabakası çevreler. Aksi halde, saniyede otuz mil hızla dünyaya doğru fırlamakta olan ortalama yirmi milyon meteor, dünyayı, üzerinde insan, hayvan ve bitki türünden hiçbir canlının yaşamasına müsait olmayacak derecede tahrip etmiş olurdu. Yine aynı atmosfer tabakası hava ısısını ayarlar, okyanuslardaki suların buharlaşmasından meydana gelen yağmur bulutlarının yukarılara doğru yükselmesini temin eder, dünyanın çeşitli yerlerine bu yağmur bulutlarını taşır ve insan, hayvan ve bitki hayatı için lüzumlu çeşitli gazları sağlar. Atmosfersiz dünya hiçbir canlı varlık için yaşamaya uygun bir yer değildir. Aynı şekilde, bu tabiî kaynakların bulunmadığı yerlerde toprak hiçbir canlıyı besleyemez. Yeryüzünde okyanus, nehir, kaynak, yeraltı su rezervleri ve eriyip çaylar şeklinde akan dağlar üzerindeki karlar halinde bol miktarda su depolanmış bulunuyor. Bu şekilde bir su düzenlemesi olmasaydı yeryüzünde hayat olmazdı. Yerküresine, üstünde bulunan su, hava ve çevresindeki şeyleri kendisine doğru cezbeden uygun bir çekim gücü ihsan edilmiştir. Bu çekim gücü şayet normalden biraz daha az olsaydı, hava ve suyun yer küresinden ayrılıp uzay boşluğuna doğru akışı durdurulamazdı. Yine yer küresindeki ısı şimdikinden fazla olmuş olsaydı, hayatın devamı oldukça zorlaşmış olurdu. Diğer yandan, yerçekimi kuvveti normalden biraz daha fazla olsaydı, atmosfer daha yoğun olmuş olacak, neticede basınç yükselmiş, buharlaşma zorlaşmış ve dolayısıyla yağmur yağması imkansız hale gelmiş olacaktı; soğuklar artmış ve yeryüzünün oturulabilir yerleri daha da azalmış olacaktı; insan ve hayvanlar hacim bakımından daha küçük, buna mukabil daha ağır hale gelmiş olacaklardı. Bu durumda hareket kabiliyetleri de iyice azalmış olacaktı. Ayrıca yerküresi güneşten, üzerinde insan ve canlıların yaşamasına elverecek uygun bir uzaklıkta yer almış bulunuyor. Bu mesafe biraz daha uzun olsaydı, yerküresi daha az ısı alacak, iklim daha soğuk, mevsimler daha uzun olacak, yeryüzü yaşanmaz bir yer haline dönüşecekti. Diğer taraftan, bu mesafe daha kısa olmuş olsaydı, diğer faktörlerle beraber yüksek ısı, üzerinde halen yaşamakta olan insan hayatına imkân vermeyecek dereceye ulaşacaktı. Bunlar, yerküresini insanların yaşadığı bir mekân haline getiren tabiî kaynaklar arasında mevcut olan uyum ve ahenkten sadece birkaçıdır. Bu olaylara dikkatle bakan insaf sahibi her insan, bunlar arasındaki uyumun hakîm bir yaratıcının bir planı olmaksızın sadece bir tesadüfün eseri olarak meydana gelmiş olduğunu bir an bile düşünemez. Ayrıca Allah’tan başka bir tanrı veya tanrıçanın, bir cin veya peygamberin, bir veli veya meleğin bu var oluşa müdahil olduğunu ve bu muazzam nizamı işler hale soktuğunu da asla kabul edemez. Yeryüzünde tatlı ve tuzlu su kütleleri vardır ve bunlar birbirine karışmazlar. Yeraltı su rezervleri, tatlı ve tuzlu su halinde yan yana bir arada bulunur ve fakat çoğunlukla ayrı ayrı akarlar. Hatta tam denizin ortasında, tatlı su kaynaklarının bulunduğu bazı yerler vardır; bunların akıntıları deniz suyundan ayrı olarak, ona karışmadan kalır ve denizde seyahat edenler, içme suyu ihtiyacını buralardan temin ederler. Arap müşrikleri, bela ve felaketleri sadece Allah`ın kaldırıp uzaklaştırdığını bizatihi biliyor ve anlıyorlardı. Bundan dolayı bir musibetle karşılaştıkları zaman yardım için yalnız Allah`a yalvardıklarını, Kur`an-Kerîm onlara tekrar tekrar hatırlatır. Ama kötülük üzerlerinden kaldırılıp uzaklaştırıldığında, Allah`ın yanında daha başka tanrılara dua ve yakarmaya başladıklarını da ifade eder. Bu durum sadece Arap putperestler için değil, aynı zamanda diğer bütün putperestler hakkında da doğrudur. Hatta o kadar ki, dine karşı düzenli bir propaganda sürdüren dinsiz sosyalist Ruslar bile İkinci Dünya Savaşı`nda Alman kuvvetleri tarafından sarıldıkları zaman Tanrı`ya yalvarmak mecburiyetinde kaldılar. …… Bir cümle şeklinde ifade edilen bu basit gerçek, mânâ ve detay olarak çok geniştir. Bunun üzerinde iyice düşünen bir kimse, Allah`ın varlığı ve birliği hakkında yeni ve hiç eskimeyen deliller elde eder. Görüldüğü gibi, ilk merhalede, yaratma işinin bizatihi kendisi bile başlı başına cevaplanması gereken bir sorudur. Hayatın ne olduğunu, nasıl ve nereden geldiğini insan kendi bilgisi ile keşfedemez. Şu ana kadar gelip dayanılan bilimsel gerçek şudur: Cansız maddenin sadece bir araya getirilip düzenlenmesiyle bizatihi hayat denilen gerçek ortaya konamaz. Bilimsel olmamasına rağmen tanrıtanımazlar, varlık için gerekli temel maddelerin, rasgele uygun oranlarda bir araya geldiği zaman, hayat denilen olgunun varlık olarak ortaya çıkacağını sanırlar, yeter ki, şansın matematiksel kanunu buna el vermiş olsun. Yine de böyle bir şeyin meydana geliş imkânı sıfırdır. Laboratuarlarda cansız bir maddeden deneme yolu ile canlı bir varlık meydana getirmek üzere şu ana kadar yapılan bütün teşebbüsler, mümkün olan her türlü ihtimamın da gösterilmesine rağmen tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Neticede meydana getirilen şey, sadece canlı hücrenin temel yapısını teşkil eden DNA`dır. Bu ise hayatın özü ve fakat hayatın bizatihi kendisi değildir. Hayat olayı bugün bile bilimsel olarak izah edilemeyen bir mucizedir. Bu noktada yaratılışın ancak Yaratıcı`nın iradesi, emri ve tasvirinin bir sonucu olduğunu söylemekten öte bir şey yapılamaz. Bir de hayat, sadece bir şekilde değil, sayısız farklı şekillerde bulunur. İnsanoğlu şu ana kadar yeryüzünde aşağı-yukarı bir milyon hayvan ve iki yüz bin bitki türü keşfetmiş bulunuyor. Bunların tümü, yapısı ve özel karakterleri bakımından, son derece açık ve kesin olarak birbirinden tamamen farklıdır. Ayrıca sahip oldukları farklı yapılarını, bilinen ilk zamandan beri öyle ısrarla sürdürmektedirler ki, hiçbir Darwinci buna, bir olan tanrının yaratıcı planının bir neticesi olduğu şeklindeki itiraf dışında herhangi bir aklî izah getiremez. Bir türün yapısı ve şeklini değiştiren ve başka bir türün yapı ve özelliklerini ona kazandırmış olan bir bağ, şu ana kadar keşfedilmemiştir. Var olan hiçbir türün hiçbir mensubu, kendi türünden farklı özellikler taşımaz. Gözden kaçan bir bağın keşfine dair zaman zaman uydurulan ve yaygarası koparılan hikâyeyi, bizzat olayların kendileri yalanlıyor. Dolayısıyla kaçınılmaz gerçek şudur ki, bu yaratma işini yapan, sayısız farklı şekilleri ile hayatı ihsan eden hakîmâne düzenleyici yaratma eylemini planlayıcı, üstün ve musavvir bir varlık vardır. Yukarıda verilen malumat, yaratılışın başlangıcı hakkındadır. Şimdi biz, mahlûkatın birbirinden üremesi, Allah`ın onları birbirinden yaratması üzerinde biraz düşünelim. Halik, her çeşit hayvan ve bitki türünün yapısı ve düzeninde mükemmel bir mekanizmayı yerleştirmiştir. Hayvan ve bitki türleri bu özellikleriyle tamamen kendi türünün yapı, şekil ve karakterine sahip