![]() |
|
![]() |
#1 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
İşte, yaratılışı böylesine mükemmel olan ve Allah’ın şan, şeref, değer verdiği insan, İblis’in dürtülerine uyarak kötülükleri sonradan kazanmış ve kendisini “aşağılıkların aşağılığı” veya “aşağıların en aşağısı” durumuna sokmuştur.
Bu konuyla ilgili olarak Tin Suresi’ndeki açıklamamızın tekrar okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:555-557) Konumuz olan 70. ayette, insana verilenlerin ikinci sırasında yer alan “karada, denizde taşıtlara yükledik” ifadesi, insanın Yaratıcı tarafından kendisine lütfedilen akılla tekerleği bulup kara taşıtlarını yapması ve suyun kaldırma kuvvetini keşfedip denizlerde gemileri yüzdürmesi kast edilmiştir. Bu ifade, insanoğlunun bu ve buna benzer daha birçok gelişmeyi sağlayabilecek donanıma sahip olduğu anlamına da gelmektedir. Ayetteki “ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık” ifadesi şu şekilde takdir edilebilir: “Onlara rızk olarak tertemiz meyvelerden, ekinlerden, etlerden, sütlerden, renkleri ve tatları çeşit çeşit, lezzetli, hoşa giden yiyecekler ihsan ettik. Onlara çeşitli türden, renkten, şekilden giyecekler verdik. Muhtelif iklimlerdeki bölgelerde, kendi seçip beğendikleri yörelerdeki güzel manzaralarda bu nimetlerden yararlanıp durmaktalar.” İnsanoğluna yapılan ikramların bu ayetteki sonuncu sırasında yer alan “onları, yarattıklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık” ifadesinin takdirini ise şöyle yapmak mümkünüdür: “İnsanı fiziksel olarak, ayakları üzerine dikilip yürüyen ve elleriyle pek çok iş yapabilen bir yaratılışla yarattık. İnsandan başka diğer hayvanlar ise dört ayakları üzerinde yürümektedirler. Başka canlılarda olmayan duygular ve daha pek çok ayrıcalık verdiğimiz insana lütfedilen en önemli fazlalık ise “akıl”dır. İnsan aklı sayesinde konuşma yetisi kazanır, tefekkür kabiliyetini geliştirir, gerçekleri görür, kendisine yararı ve zararı dokunacak şeyleri anlar ve en önemlisi de kendisini yaratanı tanıyabilir.” 71 - O gün Biz bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir haksızlığa uğratılmayacaklar. 72 - Her kim de burada [dünyada] kör ise işte o, ahirette de kördür. Ve yolca daha şaşkındır. Ayetteki “O gün Biz insanları önderleriyle toplayacağız” ifadesinden, “ إمام önder” sözcüğüyle ne kastedildiğine göre üç türlü anlam çıkarmak mümkündür. 1- “Önder” sözcüğüyle “peygamber” kastedilmiştir: Bu takdirde ifadeden; Allah’ın bir ümmet hakkında hüküm vereceği zaman o ümmetin peygamberini de orada bulunduracağı anlaşır ki, bu anlama işaret eden başka ayetler de vardır: Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulüm olunmazlar [onlara haksızlık edilmez]. (Zümer/69) Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisa/41) Her ümmet için bir elçi vardır. Elçileri geldiğinde de aralarında adalet gerçekleştirilmiştir. Ve onlar haksızlığa uğramazlar. (Yunus/47) 2- “Önder” sözcüğüyle “siyasî lider” kastedilmiştir: Bu takdirde ifadeden; hüküm gününde o ümmeti arkasından sürükleyen kişinin de orada bulunacağı anlaşılır ki, bu anlam da Kur’an’dan destek bulmaktadır: O [Firavun] kıyamet günü, kavminin önüne düşer. -Artık o [Firavun], bunları [kavmini] ateşe götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!- (Hud/98) 3- “Önder” sözcüğüyle “amellerin yazıldığı kitap” kastedilmiştir. Bu takdirde ifadeden; hüküm gününde herkesin kendi amel kitabıyla birlikte hazır bulundurulacağı anlaşılır ki, bu anlam da Kur’an’a uygundur: Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı mübin”de sayıp tespit etmişizdir. (Ya Sin/12) Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49) Ve her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır: Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte kitabımız, yüzünüze karşı hakkı konuşuyor. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı hep kaydetmiş olanın ta kendisiyiz! (Casiye/28-29) Ahirette “kitap verilişi” Kur’an’da bir çok kez ifade edilmiş olup verilme şekli de Arap örfüne göre tarif edilmiştir. Buna göre, kitabın “sağ”dan verilişi o kişinin cennetlik, “sol”dan verilişi de cehennemlik olduğunun işaretidir: Kitabı sağından verilen kişiye gelince de o; “Alın, okuyun kitabımı. Şüphesiz ben hesabıma kavuşacağıma inanıyordum/ kesinlikle biliyordum.” der. Artık o, meyveleri sarkmış yüksek bir cennette hoşnut bir yaşamdadır. -Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için!- Ve kitabı solundan verilen kimseye gelince; o da; “Keşke kitabım bana verilmeseydi, hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim.” der. Ne olurdu o iş bitmiş olsaydı. Malım bana hiç fayda vermedi. Gücüm [otoritem] de benden yok olup gitti. (Hakkah/19-29) İşte, kitabı sağ eline verilen kişiye gelince; o kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Kitabı kendisine arkasından verilen kişiye gelince; o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe girecektir. (İnşikak/7-12) 71. ayette geçen “ فتيلfetil [kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği]” ifadesi, Arap örfünde azlıktan kinaye bir deyimdir. Önemsiz, basit, kıymeti olmayan şeyler hakkında bir “darbımesel” olarak kullanılır. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Çekirdeğin iplikçiğine bu ismin verilmesi, çekirdek çıkarılırken iplikçiğin de bükülerek çekirdekle beraber çıkması sebebiyledir. Aynı şekilde “kıtmir [çekirdeği kaplayan ince zar]” ve “nakir [çekirdekten küçük oyuk]” sözcükleri de Klasik Arapçada bunun gibi birer deyim olarak kullanılır. “Fetil” sözcüğünün bu anlamına göre 71. ayetteki “onlar kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir haksızlığa uğratılmayacaklar” ifadesi, “Onların mükâfatları, değer verilmeyecek bir miktarda bile eksiltilmeyecek” anlamına gelir. Bu da, dünyada pek bol olan haksızlıkla, zulümle ahirette hiç karşılaşılmayacak demektir: Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, namazı / sosyal desteği kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tövbe eden ve iman eden ve salihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler] cennete; Rahman’ın kullarına görmedikleri hâlde vadettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O’nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. (Meryem/59-61) Ve her kim mümin olarak salihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz. (Ta Ha/112) 72. ayette konu edilen “körlük” kalbin körlüğüdür. “Kör” nitelemesi burada mecazi anlamda yapılmıştır ve “dosdoğru yolu göremeyen sapık” anlamına gelmektedir. Buna göre, 72. ayet, çevresinde bulunan binlerce ayeti, delili, ibreti görmeyen ve kendisine ihsan edilmiş onca nimetin farkında olmayan kimsenin ahiret nimetlerine karşı da kör olacağını bildirmektedir: Kim Benim zikrimden [Benim anılmamdan/ Benim öğüdümden] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/ yaşam vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” [Allah] Der ki: “Bu böyledir, ayetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun [cezalandırılıyorsun].” (Ta Ha/124-126) Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah`ın astlarından hiçbir veliy bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi, onlara ateşi artırırız. İşte bu, onların, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir yaratılışla mutlaka diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. (İsra/97, 98) 73 - Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halil [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi. 74 - Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin. 75 - O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın. 76, 77 - Ve yakında seni arzdan [yurdundan] çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız edecekler. O takdirde senden önce elçilerimizden gönderdiğimiz kişiler hakkındaki sünnetimize göre onlar da senin ardından pek az kalacaklardır. -Bizim sünnetimizde herhangi bir değişme göremezsin. - Bu ayet grubu doğrudan peygamberimize yöneliktir. Pasajdan anlaşıldığına göre, müşriklerin bazı ödünler istemesi karşısında peygamberimiz de onlara ödün vermeyi düşünmüş, fakat Allah’ın kendisini koruması sayesinde ödün vermemiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, böyle bir durumla sadece peygamberimiz karşılaşmamıştır: Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın attığı şeyleri giderir. SonradaAllah, ayetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah Alîm`dir [her şeyi en iyi bilen], Hakîmdir [yasalar koyan, güçlendirendir]. (Hacc/52) Bu ayetlerin Yahudiler veya Tebük savaşı hakkında ve Medine’de indiğine dair rivayetler söz konusu olsa da, surenin “Giriş” bölümünde de değindiğimiz üzere, biz Mekkî ayetlerden oldukları kanaatindeyiz. Çünkü müşrikler, tevhit konusunda peygamberimizden ödün isteme ve onu yurdundan çıkarma plânları yapma gibi eylemlerini peygamberimiz henüz Mekke’de iken yapmışlardır. Konumuz olan ayetleri iyi anlayabilmek için öncelikle peygamberimizin elçilikle görevlendirilmesini takip eden on yılda yaşadığı olayları göz önünde bulundurmak lâzımdır. Daha önce de söz konusu edildiği gibi, Mekkeli müşrikler, peygamberimizi tevhidî inanç ve davetinden döndürmek ve İslâm dini ile şirke batmış cahiliye gelenekleri arasında bir uzlaşma yapmaya zorlamak için ellerinden geleni yapmışlar, peygamberimizden taviz koparamayınca da onu etkisiz kılıp amaçlarına ulaşmak için ona mal teklif edip baştan çıkarmak, kendisine ve taraftarlarına sosyal ve ekonomik boykot uygulamak gibi çeşitli yöntemler denemişlerdir. Bununla da yetinmemişler, çeşitli tuzaklara, iftiralara hatta işkencelere başvurmuşlardır. Müşriklerin bu gayretlerinden bir tanesi de Yunus suresinde açıklanmıştır: Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. De ki: “Allah dileseydi, ben onu [Kur’an’ı] size okumazdım ve O [Allah], onu [Kur’an’ı] size bildirmemiş olurdu. Ben de ondan [Kur’an’dan] önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Yunus/15, 16) Peygamberimiz bütün bu hücumlara ancak Allah’ın ona verdiği destek sayesinde karşı durmuş ve onlara hiçbir ödün vermemiştir. Çünkü 74. ayetin ifadesinden anlaşıldığı gibi, Allah’ın elçisinin bile Allah’tan yardım almaksızın batıla ve küfrün saptırıcı yöntemlerine karşı koyması mümkün değildir. Rabbimiz 75. ayette peygamberimizin müşriklere hiçbir ödün vermediğini teyit etmekte ve aksi davranışta bulunsa idi başına neler geleceğini açıklamaktadır. Peygamberimize sanki şöyle denilmektedir: “Eğer hakkı bildikten sonra küfürle uzlaşma yapsaydın, o dejenere olmuş topluluğu hoşnut edebilirdin, fakat Allah`ın gazabını üzerine çeker ve hem bu dünyada hem de ahirette kat kat azabı tadardın” demiştir. Rabbimizin bu tehdidi ve peygamberimizin ödün vermeyişi, Hakkah suresinde de yer almıştır: Eğer o [elçi; Muhammed] bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle ondan sağ elini koparırdık [tüm gücünü alırdık]. Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız. (Hakkah/44-47) 76. ayet, Kureyşli kâfirlerin peygamberimizi Mekke’den kovmak için gizli bir plân yaptıklarını ortaya çıkarmakta, 77. ayet de eğer peygamberi Mekke`den çıkarırlarsa kendilerinin de orada fazla kalamayacaklarını bildirmektedir. Verilen masaj, elçiler ve zorba karşıtları arasındaki süreci belirleyen sebep ve sonuç yasasının Allah’ın koyduğu bir yasa olduğu; Sünnetullah denen bu yasanın geçmişte böyle işlediği, Mekkeli müşrikler ile peygamberimiz arasındaki mücadele sürecinde de böyle işleyeceğidir. Rabbimizin kendi yasasını hatırlatarak elçisini zorbalıkla yurdundan çıkarmaya kalkışan müşrikleri uyarması, onlara doğrudan bir tehdit mahiyetindedir. Nitekim müşrikler plânlarını gerçekleştirerek peygamberimizi göçe mecbur bırakmışlar, bunun karşılığında da Rabbimizin tehdidi gerçekleşmiş ve kısa süre sonra Mekke peygamberimiz tarafından fethedilmiştir. Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfal/33) 78 – Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah Kur’an’ını da. Çünkü sabah Kur’an’ı görülecek şeydir. 79 - Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece namazını] teheccüd et [uyanıp gece namazını kıl]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. Bu ayetler namaz vakitlerini belirleyen ilk ayetler olup surenin “Giriş” bölümünde de belirttiğimiz gibi Medine dönemine ait ayetlerdendir. NAMAZ KAÇ VAKİTTİR? Namazın amacı, insanın manevî yücelmesini sağlamak, kişiyi topluma yararlı iyi bir insan hâline getirmektir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere, vücudun beslenmesindeki üç öğün gıda gibi namaz da öğünleştirilmiştir. Belirli vakitlerde namaz kılınması istenerek insanın manevî beslenmesinin sürekli olması sağlanmıştır. “Fiilî dua” anlamına gelen “salât [namaz]”ın, müminler için günün belli vakitlerinde yerine getirilecek bir görev olması, öncelikle, insan şuurunda Allah inancının devamlılığını gerçekleştirme gayesini gütmektedir. Din psikolojisi araştırmaları ortaya koymaktadır ki, insanın içsel yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen kör bir varlık haline getirmekte, bunun sonucu olarak da kişi iyi bir “yapıcı toplum elemanı” olamamaktadır. Dolayısıyla, namaz kılmak insan için çok önemli bir ödev mahiyetindedir. Bu öneminden dolayı günün belli vakitlerinde [sabah, akşam ve gece] zorunlu olarak bu ödevin yerine getirilmesi istenmektedir: Sonra [korku hâlindeki] namazı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/ güvene erdiğinizde, namazı ikame edin. Hiç şüphesiz ki, namaz, müminler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisa/103) Ayetteki “ كتابا موقوتاvakti belirlenmiş yazgı” ifadesinden anlaşılmaktadır ki; namaz, sadece vaktinde farzdır, vakti gelmeden farz olmaz, vaktinin dışında da kaza edilmez. Vaktinde kılınmamış namaz, vaktinde yenilmemiş yemek veya vaktinde alınmamış ilaç gibidir, yani geçen geçmiş olur. Bizlere namaz kılmayı emreden Yüce Rabbimiz, namazları hangi vakitlerde kılmamız gerektiğini de -bizi şeyhe, imama, müçtehide muhtaç bırakmadan- Kur’an’da açıkça bildirmiştir: Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hud/114) Bu ayette peygamberimize gündüzün iki tarafında[sabah ile akşam]ve gecenin yakın zamanlarında [yatsı] olmak üzere toplam üç vakitte namaz kılması emredilmiştir. Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah Kur’an’ını da. Çünkü sabah Kur’an’ı görülecek şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece namazını] teheccüd et [uyanıp kıl]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsra/78, 79) Bu ayetlerde de yine peygamberimize güneşin batmasından gecenin karanlığına değin [akşam], tanyeri ağarırken [sabah] ve geceden bir bölümde [yatsı] namaz kılması emredilmiştir. Yani, emredilen vakitler sabah, akşam ve gecedir. Ayrıca peygamberimize özgü bir ayrıcalık olarak fazladan [ek görev olarak] gece namazını teheccüd etmesi [gece uyuyup uyanarak kılması] emredilmiştir. Dikkat edilirse, Hud/114 ile İsra/78 ve 79’daki ifadeler aynı olup bu ayetler namazın vakitlerini belirtmektedir. Ancak bu vakitler Kur’an’ın genel üslûbuna uygun olarak değişik üslûp ve özdeş sözcüklerle ifade edilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu farklı sözcüklerin hepsinin de aynı anlamı taşıyor olmasıdır. Bu ayetlerde akşam, sabah ve gece namazı olmak üzere üç vakit namaz emredilmektedir. Bu ayetlere göre öğle ve ikindi namazlarının farz olduğunu söylemek mümkün değildir. Zaten peygamberimizin bazı uygulamalarından, özellikle de öğle ve ikindi namazını bazen beraber kılmasından da öğle ve ikindi namazlarının farz olmadığı, yani namazın aslının beş vakit olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Ne var ki, işin aslı bu konuda ortalıkta dolaşan rivayet dalgaları arasında kaybolmuştur. Oysa namazı beş vakit olarak ifade eden rivayetlerin bazıları uydurma, bazıları da namaz vakitlerini düzenleyen ayetlerin inişinden evvelki uygulamaları içeren rivayetlerdir. Meselenin aslını öğrenebilmek için bu ayetleri iyi anlamak, ayetleri iyi anlamak için de ayetlerde geçen “ دلوك الشّمسdülûkuşşems”, “ قرآن الفجرkur’anelfecr”, “ طرفtaraf”, “ تهجّدteheccüd” ve “ نافلةnafile” sözcüklerinin ne demek olduklarını iyi bilmek gerekmektedir. “دلوك الشّمس Dülûkuşşems”: “Dülûk” ve “Şems” sözcüklerinden oluşan bu isim tamlaması, “Güneş’in batması, gözden kaybolması” demektir. Ancak bazı yorumcular, söz konusu ifadeye “Güneş’in eğilmesi” anlamını vermişlerdir. Tacü’l-Arus ve Lisanü’l-Arab adlı lügatlerde konuyla ilgili dikkat çekici bir ayrıntı verilmiş ve “dülûk” sözcüğüne “eğilme” anlamının verilme sebebinin namazın beş vakit olarak anlaşılmasını sağlama amacına yönelik olduğu belirtilmiştir. (Tacü’l-Arus, c:13, s:560, 561 ve Lisanü’l-Arab, c:3, s:398, 399) “Dülûk” sözcüğünün gerçek anlamına göre “dülûkuşşems” tamlaması “akşam” vaktini ifade eder. Nitekim dördüncü halife Ali, Abdullah b. Mesûd, Said b. Cübeyr, Nehâî, Mükatil, Dahhâk, Süddî, İbn Abbas ve Mücahid bu anlamı tercih etmişlerdir. Buna karşılık “dülûk” sözcüğüne “eğilme” anlamı vererek sözcükten öğle vaktini anlayanlar da olmuştur. Klâsik kaynaklarda İbn Ömer, Cabir, Atâ, Katâde ve Hasan’ın bu görüşü benimsedikleri bildirilir. İsra/78’de yer alan bu deyimden her iki anlamın birden anlaşılabileceği ileri sürülse de, namazın vakitlerini belirleyen diğer ayet olan Hud/114’teki ifadeler, söz konusu deyimden “Güneş’in eğilmesi” anlamının çıkarılmasına ve bu anlamdan da öğle namazının kastedildiğinin sanılmasına engel olur. Çünkü Hud/114’te peygamberimize “Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda namaz kılması” emredilmiş ve anlam netleşmiştir. Çünkü, Hud suresinin 114. ayetinde geçen “zülefen” sözcüğü, İsra/78’de geçen “ğasak” sözcüğü ile aynı anlamda olup “ortalığın karardığı zaman, gecenin ilk saatleri” demektir. Yani, her iki sözcük de “yatsı” vaktine karşılıktır. Bu durumdan kesin olarak anlaşılmaktadır ki, İsra/78 ve 79’daki emir ile Hud/114’teki emir aynıdır. Yani bu ayetlerin üçünde de, namaz kılınacak vakitler özdeş kelimeler kullanılmak suretiyle değişik üslûplarla ifade edilmiştir. Diğer taraftan, bir çok yorumcu da “dülûkuşşems” ile “ğasakılleyl” deyimlerinin ayrı zamanları ifade ettiğini ileri sürmüştür. Oysa bu deyimler ayrı zamanları değil, bir vaktin başını ve sonunu ifade etmektedirler. Şöyle ki: İsra/78’de “güneşin batmasından itibaren karanlığa kadar” namaz kılınması emredilmiştir. Bu ifade, iki namazın değil, bir tek namazın [akşam namazının] vaktini belirlemektedir. “ قرآن الفجرKur’anelfecr”: “Sabah okuması” anlamına gelen bu ifade ile sabah namazı kast edilmiştir. “ طرفTaraf”: Bu sözcük “nahiye, yan bölge” demektir. Bir şeyin “taraf”ından söz edildiği zaman, o şeyin içi değil, dışı anlaşılır. (Lisanü’l-Arab, c.5, s. 589) Nitekim Fıkıh’ta “İnsanın iki tarafı” ifadesinden, bir taraf olarak insanın anası, babası, dedesi, yani atası; diğer taraf olarak da çocukları ve torunları anlaşılır. Benzer şekilde “masanın iki tarafı” denildiğinde de masanın ikiye ayrılmış hâldeki iki parçası anlaşılmaz, masanın sağında ve solundaki şeyler anlaşılır. “Taraf” sözcüğünün çoğulu “etraf” sözcüğüdür. Bu sözcük de Türkçeye aynen Arapçadaki anlamı ile geçmiştir. “Etraf” sözcüğü, yöneltildiği şeyin dışı ile ilgilidir. Meselâ, bir kimseye “Etrafına bak” dendiği zaman, o kişi eline, yüzüne, vücuduna değil, sağına, soluna, önüne ve arkasına bakar. Bu örneği “ülkenin etrafı” dendiğinde ülkenin dışının kastedildiği ve anlaşıldığı, “Dünya’nın etrafı” dendiğinde Dünya’nın dışının kastedildiği ve anlaşıldığı şeklinde çoğaltmak mümkündür. Ayetteki “Gündüzün iki tarafı” ifadesinden de “gündüz”ün dışında kalan “sabah” ve “akşam” vakitleri anlaşılır. Yoksa “gündüz”ün kısımları, birer parçası olan “kuşluk” ve “ikindi” vakitleri demek değildir. “ تهجّدTeheccüd”: sözcüğünün kökü olan “ هجدhecd” sözcüğü “ezdat”tan olup iki zıt anlamı da ifade eder. Yani hem “uyumak” hem de “uyanmak” demektir. “Hecd” sözcüğünün bazı türevleri şöyle meşhurlaşmıştır: “Hâcid” “uyuyan”; “tehcid” “uykuyu gidermek, uyandırmak”; “teheccüd” “uykudan uyanıp namaz kılmak”;“müteheccid” “geceleyin uyanıp namaz kılan kimse”. (Lisanü’l-Arab, c.9, s. 31, 32) “ نافلةNafile”: Bu sözcük “asıl üzerine yapılan ziyade [ek]” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.8, s. 658-660) Ayetten anlaşıldığına göre, peygamberimiz, gece namazını herkes gibi karanlık bastıktan başlayıp tan ağarıncaya kadar olan zaman içinde kılmayacak, uyuyup uyanarak kılacaktır. Sözcük anlamlarının tahlili de bize göstermektedir ki, bu ayetlere göre öğle ve ikindi vakitlerinde namaz kılınması söz konusu değildir. Ayetlerden anlaşılan, sabah, akşam ve gecenin bir kısmında namaz kılınması, peygamberin ise bu gece namazını teheccüd etmesidir. Kur’an’a göre üç vakit olarak vakitlenmiş olan namazların ikisi, bir başka ayette isimleriyle de anılmıştır: Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunanlarla, sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, ışa [akşam] namazından sonraizin istesinler. Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır].Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size işte böyle açıklıyor. Allah Alim’dir, Hakim’dir. (Nur/58) Sonuç olarak, İsra/78 ve 79’da üç vakitte; sabah, akşam ve gece vaktinde üç namaz emredildiği gibi, Hud/114’te de aynı şeyler emredilmiş; üç vakit [sabah, akşam ve yatsı] namaz kılınması bildirilmiştir. Vakitleri bildiren ayetlerde ilk muhatap peygamberimiz olmasına rağmen, emir tüm ümmeti kapsamaktadır. Çünkü ümmete verilen emirler, ümmetin örneği, rehberi, imamı olmak sıfatıyla önce onun şahsında yer tutmakta, ümmeti de onun her yaptığını yapmakla yükümlü bulunmaktadır: De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, ümmî peygamber olan elçisine iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.” (A’râf/158) Bu noktada hemen belirtmek gerekir ki, peygamberimize uymayı emreden bu ayet, -peygamberimizin öğle ve ikindi vakitlerinde namaz kıldığı hakkındaki rivayetlere dayandırmak suretiyle- öğle ve ikindi vakitlerinin de namaz kılınması emredilmiş vakitlerden olduğu yolunda ileri sürülen iddiaları destekler mahiyette bir ayet değildir. Dinimizdeki namaz, oruç, hacc ve zekât görevleri, İbrahim peygamberden sonra gelmiş peygamberlerin şeriatlarında da mevcuttu. Mâûn suresinden ve Enfal suresinin 35. ayetinden Mekkelilerin de namaz kıldıkları anlaşılmaktadır. Hatta Alak suresinin 9, 10. ayetlerine göre peygamberimiz de peygamber olmazdan evvel eski dinî inancı gereği namaz kılmıştır. Fakat bu namazlar, Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla, özelliğini yitirmiş namazlardır. Dinimiz sehivle, el çırparak kılınan bu namazları düzeltmiş, namazı huşu ekseni üzerinde yeniden şekillendirmiştir. Kur’an tarafından belirlenen bu şekle peygamberimizin ne bir ilâve ve ne de bir eksiltme yapması mümkün değildir. Bu durumda; A’râf/158’in Hud/114 ve İsra/78, 79 ile açık bir çelişki arz ederek rivayetleri desteklediğini düşünmek yerine, rivayetlerin Kur’an ayetlerine uymadığını düşünmek daha mantıklı ve dinimize uyan bir davranış olur. Zaten yukarıda da belirttiğimiz gibi, namazı beş vakit olarak ifade eden rivayetlerin bazıları uydurma, bazıları da namaz vakitlerini düzenleyen ayetlerin inişinden evvelki uygulamaları içeren rivayetlerdir. Özetlemek gerekirse; sabah, akşam ve gece [yatsı] namazı vakitleri [üç vakit], Kur’an ile sabittir. Öğle ile ikindi, -eğer rivayetler doğru ise- peygamberimizin kendi uygulamalarıdır, Allah tarafından emredilmemiştir. Vakitleri Hud/114 ve İsra/78, 79 ile belirlenmiş olan namazın rekât sayısı ise Nisa suresinin 101-103. ayetlerinde belirlenmiştir. Nisa/101’de korku hâlinde namazın kısaltılabileceği bildirilmiş, Nisa/102’de de kısaltılmış namaz tarif edilmiştir. Buna göre, namaza duranlar secdeden sonra arkada bekleyenlerle yer değiştireceklerdir. Yani kısaltılmış olarak kılınacak namaz, kıyam, rükû ve secdeden ibarettir; bir rekâttır. 103. ayette ise, korku hâlinin geçmesinden sonra namazın tam bir biçimde yerine getirilmesi istenmektedir. Nisa suresinde verilen bu bilgilerden, namazın iki rekât olduğu anlaşılmaktadır. Namaz vakitleri, Hud/114 ve İsra/78, 79 ile; namazın rekât sayısı ise Nisa/101-103 ile “Medine Dönemi”nde son şeklini almıştır. Biz, peygamberimizin ve sahabenin bu konularda farklı uygulamaları olduğundan söz eden rivayetlerin, onların bu ayetler inmezden evvelki uygulamalarını aktardığını düşünüyoruz. Hud ve İsra surelerinin başlarında Mekkî oldukları yazsa da, Hud suresinin 12, 17 ve 114. ayetleri ile İsra suresinin 72-80. ayetleri Medenîdir. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb;Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Bir çok yorumcu bu ayetlerdeki kesin ifadelere karşı çıkamamış, ancak namazın “beş vakit” olduğuna dair rivayetlerde yer alan iddiaları meşrulaştırabilmek için pek çok yol denemişlerdir. Namazın beş vakit olduğunu ispat için sarf edilen gayretlerden bir tanesi, bu ayetlerin Mekkî oluşu, söz konusu rivayetlerin ise Medenî olduğu; dolayısıyla bu ayetlerin mensuh olduğu iddiasıdır. Gayretlerden bir diğeri de aşağıdaki ayetlerin anlamlarının bozulmak suretiyle mesnet olarak kullanılmak istenmesidir: |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
O nedenle, sen onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et
ve geceden bir bölümde. Ve secdelerin artlarında da O’nu tesbih et. (Kaf/39, 40) Artık onların söylediklerine sabret, güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbini tesbih et. Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da tesbih et ki, hoşnutluğa erebilesin. (Ta Ha/130) O hâlde tesbih Allah için. Akşama erdiğinizde de sabaha erdiğinizde de... Göklerde ve yerde hamd de O’na, gece sırasında da öğleye erdiğinizde de... (Rum/17, 18) Ant olsun bürüyüp örttüğü zaman geceye Ve parıldadığı zaman gündüze, (Leyl/1, 2) Güneş’e ve onun parıltısına ant olsun ki, onu izlediği zaman Ay’a, ona parlaklık verdiği zaman gündüze, onu sarıp örterken geceye, (Şems/1-4) Dikkat edilirse, bu ayetlerde namaz vakitlerini ve namaz sayısını belirleyen bir ifade yoktur. Ayetlerin hepsinde de gündüz ve gecenin belli başlı zamanlarında Allah’ı anmak, O’nu unutmamak, O’nu tesbih etmek emredilmekte ve Allah’ı anmanın gönlü huzura kavuşturacağı vurgulanmaktadır.Gece-gündüz, sabah-akşam şeklindeki ifadelerin “her an” demek olduğu daha önce de örnekleriyle izah edilmişti. Bu ayetlerden namaz kılınacağını anlamak ve iddia etmek, tamamen hatalı bir yaklaşımdır. FARZ NAMAZLAR NİÇİN GECEYE TAHSİS EDİLMİŞTİR? Hud ve İsra surelerinde yer alan ayetlerle belirlenen namaz vakitleri [akşam, sabah ve gece], günün gece bölümündedir. Bu durumun hikmeti de yine Kur’an’da mevcuttur: Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk! Kısa bir süre hariç, gecenin yarısını ayakta geçir veya bundan biraz eksilt. Ya da buna biraz ekle: Ve Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku. Doğrusu, Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Şu bir gerçek ki, yeni bir oluşa koyulmak üzere geceleyin kalkan, yer tutma bakımından daha güçlüdür [söz bakımından daha etkilidir]. Kuşkusuz gündüz boyu senin için uzun bir dolaşma/ uzun bir uğraşı vardır. (Müzzemmil/1-7) Gündüz, ister sıradan birisi olsun, ister peygamber olsun, herkes için çeşitli telaşların yaşandığı bir zaman bölümüdür. Namaz ise, yine kim olursa olsun, herkesin kendini vermesi, konsantrasyon [huşu’ ve hudu’] içinde olması gereken bir faaliyettir. Ama iş, güç, harç, borç gibi telaşların hep gündüz cereyan etmesi nedeniyle günün bu bölümünde insanların kendilerini bütünüyle namaza vermeleri mümkün olamamaktadır. Çünkü gündelik işlerin bitmesi gerektiğinden gündüzün herkesin aklı fikri işinde olmaktadır. Nitekim konuyu iyi anlayanlar “Gıllugış [gönül sıkıntısı] ile namaz olmaz” demişlerdir. Tabiî, bu sözle kastedilen namaz, İslâm’ın emrettiği namazdır, yoksa çoğunluğun yasak savmak kabilinden kıldığı ve kıldık sandığı şeklî namaz değildir. Çünkü zihnin bin bir gaile ile meşgul olduğu anlarda kılınan namaz gerçek namaz değil, bir şekilden ibarettir. Gerçek namaz, kulun gönül huzuru ile kendisini Allah’a teslim ederek kılacağı namazdır. Bu sebepledir ki, Yüce Allah namaz için vakit olarak akşam, sabah ve gece saatlerini belirlemiş, gündüz de maişet için çalışmaya ayrılmıştır. Yani, Rabbimizin namaz için gönlün boş ve huzurlu olacağı zamanları seçmesi boşuna değildir. Görüldüğü gibi, bu hususlar Müzzemmil suresinin 1-7. ayetlerinde çok net olarak ifade edilmiştir. Gündüz herkes için bağda bahçede, işyerinde zorunlu ve uzun uğraşılar vardır. Günün sona ermesiyle beraber dışarıdaki bütün işler de biter ve insanlar bu üç vakitte sükûnet için evlerine dönmüş olurlar. Böylece camiye gelebilmeleri, cemaat olabilmeleri de mümkün olmuş olur. KUTUPLARDA NAMAZ VAKTİ İslâm dini evrensel bir din olduğuna ve tüm kuralları dünyanın her noktasında geçerli olduğuna göre, senenin yarısının gece, yarısının da gündüz olarak yaşandığı kutup bölgelerinde namaz ve oruç ibadetleri nasıl uygulanacaktır? Bu konu, İslâm’ın evrensel olmadığı düşüncesinin teyidine yönelik olarak entelektüel geçinen bazı çevreler tarafından yeni ortaya atılmış bir mesele olarak gözükse de, aslında çok eskiden beri İslâm bilginlerinin düşünüp değerlendirdikleri bir konudur. Konuya kitabında ilk yer veren, XI. Yüzyıl fakihlerinden Ebu’l-İhlas Hasan b. Ammar eş-Şürunbilâlî’dir. Bu zatın “Nuru’l-İzah Şerhi, Merakıye’l-Felah” adlı eserinde konu şöyle açıklanmıştır: “Güneşin batar batmaz hemen doğduğu ülkeler vardır. Bu ülkelerde namazın sebebi olan vakit bulunmadığı için yatsı ve vitir namazları da yoktur. Ancak bir sene kadar sürecek Deccal Günleri’nde namaz vakitleri takdir edilir. Yani, namaz vakitleri için belirli saatler ayrılır. Namazlar o saatler içinde kılınır. Alım satım, oruç, hacc ve iddet gibi meselelerde de takdire göre hareket edilir.” İslam fakihleri bu konuya kutuplardaki vakti bilerek ve düşünerek değil de “Deccal Günleri” adıyla meşhur olmuş bir rivayete cevap mahiyetinde bir çözüm üretmişlerdir. Bu rivayete göre ileride öyle bir zaman gelecektir ki, dünyanın her yerinde yılın yarısı gece, yarısı da gündüz olacaktır. Ancak bu, muteber olmayan bir rivayettir ve teferruatının burada gereği yoktur. Görüldüğü gibi, eski zaman din bilginleri, vakti olan namazların kılınacağı, vakti olmayan namazların da kılınmayacağı görüşüne varmışlar, oruçta ise çözümün gündüz sürelerinin insanlar tarafından takdir edilerek bulunacağını öne sürmüşlerdir. Bu tarz takdirler yapılırken her şeyden evvel Yüce Rabbimizin şu ayetleri dikkate alınmalıdır: Güneş ve Ay bir hesap iledir [hesaba bağlıdır]. (Rahman/5) Tan yerini yarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı zaman ölçüsü kılmıştır. Bu, Güçlü Olan’ın, Bilen’in takdiridir [belirlemesidir]. (En’âm/96) Gökleri ve yeri yarattığı gündeki Allah’ın yazgısına göre, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. … (Tövbe/36) Sana hilallerden soruyorlar.De ki:“Onlar, insanlar ve hacc için vakit ölçüleridir. ...” (Bakara/189) Ayetlerde Ay ve Güneş hareketlerinin birer vakit ölçüsü olduğu bildirilmektedir. Demek ki, bu ölçüleri iyi bilmemiz ve ihtiyaç duyulan hâllerde kullanmamız gerekmektedir. Nitekim namaz, oruç ve hacc ibadetleri için kutuplarda bulunan bir Müslüman için de bu ölçüler geçerlidir. Bu nedenle kutuplarda bulunan Müslümanlar da ekvator üzerinde yaşayanlar gibi Ramazan ayının hilali görüldüğünde oruca başlayabilme imkanından mahrum değildir. Bunun gibi, Şevval ayının hilali görüldüğünde oruç bırakılabilir, günün namaz kılınması gereken vakitleri de aynı ölçülerle takdir edilebilir. Bugün yüksek teknolojiye dayalı bilişim ve iletişim imkanları sayesinde artık insanın takdirine bile gerek kalmamıştır. Radyo, televizyon, telsiz gibi araçlarla, istenilen bölgenin zaman dilimleri [gece-gündüz saatleri] sadece kutuplardan değil, uzaydaki herhangi bir noktadan da gayet isabetli olarak kolayca takip edilebilmektedir. Kısacası, anormal beldelerde bulunan insanlar da hayatlarını normal bölgelerde yaşayan insanlarla eş zamanlı hâle getirebilme imkânına sahiptirler. Zaten anormal bölgelerdeki günlük hayatın işleyişi de, normal bölgelerde uygulanan sürelere göre ayarlanmaktadır. Öyle ki, kutuplarda veya uzayda yaşamak durumunda olanlar da çalışma ve dinlenme saatlerini, hatta yemek düzenlerini normal koşullardaki insanlar gibi belirlemektedir. Kutuplarda bulunanların nasıl altı ay uyuyup altı ay çalıştıkları düşünülemezse, diğer dinî ve sosyal etkinlikleri de normal bölgelerdeki düzene aykırı olarak sürdürmeleri gerektiği ileri sürülemez. Bir Müslüman’ın kutuplara değil, uzaya bile gitmesi durumunda, uzayda gece ve gündüz olmadığından tüm vakitlerin ortadan kalktığını ve buna bağlı olarak da namazın farz olmaktan çıktığını ileri sürmesi mümkün değildir. Uzayda da vakit takdir edilmeli, namazlar vakitlerinde kılınmalıdır. SABAH NAMAZINDA CEMAATE KATILMAYA, MEYDANDA KUR’AN OKUMAYA TEŞVİK Sabah namazı vakti, Arapların Kabe’de Safa ve Merve tepelerinde toplanıp konuştukları, görüştükleri, plân ve program yaptıkları bir vakittir. Peygamberin halkın kalabalık olduğu yerde ve zamanda Kur’an okumasının diğer vakitlere oranla daha verimli olacağı tabiîdir. Çünkü sabah vakti Kur’an okuyan peygamberi herkesin dinleme ve görme imkanı daha çoktur. Diğer taraftan, gece uykusunun önceki günün yorgunluğunu ve zihin ağırlığını gidermesi, dolayısıyla insanın sabahleyin bedeni dinlenmiş ve zihni berrak olarak kalkması sebebiyle sabah vakti diğer vakitlere nazaran oldukça elverişli bir vakittir. Böyle bir vakitte yapılan duyuru [tebliğ], diğer zamanlarda yapılanlara nispetle daha etkin, daha verimli olur. 78. ayetteki “ قرآن القجرsabah Kur’an’ını da” ifadesiyle kastedilmiş olması muhtemel bir mana daha vardır ki, bu da sabah namazının cemaatle edâ edilmesinin teşvik ediliyor olmasıdır. Bu takdirde mana “Sabah namazı, çok kişi tarafından şahit olunan [meşhud] namazdır” şeklinde olur. MAKAM-I MAHMUD Ayetteki “ مقاما محموداmekamen mahmuden” ifadesi teknik olarak iki şekilde değerlendirilip iki farklı anlam elde edilebilir. 1- “Mahmûden” sözcüğü, ayetteki "seni gönderecektir" fiilinden "hâl" olmak üzere mansubtur, yani, "seni mahmûd [övülmüş] olarak gönderecektir" demektir. 2- Bu sözcük, kendinden önceki "makam" kelimesinin sıfatı olduğu için mansubtur. Anlamı “seni güzel bir makama ulaştıracak” şeklinde olur. Ayetteki makam veya “güzel bir makam” ile ilgili bir çok rivayet vardır. Bilindiği gibi, makam sözcüğü bu rivayetler ışığında daha çok “şefaat makamı” olarak algılanır. Bize göre, bu tamlama ile “neticesi övgü [metih] olan bir makam” kastedilmiştir. Bu makam öncelikle Allah’ın hoşnutluğu makamı, sonra da Medine Devleti başkanlığı makamıdır. Tıpkı Meryem suresindeki İbrahim, İdris ve İsmail peygamber örneklerinde olduğu gibi: Kitap’ta İbrahim’i de an / hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddık [özü, sözü doğru] biri idi, peygamberdi. Bir zaman o, babasına; “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum.” demişti. O [Babası]; “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm]. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]” dedi. O [İbrahim]; “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum.” dedi. Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık]. Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili kıldık. Ve Kitap’ta Musa’yı da an / hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve bir elçi, bir peygamber idi. Biz ona en uğurlu Tur’un [dağın] yan tarafından seslendik ve onu hususî bir konuşmada bulunmak üzere yaklaştırdık. Ve rahmetimizden ona, kardeşi Harun’u bir peygamber olarak ihsan eyledik. Ve Kitap’ta İsmail’i an / hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sadık idi, bir elçiydi, bir peygamberdi. Ve o ehline [ailesine, çevresine] namazı / sosyal desteği ve zekâtı emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti. Ve Kitap’ta İdris`i an / hatırlat. Şüphesiz o, çok sadık biriydi, bir peygamberdi. Ve Biz onu yüce bir yere yükselttik. (Meryem/41-57) 80 – Ve de ki: “Rabbim! Beni, doğruluk girişiyle girdir ve doğruluk çıkışıyla çıkar. Ve bana katından yardımcı bir kuvvet ver.” Peygamberimize bu ayette emredilen dua, hem hicretin yaklaştığına işaret etmekte hem de ona şöyle bir uyarı içermektedir: “Nerede ve ne durumda olursan ol, hakkı takip etmelisin. Eğer bir yerden hicret edersen, hakk yolunda hicret etmelisin ve nereye gidersen hakk için gitmelisin.” مدخل صدقMUDHALE SIDK - مخررج صدقMUHRACE SIDK Peygamberimize emredilen duada geçen “müdhale sıdk” ve “mührace sıdk” ifadeleri aslında çok geniş bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla bu ifadenin “kabre girip çıkma”, “peygamberlik görevine başlayıp bitirme”, “namaza başlayıp bitirme”, “dinî görevlere başlayıp bitirme”, “Mekke’den çıkma Medine’ye girme” gibi anlamlara geldiğini söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle ifadenin her iş için “doğrulukla giriş ve doğrulukla çıkış” anlamı verilerek özetlenmesi mümkündür. Duanın sonundaki “Ve bana katından yardımcı bir kuvvet ver” ifadesi, “Bu bozulmuş dünyayı ıslah edebilmem, görevimi sürdürebilmem için bana bir güç ve yetki ver, devletlerden birini benim yardımcım kıl” anlamına gelir. Zira şirki bertaraf edip tevhit ve adaleti sağlayabilmek için maddî güce ihtiyaç vardır. Burada ihtiyaç duyulan güç, dünya nimetlerine sahip olma amacı taşımayıp Allah yolunda, O’nun rızasına uygun bir iş yapmaya yöneliktir. Bu nedenle bu gücü kazanmayı istemek “dünyaya tapmak” değil, bilakis “Allah’a ibadet etmek” demektir. Hatırlanacak olursa, Allah’tan güçlü bir iktidar talebinde bulunan Süleyman peygamber de bu isteğini kendi çıkarı için değil, hayra hizmet için yapmıştır: “Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.” -Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.- “Geri getirin onları bana!” [dedi]. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı. (Sad/32, 33) 81 – Ve de ki: “Hakk geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olup gider.” Bu ayette Rabbimiz, tüm dünyaya şu hususun ilân edilmesini emretmektedir: “Artık hakk gelmiştir. Bundan sonra kâfirler ne yaparlarsa yapsınlar, hakka zarar veremeyeceklerdir. Çünkü hakkın gelmesi karşısında batıl yok olmaya mahkûmdur.” Bu mesaj başka ayetlerde de verilmiştir: De ki: “Hakk geldi. Ve batıl başlamaz ve geri gelmez.” (Sebe’/49) Bilakis, Biz hakkı batılın üzerine atarız da onun beynini ezer. Bir de bakarsın o, yok olup gitmiştir. Ve nitelediklerinizden dolayı vay hâlinize! (Enbiya/18) Ant olsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları ve Allah`ın dinine ve elçilerine görmeden yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak üstündür. (Hadid/25) 82 - Ve Biz Kur’an’dan, inananlar için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Ve [bu], sadece zalimlerin yıkımını artırıyor. Bu ayetten başlamak üzere 89. ayetin de dâhil olduğu pasaj, Kur’an’ın özelliklerinden bazılarının ön plâna çıkarıldığı ve bu surenin 41. ayetinin tefsiri mahiyetinde olan çok önemli bir pasajdır. Bu ayette Kur’an’ın “şifa” ve “rahmet” olmak üzere iki özelliğinden söz edilmiştir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
KUR’AN “ŞİFA”DIR:
Kur’an’ın şifa oluşu bedensel hastalıklara değil, zihinsel hastalıklara yöneliktir. Çünkü Kur’an zihinleri ikna eder, sıkıntı ve bunalımları gidererek gönülleri tatmin eder, insanların ahlakî seviyelerini yükseltir, böylece toplumun dirlik ve düzenini, huzur ve sükununu da sağlamış olur. Kur’an’ın “şifa” ve “rahmet” özelliklerinin inananlar için olduğunun vurgulanması, Kur’an’dan ancak müminlerin istifade etmeleri sebebiyledir. Kur`an`ı rehber edinen ve hüküm kitabı olarak kabul eden kimseler, ondan yararlanarak batıl itikatlardan, hurafelerden, kin, buğz, kıskançlık gibi kınanmış huylardan uzaklaşırlar, dolayısıyla psikolojik, aklî ve ahlâkî hastalıklardan şifa bulup Allah`ın rahmetine mazhar olurlar. Kur’an’ın bu özelliklerine başka ayetlerde de dikkat çekilmiştir: Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet gelmiştir. (Yunus/57) Ve eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık, elbette: “Ayetleri detaylandırılmalı değil miydi? İster yabancı dilde ister Arapça!” diyeceklerdi. De ki: “O, iman edenler için bir kılavuz ve bir şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve Kur’an onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.” (Fussılet/44) KUR`AN “RAHMET”TİR: Kur’an, insana lâzım olan dosdoğru yolu göstererek onu rüşde erdirdiği ve doğru bir yaşam için gerekli olan bilgileri insanın istifadesine sunarak onu bilgi edinmeye teşvik ettiği için, en büyük “rahmet”tir. Ne yazık ki, Kur’an’ın rahmet ve şifa oluşu da yine uydurma rivayetler ve düzmece haberlerle çarpıtılmıştır. Bunun sonucu olarak Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu kağıt ve benzeri nesnelerin bedensel hastalıklara şifa olduğu gibi Rabbimizin Kur’an’ı indiriş amacına ters inanç ve kanaatler oluşmuştur. Bu inanç ve kabulle, üzerine Kur’an ayetleri üflenmiş su içirilerek çaresiz dertlerden şifa bulunacağı gibi utanç verici uygulamalara gidilmiştir. Bu tür uygulamalar Rabbimizin “Ben her şeyi gerçek ile yarattım” kanununa tamamen ters olan temelsiz uygulamalardır. Kur’an, mesajı ve önerdiği yaşam modeliyle gönüllere şifadır. 83 – Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe düşer. Bu ayette Rabbimiz, insanın verilen nimetlerin kıymetini bilmediğini, bir mahrumiyete uğradığında ise hemen karamsarlığa kapılarak tam bir nankörlük sergilediğini bildirmektedir. Bu genel insan davranışı, en büyük nimetlerden biri olan Kur’an için de geçerlidir. Yukarıda karakteri çizilen bu nankör insan tipi başka ayetlerde de konu edilmiştir: Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş yalvarır. (Fussılet/51) Hayır… Hayır… Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8) Ve eğer, insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. Ancak sabreden ve salihatı işleyen kişiler müstesnadır [böyle değillerdir]. İşte bunlar, mağfiret ve büyük ödül kendileri için olanlardır. (Hud/9-11): İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse: "Rabbim beni üstün kıldı" der. Ama, her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni aşağıladı." der. (Fecr/15, 16) Şüphesiz insan dayanıksız ve huysuz yaratılmıştır; Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu da engelleyicidir [küçük bir yardımı bile engeller]. (Mearic/19-21) 84 - De ki: “Herkes bulunduğu hâl üzerine iş yapar. Bu durumda Rabbin, yol olarak kimin en doğru olduğunu daha iyi bilendir. Ayette geçen “ شاكلتهşâkiletihi” ifadesi, “mizacına göre, karakterine göre, niyetine göre, dinine, mezhebine göre” gibi anlamlarda anlaşılabilir. Buna göre ayetin mesajı, “Eğer nefsi aydınlanmış, hayırlı, temiz ve ulvî, yüce bir nefis ise, ondan faziletli ve kıymetli ameller sudur eder. Yok, eğer nefis bulanık, adi, kötü, sapıtmış, zulmanî ise, ondan da kötü ve değersiz fiiller sâdır olur” demektir. Bu ayette müşriklere karşı yumuşak bir üslûpla yapılan uyarı ve tehdit, başka ayetlerde meydan okuyan bir üslûpla da yapılmıştır: Ve iman etmeyen o kişilere de ki: “Elinizden geleni geri koymayın! Şüphesiz biz yapıcılarız. Bekleyin! Şüphesiz biz bekleyenleriz. (Hud/121, 122) 85 - Ve sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir/ işindendir. Size ise az bilgiden başka, bir şey verilmemiştir.” Ruh kavramı bugüne kadar dinli veya dinsiz, Müslim veya gayrimüslim birçok kişinin ilgi alanına girmiş, cahil veya bilgin birçok kimse tarafından ruh hakkında yüzlerce kitap kaleme alınmıştır. Bu eserlerde genellikle şu konular işlenmiştir: Ruh nedir? Ruh kaç tanedir? Ruhlar nerede bulunur? Ruh ve nefis aynı şey midir? Ruh cisim midir, mahlûk mudur, enerji midir, kozmik bilinç midir, melek midir, varlıkların aslı mıdır? Ruh şeffaf, billûr, cins-i lâtif midir? Ruh mu yoksa ceset mi önce yaratılmıştır? Ruh ölür mü? Ruh kabirde cesede geri döner mi? Dirilerin ruhları ölülerin ruhlarıyla buluşur mu? Her şey ruhtan mı meydana gelmiştir? Hayatı, hareketi, idraki sağlayan güç ruh mudur? Ruhun insanî, hayvanî, nebatî olmak üzere çeşitleri var mıdır? Olgun ruh ile geleceği görebilmek, gelecekten haber verebilmek, zaman ve mekân dışına çıkmak mümkün müdür? Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili bu eserlerde ruh çağırma, telepati, medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir ve reenkarnasyon [ruh göçü] gibi konuların açıklanmasına da çalışılmıştır. Gerek bu soruların gerekse onlara verilen cevapların Kur’an’a ne kadar uygun oldukları Kadr suresinin tahlilinde tarafımızdan incelenmiş ve Ruh ile ilgili Kur’an’ın yaklaşımı açıkça ortaya konulmuş idi. Bu nedenle konu üzerinde durmuyor, ilgili bölümün yeniden okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l-Kur’an c:1, s:482-486) İlgili bölüm okunduğunda, konumuz olan ayette sözü edilen “ruh”un vahiy olduğu ve Rabbimizin “vahiy” konusunda insanlara çok az bilgi verdiği gerçeği hemen hatırlanacaktır. 86 – Ve ant olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra Bize karşı kendine bir Vekil bulamazsın. 87 - Rabbinden bir rahmet olarak ayrı [Biz bunu yapmadık]. Gerçekten O`nun senin üzerindeki lütfu çok büyüktür. “Ruh”un [vahyin] önemine değinilen bu ayetlerde Rabbimiz; rahmeti gereği lütfettiği ruhu [vahyi] isterse ortadan kaldıracağını, ama eğer bunu yaparsa, bu işten insanların zararlı çıkacağını ihtar etmektedir. Bu sözler ilk bakışta peygamberimize söylenmiş görünüyorsa da, asıl hitap, Kur’an’ı peygamberimizin uydurduğunu veya Kur’an’ı ona başka bir kişinin öğrettiğini iddia eden kâfirleredir. Burada onlara Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu söylenmektedir: “Bizim elçimiz Kur’an’ı kendisi uydurmadı, bilakis Biz onu ona ihsan ettik. Eğer Biz Kur’an’ı ondan geri almak istesek, ne Peygamber’in böyle bir şey uydurmaya, ne de kimsenin onun böyle mükemmel bir kitap sunmasına yardım etmeye gücü vardır.” 88 - De ki: “Ant olsun ki ins ve cinn [herkes], bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini, kesinlikle getiremezler.” 89 – Ve ant olsun ki, Biz bu Kur`an`da insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasından kaçındılar. 85. ayette vurgulanan “ruhun [vahyin] Allah’ın kendi işi olduğu” hususu bu ayetlerde daha güçlü bir şekilde ifade edilmektedir. Bilinen-bilinmeyen tüm insanların [Gerek Mekke’de gerekse dünyanın diğer yerlerinde yaşayan herkesin] bir araya gelmeleri hâlinde bile böyle bir mucizenin oluşturulamayacağı açıklanarak herkese sanki “Buyurun, siz de uydurun, hep birlikte de çalışabilirsiniz!” diye meydan okunmaktadır. Gerçekten de Kur`an dil, üslûp, öne sürdüğü deliller, konular, ana fikir, öğretiler ve gayble ilgili önceden verdiği haberler bakımından öyle bir mucizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan gücü dâhilinde değildir. Buradaki meydan okuma, Kur’an’ın peygamberin kendi düzmesi olduğu iddiasındaki akılsızlaradır. Bu meydan okuma sadece Mekke döneminde ve bu ayette değil, başka ayetlerde ve Medine’de de yapılmıştır: Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku duyuyorsanız, haydi onun gibi bir sure siz getirin ve Allah’ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru iseniz. Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun. (Bakara/23, 24) Yahut, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse siz benzeri, bir sure meydana getirin. Allah’ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru iseniz.” (Yunus/38) Yahut, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse, uydurma da olsa benzeri, on sure getirin. Allah’ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru iseniz.” (Hud/13) Yahut, onu kendi uydurup söyledi diyorlar. Hayır, onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğruysalar. (Tur/33, 34) Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım. De ki: “Allah dileseydi, ben onu size okumazdım ve onu size bildirmemiş olurdu. Ben ondan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Yunus/15, 16) [Bu] Temiz akıl sahipleri onun ayetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. (Sad/29) Ant olsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye pürüzsüz Arapça bir kur`an [okuma olarak] bu Kur`an`da insanlar için her türlüsünden örnek verdik. Umulur ki takvalı davranırlar. (Zümer/27, 28) Bu, Arapça bir kur`an [okuma] olarak, bilen bir kavim için ayetleri detaylandırılmış bir kitaptır. (Fussilet/3) Apaçık kitaba ant olsun ki Biz onu aklınızı kullanasınız diye Arapça bir kur`an [okuma] yaptık. (Zühruf/2, 3) Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir.” demişlerdi. Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk/ gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver.” demişlerdi. Enfal; 31, 32: 89. ayetin sonundaki “Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasından kaçındılar” ifadesi insanların inkârcılıkta inat ettikleri anlamına gelmektedir. Bu inat, onların kendi çıkarlarına, rahatlarına ve konforlarına çok düşkün olmalarından kaynaklanmaktadır. Ve o vakit münafıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar; “Allah ve elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaat yapmamış.” diyorlardı. Ve hani bunlardan bir grup; "Ey Yesrib [Medine] halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün." diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır.” diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar [evleri] savunmasız değildi. Onlar sadece kaçmak istiyorlardı. (Ahzab/12, 13) Ve kendilerine açık deliller hâlinde ayetlerimiz okunduğu zaman onlar; “Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır.” dediler. Ve “Bu [Kur`an uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir.” dediler. O küfretmiş olan kimseler kendilerine hakk geldiği zaman; “Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.” dediler. (Sebe/43) Ve işte böylece sana Kitap’ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona inanırlar. Bunlardan [Yahudi olmayan Araplardan] da ona inanan kişiler vardır. Ayetlerimizi ancak ve ancak kâfirler bile bile reddederler. Ve sen bundan önce, bir kitaptan okur değildin. Onu sağ elinle yazmazdın da. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı. Bilakis o [Kur’an], kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde [yer eden] apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi ancak ve ancak zalimler bile bile reddederler. Ve “Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan Kitap’ı Bizim kesinlikle sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olan şeyleri bilir. Batıla inanan ve Allah’ı inkâr eden kimseler; işte onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Ankebut/47-52) KUR`AN, GERÇEĞİ HER ŞEKLİYLE ANLATIR 89. ayetteki“Ve ant olsun ki biz bu Kur`an`da insanlar için her örnekten evirip çevirmişizdir” ifadesi, Kur’an’da her şeyin detaylandırıldığı, enine boyuna işlendiği, konulmuş olan ilkelerin tümünün yararının ve zararının herkes tarafından kabul edilebilir makul ve mantıklı gerekçelerle açıklandığı anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’an’da Allah’ın varlığına ve birliğine, ahiretin gerçekliğine afak ve enfüsten binlerce delil getirilmiştir. Diğer taraftan Kur’an’daki kıssalarla da Nuh, Ad, Semud gibi kavimlerin; küfür ve azgınlıkta ileri giden Firavun gibi tiranların; Hud, Salih, Musa ve İsa gibi peygamberlerin nasıl her türlü belâlarla sınandığı haber verilmiş, böylece insanların bu kıssalarda yapılan açıklamaları tefekkür ederek Allah’ın yöntemini [Sünnetullah’ı] kavramaları ve olanlardan ders almaları istenmiştir. İnsanlar ise bütün bu açıklamalara, öğütlere rağmen küfürlerini devam ettirmişlerdir. 90-93 - Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmelisin. Yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” 94 – Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur. 95 – De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.” 96 - De ki: "Benim aramda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarına Habir’dir [en iyi haberi olan, bilendir], Basîr’dir [en iyi görendir]. Bu ayet grubunda yalanlayıcıların yalanlama gerekçeleri ve ileri sürdükleri bahaneler açıklanarak aslında kendilerine mucizelerin en büyüğü gelmiş olan kâfirlerin kendi kafalarında geliştirdikleri mucize isteklerine ikinci kez cevap verilmektedir. BEŞER’E GELEN ELÇİ BİR “İNSAN” OLMALIDIR Kur’an’da verilen bilgilere göre, müşrikler gönderilen elçinin kendilerinden biri olmasını hazmedememişler ve bir insanın Allah`ın elçisi olabileceğini hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. Rabbimiz ise aynı cinsten olan yaratıkların birbirlerine daha meyyal olmaları sebebiyle insanlara gönderilecek elçilerin de insan olması gerektiğini açıklamıştır. 95. ayette yer alan “Eğer yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, Biz elbette onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik” ifadesi, düşünüldüğünde herkesin rahatlıkla kabul edeceği bu türdeşlik ilkesini vurgulamaktadır. 94. ayette geçen “yol gösterme” ifadesinden ise elçilerin “tebliğ” görevleri yanında “tebyinde bulunma” ve “nasihat etme” görevlerinin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna göre peygamber, hem toplumunu kendisine vahyedilen ilkeler doğrultusunda eğiterek ıslah etmeye çalışmalı, hem de batıla giden yolları kapatmaya gayret göstermelidir. Bunu yaparken de tebliğ ettiği ilkeleri önce kendi hayatına uygulayarak toplum önünde canlı bir örnek oluşturmalıdır. Çünkü yapılan davetin yanlış anlaşılma ihtimali ancak bu davranış normlarına uyularak ortadan kaldırılabilir. Açık bir gerçektir ki, insan topluluğu içinde bu tür görevler ancak yine bir insan tarafından başarılabilir. İnsanların içinde yaşayarak onlara vahyi aktarabilecek, karşılaştıkları hayat sorunlarına ortak olduğu için onlara rehberlik edip yaşayışlarını düzeltebilecek, yaşam tarzıyla örneklik ederek etrafındakileri yanlışlardan uzak tutabilecek bir elçinin de behemehal “insan” olması gerekmektedir. Şayet Allah insanlara bir “melek” elçi göndermiş olsaydı, onun yapabileceği tek şey sadece vahyi insanlara aktarmak olurdu. Bir “melek”le karşı karşıya kalan insanların ise ondan bilgi almaya asla güçleri yetmezdi. Bu gibi nedenlerle Yüce Allah, insanları uyarmak ve onlara öğüt vermek üzere onlarla aynı şeyleri hisseden, onlarla aynı dili konuşan, onları her yönüyle anlayan ve tahammül derecelerini bilen birini, bir “insan”ı elçi olarak tayin etmiştir. Bu elçi, Allah’ın mesajını ilk uygulayan kişi olarak diğerlerine de örnek olmak suretiyle insanlara doğru yönü nasıl bulabileceklerini gösterecek, eğer insanlar takındıkları lakayt ve yanlış tutumu sürdürecek olurlarsa, onları kendilerini bekleyen felâket konusunda uyarıp dikkatlerini çekecektir. Ne var ki, sağduyulu insanların kolayca ve gönül huzuruyla kabullenecekleri Allah’ın elçi göndermedeki bu yöntemi müşrikler tarafından hayretle karşılanmış, hem bizzat peygamberlik kurumu hem de peygamberin duyurduğu “yeniden dirilme” konusu akılsızca gerekçeler ileri sürülerek reddedilmiştir. Elçilerin meleklerden olması beklentisine karşılık onların hep insanlardan seçildiği, Kur’an’da başka ayetlerde de konu edilmiştir: Ant olsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Âl-i Imran/164) Hiç kuşkusuz, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara sevecen ve merhametli bir elçi gelmiştir. (Tövbe/128) Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik ki size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretiyor. Ve size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor. (Bakara/151) Ve “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer böyle bir melek indirmiş olsaydık, iş mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı. Eğer Biz onu [Peygamberi], Biz bir melek yapsaydık, yine de onu bir adam şeklinde yapardık ve katmakta olduklarını onlara elbette katardık [onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi]. (En’am/8, 9) İnsanları uyar ve inananlara ‘Rabbleri nezdinde keskinlikle kademe sıdk olduğunu müjdele’ diye kendilerinden bir adama vahyedişimiz onlara tuhaf mı geldi? O kâfirler; “Hiç şüphesiz bu kesinlikle apaçık bir sihirbazdır/ sihirdir.” dediler. (Yunus/2) Elçinin kendi içlerinden biri olmasına başka kavimler de itiraz etmişlerdir: Semud da o uyarıları yalanladı: "Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz" dediler. "Zikir/ öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır". Yarın onlar, çok yalancı, küstahın kim olduğunu bileceklerdir. (Kamer/23-26) Bu, kendilerine elçileri açık deliller ile geldiğinde, “Bir beşer mi bize yol gösterecek?" deyip de kâfirleşmeleri ve sırt çevirmeleri nedeniyledir. Allah muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmeye lâyıktır. (Teğabün/6) Sonra da dediler ki: "Bu ikisinin kavimleri bize kölelik ederken biz, bizim benzerimiz olan bu iki beşere inanacak mıyız?" (Müminun/47) Elçileri dedi ki: “Gökleri ve yeri yaratan, sizi günahlarınızı bağışlamak için çağıran ve belirlenmiş bir süreye kadar sizi erteleyen Allah hakkında da şüphe mi var?” Onlar; “Siz sadece bizim gibi bir beşersiniz, bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. O hâlde bize apaçık bir delil getirin!” dediler. (İbrahim/10) |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
96. ayetteki “Benim aramda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter” ifadesi şu anlama gelmektedir: “Allah, benim sizi ıslah etmek için harcadığım tüm çabalardan ve sizin benim görevimi engellemek için harcadığınız tüm çabalardan haberdardır. O’nun şahitliği yeter, çünkü nihai hükmü O verecektir.”