fertlerini sonsuz bir akış ile üretmeye devam ederler. Türlerin hayatiyetini sürdürmesini ve üremelerini sağlamak için gerekli olan bu element, her canlı ve bitki hücrelerinin bir parçasında ayrı ayrı mevcuttur. (Bu harika görevi üstlenen genler, son derece güçlü mikroskopla ancak görülebilir.) Modern genetik bilimcilerin bu konudaki gözlemleri, önümüze harika gerçekler sunuyor. Bunlara göre, her bitkiye sadece kendi türünü üretme yeteneği lütfedilmiştir. Öyle ki, her nesil kendi türünün tüm farklı özelliklerine sahip olur. Özel yapıları bakımından her türün fertleri, diğer bütün fertlerden ayrılır, farklı olur. Türlerin bekası için gerekli olan bu unsur ve üreticilik, bütün canlı ve bitkilerin her hücresinde ayrı ayrı vardır. Harikalara vesile olan bu genler ancak çok güçlü mikroskoplarla görülebilir. Bu ufacık harika mühendis, bitkinin gelişmesini özellikle de kendi farklı türü istikametinde olmasını temin eder. Dünyanın her yanında, buğday tanesinden elde edilenin yine buğday tanesi olması bundandır. Nitekim dünyanın hiçbir yerinde ve ikliminde bir buğday tohumunun cinsinden bir tane bile olsa arpa elde edildiği görülmemiştir. Hayvan ve insan türleri için de aynı şey söz konusudur. Türlerin hiçbiri bir defada yaratılmış değildir. Aksine büyüklüğü tasavvur edilemeyecek kadar büyük bir üretim fabrikası her yerde çalışmakta ve aynı türün sayısız fertleri arasından bazılarını varlık âlemine çıkarmaktadır. Canlı dediğimiz varlıkların en küçük parçasının bir bölümünde yer alan ve kendi türünün tüm farklı yapısını ve kalıtım özelliklerini de beraberinde taşıyan mikroskobik geni bir kimse düşürür ve sonra da son derece hassas, aynı zamanda kompleks psikolojik sistem ve her türün her bir ferdinin, aynı türün bir ferdini meydana getiren üretici genin geçtiği çok derin ve girift sürecine bakacak olursa, böyle mükemmel ve dakik bir nizamın kendi kendine (tesadüfen) olabileceğini ve daha sonra çalışmaya devam ederek çeşitli türlerin milyarlarca fertlerini kendiliğinden üretebileceğini bir an bile kabul edemez. Bu mükemmel nizamın, sadece başlangıçta değil, aynı zamanda bu sistemin muntazam ve daimî çalışması için de Hakîm, Ebedî ve bu tezgâhlardaki işleri gözeten ve sevk eden Kayyûm bir Müdebbir`e ihtiyacı vardır. Bu gerçekler, şirk inancını yıktığı gibi, ateistlerin Tanrı’yı inkâr etmekte hareket noktası olarak kabul ettikleri temelleri de yok eder. Melek, cin, peygamber veya bir velinin, Allah`ın bu işinde dahli olduğuna ancak aptal bir insan inanabilir. Fakat biraz vicdan sahibi ve tarafsız hiçbir kimse, temelinde tümüyle hikmet ve intizam bulunan bu kocaman yaratma ve üretme fabrikasının sadece bir tesadüf eseri olarak çalışmaya başladığını ve o andan itibaren aynı şekilde otomatik olarak çalışmakta olduğunu asla söyleyemez. Bu kısa cümlenin gelişigüzel incelenmesinden, kişi, beslenme için gerekli gıda maddelerinin tedariki meselesinin pek basit bir iş olmadığını anlayabilir. Yerküremiz üstünde milyonlarca hayvan ve bitki türü vardır. Her tür milyonlarca ferdi ihtiva eder ve bunların çeşitli gıda maddelerine ihtiyacı vardır. Halik ve Rezzak, hiçbir türün mensubunun gıdasız kalmayacağı beslenme imkânlarını bol ve kolayca ulaşılabilir şekilde ayarlamıştır. Böylece can taşıyan hiç bir varlık gıdasız kalmaz. Sonra bu sistem içinde birleşip birlikte çalışan, yer ve gökteki koordineli faaliyetler, çeşitli ve sayısızdır. Isı, ışık, hava, su ve yeryüzündeki maddeler arasında gerekli koordinasyon ve uyum olmadıkça, gıda maddelerinin bir teki dahi üretilemez. Hakîm bir yaratıcının hakîmâne bir plan ve programı olmaksızın, fevkalade mükemmel olan bu sistemin sadece bir tesadüf eseri olarak meydana geldiğini bir kimse düşünebilir ve kabul edebilir mi? Yine bir insan, bu sistemin işleyişinde cin, melek veya bir velinin elinin bulunduğunu tahayyül edebilir mi?” (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an) Rabbimiz, mukayese isteğini başka ayetlerde de dile getirmiştir: Nahl 17: Öyleyse yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Hâlâ düşünmeyecek misiniz? Zümer 9: Ya da o, gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima ahireti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse mi? De ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar. Zümer 22: Peki, Allah kimin göğsünü İslâm’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte onlardır, açık seçik sapıklık içindekiler. Ra’d 33: Peki, kazandığı şeyler ile birlikte her bir nefsin [kişinin] üzerinde ayakta duran O kişi kimdir? Onlar ise Allah’a ortaklar kıldılar. De ki: “Onları isimlendirin! Yoksa siz O’na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Yoksa sözden açık olanı mı? Aslında şu, küfre sapmış olan kişilere plânları güzel gösterildi de Yol’dan saptırıldılar. Allah kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur. 62. ayette Rabbimiz, kendi zatı hakkında haber vermekte ve kendisine dua etmesi hâlinde bunalmış olanın duasını kabul edeceğini taahhüt etmektedir. Çünkü bunalmış, zorda kalmış bir kimsenin Allah’a sığınması “ihlâs”ın bir neticesidir ve kal*binin O’ndan başka her şeyle ilişkisini kopardığının bir belirtisidir. Rabbimiz rahmeti gereği sıkıntıda olanı sıkıntıdan kurtarmaktadır. Ama insan, genel karakteri ve fıtrî özelliği itibariyle nankör olduğu için rahata erdiğinde Rabbini hemen unutuvermektedir: Hud 9, 10: Ve eğer insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. Tövbe 75, 76: Ve onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye Allah’a söz verenler vardır. Sonra, ne zaman ki Allah onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. Yunus 22, 23: O, size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür, (yolcular) neşelendiklerinde şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındırarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden oluruz.” Sonra O, onları kurtarınca, bir de bakarsın ki, yeryüzünde haksız yere azgınlık ederler. Ey insanlar! Gerçekten, şimdiki hayatın geçici yararları için azgınlığınız, bizzat kendi zararınızadır! Sonra dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size bildireceğiz. Nahl 53, 54: Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız. Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir grup, Rabblerine şirk koşarlar. Lokman 31, 32: Ayetlerini size göstermek için, geminin denizde, Allah’ın nimetiyle kayıp gittiğini görmedin mi? İşte gerçekten bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için ayetler vardır. Ve gölgeler gibi bir dalga onları kapladığında, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı muktesıttır. Ve ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Rum 33: Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabblerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir grup, Rabblerine şirk koşarlar.
Ankebut 65: İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. İsra 67: Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, yalvardıklarınız kaybolup giderler. O, kaybolmaz. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! Zümer 6–8: O sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini yaptı. Ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratır. İşte bu, Rabbiniz Allah’tır. Mülk [hükümranlık, hâkimiyet] yalnız O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? Eğer inkâr ederseniz, gerçekten Allah, size muhtaç değildir. Bununla birlikte, kulları için, inkârdan hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz, sizden bunu hoşnutlukla karşılar. Hiçbir taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez. Sonunda, dönüşünüz Rabbinizedir. O yaptıklarınızı size bildirecektir de. Kuşkusuz O, göğüslerde olanı bilir. Ve insanın başına bir belâ gelince, Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, katından bir iyilik verince, önceden niçin O’na yalvarmış olduğunu unutuverir. Allah’ın yolundan saptırmak için, O’na bir takım ortaklar koşar. De ki: “İnkârından bir süre yararlan! Evet, sen Ateş halkındansın.” 65. Ayet: De ki: “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Ve onlar, ne zaman diriltileceklerinin bilincine varmazlar. Bu ayette bildirilen “göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimsenin bilmediği” gerçeği, aynı zamanda, ilâhlıkta ortak kabul edilen kişi ve nesnelerin bizzat kendi geleceklerinden haberlerinin olmadığı anlamına gelmektedir. Nitekim bu anlam, ayetin son cümlesinde, onların ne zaman diriltileceklerinin bilincine varamayacaklarının ifade edilmesi suretiyle somut bir örnekle pekiştirilmiş olmaktadır. Aşağıdaki alıntı, gaybın sınırlarının ne olduğunu göstermesi bakımından açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır: Anlatıldığına göre, zamanın Emiri Haccac, tutuklatıp huzuruna getirttiği müneccime [astrolog, falcı], avucunda tuttuğu ve sayısını bildiği çakıl taşlarının kaç tene olduğunu sormuş. Müneccimin bilmesi üzerine onu tekrar denemek istemiş ve sayısını kendisinin de bilmediği kadar çakıl taşını avuçlayarak müneccimden avucundaki taşların sayısını tekrar söylemesini istemiş. Bu kez Münec*cim tahmininde yanılmış ve Emire: “Ey Emir, zannederim sen de bunların kaç tane ol*duklarını bilmiyorsun” demiş. Haccac’ın “Evet bilmiyorum” cevabı üzerine, müneccim şunları söylemiş: “Birinci seferde avucunda kaç taş olduğunu saymıştın. Dolayısıyla bu bilgi gaybın sınırları dışına çıkmış oldu. İkinci seferde ise saymadın ve bu bilgi gayb bilgisi hâline geldi. Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an ) Kur’an’da pek çok ayette vurgulanmış olan bu gerçek hakkında daha fazla ayrıntı isteyenlere A’râf suresinin sonunda bulunan “Gayb Meselesi” başlıklı yazımızın okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l Kur’an; c. 3, s:125-136) 66–68. Ayetler: Aslında onların ahiret hakkında bilgileri art arda gelmektedir. Fakat onlar bundan bir şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar bundan kördürler. Şu inkâr edenler de “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı, gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız? Ant olsun, bu [azap ve dirilme tehdidi], bize ve daha önce atalarımıza vaat olunmuştu. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” dediler. 66. ayette, müşriklere ve inançsızlara ahiret hakkında sürekli bilgiler verilip inanmaları için deliller, örnekler getirildiği, fakat onların bu delilleri incelemedikleri, verilen haberlere şüpheyle yaklaştıkları, ahiretin geleceğine inanmadıkları bildirilmiş, bütün bunlardan dolayı da gerçeklerden gafil kaldıkları, körce hareket ettikleri ifade edilmiştir. 67, 68. ayetlerde ise söz konusu körlüklerinden dolayı inkârcıların ahireti nasıl inkâr ettikleri kendi sözleriyle aktarılmıştır. İnkârcıların buradaki inkârları başka ayetlerde de dile getirilmiştir: Müminun 82, 83: Onlar; “Biz, ölüp de bir toprak ve kemikler olunca mı, mutlaka diriltileceğiz? Ant olsun ki, gerek biz ve atalarımız bundan önce bununla vaat olunmuştuk [korkutulmuştuk]. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir” dediler. 69. Ayet: De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, günahkârların [suçluların] sonlarının nasıl olduğuna bir bakın!” Bu ayet de körce davranan kimselere bir uyarı ve yol gösterme mahiyetindedir. Onlara “Atalarınızın körü körüne inkârlarına bağlanıp kalacağınıza, ahireti inkâr edenlerin akıbetlerini, ölümden sonraki hayat gerçeğini ve dolayısıyla bilerek yapıp-ettiklerinin sonunda hesaba çekileceklerini inkâr edenlerin sonunu görün!” denilmiştir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
70. Ayet:
Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma! Bu ayette, Şuara/3’te “Onlar iman edenler olmuyorlar diye sen kendini helâk edeceksin!” denilmek suretiyle teselli edilen peygamberimize, aleyhinde kurulan tuzaklar sebebiyle sıkılmaması buyrulmaktadır. Bu ifadeden, 49. ayette Salih peygamber için kurulduğu bildirilen tuzağın benzerlerinin peygamberimiz için de kurulmakta olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimize üzülmemesini telkin eden başka ayetler de vardır: Hicr 88, 89: Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de. Sen kanatlarını müminler için indir. Ve “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. 71. Ayet: Ve onlar; “Eğer doğru kimseler iseniz, bu vaat olunan (azap) ne zaman?” diyorlar. İnkârcıların bu ayetteki sözleri zımnen şu anlama gelmektedir: “Kendisiyle korkuttuğun felâket başımıza ne zaman gelecek? Seni sadece reddetmekle kalmayıp vazifene engel olmak üzere elimizden gelen her şeyi yaptığımız hâlde neden hala cezalandırılmıyoruz?” İnkârcıların bu alaylı ifadeleri Kur’an’da harfi harfine birçok kez (Ya Sin/48, Yunus/48, Enbiya/38, Sebe’/29, Mülk/25) yer almıştır. 72. Ayet: De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile.” Bu ayet, Allah’ın vaat ettiği azabın ne zaman geleceğini soran inkârcılara, Rabbimizin elçisi aracılığı ile verdiği cevaptır. Zira vaat edilenlerin bir kısmı, ölmeden, hayatta iken “vicdan azabı, bela, musibet, bir takım acabalar, keşkeler” olarak insanın beynini kemirirken bir kısmı da ölüm anında yaşanmaktadır: Kıyamet 7–30: İşte, göz şimşek gibi çaktığı, Ay tutulduğu ve Güneş ve Ay bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan “Kaçış nereye / Kaçacak yer neresi?” der. Hayır… Hayır… Sığınak diye bir şey yoktur. O gün varıp durmak sadece Rabbinedir. / O gün varılıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. Tüm mazeretlerini koysa bile de/ Tüm perdelerini koysa bile de. Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! Kuşkusuz onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. O hâlde Biz onu [yaptıklarını-yapmadıklarını] topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! Sonra, onun [yaptıklarının-yapmadıklarının] beyanı [kanıtlarıyla ortaya konması] da sadece Bizim üzerimizedir. Hayır… Hayır… İşin aslında siz aceleciyi [dünyayı] seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz. Yüzler var ki o gün apaydınlıktır. Rabblerine nazar edicidirler. Ve yüzler de var ki o gün asıktırlar. Zannederler ki kendilerine belkıran yapılır. Hayır… Hayır… Köprücük kemiklerine dayandığı zaman ve “Kim tedavi edicidir [çare bulan kimdir]?” denildiği (zaman), ve can çekişen bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı (zaman), ve bacak bacağa dolaştığı (zaman), işte o gün sevk [sürülüp götürülmek], sadece Rabbinedir. Hicr 2: Zaman zaman şu inkâr etmiş olan kişiler, ‘keşke Müslüman olsaydık’ temennisinde bulunacaklar. 73–75. Ayetler: Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar. Ve şüphesiz ki, senin Rabbin, onların göğüslerinin gizli tutmakta olduklarını ve açığa vurduklarını kesin olarak bilmektedir. Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın. Bu ayet grubunda Rabbimiz, inansın inanmasın, tüm insanlara lütufkâr davrandığına dikkat çekmekte ve çoğu insanın bu lütfa gereği gibi karşılık vermediğini bildirmektedir. Rabbimiz, insanın bu konudaki duyarsızlığının Rabbini gereği gibi tanımamasından kaynaklandığını ima edercesine kendini alîm sıfatıyla tanıtmakta ve nankörleri [kafirleri] uyarmaktadır. Bu uyarıya göre, onların her yaptıkları bilinmekte ve kaydı tutulmaktadır. Zamanı gelince mahşerde bu kayıtlar ortaya konulacak ve hesabı sorulacaktır. 75. ayette konu edilen kitap, “levh-ı mahfuz” denilen Allah’ın bilgisidir: Hacc 70: Gökte ve yerde olan şeyleri Allah’ın kesinlikle bildiğini bilmez misin? Şüphesiz bu bir kitaptadır. Şüphesiz bu Allah’a çok kolaydır. Ta Ha 7: Sen sesini yükseltirsen; O (Rahman) şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. Hud 5: Haberiniz olsun! Şüphesiz onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini dürüp bükerler. Haberiniz olsun! Onlar örtülerine bürünürlerken, gizledikleri şeyleri, açığa vurdukları şeyleri Allah biliyor. Şüphesiz O [Allah], göğüslerdekileri en iyi bilendir. 76, 77. Ayetler: Hiç şüphesiz ki, bu Kur’an İsrailoğullarına, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır. Ve hiç şüphesiz gerçekten o [Kur’an], kesinlikle müminler için bir kılavuz ve bir rahmettir. Bu ayetlerde surenin başındaki ana konuya dönülerek Kur’an’ın iki özelliği tekrar hatırlatılmıştır: Kur’an’ın 76. ayette belirtilen birinci özelliği, İsrailoğullarının hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin aktarılması ve anlatılmasıdır ki, bunları iki temel başlık altında değerlendirmek mümkündür. Ayrılığa düşülen konulardan biri “Kitap” hakkında, diğeri de Meryem suresinin 34. ayetinde “İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları Meryem oğlu İsa’dır” ifadesiyle doğrusu bildirilmiş olan, İsa peygamber ve annesi hakkındadır: “KİTAP” HAKKINDAKİ AYRILIK Maide 15: Ey kitap ehli! Kesinlikle Kitap’tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah’tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. Maide 19: Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada; “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyiniz diye, size tebyin yapan [açıkça ortaya koyan] elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. Maide 48: Sana da kendisinden öncekilerini doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitap’ı [Kur’an’ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belâlandırmak [denemek] için (böyle yapmadı). Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. Bu konu ile ilgili olarak Bakara/79, 85, 213, Âl-i Imran/79, Fatır/31 ayetlerine de bakılabilir. İSA PEYGAMBER VE ANNESİ MERYEM HAKKINDAKİ AYRILIK Onlardan bir grup, "İsa, sadece normal bir insandır" derler. Bir başka grup da şöyle demiştir: "Baba, oğul ve Kutsal Ruh ayrı ayrı üç şekilden ibarettir. Bunlarla Yüce Allah kendisini insanlara tanıtmıştır." Bunların inançlarına göre; Allah ekanim-i selaseden [üç temel unsurdan] oluşmaktadır. Bunlar; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tur. Oğul ise İsa`dır. Baba olan Yüce Tanrı, Kutsal Ruh kılığında yere inmiş, Meryem`de bir insan şeklinde bürünmüş ve Meryem`den Yesri [İsa] şeklinde doğmuştur. Bir başka grup ise şöyle demektedir: "Oğul, Baba gibi ezeli değildir. Yalnız O, varlık âleminden önce yaratılmıştır. Bu nedenle O, Baba`dan daha geridedir. Ve O`na boyun eğer.” Bir grup da Kutsal Ruh`un bir unsur olmasını reddetmiştir. M. 325 yılında İznik’te toplanan Konsül ile 381’de İstanbul’da toplanan Konsül, Oğul ve Kutsal Ruh’un lâhûtî bütünlük içinde Baba’ya eşit olduğunu, Oğul’un ezelden beri Baba’dan kaynaklanarak oluştuğunu kararlaştırmıştır. Tulaytula’da 589’da yapılan Konsülde ise Kutsal Ruh’un Oğul’dan da kaynaklanarak oluştuğuna karar verilmiştir. Doğu ile Batı Kilisesi bu konularda ayrılığa düşmüş ve bu ayrılıklar hala devam etmektedir. ... (Seyyid Kutub; Fi Zılali’l Kur’an) Kur`an-ı Kerim, bu grupların hepsini, sorunlarını çözecek apaçık bir söze çağırmıştır. Zühruf 59: O [İsa], ancak kendisine nimet verdiğimiz ve kendisini İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. Hıristiyanlar, İsa`nın (as) asılması konusunda da buna benzer bir ayrılığa düşmüşlerdir. Onlardan bazıları şöyle demiştir. "İsa Allah`ın sözüdür. Onu Meryem`e vermiştir."Diğer bir grup ise şöyle demiştir: "Havarisi olan Simon ona benzetilmiş ve O`nun yerine cezalandırılmıştır." Kur`an-ı Kerim ise bu konuda kesin haberi bildirmiştir: Nisa 157: Ve: `Biz, Allah`ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa`yı gerçekten öldürdük` demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (bir) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Âl-i Imran 55: Hani Allah: “Ey İsa, şüphesiz ki Ben seni öldürücüyüm, seni kendime yükselticiyim ve seni inkârcılardan temizleyiciyim. Ve de sana uyanları, kıyamete kadar o küfretmiş olan kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim” demişti. |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Kur’an, Meryem oğlu İsa’ya ilişkin efsanevî kabulleri düzelttiği gibi, Yahudi kültürünün ve mitolojisinin Allah tarafından gönderilmiş olan Tevrat’a ilâve ettiği pislikleri de temizlemiştir.
Maide 45: Ve Biz onda [Tevrat’ta] onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için keffaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Yukarıdakilere benzer şekilde, Yüce Allah insanların vahiy, nübüvvet ve din alanlarında uydurduğu pek çok konuyu Kur’an’da düzeltmiş, buna bağlı olarak bir kısım peygamberlerini de üzerlerine çalınmaya çalışılan karalardan arındırmıştır. Pek tabiîdir ki, burada konu edilen ayrılıklar ve sapmalar, Kur’an’ın indiği dönemdeki ayrılıklar ve sapmalardır. Bugünkü ehlikitabın o dönemden farklı olarak birçok yeni mezhep ve meşrebe daha bölündüğü bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bugün Kur’an’a hizmet etmek isteyenlerin, onlara Kur’an’ı [İslâm’ı] tanıtmak için, bu mezhepler ve meşrepler bazında çalışma yapmaları gerekmektedir. Kur’an’ın indiği dönemden itibaren insanlar, önceki toplumlara verilmiş kitaplara hâkim olan ve bu kitaplar üzerinde ayrılığa düşülmüş konularda, bu ayrılıkları sona erdirici hükümler getiren Kur’an’a karşı hep mücadele içinde olmuşlar ve onu tartışmışlardır. Hâlbuki Kur’an, tartışılan bütün bu konularda kesin hükmü belirleyen kitabın kendisidir. Kur’an’ın konumuz olan 77. ayette belirtilen ikinci özelliği ise müminler için bir kılavuz ve rahmet oluşudur. Gerçekten de Arabistan çölünün bir köşesinde yaşayan başıbozuk, yağmacı insanlar, Kur’an’a inanıp ona sarılmaları sayesinde, toplum hayatında kısa sayılabilecek bir süre içinde, bütün dünyaya yol gösterici rehberler, insanlık medeniyetinin mimarları, dünyanın büyük bir kısmının hâkimleri ve özetle tüm dünyanın gıpta ettiği insanlar olup çıkmışlardır. 78–81. Ayetler: Şüphesiz ki senin Rabbin onların arasında kendi hükmünü gerçekleştirir. Ve O [Allah], Aziz’dir [üstün olandır], Alîm’dir [en iyi bilendir]. Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; şüphesiz ki sen apaçık olan hakk üzerindesin. Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin. Bu ayet grubunda peygamberimize dönülerek ona görevleri hatırlatılmakta ve haklarında Allah’ın hükmü gerçekleşecek olan inkârcılardan kendisinin sorumlu olmadığı bildirilmektedir. Hatırlanacağı üzere, Neml suresi “Ta, Sin. Bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren ve ahirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için hidayet rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur’an’ın ve apaçık / açıklayıcı bir kitabın ayetleridir” ifadeleriyle başlamıştı. Şimdi aynı konuya dönülerek “Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; Şüphesiz ki sen apaçık olan hak üzerindesin. Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin”denilmek suretiyle konu pekiştirilmektedir. Yani peygamberimize zımnen şöyle denilmektedir: “Onları zorla doğru yola getirmek ve bu yolda yürümelerini sağlamak senin işin değildir. Sen onlara sadece tebliğ edebilir ve bu yolun doğru, kendilerinin takip etmekte oldukları yolun ise yanlış olduğunu örneklerle anlatabilirsin. Ama gözlerini kapamış ve kesinlikle hiçbir şey görme arzusunda olmayan birine sen nasıl doğru yolu gösterebilirsin?” 80. ayette geçen “ölüler” ifadesiyle gerçek ölüler değil, vicdanları dumura uğramış ve inatçılıkları, dik kafalılıkları, geleneklerine körü körüne bağlılıkları kendilerini Hakk ile bâtılı birbirinden ayırma duygusundan mahrum bırakmış kimseler kast dilmiştir. “Sağırlar” ifadesiyle kast edilenler de söylenenlere kulaklarını tıkayanlar değil, aynı zamanda, davetini duyarız korkusuyla arkalarını dönüp bulundukları yerden uzaklaşanlardır. Sözü edilen “körler” ve “sağırlar” sadece peygamberimiz döneminde değil, ayetlerde belirtilen genel karakterleriyle her devirde mevcut olan vahye karşı duyarsız kimselerdir. 82. Ayet: Ve Söz üzerlerine vaki olduğu / gerçekleştiği zaman, onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan [anlatan], arzdan bir dabbeh çıkardık. Bu ayette geçen “ دابة من لأرضdâbbetün min el arz” ifadesi çarpıtılmış ve ortaya birçok hurafe inanç çıkarılmış olduğu için, konunun daha iyi anlaşılmasına yardım edeceği düşüncesiyle, bu konudaki özel çalışmamızı aynen naklediyoruz: DÂBBETÜN MİNE’L-ARZ Kur’an’da yer alan bu ifade, izlenme oranlarını arttırma peşinde olan görsel medya tarafından ele alınarak zaman zaman gündeme getirilmektedir. Bu konu hakkında bilir bilmez birçok kişi ahkâm yürütmüş, ancak görülmüştür ki, taşıdıkları unvan itibariyle bilgi sahibi olması gereken bu kişiler ilgili ayet üzerinde herhangi bir çalışma ve araştırma yapmadan konuya yaklaşmışlar, sadece gelenekçiliğin ve kulaktan dolma, mesnetsiz bilgilerin üzerlerinde bıraktığı sağlamasız bilgi ve anlayışlarını ortaya koymuşlardır. Başka bir ifade ile; bu işe karışan kişilerin, bu konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi oldukları ve ayetlerdeki gerçekleri fark edemedikleri kendi sözleriyle açığa çıkmıştır. Bu durumda, konunun doğru bir şekilde ortaya konması ve hurafelerden temizlenmesi hususunda, bilgi sahibi her Müslüman gibi bu fakire de işe karışmak görevi düşmüştür. Konunun açıklığa kavuşturulması için harcayacağımız çabada Yüce Allah’tan, yardım ve tevfikini esirgememek suretiyle bizi desteklemesini diliyor ve Rabbimizin bize nasip ettiği bilgileri herkesle paylaşıyoruz. “ دابّةDABBEH” NEDİR? 1- Sözcük Anlamı: “ دابّةDabbeh” sözcüğü, “ دبّdebb” mastarından türemiş ism-i fail kalıbında bir sözcüktür. Kök sözcük olan “debb”; “hafif yürüme, debelenme” anlamındadır. (Lisanü’l-Arab, c.3, s. 281-284,”dbb” mad., el İsfehani; el Müfredat, “dbb” mad.) Bu sözcük genellikle vücuttaki bir çürüğün büyümesi, alkol veya uyuşturucunun bedene yayılması, manyetik yayılma, ışınım [radyasyon; bir kaynaktan çevreye parçacık akışı ya da dalga biçiminde enerji salınımı] gibi gözle takibi zor veya imkânsız olan hareketler ile haşerelerin, böceklerin hareketleri için kullanılır. “Debb” kökünden türemiş olan “dabbeh” sözcüğü de “hafif hafif yürüyen, kıpırdayan [debelenen], gözle takip edilemeyecek kadar yavaş hareket eden veya hareketi gözle izlenemeyen şey” anlamına gelmektedir. 2- Kur’an’da “Dabbeh”: Bu sözcük Kur’an’da tekil ve çoğul olarak birçok kez yer almıştır: En’âm 38: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh / canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra onlar Rabblerine toplanacaklardır. Hud 6: Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh / canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) Onun yerleşik yerini de, geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. Hud 56: Ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh / canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. Nahl 49: Göklerde ve yerde olan dabbehden / canlılardan ne varsa ve melekler Allah’a secde ederler [boyun eğerler] ve onlar büyüklük taslamazlar. Nahl 61: Eğer Allah zulümleri nedeniyle insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun üstünde dabbehden / canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Velâkin onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince de ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. Nur 45: Allah her dabbehi / canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimileri iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayak) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. Ankebut 60: Kendi rızkını taşıyamayan nice dabbeh / canlı da vardır ki onları da, sizi de Allah rızklandırır. Ve O, işitendir, bilendir. Lokman 10: (O) Gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her dabbehden / canlıdan türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim olan çiftten bir bitki bitirdik. Fatır 45: Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiçbir dabbehi / canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir. Şûra 29: Göklerin ve yerin yaratılması ve onlarda [yerde ve gökte] her dabbehden/canlıdan türetip yayması da O’nun ayetlerindendir. Ve O, dilediği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir. Casiye 4: Ve sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı dabbehlerde / canlılarda da kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. Enfal 22: Çünkü yeryüzünde devabbın / canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağır-dilsizlerdir. Görüldüğü gibi, bu ayetlerin hepsinde de “dabbeh” sözcüğü irili ufaklı tüm canlı yaratıklar için kullanılmıştır. Sebe’ 14: Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara değneğini yiyen dabbetü’l-arzdan [arz canlısından] başka hiçbir şey delâlet etmedi [Onun öldüğünü onlara sadece değneğini yiyen dabbetül arz / yer canlısı / kurt bildirdi gösterdi, yani anlamalarına sebep oldu]. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü ortaya çıktı ki: Cinnler gaybı [Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü] bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap [hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk] içinde kalmazlardı. Bu ayette ise “dabbeh” sözcüğü, diğerlerinden farklı olarak “ دابّة لآرض dabbetü’l-arz” tamlaması hâlinde geçmektedir. Bu, farklı bir kullanım olup “yer canlısı” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu ayetin de “dabbeh” sözcüğünün farklı bir tamlama içinde kullanıldığı Neml/82. ayeti gibi, bağımsız olarak ele alınması ve incelenip açıklanması gerekir. 3- Hadislerde “Dabbeh”: Başta Buharî olmak üzere, “sahih [sağlam]” kabul edilen hadis kitabı musanniflerinin birçoğu “dabbeh” rivayetlerine itibar etmemiştir. Bunlar içinden Tirmizi ise, kitabının “Tefsir” bölümünde “dabbeh” hakkında Ebu Hüreyre’den şu rivayeti nakletmiştir: Ebu Hüreyre’den nakledildi ki: O şöyle dedi: “Dabbeh, beraberinde Musa’nın asası ve Süleyman’ın mührü olduğu halde çıkar. Asa ile mü’minlerin yüzünü cilalar, mührü ile de kâfirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine “Ey mü’min!” der, diğeri de “Ey kâfir!” der.” İmam Tirmizi bu rivayeti Neml suresinin 82. ayetinin tefsiri ile ilgili olarak açıklamaya çalışsa da, ayet incelendiğinde bu rivayetin ayetle uzaktan yakından bir münasebetinin olmadığı görülmektedir. Diğer taraftan bu rivayet, İmam Ahmed, Tayalisî, Nâım İbn Hammad, Abd İbn Hâmid, Hasen, İbn Mâce, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatım, İbn Mevdüye ve Beyhakî tarafından hep kıyamet alâmetleri bahsinde konu edilmiştir. İbni Cerir’in Huzeyfe İbn Esid’den yaptığı rivayette ise söz konusu “dabbeh”in üç kere çıkacağı, çıkacağı yerler, ne zamanlar çıkacağı gibi kesin delilsiz, mesnetsiz açıklamalar da bulunmaktadır. Bu konudaki bir diğer rivayet de şudur: “İbn-ü Amr İbn-ül-As anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Çıkış itibariyle, kıyamet alâmetlerinden ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbehin çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir.” (Müslim, Fitneler, 118; Ebu Davud, Melahim, 12) Görüldüğü gibi, bu rivayet de kıyamet alâmetlerini konu almaktadır ve Neml/82. ayeti ile hiçbir alâkası yoktur. Birçok hadisçinin itibar etmediği bu rivayetler, cahil zümrelerce allanıp pullanıp çeşitli şekillere sokulmuştur. Allama pullama işlemlerinin ilki, rivayetlerin asıllarında olmamasına rağmen “dabbeh” sözcüğünün hep “el-arz” eklenerek “dabbet-ül-arz” şeklinde tercüme edilmiş olmasıdır. Daha sonraki allayıp pullamaların tümü de bu uydurulmuş “dabbet-ül-arz” ifadesi üzerinden yapılmıştır. Dolayısıyla bu açıklamaların tamamı mesnetsizdir ve yapanların kişisel anlayışını yansıtmaktadır; dinî değeri yoktur, olamaz. “DABBEH” KIYAMET ALÂMETLERİNDEN MİDİR? Bu sözcük tamamen kıyamet alâmetlerinden biri olarak bahse konu edilmiş ve hakkında uydurulan asılsız açıklamalar hep bu yönde olmuştur. Bu sebeple sözcük bu anlam ekseninde kabul edilmiştir. Aslında Neml/82 ayetinin yanlış anlaşılmasında “dabbeh” sözcüğünün yanlış anlamda kabulü kadar, yabancı kültürlerin de payı vardır. Meselâ Yuhanna İncili’nin Vahiy bölümünün 18. kısmı ve devamı böyle bir yaratıktan [yerden çıkan canavardan] bahsetmektedir. Diğer taraftan Yahudilikte de buna benzer bir inanç mevcuttur. Nitekim yukarıda örneklerini verdiğimiz türdeki rivayetleri Müslümanlar arasına sokanlar, Ebu Hüreyre ve Vehb b. Münebbih gibi İsrailiyat etkisinde kalan kimselerdir. Sebebi ne olursa olsun, sonuç olarak “dabbeh” sözcüğü gerçek anlamı dışında zorlama ve uydurma anlamlar kazanmış, hatta kişileştirilmiştir. Ancak asıl konumuz Neml/82 ayetidir. Neml 82: Ve Söz üzerlerine vaki olduğu / gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan arzdan bir dabbeh çıkardık. Dikkat edilirse, bu ayet bağımsız bir cümle olmayıp bir paragrafın cümlelerinden birisidir. Yani ayetteki konunun bu ayetten evvel ve sonra başka cümleleri de vardır. Bu ayet, konuyla ilgili diğer ayetler dikkate alınmadan tek başına değerlendirmeye alınırsa, ne zamirler mercilerine gönderilebilir, ne de ayetin ilk sözcüğü olan “ وvav-ı atıfe [vebağlacı]” ilgili yere bağlanabilir. Bize göre, şimdiye kadar yapılmış olan hatalar hep bu yüzden meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ayetin ve içinde geçen “ دابّة من لأرضdabbetün-mine’l-arz” ifadesinin iyi anlaşılabilmesi için, ayetin içinde bulunduğu paragrafın tümünün [Neml/67–85. ayetler] ele alınması gerekir: Neml 67–85: Şu inkâr edenler de, “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız. Ant olsun, bu [azap ve dirilme tehdidi], bize ve daha önce atalarımıza vaat olunmuştu. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” dediler. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, günahkârların [suçluların] sonlarının nasıl olduğuna bir bakın.” Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma! Ve onlar; “Eğer doğru kimseler iseniz, bu vaat olunan (azap) ne zaman?” diyorlar. De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile.” Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf sahibidir de, velâkin onların çoğu şükretmiyorlar. Ve şüphesiz ki, senin Rabbin, onların sinelerinin gizli tutmakta olduklarını ve açığa vurduklarını kesin olarak bilmektedir. Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın. Hiç şüphesiz ki, bu Kur’an İsrailoğullarına, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır. Ve hiç şüphesiz gerçekten o [Kur’an], kesinlikle müminler için bir kılavuz ve bir rahmettir. Şüphesiz ki senin Rabbin onların arasında kendi hükmünü gerçekleştirir. Ve O [Allah], Aziz’dir [üstün olandır], Alîm’dir [en iyi bilendir]. Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; Şüphesiz ki sen apaçık olan hakk üzerindesin. Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin. Ve Söz üzerlerine vaki olduğu / gerçekleştiği zaman onlar için, insanların ayetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara konuşan arzdan bir dâbbeh çıkardık. Ve her ümmetten [önderli topluluktan] ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar. Ve geldikleri zaman, O [Allah] der ki: “Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından onu kavramadığınız hâlde yalanladınız mı? Ya da ne yapıyordunuz?” Ve zulmetmelerine karşılık, Söz kendi aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar. |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Görüldüğü gibi, bu paragrafta Yüce Allah bizleri uyarmak için mahşer ile ilgili ayrıntılar bildirmekte ve konumuz olan ayet de bu uyarı pasajının bir cümlesini teşkil etmektedir. Ancak ayetin ve konunun anlaşılabilmesi için önceden öğrenilmesi lâzım gelen bir ifade vardır ki, o da “Söz”ifadesidir. Bu ifade Kur’an’ın başka ayetlerinde de geçmektedir:
Ya Sin 7: Ant olsun, onların çoğu üzerine Söz hakk olmuştur. Artık onlar inanmazlar. Ya Sin 70: Diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hakk olması için. Neml suresinin 82. ve 85. ayetlerinde “gerçekleşmiş olan Söz” olarak vurgulanan “Söz”ün ne olduğunu ise yine Kur’an açıklamıştır: Secde 13: Ve eğer Biz dileseydik her nefse [kişiye] hidayetini verirdik. Velâkin Benden “Bütün insanlar ve cinlerden (herkesten) cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hakk olmuştur. Hud 118–119: Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet [önderli topluluk] kılardı. Oysa onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç. Onları işte bunun için yarattı. Ve Rabbinin Söz’ü; “Ant olsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan, onların tümünden dolduracağım”tamamlanmıştır. Ayetlerden açıkça görülüyor ki, Yüce Allah bir karar vermiş, bir takdirde bulunmuştur. Buna göre Rabbimiz kâfirleri cezalandıracak, cehennemi ins ve cinnden [herkesten] dolduracaktır. Bunun için de insanları mahşerde toplayıp onlardan hesap soracaktır.İşte ayette konu edilen “Söz” budur, yoksa birçok mealdeki gibi kıyamet değildir. “NEML/82” AYETİNİN TAHLİLİ Ayet “ وve” bağlacıyla başlamaktadır. Bu, yukarıda vurguladığımız gibi, ayetin bir başlangıç kelâmı olmayıp işlenmekte olan bir konunun devamı olduğunu gösterir. Mevcut tefsir ve meallerde bu hususun maalesef dikkate alınmadığı görülmektedir. Ayetteki “vaka’a” sözcüğü “geçmiş zaman [mazi]” kipinde bir fiildir. Demek ki, kıyamet kopmuş, yeryüzü yok olmuştur. Zaman “haşr” zamanı, gün hesap verme günüdür. Suçlular, cehennemi doldurmak üzere hesaba çekilmektedir. Ayetteki ifadelerin kıyametle veya kıyametin yaklaştığı bir zaman dilimiyle hiç mi hiç alâkası yoktur. Mevcut meal ve tefsirlerin “vaka’a” fiiliyle kurulan bu cümleyi “gelecek zaman [istikbal]” anlamıyla çevirmiş olanları kesinlikle yanlıştır. Zaten “dabbeh”i kıyamet alâmetlerinden sayan kabul de bu yanlıştan kaynaklanmaktadır. Kur’an’da “dabbeh”in kıyamet alâmeti olduğuna dair hiçbir veri olmadığı gibi, “dabbeh”i kıyamet alâmeti olarak gösteren ilmî nitelikten yoksun eserler de bu asılsız iddialarına “sahih sünnet” denilen rivayetlerden tek bir destek bile bulamamışlardır. Bu nedenle bu tür iddiaların hepsi de mesnetsizdir. Kıyametin kopması sürecindeki olaylar, yani kıyamet alâmetleri, Kur’an’ın Kamer, Kıyamet, Tekvir, İnfitar, İnşikak, Ğaşiye ve Kaariah surelerinde bizzat Allah tarafından açıklanmıştır. Neml suresinin 67–85. ayetlerinden oluşan paragrafta ise “mahşerdeki hesap sorma ve hesap verme”den bahsedilmektedir. Bu ayetlerde uygulanan anlatım tekniği şudur: Mahşer anındaki olaylardan bir safha, insanlarca iyi anlaşılsın diye sanki bir tiyatro sahnesi gibi gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi, bir konuyu temsilî bir anlatımla iyice anlaşılır hale getirmek Kur’an’da sık başvurulan bir metottur. Yüce Allah, bizleri inzar etmek [uyarmak] için mahşer sahnelerini oyuncularıyla, dekorlarıyla, aksesuarlarıyla ve replikleriyle Kur’an’ın birçok yerinde tekrarlamıştır. İşte iki örnek: Fussılet 19–25: Allah’ın düşmanlarının bir araya getirilip toplandıkları gün artık onlar, ateşe dağıtılırlar. Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. Ve onlar kendi derilerine “Niye aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. Dediler ki: “Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı ve O’na döndürülmektesiniz. Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğine inandınız. İşte bu sizin inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayanlardan oldunuz.” Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer özür bildirmeye çalışsalar onlar özrü kabul edilecekler değildirler. Biz onlara karinleri [bir takım yakınları / İblislerini] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinnlerden ve insanlardan [herkesten] kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan Söz onların üzerine hakk oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. Ya Sin 63–65: İşte bu, size vaat edilmiş olan cehennemdir. İnkâr etmiş olduğunuz şeylere karşılık olmak üzere bugün oraya girin. Bugün Biz onların ağızları üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şahitlik eder. “من ا لارض MİNE’L-ARZ [YERYÜZÜNDEN]” İFADESİ Ayetteki bu ifadede geçen “ منmin” edatı [harf-i cerri] için gelenekçiler “çıkardık” fiilini müteallek olarak kabul etmişler ve ifadeyi “Yeryüzünden bir dabbeh çıkardık” şeklinde anlamışlardır. Bize göre, ayeti anlamaya engel olan yanlışlardan biri de budur. Çünkü mahşer gününde bildiğimiz bu yeryüzü olmayacaktır ki ondan “dabbeh” denilen şey çıkarılsın. Arapça dilbilgisi kuralları gereği, her “harf-i cerr”e mutlaka bir müteallek gerektiğine göre, bizim düşüncemiz, ifadedeki “min” “harf-i cerr”ine müteallek olarak “ كائنةkâineten” veya “ معمولة ma’muleten” mana fiillerinden birininin takdir edilmesi gerektiği yönündedir. Bu durumda ifadenin anlamı “yeryüzünden yapılmış bir dabbeh” şeklinde olur. Yani “dabbeh” denen varlık Arz [Yeryüzü] maddelerinden yapılmıştır; canlı değildir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi “melek” cinsinden de değildir. “İnsanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını” konuşur Dikkat edilecek olursa, “dabbeh” insanlar ile değil, insanlara konuşacaktır. Bunun anlamı, söz konusu konuşmanın insanlarla yapılacak karşılıklı bir konuşma olarak değil, “dabbeh” tarafından tek taraflı olarak yapılacak bir konuşma şeklinde gerçekleşeceğidir. Konuşmanın içeriği sadece insanlara Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarının duyurulmasından ibarettir. “Dabbeh” olarak isimlendirilen bu konuşmacının ne olduğuna gelince: Gerek sözcüğün hareketliliği içeren kök anlamı, gerekse söz konusu varlığın yeryüzü kökenli oluşu gibi nedenler zihne bazı ihtimalleri çağrıştırmaktadır. Cansız maddelerden yapılmış, hareket eden, konuşan bir şey? Sanki bir teyp, televizyon, video, bilgisayar, robot ya da günümüzden kıyamete kadar olan zamanda geliştirilecek başka bir cihaz? Tefsirciler arasında “dabbeh” üzerinde en fazla duran ve meseleyi önemseyen kişi İbn-i Kesir’dir. Ne var ki, o da “dabbeh” sözcüğünü kıyamet alâmetleri sadedinde açıklamış ve bu konudaki mesnetsiz söylentilere geniş yer vermiştir. Neticede o da söylenti niteliğindeki bu rivayetleri aşamamış, konunun sonunu da “Bütün bunlar tartışma götürür” diye bitirmiştir. İbn-i-Abbas ise ayette geçen “ تكلّمهمtükellimühüm [onlara konuşur; anlatır]” ifadesini iyi anlayamadığından olsa gerek, işin içinden çıkamamış ve ifadeyi “ تَكَلّمهم tekellimühüm [onları yaralar]” şeklinde okumuştur. İbn-i-Abbas’ın söz konusu ifadeyi bu şekilde okuması, muhtemeldir ki, yaşadığı çağda cansız maddelerden yapılmış bir aletin, bir makinenin konuşmasının, hareket etmesinin hayal bile edilememesinden kaynaklanmaktadır. Bugünkü bilgimizle yukarıda saydığımız duyuru cihazları da mutlaka ilerideki çağlarda “ilkel” olarak nitelenecek, “dabbeh” sözcüğü o çağda yine cansız maddelerden yapılmış ve insanlara duyuru yapan, o günün modern araçları olarak ifade edilecektir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “Dabbeh”, mahşerde ortaya çıkarılacak yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracı olup kendisine yüklenmiş olan “insanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıkları” duyurusunu anons edecektir. 83, 84. Ayetler: Ve her ümmetten [önderli topluluktan] ayetlerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar. Ve geldikleri zaman, O [Allah] der ki: “Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından onu kavramadığınız hâlde yalanladınız mı? Ya da ne yapıyordunuz?” Bu ayetlerde mahşere ait sahneler yer almakta ve duyarsızları uyarmak için kendilerine sayısızca bilgi ve kanıt gösterilmiş olan inkârcıların akılsızlık ederek, temelsizce, herhangi bir bilgi ve kanıta dayanmadan, ayetleri yalanlamalarının yüzlerine vurulacağı bildirilmektedir. Aynı zamanda ahireti de inkâr etmiş olan inkârcılar bu akılsızlıklarını ahiret gerçekleştiğinde artık kendileri de anlamış olacaklardır. 82. ayette bildirildiği gibi, bu inkârcıların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıkları“Dabbeh” aracılığıyla mahşer halkına ilân edilecek olması, onların bir de rezillik azabı tadacaklarını göstermektedir. Saffat 22, 23: O zulmetmiş olan kişileri, eşlerini ve Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri bir araya toplayın. Sonra da onlara cehennemin yolunu gösterin. 85. Ayet: Ve zulmetmelerine karşılık, Söz kendi aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar. Artık olan olmuş, Söz onların aleyhine gerçekleşmiştir. “Dabbetün mine’l-arz” ifadesiyle ilgili açıklamamızda ve Kaf suresinin 29. ayetinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, ayette geçen “Söz”, Rabbimizin insanlarla ilgili olan bir ilke kararıdır ve O’nun kesinlikle cehennemi dolduracağı anlamına gelmektedir. Mürselat 35–37: Bu, onların konuşmayacakları gündür [andır]. Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. O gün, yalanlayanların vay hâline! 86. Ayet: Onlar görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi kıldık, gündüzü de gördürücü. Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için kesinlikle ayetler vardır. Bu ayette Yüce Rabbimiz, insanların sadece her gün yaşamakta oldukları gece ve gündüzü incelemeleri hâlinde bile bu düzende birçok ayet bulacaklarını bildirerek uyarıda bulunmaktadır. Gerçekten de gece ve gündüzün bu düzeni yeryüzündeki o kadar çok şeyle ilişkilidir ki, bu düzen ile yeryüzündeki yaşamlar arasında var olan uyumu “tesadüf” olarak açıklamak mümkün değildir. Çünkü bu uyumu sağlayacak düzen mutlaka bir tasarımı gerektirmektedir. Bu tasarım ise öyle muhteşem bir tasarımdır ki, hesaplamalardaki herhangi bir değişme, meselâ gece ve gündüzün sürelerinin şimdikinden birkaç kat daha uzun olması veya yeryüzünün bir kısmında devamlı gündüz diğer kısmında gece olması, şu anda yeryüzündeki yaşamın tümüyle değişmesi anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile, Güneş ışınlarının çok uzun süreli veya sürekli olması sebebiyle her şeyin kavrulduğu bir gündüz veya Güneş ışınlarının hiç olmaması sebebiyle her şeyin donduğu bir gece, şu andaki yaşamın tamamen bitmesi demektir. İnkârcılar ise bir körün bile görmezden gelemeyeceği bu ayetleri görmezler ve bütün ihtiyaçlarını Güneş ile yeryüzü arasında ancak hâkim bir varlık tarafından plânlanabilecek bu sistem sayesinde karşıladıklarını hiç düşünmezler. Gece ile gündüzün mucizevî niteliğine Kur’an’da birçok kez değinilmiş ve konu hakkında başka detaylar da verilmiştir: Furkan 45–47: Rabbinin o gölgeyi nasıl uzatmış olduğuna bakmadın mı? Dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra Biz Güneş’i, ona delil kıldık. Sonra da onu kolay bir çekişle kendimize doğru çektik. Ve O, sizin için geceyi elbise, uykuyu da rahatlık kılandır. Ve O, gündüzü yayılış kılandır. 87, 88. Ayetler: Ve Sur’a üflendiği gün; artık Allah’ın diledikleri hariç olmak üzere göklerde ve yerde kimler varsa hepsi dehşete kapılırlar. Ve hepsi hor-hakirler olarak O’na gelirler. Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır. Bu iki ayette inkârcılar, yalanlayıcılar ahirete ait ürkütücü sahnelerle uyarılmaktadır. Daha sonra da Saat’e [kıyametin kopuş anına] ait sahneler getirilmekte ve evrenin mevcut düzeninin mutlaka bozulacağı, herkesin hor ve hakir olarak Allah’ın huzuruna varacağı; akıl verilmiş, birçok nimetlerle donatılmış, peygamberler gönderilmiş ve kitap verilmiş olanların davranışlarının görmezlikten gelinemeyeceği bildirilmektedir. Sur’un üflenmesi olayı ile ilgili olarak Kaf suresinin 20. ayetinin tahlilindeki açıklamalarımıza ve ayrıca şu ayetlere bakılabilir: Ta Ha/102, Kehf/99, Nebe’/18, Hakkah/13, Zümer/68, Ya Sin/51. Konumuz olan ayetteki üfleme, insanların dehşete kapılacakları birinci üflemedir. Bundan sonraki üflemede her şey yıkılacak ve bütün canlılar ölecektir. Son üfleme ise âlemlerin Rabbine kalkış üfürmesi olup bu üfleme ile diriliş gerçekleşecek ve bütün yaratıklar kabirlerinden çıkacaklardır. İsra 50–52: De ki: “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun. Sonra onlar “Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa yaratmış olan.” Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve “Ne zamandır bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olması umulur! Sizi çağıracağı [diriltileceğiniz] gün, O’nu överek çağrıya uyacaksınız ve zannedeceksiniz ki, pek az kaldınız.” Rum 25: Göğün ve yeryüzünün kendi emriyle durması da O’nun ayetlerindendir. Sonra sizi yeryüzünden bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki siz çıkarılıyorsunuz. Mearic 42–44: Sen onları hemen bırak da vaat edilen günlerine kavuşuncaya dek dalsınlar ve oynayadursunlar. O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir hâlde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür! Kıyamet anında dağların durumları ile ilgili olarak da birçok yerde bilgi verilmiştir: Tur 9, 10: O gün gök sarsıldıkça sarsılır, dağlar da yürüdükçe yürür. Ta Ha 105–107: Sana dağlardan soruyorlar, de ki: “Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin.” Kehf; 47: Ve Bizim dağları yürüttüğümüz gün; ve sen yeryüzünü çırılçıplak / dümdüz göreceksin. Ve Biz onları bir araya topladık. Böylece onlardan hiçbir kimseyi bırakmadık. 89, 90. Ayetler: Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı / getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. Ve kim kötülükle gelirse artık yüzleri ateşte sürtülür. -Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılıklandırılacaksınız?- Bu ayetlerde bir genelleme yapılarak inananların korkudan güvende olacakları, inanmayanların da yaptıkları kötülüğün karşılığını kötülük olarak bulacakları bildirilmektedir. Buradaki genelleme başka ayetlerde de yapılmıştır: Enbiya 103: O en büyük korku onları üzmez ve kendilerini melekler “İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür” diye karşılarlar. Fussilet 40: Şüphesiz ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki O [Allah], yaptığınız şeyleri en iyi görendir. 89. ayette konu edilen “iyilik, güzellik getirenlerin getirdiklerinden daha hayırlısını bulacakları” hususu, En’am suresinin 160. ayetinde “her bir hasene için on misli” şeklinde, Sebe’ suresinde ise aşağıdaki şekilde ifade edilmiştir: Sebe’ 37: Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlâtlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve salihatı işlerse, işte onlar için yaptıklarına karşı kat kat karşılık vardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler. İnkârcıların hâline gelince; onlar da yaptıklarının karşılığını ceza olarak mutlaka göreceklerdir. Şuara 94, 95: Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblisin askerleri toptan onun [cehennemin] içine fırlatılmışlardır. 90. ayetin son cümlesi olan “Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılıklandırılacaksınız?” ifadesine gelince; burada iltifat sanatı yapılarak sanki cehennemliklere cehenneme girdikleri anda dönülüp “Ne var yani, yoksa siz, yaptıklarınızdan başkasıyla mukabele edileceğini mi sanıyordunuz?” denilmektedir. 91–93. Ayetler: “Ben ancak her şeyin sahibi olan ve burayı haram [dokunulmaz] kılan bu şehrin [Mekke’nin] Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Ve ben Müslüman olmamla ve Kur’an’ı okumamla emrolundum. Artık kim doğru yolu bulursa, yalnız kendisi için bulmuş olur; kim de saparsa hemen; ‘Ben sadece uyarıcılardanım’” de. Ve hamd, Allah’a mahsustur. O, ayetlerini size gösterecek de siz onları tanıyacaksınız. -Ve Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.- Peygamberimize bu ayetlerde verilen talimat ve bilgiler, başka ayetlerde değişik üslûplarla da tekrarlanmıştır: Âl-i Imran 58: İşte bu; Biz onu sana ayetlerden ve hikmet içeren Öğüt’ten okuyoruz. Kasas 3: Biz, iman edecek bir kavim için Musa ve Firavun’un önemli haberlerinden bir kısmını sana hak ile okuyoruz. Ra’d 40: Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. Hud 12: Şimdi sen, “Ona bir hazine indirilse, ya da beraberinde bir melek gelse ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek olursun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye Vekil’dir. Fussilet 53: Onun hakk olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış dünyada], hem enfüslerine [kendi içlerinde] ayetlerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanık olmuş olması yetmedi mi? Zariyat 20, 21: Ve inananlar için, yeryüzünde ve kendi içinizde nice ayetler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz? Dikkat edilecek olursa, 91, 92. ayetlerde geçen “Ben ancak her şeyin sahibi olan ve burayı haram [dokunulmaz] kılan bu şehrin [Mekke’nin] Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Ve ben Müslüman olmamla ve Kur’an’ı okumamla emrolundum” ibaresinde Rabbimiz kendisini “Bu şehrin [Mekke’nin] Rabbi” olarak nitelemiş ve Mekke şehrini dokunulmaz kılışını da kendisinin bir özelliği olarak ifade etmiştir. Bu husus değerlendirilirken, bu surenin İslâm davetinin henüz Mekke şehrinin sınırları içinde yapıldığı ve muhatapların da Mekke ahalisiyle mahdut kaldığı bir dönemde indiği unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken bir diğer husus da, Rabbimizin kendisi için Kureyş suresinde “Bu Ev’in Rabbi [Rabbü’l-Beyt]” ifadesini kullanmış olmasıdır. “Bu şehrin [Mekke’nin] Rabbi” ifadesinin ne anlama geldiğinin daha iyi anlaşılması için Kureyş suresindeki “Rabbü’l-Beyt” ifadesi ile ilgili tahlilimizin yeniden okunmasının yararlı olacağına inanıyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:582, 583) Allah doğrusunu en iyi bilendir. |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, neml, sûresi’ne |
|
|