Rabbimizin Kur’an’da gerek elçisinin şahsına yönelik itirazlar olarak gerekse müşriklerin değişik mucize beklentileri olarak ana hatları ile bildirdiği hususlar, aşağıdaki rivayetlerde bazı olaylar nakledilerek yer almıştır: MUCİZE İSTEYENLER İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... İbn Abbâs`tan nakletti ki, o şöyle demiş: Bir gün güneş battıktan sonra Kâ`be`nin arkasında Rebîa`nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Harb oğlu Ebu Süfyân, Abdüddâr oğullarından bir adam, Esed oğullarının kardeşleri Ebu`1-Bahterî, Esed oğlu Muttalib oğlu Esved, Esved oğlu Zenı`a, Muğîre oğlu Velîd, Hişâm oğlu Ebu Cehil, Ebu Übeyy oğlu Abdullah, Halef oğlu Ümeyye, Vâil oğlu Âs, Sehm kabilesinden Haccâc`m iki oğlu Nübeyhâ ve Münebbih kendi aralarında toplandılar. Ve dediler ki: Muhammed`e bir heyet gönderin, onunla-konuşsun, tartışsın ve onu âciz bıraksın. Böylece sizin mazeretiniz kalmaz. Bunun üzerine Hz. Peygambere bir heyet gönderdiler ve “Kavminin eşrafı seninle konuşmak için toplandı” dediler. Rasûlullah (s.a.) hak yola girme konusunda onların durumunda bir şey [değişiklik] olduğunu zannederek koşa koşa geldi. Hz. Peygamber onların doğru yola gelmesini çok istiyor, seviyordu. Onların karşı çıkmaları kendisine zor geliyordu. Nihayet varıp yanlarına oturdu. Onlar dediler ki: “Ey Muhammed, biz seni bir daha mazeretimiz kalmasın diye çağırdık. Allah`a and olsun ki Araplardan kavmi arasına, senin kavminin arasına girdirdiğinden daha kötü bir şey girdiren kimseyi tanımıyoruz. Sen, babalara küfrettin, dini ayıpladın, rüyâları budalalıkla niteledin, tanrılara hakaret ettin ve topluluğu dağıttın. Seninle bizim aramızda olan her konuda işlemedik bir kötülük bırakmadın. Sen bu sözü getirmekle maksadın bir mal elde etmek ise, sana malımızdan toplayalım ve sen içimizde en çok malı olan kişi ol. Eğer maksadın aramızda şeref elde etmekse, seni başımıza efendi yapalım. Eğer kral olmak istiyorsan, üzerimize kral yapalım. Eğer senin gördüğünü söylediğin ve sana gelen şey bir cin ise -böyle olabilir-, o zaman seni iyileştirmek için tabip aramak için malımızı sarf edelim. Ve bu konuda seni mazûr sayalım.” Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: “Sizin söylediklerinizden hiç biri yok bende. Size getirdiğim şeyi, ne malınızı istemek için, ne üstünüzde şeref elde etmek için, ne de kral olmak için getirdim. Yalnızca Allah Teâlâ beni size vekîl olarak gönderdi. Bana bir Kitap indirdi. Sizi müjdelememi ve uyarmamı emretti. Bunun üzerine ben de size, Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve öğütte bulundum. Size getirdiğim şeyi kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhirette payınıza düşen şeydir. Eğer reddederseniz; Allah`ın emri uyarınca sabrederim. En sonunda Allah benimle sizin aranızda hükmünü verir.” Ya da Rasûlullah (s.a.) buna benzer sözler söylemişti. Onlar dediler ki: “Ey Muhammed; sana açıkladığımızı kabul etmezsen, bilmiş ol; artık insanlardan hiç birisi sana karşı diyar bakımından bizim yanımızda daha dar, mal bakımından daha az, geçim bakımından da daha sıkıntılı bir durumda olamaz. O zaman Rabbinden dile de -seni gönderdiği o şeyle gönderen Rabbinden- çevremizi bize daraltan şu dağları yürütsün ve ülkemizi düzeltsin. Orada tıpkı Irak`ta, Şam`da bulunan ırmaklar gibi ırmaklar kaynatsın. Atalarımızdan göçmüş olanları geri göndersin. Bize gönderecekleri arasında Kusayy İbn Kilâb da bulunsun. Çünkü o, doğru sözlü bir ihtiyardı. Senin dediğini ona soralım, bakalım doğru mu söylüyorsun, yoksa bâtıl mı? Eğer istediğimizi yaparsan ve onlar da seni doğrularlarsa, biz de artık seni tasdik ederiz. Senin Allah katındaki mertebeni kabul ederiz. Ve senin, dediğin gibi Allah`tan gönderilmiş bir elçi olduğuna inanırız.” Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: “Ben, bunun için peygamber olarak gönderilmedim. Ben, Allah katından bana verileni size getirmek üzere geldim. Ben, gönderildiğim risâleti size tebliğ ettim. Eğer kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhiretteki nasîbinizdir. Eğer reddederseniz ben, Allah`ın emrine sabırla rızâ gösteririm. Tâ ki benimle sizin aranızda hükmünü versin.” Onlar dediler ki: “Eğer bu dediğimizi yapmazsan, kendini tut ve Rabbinden bize senin söylediğini doğrulayan bir melek göndermesini iste de biz ona senin için müracaat edelim. Yine Rabbinden iste de senin için bahçeler, köşkler, altın ve gümüşten hazîneler yapsın ve senin, aramakta olduğunu sandığımız şeylere ihtiyâcın kalmasın. Çünkü sen, çarşı pazarda duruyor ve bizim gibi geçim peşinde koşuyorsun. İşte o zaman senin Rabbin katında bir mevkiin olduğunu, üstünlüğün bulunduğunu öğreniriz. Şayet iddia ettiğin gibi bir rasûl isen...” Rasûlullah (s.a.) onlara şöyle dedi: “Ben, bunu yapacak değilim. Ben, Rabbimden böyle şeyler isteyecek birisi değilim. Ve ben bunun için size peygamber olarak gönderilmedim. Allah beni müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. Size getirdiğimi kabul ederseniz, bu, sizin dünya ve âhiretteki nasîbinizdir. Eğer reddederseniz, ben Allah`ın emrine sabreder, rızâ gösteririm. Tâ ki benimle sizin aranızda hükmünü versin.” Onlar dediler ki: “Öyleyse senin iddia ettiğin gibi, Rabbin her şeyi yapmaya muktedir ise bize göğü indir. Çünkü biz, bunu yapmadığın takdirde sana inanacak değiliz.” Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: “Bu, Allah`a âit bir şeydir. İsterse sizin için öyle yapar.” Onlar dediler ki: “Rabbinin, bizim seninle beraber oturacağımızı ve sana sormak istediğimiz şeyi soracağımızı, dilediğimiz şeyleri isteyeceğimizi bilmesine, sana gelip bizim müracaat edeceğimizi bildirmesine ve bu konuda getirdiğine inanmazsak bize ne yapacağını haber vermesine gelince: Duyduk ki bütün bunları sana Yemâme`de kendisine Rahman denilen bir adam bildiriyormuş. Doğrusu, Allah`a and olsun ki, biz, Rahmân`a ebediyyen inanmayız. Artık ey Muhammed, senin bize beyân edeceğin bir özrün yok. Allah`a and olsun ki, biz, senin bu yaptıklarına karşılık seni bırakacak değiliz. Ya sen bizi mahvedeceksin, ya da biz seni...” Onlardan bir kısmı da dediler ki: “Biz Allah`ın kızları olan meleklere ibâdet ederiz.” Bir başka grup da dedi ki: “Allah`ı melekleriyle beraber karşımıza getirmedikçe sana îmân etmeyiz.” Onlar böyle deyince, Rasûlullah (s.a.) kalktı. Onunla beraber halası oğlu Abdullah İbn Ebu Ümeyye -ki, bu Abdülmuttalib`in kızı Atîke’nin oğluydu- kalktı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed, kavmin sana anlatacaklarını anlattı, sen onların anlattıklarından hiç birini kabul etmedin. Sonra kendileri için senden bazı şeyler istediler ki, bunlar vesilesiyle Allah katındaki makamını öğrensinler. Sen, bunu da yerine getirmedin. Sonra senden kendilerini korkuttuğun azabın çabucak gelmesini istediler. Allah`a and olsun ki, sen, göğe merdiven dayayıp yükselmedikçe ve ben de sen dönünceye kadar bekleyip sen beraberinde dört melekle birlikte söylediğine şahâdet eden yayılmış bir nüsha ile birlikte gelmedikçe sana ebediyyen îmân etmem. O melekler senin dediğine şehâdet etmelidirler. Allah`a yemîn ederim, eğer sen bunu yapmış da olsan, öyle sanıyorum ki, ben yine seni doğrulayacak değilim.” Sonra Hz. Peygamberin yanından ayrılıp gitti. Rasûlullah (s.a.) da onların yanından ayrılıp hüzün dolu olarak evine döndü. Çünkü kavmi kendini çağırdığı zaman, onların îmân edeceklerini ummuştu. Fakat onların îmândan uzaklaştıklarını görünce eseflendi, kederlendi. Ziyâd b. Abdullah el-Bekkâî, İbn İshâk`tan bu rivayeti aynı şekilde nakleder. İbn îshâk der ki: “Bana bunu ilim ehlinden bir kısmı, Saîd b. Cübeyr ve İkrime kanalıyla Abdullah b. Abbâs`tan nakletti.” Sonra da aynı rivayeti zikreder. Allah Teâlâ, bu kâfirlerin toplanmış oldukları bu mecliste doğru yolu bulmak için o şeyleri gerçekten istemiş olsalardı, onların isteğini karşılardı. Ne var ki, onların bu isteklerini sırf küfür ve inat olsun diye istediklerini çok iyi bildiği için Rasûlüne şöyle demiştir: “Dilersen onların istediklerini sana veririz, ama bundan sonra da küfredecek olurlarsa, âlemlerde hiç bir kimseyi azaplandırmadığımız biçimde onları azaplandırırız. Ama dilersen onlar için tevbe ve rahmet kapısı açılır.” Hz. Peygamber “Hayır, onlar için tevbe ve rahmet kapısının açılmasını dilerim” dedi. Nitekim 59. âyette Abdullah b. Abbâs ve Zübeyr b. Avvâm`dan nakledilen hadîs geçmişti. Furkân sûresinde de şöyle buyrulur: “Şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Ona beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut kendisine bir hazîne verilseydi veya besleneceği bir bostanı olsaydı ya! Bu zâlimler, mü`minlere ‘sizin uyduğunuz sâdece büyülenmiş bir adamdır’ dediler. Sana nasıl misâller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar. Dilerse sana bunlardan daha iyi olan, içlerinden ırmaklar akan cennetler verebilen ve köşkler kurabilen Allah, yücelerin yücesidir. Zâten onlar kıyamet saatini da yalanladılar. O saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır” (Furkân/7-11). “Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız.” Bu ayet-i kerîme`deki “Yenbu’a” kelimesi “akan, göze” demektir. Onlar, Hicaz toprağında akan bir göze istiyorlardı. Gerçi bu, Allah için pek kolaydı. Dilerse onu yapar ve onların istediklerinin hepsine cevap verirdi. Ama Allah, buna rağmen onların doğru yola dönmeyeceklerini biliyordu. Nitekim Allah Teâlâ bu gibiler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu, üzerlerine Rabbinizin sözü hak olanlar inanmazlar. Onlara her türlü âyet gelse bile. Elem verici azabı görünceye kadar” (Yûnus/ 96-97). Bir başka âyet-i celîle`de ise şöyle buyrulur: “Eğer Biz, onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi. Fakat onların çoğu bunu bilmezler” (En`âm/111). “Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin. “Sen bize kıyamet günü göğün parçalanıp düşeceğini söylüyorsun. Etrafa yayılacağını bildirerek tehdit ediyorsun. Öyleyse bunu dünyada acele olarak yap ve parça parça göğü üzerimize indir. Bu ifâde onların: “Ey Allah`ımız! Eğer bu, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır!” (Enfâl/32) kavli gibidir. Şuayb Aleyhisselâm`ın kavmi de ondan aynı şeyleri istemiş ve demişlerdi ki: “Eğer doğrulardan isen bizim üzerimize gökten bir parça indir” (Şuarâ/187). Bunun üzerine Allah Teâlâ onları, gölgelik günün azabıyla cezalandırmıştı. Doğrusu o günün azabı pek büyüktü. Âlemlere rahmet olarak gönderilen tevbe peygamberine gelince: O, bunların bekletilmesini ve kendilerine süre tanınmasını istemiştir. Belki Allah, onların soyundan Allah`a ibâdet edip şirk koşmayan bir nesil çıkarır diye. Gerçekten de böyle olmuştur. Çünkü yukarıda adı geçen o kişilerden bir kısmı daha sonra Müslüman olmuş ve İslâm`da güzel mertebelere ermişlerdir. Hattâ Hz. Peygambere o son sözü söyleyen Abdullah b. Ebu Ümeyye tamamen teslim olarak İslâm`a girmiş, Allah Azze ve Celle`ye dönmüştür. “Yahut da altından bir evin olsun!” Abdullah b. Abbâs, Mücâhid ve Katâde, burada geçen “zuhruf” kelimesinin altın anlamına geldiğini söylerler. Hattâ Abdullah b. Mes`ûd`un rivayetinde bu âyet şu şekilde okunur: “Veya göğe yükselesin. Biz sana bakıp dururken bir merdivenle göğe çıkasın.” (Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, İbn-i Kesir, İbn-i Hişam; es-Siretü’n-Nebeviye, 1, 236-238) 97, 98 – Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah`ın astlarından hiçbir veliy bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir yaratılışla mutlaka diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. Bilindiği gibi, Rabbimiz rahmeti gereği kitap indirmiş, elçi göndermiş ve akıl gibi bir nimet verdiği insanı bıkıp usanmadan uyarmıştır. Allah’ın bu lütfuna rağmen sapıklık sergileyerek değişik üslûplarla evire çevire açıklanmış apaçık ayetleri inkâr edenler ise cezalarını mutlaka çekeceklerdir. İşte, daha evvel birçok ayette yer almış olan bu ilke, burada bir kez daha tekrarlanmaktadır. Allah sadece kendi hidayetine ulaşmak isteyen kimseleri doğru yola ulaştırmakta, kendi hidayetinden sapmak isteyenlerin de sapıtmasına izin vermektedir. Allah`ın hidayet kapısını kapadığı kimseyi doğru yola getirmek ise hiç kimsenin gücü dâhilinde değildir. Çünkü inatçılığı ve sapıklıktaki ısrarı yüzünden hakkı görmeyen, duymayan, konuşmayan o kimseler hidayetten mahrum kılınmışlardır. Aslında bu tür insanların hidayetten mahrum kılınmaları bizzat kendi elleriyle işledikleri suçlar sebebiyledir. Ayetin bildirdiğine göre, bu kimseler dünyada kör, sağır ve dilsiz olarak yaşamayı tercih ettiklerinden dolayı kıyamet gününde de kör, sağır ve dilsiz olarak diriltileceklerdir. “Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!” (En’am/104) Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29) Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol tutar. (İnsan/29) Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın sonra da onlara karşı ya küçük birlikler hâlinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız. (Nisa; 71: ... içinizden doğru gitmek isteyenler için. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz. (Tekvir/27, 28) Ve şu kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın hâline benzer; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıl da etmezler. (Bakara/171) Şimdi yüz üstü kapanarak yürüyen mi daha doğru gider, yoksa dosdoğru yolda dümdüz yürüyen mi? (Mülk/22) O gün yüzleri üzere ateşte sürüklenirler: "Sekarın [Cehennemin] dokunuşunu tadın!" (Kamer/48) Ve günahkârlar ateşi görmüşler de artık kendilerinin ona düşeceklerine kani olmuşlardır. Ondan kaçıp sığınacak bir yer de bulamadılar. (Kehf/53) O [çılgın alev] onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler [işitecekler]. Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak ondan [cehennemden] dar bir yere atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler. (Furkan/12, 13) 99 - Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah`ın, kendilerinin aynı olan insanları yaratmaya da kadir olduğunu ve onlar için şüphe edilmeyen bir ecel takdir etmiş olduğunu da görmediler mi? İşte bu zalimler, inkârcılıktan başkasından kaçındılar. Bu ayette müşrikler, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın yeniden yaratmaya da güç yetireceğini görmedikleri, düşünmedikleri için kınanmaktadır. Bu ifade aynı zamanda müşriklerin Allah inancına sahip olduklarını da göstermektedir. Ne var ki, bu inançları berrak, arı-duru olmadığı gibi, diğer inanç ilkeleriyle de uyumlu değildir. Bu durum başka ayetlerde de dile getirilmiştir: Ant olsun ki onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah`a hamd olsun.” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokman/25) Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. (Mümin/57) Onlar, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah’ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki O, her şeye gücü yetendir. (Ahkâf/33) Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi, o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. O hâlde her şeyin melekûtu [tam hükümranlığı] kendi elinde olan [Allah] her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz. (Ya Sin/81-83) 100 - De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcanır endişesiyle kesinlikle elinizde tutardınız [kimseye bir şey vermezdiniz]. Ve insan çok cimridir. Bu ayette, insanın fıtratında bulunan “cimrilik” özelliğine değinilmekte ve insanın evrene de sahip olsa yine eli sıkı davranacağı bildirilmektedir. Gerçekten de insan cimridir, çünkü muhtaç olarak yaratılmıştır. Muhtaç olan bir varlık, ihtiyacını gidereceği şeyleri sever ve onları elinde tutmaya yönelir. İnsanın harcamaya kıydığı şeyler, daha çok kendisine gerekmediğini düşündüğü şeylerdir. Harcamayı göze aldığı bazı şeyler de vardır ki, bu şeyleri harcamakla çevresine gösteriş yapmayı; karşılığında da beğenilme, övülme, teşekkür gibi manevi hazlar elde etmeyi umar. Bu tarz harcamalar aslında harcananların yerine maddi veya manevî bir şeyler konmak için yapıldığından, insanın cömertliğini gösteren harcamalar sayılamaz. Cömertlik, bu dünyada hiçbir karşılık beklemeden harcama yapmaktır. Bu da insanın Allah için harcama yapması ve karşılığını sadece Allah’tan beklemesi demektir. Bu nedenledir ki, cömertlik mümin insanlara özgü bir ahlakî erdemdir. İnsanın fıtrî bir özelliği olan “cimrilik” ancak iyi bir iman terbiyesiyle azaltılıp cömertliğe dönüştürülebilir. İnsanın fıtratından gelen cimrilik özelliği başka ayetlere de konu olmuştur: Yoksa onlar için mülkten bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi. (Nisa/53) Şüphesiz insan dayanıksız ve huysuz yaratılmıştır; kendisine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu da engelleyicidir [küçük bir yardımı bile engeller]. (Mearic/19-21) |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
Konumuz olan ayet ayrıca 55. ayette peygamberlerle ilgili olarak “Allah’ın bazılarını bazıları üzerine fazlalıklı kılması” ifadesiyle belirtilen ilahî yasaya da bir gönderme içermektedir. Çünkü belirgin göstergelere rağmen bir kimsenin üstünlüğünü kabul etmemek de bir tür cimriliktir. Mekkeli müşrikler, somut delillerle ortaya çıkmış olan peygamberimizin elçiliğini reddetmiş, yani onun kendilerinden üstünlüğünü kabul etmeyerek cimrilik göstermişlerdir. Bu bakış açısı ile ayetin anlamı şöyle takdir edilebilir: “Bir başkasının üstünlüğünü kabul edemeyecek kadar cimri olan kimselerin, Allah’ın tüm hazinelerine sahip olsalar bile başkalarına harcama konusunda cömert olmaları beklenemez.”
101 – Ve ant olsun Biz Musa’ya apaçık dokuz mucize verdik –işte, İsrailoğullarına soruver-. Hani o [Musa], kendilerine geldi de Firavun ona “Ey Musa! Ben senin büyülenmiş olduğunu kesinlikle biliyorum” demişti. 102 – O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri], birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin helâk olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.” 103 – Bunun üzerine o [Firavun], onları [Musa`yı ve İsrailoğullarını] Mısır`dan sürmek istedi de Biz onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk. 104 – Ve ondan sonra Biz İsrailoğullarına, “O arza [topraklara] siz iskân edin! Sonra ahiret vaadi geldiği vakit, sizi toplayıp bir araya getireceğiz” dedik. Bu ayetlerde, surenin girişindeki İsrailoğulları ile ilgili pasaja atıf yapılarak İsrailoğullarının tüm kıssaları çok kısa ve öz olarak hatırlatılmakta ve bu kıssalardan hisse çıkartılması istenmektedir. Bu ayet grubu ayrıca müşriklerin mucize taleplerine verilen üçüncü bir cevap konumundadır. Onlara sanki şunlar söylenmektedir: “İstediğiniz türden dokuz mucize, sizden önce Firavun ve yandaşlarına gösterilmişti. Onlar da aynı sizin gibi, elçiye “sihirlenmiş”, “mecnun” demişler ve Allah’ı aşikâre görmedikçe Musa’ya inanmayacaklarını söylemişlerdi. Gönderdiğimiz mucizeleri gördükten sonra da inkârlarına devam etmeleri ve Musa ile İsrailoğullarını yurtlarından çıkarmaya girişmeleri üzerine başlarına ne geldiğini biliyorsunuz. Eğer siz de böyle devam edecek olursanız, onlar gibi aynı akıbete uğrayacak, helâk edileceksiniz.” Bu ayetlerde konu edilen Musa ile ilgili olayların detayı A’raf suresinin 103-162. ve Ta Ha suresinin 42-82. ayetlerinde yer almıştır. 101. ayette geçen “dokuz” sayısı “adet” ifade etmek için kullanıldığı gibi, klâsik Arapçada tıpkı yedi, yetmiş, bin sayıları gibi çokluk belirtmek için de kullanılır. Dolayısıyla ayetteki ifade hem Musa peygambere “pek çok” mucize verildiği şeklinde hem de “dokuz adet” mucize verildiği şeklinde anlaşılabilir. “Dokuz” ifadesinin verilen mucizelerin sayısını belirttiği kabul edildiğinde, Neml suresinin 10-12. ve A’raf suresinin 117 ile 130-133. ayetlerine göre bu mucizelerin şunlar olduğu anlaşılır: 1- Büyük bir yılana dönüşen asa 2- Musa`nın güneş gibi parlayan ve beyaz olan sağ eli 3- Sihirbazların tümünün sihirlerinin bozulması 4- Kıtlık 5- Tufan 6- Çekirge 7- Buğday güvesi 8- Kurbağa 9- Kan afeti Ve asanı bırak! —Onu yılan gibi deprenir görüverince dönüp arkasına bakmadan kaçtı.— Ey Musa korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda gönderilmişler [elçiler] korkmaz. —Ancak, kim zulüm yapar, sonra kötülüğün sonunda iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.- Ve elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır; dokuz ayet içinde Firavun’a ve onun kavmine. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır.” (Neml/10-12) Biz de Musa’ya “Sen de asanı bırakıver.” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. (A’raf/1179 Ve ant olsun ki Biz, Firavun sülâlesini, senelerle kuraklıklarla / senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık; ki belki düşünüp öğüt alırlar! Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir” dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu bilmezler. Ve onlar [Firavunun kavmi], “Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne mucize getirirsen getir, biz de sana inananlar değiliz.” dediler. Biz de ayrı ayrı ayrılmış [belirli aralıklarla] ayetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular kavmi oldular. (A’raf/130-133) 104. ayet bize göre peygamberimizin Mekke`yi fethedeceği yönünde bir müjdeyi de içermektedir. Çünkü Mekke halkı da Firavun gibi peygamberimizi yurdundan çıkarmak istemektedir. 104. ayet Musa ve İsrailoğullarının çıkarılmak istendikleri topraklara yerleştirildiğini hatırlatarak aynı şeyin Mekkelilerin de başına gelebileceğini ihtar etmiş olmaktadır. Nitekim bu durum aynen gerçekleşmiştir. 105 – Ve Biz onu [Kur’an’ı] sadece hakk ile indirdik, o da sadece hakk ile indi. Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık. 106 – Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik! Bu ayetlerde konu yine Kur’an’a getirilmiş ve Kur’an’ın Allah tarafından hakk ile indirildiği bildirilmiştir. “Hakk ile indirdik” ifadesi, Kur’an’da herhangi bir eksiklik veya fazlalık olmadığı, yani Kur’an’ın içine Allah’tan olmayan bir şeyin karışmasına izin verilmediği, Kur’an’ın korunduğu ve korunacağı anlamına gelmektedir. Kur’an’ın Allah’ın indirmesi olduğu, Nisa suresinde şöyle ifade edilmiştir: Fakat Allah, sana indirdiğine -ki onu kendi ilmiyle indirmiştir- şahitlik eder. Melekler de şahitlik ederler. Şahit olarak da Allah yeter. Nisa; 166: Bu bildirimden sonra elçiye dönülmüş ve kendisinin yalnızca “müjdeci” ve “uyarıcı” olarak elçi yapıldığı hatırlatılarak ona Kur’an’ı nasıl tanıtması gerektiği öğretilmiştir. Buna göre, Kur’an nasıl parça parça [necm, necm] indirildiyse, yararlı olabilmesi için yine parça parça [necm necm], karıştırılmadan, indirildiği sıra ile okunması ve anlatılması gerekmektedir. İnkâr edenler; “Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” de dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyledir [parça parça indirilmiştir]. Ve Biz onu tane tane okuduk. (Furkan/32) 107, 108 - De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. 109 - Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır. Dikkat edilirse, 85. ayetten beri konu ekseni, -sudan bahaneler ileri sürerek mucize isteyen yalanlayıcılara verilen ikna edici cevaplar dışında- Kur’an olmuştur. Bu ayetlerde de hem o günün yalanlayıcılarına hem de tüm zamanların insanlarına seslenilmiş, Kur’an okunduğunda bilgi sahibi kişilerin cahiller gibi davranmadıkları, davranmayacakları ilân edilmiştir. Rabbimizin “daha önce kendilerine ilim verilenler” şeklinde nitelediği bilgi sahipleri, Mücahid’den gelen bir nakle göre, peygamberimize indirilen ayetleri dinlediklerinde hemen secde edip yere kapanan Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel ve Abdullah b. Selâm adlarındaki bir Ehlikitap grubudur. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb;Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) “Daha önce kendilerine ilim verilen” bu grubun bu durumu ile 41. ve 82. ayetlerde Kur’an’ın içlerindeki nefreti artırdığı bildirilen Mekke müşriklerinin durumu karşılaştırıldığında şu sonuca ulaşılmaktadır: Kur’an, inkârcıların zulümlerini, bilgi sahiplerinin ise haşyetlerini arttırmaktadır. Bilgi sahiplerinin Kur’an karşısında gösterdikleri duyarlılık Kur’an’da bir çok kez ortaya konmuştur: Sen kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından “Biz Hıristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun. Ve onlar elçiye indirileni [Kur`an’ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar; “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şahitler ile birlikte yaz!” derler. (Maide/82, 83) Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. Ve onlar hayırdan ne işlerlerse örtülmeyecektir [karşılıksız bırakılmayacaklardır]. Ve Allah takvalı davrananları bilir. (Âl-i Imran/113-115) Ve şüphesiz ki kitap ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah`a boyun eğerek inananlar vardır. Onlar Allah’ın ayetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabbleri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Âl-i Imran/199) De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız? Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.” (Ahkaf/10) Ve O, size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen sakın şüphecilerden olma. (En’am/114) Ondan [Sözden; vahyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar, ona [Söz’e; vahye, Kur’an’a] da inanırlar. Ve onlara o [Söz; vahy, Kur’an] okunduğu zaman onlar; “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık.” dediler. (Kasas/52, 53) 110 – De ki: “Allah” diye çağırın veyahut “Rahman” diye çağırın. Hangi şeyle çağırırsanız çağırın en güzel isimler O’nundur. Salâtını açıkça yapma, gizli de yapma. Ve bu ikisi arasında bir yol ara. Bu ayet “De ki!” emri ile başladığına göre, birilerine cevap mahiyetindedir. Esab-ı nüzul nakillerinden biri, bu ayetin “Rahman”ın ne olduğunu bilmeyen müşriklerin “Muhammed hem yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, yalvaracaksınız diyor, hem de kendisi ‘Ey Rahman!’ diye Allah’tan başkasına dua ediyor” demeleri üzerine indiğini, bir diğeri de “Tevrat’ta çokça geçen bir ismin Kur’an’da da geçtiğini görüyoruz” diyen ve bu isimle de “Rahman”ı kasteden Yahudilere cevap olarak indiğini kaydetmektedir. Ancak ayet, birilerine cevap olmasının yanı sıra “Allah’a yönelirken sözcüklerin hiç öneminin olmadığı” anlamına da gelmektedir. Çünkü bütün güzel isimler Allah’ındır ve hangisiyle niyazda bulunulursa bulunulsun fark etmemektedir. Dolayısıyla “Allah” yerine, farklı dillerde olmak üzere Tanrı, Çalap, God, Huda, Yezdan denmesinde hiçbir mahzur yoktur. Böyle olmakla beraber, Kur’an’da örnek verilen duaların ekserisinde Allah “Rabb” sıfatı ile çağrılmıştır. Esma-i Hüsna konusunda A’raf suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kuran, c:3, s:101-106) detaylı açıklama mevcut olup Allah’ın en güzel isimlerinden bir kısmı toplu olarak Haşr suresinde bildirilmiştir: O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, Rahman’dır Rahıym’dir. O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. O, Melik, Kuddüs, Selam, Mü’min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekkebbir’dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, Halik, Bari, Musavvir Allah`tır. En güzel isimler O`nun içindir. Göklerde ve yerde olanlar O`nun için tesbih ederler. Ve O, Aziz’dir Hakiym’dir. (Haşr/22-24) Ayetin son cümlesinde -her konuda olduğu gibi- “dua/ sosyal destek” konusunda da orta yolun tutulması emredilmekte; salâtın riyakârca yapılması da, korku sebebiyle terk edilmesi de istenmemektedir. 111 - Ve de ki: Hamd [övgü], hiçbir çocuk edinmeyen, mülkte kendisi için herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan, Allah’a özgüdür. Ve O’nu [Allah’ı] büyükledikçe büyükle [ululadıkça ulula]! İlk ayetinde peygamberimizin elçiliğe atanmasının konu edildiği sure, elçiye yapılan bir görev bildirimi ile son bulmakta ve bu son ayette ondan “hamd”in Allah’a özgü olduğunu bir kez daha ilân etmesi ve O’nu yüceltebildiği kadar yüceltmesi istenmektedir. “Mülkte kendisi için herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan” şeklindeki açıklamayla hem geçmiş hem de çağdaş müşriklere gönderme yapılmıştır. Çünkü onlar, Allah`ın kendi mülkünü idare etmekte kendisine dost, vezir, müsteşar mahiyetinde Kutub, Kutbu’l-Aktap, Kavs, Kavs-ı A’zam gibi bir takım yardımcılar, temsilciler tayin ettiğine inanırlar. Bu inanç, mülkünü idare etmede Allah’ın güçsüz ve yardıma muhtaç olduğunu, dolayısıyla da ilâhlıkta kendisine destek olacak yaverlere ihtiyaç duyduğunu kabul etmeyi gerektirir. Surenin son ayetindeki açıklama ile müşriklerin bu sapık inançları reddedilmiş, Allah’ın kendi mülkünü idare etmede ne çeşitli bölgelere yönetici yapacağı azizlere ne de çeşitli konularda yetki devredeceği ilâhlara ihtiyacı olmadığı mesajı verilerek tevhide vurgu yapılmıştır. Çünkü O, eşi ve benzeri bulunmayan, tek başına her şeyin yaratıcısı, yarattığı her şeyi ortağı veya destekçisi olmadan yönetmeye muktedir olandır. Allah, doğrusunu en iyi bilendir. ZİNA Çoğu kaynak kitaplarda “zina”nın sözlük ve terim anlamlarının aynı olduğu ileri sürülmüş ve “الزّنى zina” “Bir kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak” diye tanımlanmıştır. Bizim araştırmalarımıza göre “zina” sözcüğü “sıkışmak” anlamındaki “زنى zny” kökünden türemiştir. İşteşlik bildiren Müfaale Bâbı’ndan mastar kalıbında bir sözcük olan “zina”nın sözcük anlamı “sıkışmak, karşılıklı olarak dara, sıkıntıya düşmek” demektir. (Lisanü’l-Arab; c:4 s:418) Bu anlam, “nikâhsız ve haksız cinsel temas” eyleminin her iki tarafı da sıkıntıya soktuğu için “zina” sözcüğüyle ifade edildiğini göstermektedir. Çok kapsamlı bir eylem olan “zina” üzerinde fıkıhçılar da önemle durmuşlar ve “zina”yı terim olarak şöyle tanımlamışlardır: “Zina, İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır.” Her tanım için geçerli olan “efradını cami, ağyarına mani [tüm elemanlarını kapsayan, elemanı olmayanları dışlayan]” şeklindeki kuralın bu tanıma da uygulanması durumunda bazı davranışların “zina” kapsamında değerlendirilemeyeceği sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim İsra/32’deki “zinaya yaklaşmayın” emrine aykırı olarak insanları zinaya yaklaştırdığı için haram olan öpmek, sarılmak, uyluk arasına sürtünmek gibi hareketler zina hükmünde değerlendirilmemiştir. Çünkü fıkıhçılar, “zina”nın tarifinde yer alan “önden cinsel temasta bulunma” eyleminin ancak erkeğin cinsel organının en az sünnet yerinin [haşefe] kadının cinsel organına girmesi durumunda gerçekleşmiş olacağı hususunda hemfikir olmuşlardır. Benzer şekilde, akıl hastası, ölü kadın, hayvan veya ergenlik çağına gelmemiş ve cinsel istek duyamayan kız çocuğu ile yapılan cinsel temaslar ile erkek veya kadınla arkadan yapılan cinsel temaslar, her biri ayrı ceza gerektiren birer suç olarak kabul edilmesine rağmen zina kapsamına sokulmamıştır. Uygulamada, bir cinsel ilişkinin zina sayılabilmesi için gerekli görülmüş bir diğer şart ise ilişkinin tarafları olan erkek ve kadının karşılıklı rıza içinde bulunmaları şartı olmuştur. Buna göre, zorla gerçekleştirilen bir cinsel ilişkide kadının zina ile suçlanması mümkün görülmemiştir. Buna karşılık, gerçekleşmiş bir cinsel ilişkide erkeğin bu ilişkiye zorlandığını ileri sürmesi geçerli kabul edilmemiştir. Çünkü bir erkeğin cinsel ilişkiyi istememesi hâlinde ereksiyon halinin ortaya çıkmayacağı, dolayısıyla da cinsel ilişkinin gerçekleşemeyeceği göz önünde tutulmuştur. |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
NİŞANLILARIN CİNSEL İLİŞKİSİ
Nişan, evlenme isteğinin karşı tarafa [eğer kişi reşit değilse, ailesine] bildirilmesinden ibarettir. Tarafların birbirlerini tanımalarına yönelik bir uygulama olan nişanlılık döneminin evlilikle sonuçlanması zorunlu olmadığından, taraflar bu dönem içinde başlangıçtaki isteklerinden vazgeçip ayrılma kararı da verebilirler. Bu süreçte nişanlılar, tüm dünya medenî yasalarında olduğu gibi, “aile” sayılamazlar ve evlilikten doğacak haklarını kullanamazlar. Ne var ki, bazı toplumlarda halkın uyguladığı nişan aslında nikâhın ta kendisidir. Çünkü bu uygulamada aileler nişanı evlilikle sonuçlandırma konusunda akitleşirler ve bu akitlerini de merasimle ilân ederler. Hatta kesin kararlarının bir nişanesi olarak mehirin bir kısmını nişan töreninde kıza takarlar. Bu şartlarda yapılmış bir nişan bize göre nikâh hükmündedir. Taraflar birbirleri üzerinde hak sahibi durumuna geldikleri için cinsel birleşmeleri de zina sayılmaz. Gerek İslâm`da ve gerekse önceki semavî dinlerde bir suç ve çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmiş olan zina, Rabbimiz tarafından Kur’an’da çok kınanmış ve beliğ bir ifade kullanılarak bu fiilin oluşmasına yol açabilecek davranışlarda bulunmak bile yasaklanmıştır: Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o iğrençliktir ve kötü bir yoldur. (İsra/32) Elçisinden kendisine biat edecek kadınlardan “zina etmeme” koşulu aramasını isteyen ve zina etmemeyi cennetlik kulların vasıflarından biri olarak gösteren Rabbimiz, Müminun suresinde “zina” fiilini “cinayet” ve “şirk” ile birlikte saymak suretiyle “zina”nın Allah’a ortak koşmak ve haksız yere insan öldürmek kadar kötü bir suç olduğunu ortaya koymuştur: Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana Allah`a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, ma’rufta sana isyan etmemeleri üzerine biat ederek [bağlılık yemini ederek] gelirlerse hemen onların biatlarını al ve onlar için Allah`tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Mümtehıne/12) Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. —Ancak hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. —Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.- (Furkan/68-71) Kesinlikle, inananlar kurtulmuşlardır. Onlar, namazlarında huşulu olan kimselerdir. Ve boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir, ve zekatı işleyen kimselerdir, ve iffetlerini koruyan kimselerdir, -eşleri veya ellerinin sahip olduğu kölelere karşı ayrı, çünkü bundan dolayı kınanamazlar, oysa, bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta kendileridir.- (Müminun/1-7) Zina Kur’an’da üç nitelikle vasıflandırılmıştır: Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, iğrençliktir ve kötü bir yoldur. (İsra/32) Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; ancak [cahiliye devrinde] geçen geçmiştir. Şüphesiz o bir hayâsızlıktır [fahişedir], iğrenç bir iştir, yol olarak da ne kadar kötüdür! (Nisa/22) Bu nitelikleri dikkate alınarak zinanın zararları şöyle sıralanabilir: ZİNA, AİLE KAVRAMINI YOK EDER Ailenin çekirdeğini oluşturan eşlerden birinin zina suçu işlemesi, her toplumda o ailenin dağılmasına, o yuvanın yıkılmasına yol açar. Toplumun çekirdeği olan ailenin dağılması ise toplumsal yozlaşmanın en önemli nedenidir. ZİNA, NESLİN HEDER OLMASINA YOL AÇAR Zina gizli işlenen bir fiil olduğu için, böyle bir ilişki sonucu doğacak çocuğun babası genellikle açıklanamaz. Açıklansa bile, bu durum çocuğun babası olarak gösterilen şahıs tarafından kolay kolay kabul edilmez. Çünkü gizli ilişki yaşayan bir kadının aynı anda başka gizli ilişkiler içinde olması uzak bir ihtimal olmadığı gibi, kendisine babalık yüklenilmek istenen şahsın da bu ihtimali düşünmemesi mümkün değildir. Babalığın reddedilmediği hâllerde bile çocuk normal bir aile ortamı içinde yaşamadığı için sorunlarla büyüyecektir. Böyle bir çocuğun topluma kazandırılması oldukça zordur. Bir zina ilişkisi sonucu dünyaya gelmiş olan çocuğun psikolojisinin bozulmasına yol açan bir diğer etken de bu durumu bilen çevresi tarafından horlanmasıdır. Bu şartlar altında yetişen bir çocuğun kaçınılmaz olarak topluma zararlı bir fert olup çıkacağı açıktır. Bütün bunlardan daha kötüsü de, çok sık rastlanıldığı gibi, zina ilişkisi sonucu doğan çocukların terk edilmeleri, hatta öldürülmeleridir. ZİNA, İNSANLAR VE TOPLUMLAR ARASINDA KİN VE NEFRET OLUŞTURUR! İnsan fıtratında var olan kıskançlık duygusu ile bir toplum baskısı olarak insanların benliklerine işlemiş olan namus anlayışı, eşin, ananın, bacının bir zina ilişkisi içine girmesi hâlinde, bu kişilerin yakınlarının olaya soğukkanlı olarak yaklaşmalarına engel olmakta, bunun sonucunda da zina; kişiler, aileler, kabileler arasında oluşan kin ve öfkeyle cinayetlere, linçlere sebep olmaktadır. ZİNA, HEM KADININ HEM DE ERKEĞİN ONURUNU KIRAR Aileyi, dolayısıyla da toplumu ayakta tutan iki unsurdan biri olan kadın, evde veya dışarıda çalışmak, üretmek, ekonomiye katkıda bulunmak, çocuklarının yetişmesini sağlamak, kısacası toplumun ihtiyaç duyduğu her işte var olmak zorundadır. Bu görevleri yerine getirmek ise kadının sağlıklı ilişkiler içinde olmasını ve her türlü tacizden uzak, huzurlu bir ortamda bulunmasını gerektirmektedir. Kadın kendi benlik algısını cinselliği üzerine kurar ya da başkaları tarafından sadece cinsellik objesi olarak görülürse, zina fiilinin bu anlayıştaki kişiler arasında bir yaşam tarzı hâline gelmesi kaçınılmaz olur. Zinayı alışkanlık hâline getiren bir kadın ise, aynı anlayışta olmayan toplum fertleri tarafından dışlanır, fahişe damgası yer ve rencide edilir. Böyle bir kadın, evlenip aile kurması neredeyse imkânsız olduğundan orta malı durumuna düşer ve her bakımdan heder olur. Nitekim bu duruma düşmüş nice kadının hayatlarının intiharla sonuçlandığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. ZİNA, BİREYİN VE TOPLUMUN SAĞLIĞINI TEHDİT EDER Bilindiği gibi, zührevi hastalıklar çoğunlukla doğrudan cinsel ilişki ile bulaşmakta, dolayısıyla bu hastalıkların yayılmasında birey ve toplum için en büyük tehdidi de zina oluşturmaktadır. Zina, birey ve toplum için en azından yukarıda sıraladığımız zararları oluşturduğundan, yeryüzünden kargaşayı kaldırıp adaleti sağlamak amacı ile ihdas edilmiş olan dinî hükümlerde de bu eylem yasaklanmış, yasağa uymayanlara da caydırıcı cezalar öngörülmüştür. İSLÂM DİNİNDE ZİNAYA KARŞI ALINAN ÖNLEMLER Yüce Rabbimiz İsra suresinde “Zinaya yaklaşmayın!” buyurmuş, insanı zina suçuna yöneltebilecek tüm davranışları yasaklayarak zinaya çıkan yolları genel anlamda kapatmıştır. Daha sonra ise Rabbimiz bu genel ifadeyi zinaya yol açabilecek giyim-kuşamı ve davranışları yasaklayarak, evliliği kolaylaştırıp teşvik ederek ve evlendirme işini kamu görevi sayarak örneklerle somutlaştırmıştır: Ey iman etmiş olan kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz düşünüp anlarsınız. Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, "Geri dönün!" denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha temizdir. Ve Allah, yaptığınızı en iyi bilendir. (Nur/27, 28) Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunanlarla, sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, ışa/ akşam namazından sonra izin istesinler. Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır]. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size işte böyle açıklıyor. Allah Âlim’dir, Hâkim’dir. Ve çocuklarınız ergenlik çağına geldikleri zaman kendilerinden önceki kişiler [ağabeyleri, ablaları] izin istedikleri gibi izin istesinler. Allah kendi ayetlerini size işte böyle açığa koyar ve Allah Aliym’dir, Hakiym’dir. (Nur/58, 59) Mümin erkeklere söyle: Bakışlarının bir kısmını kıssınlar. Irzlarını/ bellerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan haberdardır. Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarının bir kısmını kıssınlar. Irzlarını/ eteklerini korusunlar. Ziynetlerini -görünenler hariç- açmasınlar. Örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler: Kocaları, Yahut babaları, Yahut kocalarının babaları, Oğulları yahut kocalarının oğulları, Yahut kardeşleri, Yahut kardeşlerinin oğulları, Yahut kadınlar, Yahut ellerinin altında bulunanlar, Yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar, Yahut kadınların avretlerini/ cinsel organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey Müminler, hepiniz topluca Allah’a tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz. (Nur/30, 31) Ve sizden kocası olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, geniş olan ve en iyi bilendir. Ve evlenmeye imkân bulamayanlar ise, Allah, kendi fazlından kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin malik olduklarından mükatebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik görüyorsanız, hemen mükatebe yapın. O’nun [Allah`ın] size vermiş olduğu Allah’ın malından siz de onlara verin. Ve basit hayatın geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak/ evlenmek isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, bilinmelidir ki, hiç şüphesiz Allah onların zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve merhametlidir. (Nur/32, 33) Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar. Tanınıp incitilmemeleri için bu daha uygun bir yoldur. Allah Gafur’dur, Rahîm’dir. (Ahzab/59) Allah’ın, bazı şeyleri bazısına fazla kılması ve erkeklerin mallarından harcadıkları şey nedeniyle erkekler, kadınlar üzerine kavvamdırlar/ koruyup, gözeticidirler. Hâl böyle olunca, salih kadınlar, Allah’a itaat edicidirler, Allah’ın koruduğu şey nedeniyle gayb için koruyucudurlar. Nüşûzundan [dik kafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından] korktuğunuz kadınlara da, öğüt verin ve yataklarında yalnız bırakın ve de baskı yapın/ sürgün edin/ dövün. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, sınırsız büyüktür. (Nisa/34) Ey peygamberin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile korunacaksanız, konuşurken kırıtmayın da kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamaha düşmesin. Ve maruf söz söyleyin. (Ahzab/32) Ey âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin, için, fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. (A’raf/31) Allah, haksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. (Nisa/148) Şüphesiz müminler arasında fuhşiyatın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve ahirette çok acıklı bir azap vardır. … (Nur/19) Rabbimizin yukarıdaki ayetlerde bildirdiği kurallara dikkat edilmesi durumunda, zina suçunun oluşturduğu sosyal komplikasyonların da asgariye ineceği açıktır. Tarihi belgeler, zinanın çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmesinin ve yasaklanarak faillerine cezai müeyyideler getirilmesinin çok eski medeniyetlerden beri var olduğunu göstermektedir. SÜMER, ASUR VE BABİLLİLER’DE ZİNANIN CEZASI Zina suçu ve cezası, M.Ö. 1792–1750 yılları arasında hüküm sürmüş olan Babil kralı Hammurabi’nin yaptığı yasalarda da yer almıştır. Bu yasaların o dönemde Babil Devleti ile ittifak hâlindeki diğer 15 ülkede de uygulandığı düşünülmektedir. Bu devletler arasında meşhur Asur Krallığı da bulunmaktadır. Bu yasaların kaynağı ise daha önceki kent toplumlarına yüzyıllar boyunca yol göstermiş olan Sümer hukukudur. (Ana Britannica; c:14, s:385) Hammurabi Kanunları Madde; 129: Eğer bir adamın karısı bir başka erkekle yatarken yakalanırsa onları bağlayıp suya atacaklar. Eğer kadının kocası yaşatırsa, kral da yaşatacak. Madde; 130: Eğer bir adam, başka bir adamın babasının evinde oturan karısını zor kullanıp koynunda yatırırken yakalanırsa, o adam öldürülecek, kadın özgür kalacaktır. TEVRAT’TA ZİNANIN CEZASI Levililer: 20/10, 14: 10 "Biri başka birinin karısıyla, yani komşusunun karısıyla zina ederse, hem kendisi, hem de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir. 11 Babasının karısıyla yatan, babasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de kesinlikle öldürülecektir. Ölümü hak etmişlerdir. 12 Bir adam geliniyle yatarsa, ikisi de kesinlikle öldürülecektir. Rezillik etmişler, ölümü hak etmişlerdir. 13 Bir erkek başka bir erkekle cinsel ilişki kurarsa, ikisi de iğrençlik etmiş olur. Kesinlikle öldürülecekler. Ölümü hak etmişlerdir. 14 Bir adam hem bir kızla, hem de kızın anasıyla evlenirse, alçaklık etmiş olur. Aranızda böyle alçaklıklar olmasın diye üçü de yakılacaktır. ………… 20 "Amcasının karısıyla cinsel ilişki kuran adam, amcasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de günahlarının bedelini ödeyecek ve çocuk sahibi olmadan öleceklerdir. 21 Kardeşinin karısıyla evlenen adam rezillik etmiş olur. Kardeşinin namusunu lekelemiştir. Çocuk sahibi olmayacaklardır. Tesniye; 22/20-29: 13 "Bir adam bir kadın alır, yattıktan sonra ondan hoşlanmazsa, 14 ona suç yükler, adını kötüler, `Bu kadınla evlendim ama onunla yatınca erden olmadığını gördüm` derse, 15 kadının annesiyle babası kızlarının erden olduğuna ilişkin kanıtı alıp kapıda görevli kent ileri gelenlerine getirecekler. 16-17 Kadının babası ileri gelenlere, `Kızımı bu adamla evlendirdim ama o kızımdan hoşlanmıyor` diyecek, `Şimdi kızımı suçluyor, onun erden olmadığını söylüyor. İşte kızımın erden olduğunun kanıtı!` Sonra anne-baba kızlarının erden olduğunu kanıtlayan yatak çarşafını ileri gelenlerin önüne serip gösterecekler. 18 Kent ileri gelenleri de adamı cezalandıracaklar. 19 Ceza olarak ondan yüz gümüş alıp kadının babasına verecekler. Çünkü adam İsrailli bir erden kızın adını kötülemiştir. Kadın adamın karısı kalacak ve adam yaşamı boyunca onu boşayamayacaktır. 20 "Ancak bu sav doğruysa, kızın erden olduğuna ilişkin bir kanıt bulunamazsa, 21 kızı baba evinin kapısına çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının evindeyken fuhuş yapmakla İsrail`de iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü içinizden atacaksınız. 22 "Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam, hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrail`den kötülüğü atacaksınız. 23 "Eğer bir adam kentte başka biriyle nişanlı erden bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa, 24 ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek için bağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü içinizden atacaksınız. 25 "Eğer bir adam kırda nişanlı bir kızla karşılaşır, onu yakalayıp tecavüz ederse, yalnız tecavüz eden adam öldürülecek. 26 Kıza hiçbir şey yapmayacaksınız. Çünkü kızın ölümü hak edecek bir günahı yoktur. Bu, komşusuna saldırıp onu öldüren adamın davasına benzer. 27 Adam kızı kırda gördüğünde nişanlı kız bağırmışsa da onu kurtaran olmamıştır. 28 "Eğer bir adam nişanlı olmayan erden bir kızla karşılaşır, tutup onunla yatarsa ve bu ortaya çıkarsa, 29 kızla yatan adam kızın babasına elli gümüş verecek. Kıza tecavüz ettiği için onu karı olarak alacak ve yaşamı boyunca onu boşayamayacaktır. 30 "Kimse babasının karısını almayacak, babasının evlilik yatağına leke sürmeyecektir." İNCİL’DE ZİNANIN CEZASI Yuhanna; 8/1-11: İsa ise Zeytin dağına gitti. Ertesi sabah erkenden yine tapınağa döndü. Bütün halk o`nun yanına geliyordu. O da oturup onlara ders vermeye başladı. Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa`ya, «Öğretmen, bu kadın tam zina ederken yakalandı» dediler. «Musa, Yasa`da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?» Bunları İsa`yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; o`nu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı. İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve «Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!» dedi. Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya koyuldu. Bunu işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa`yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, «Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?» diye sordu. Kadın, «Hiçbiri, efendim» dedi. İsa, «Ben de seni yargılamıyorum» dedi. «Git, artık bundan sonra günah işleme!» İSLAM’DA ZİNANIN CEZASI: Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.- (Furkan/68-71) Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz celde vurun; Allah`a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Ve müminlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun. (Nur/2) “Celde”, ete geçmemek üzere, yalnız deriyi etkileyecek şekilde vurmak demektir. Allah tarafından halkın huzurunda ve suçlulara acınmadan uygulanması emredilen zina cezası, kürk ve palto gibi kalın olanlar hariç, suçluya giysileri çıkarttırılmadan uygulanmalıdır. Furkan suresinin 68-71. ayetlerinden anlaşılacağı üzere, Yüce Allah, bu suçtan tövbe eden [pişman olup maddî ve manevî cezasına razı olan] kimseleri bağışlamakta ve kötülüklerini iyiliğe dönüştürmektedir. Nitekim Nur suresinde Rabbimiz, zina etmiş Müslümanları dışlayıp onları hakir görmeyi, onlara ikinci sınıf insan muamelesi yapıp onlarla evlenmeyi yasaklamayı ve onları zina eden biriyle veya bir müşrikle evlendirme yoluna gitmeyi haram kılmıştır: Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmiyor; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evleniyor. Ve bu, müminlere haram kılınmıştır. (Nur/3) Ayrıca şu da bilinmelidir ki, bir mümin kadının -zina etmiş bile olsa- bir müşrikle evlenmesi Bakara suresinin 221. ayetinde haram kılınmıştır. EŞCİNSEL ERKEKLERİN CEZASI İçinizden iki erkek kişi, fuhuş yaparsa, onlara eziyet edin; eğer tövbe eder, uslanırlarsa artık onlara eziyetten vazgeçin. Çünkü Allah, tövbeleri çok kabul edendir, çok esirgeyendir. (Nisa/16) Görüldüğü gibi, eşcinsel ilişkide bulunan erkeklere verilecek ceza, dil ve el ile eziyetten ibarettir. Eziyetin niteliği ayette açıklanmadığından, verilecek cezanın günün şartlarına göre ayarlanması söz konusudur. Nitekim fakihler bu konuda birçok görüş üretmişlerdir. Ancak kamu otoritesinin görevi sadece ceza tatbiki değildir. Bize göre, ayetteki “uslanırlarsa” ifadesi, bu kimselerin kamu otoritesi tarafından tedavi ve ıslah edilmelerini, yani uslanmaya teşvik edilmelerini öngörmektedir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000 ![]() ![]() |
![]()
EŞCİNSEL KADINLARIN CEZASI
Kadınlarınızdan fahişeye varanlara, aranızdan dört şahit getirin; eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıncaya, ya da Allah onlara bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun. (Nisa/15) “Fahişe”, kötülüğü gayet açık olan davranış, aşırı derecede edepsizlik demektir. Genellikle yasal olmayan cinsel ilişkiler için kullanılır. Ayetin bildirdiğine göre, eşcinsel ilişkide bulunan kadınların cezası, evde gözetim altında tutulmaktır. Bu ceza onların kendi başlarına serbest dolaşmalarının engellenmesi anlamına gelmektedir. Kamu otoritesince tedavi ve ıslah edilmeleri için uğraşılması gereken bu kadınlar, evlendikleri veya uslanıp bu işten vazgeçtikleri takdirde cezadan kurtulurlar. RECM Dinimizin tek kaynağı olan Kur’an’da ima yollu dahi değinilmemiş olmasına rağmen “recm” konusu, Müslümanların önemli bir sorunu olmaya devam etmektedir. Bunun sebebi, rivayetlerin dine ikinci bir kaynak olarak getirilmesi ve bu rivayetlerde yer alan tutarsız, çelişkili, ciddiyetsiz hususlara bir dinî hüviyet kazandırılmış olmasıdır. Nitekim dinimizin yegâne kural koyucusu olan Rabbimiz Kur’an’da zina suçunun cezasını belirlediği ve dolayısıyla bu konuda başka herhangi bir arayışa gerek kalmadığı halde, İslâm şeriatı ile yönetildiklerini iddia eden bazı ülkelerde zina suçuna -maalesef- “recm” cezası uygulanmaktadır. “RECM” SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMI: “ رجمRecm” sözcüğün ilk anlamı “قتل [öldürmek]” demektir. “Öldürmek” eyleminin “recm” sözcüğüyle ifade edilmesinin sebebi, Arapların bu işi öldürülecek kişiyi “taşlamak” suretiyle yapmalarından kaynaklanmaktadır. Sonradan her türlü “öldürme” işine “recm” denilir olmuştur. (Lisanü’l-Arab; c:4, s:90) “Recm” sözcüğün terim olarak anlamı, “evli iken zina eden kişiyi taş ve benzeri şeyler atmak suretiyle öldürmek” demektir. Sözcük, İslâm hukukuna da bu terim anlamıyla ve Kur’an’da yeri olmamasına rağmen zina suçuna verilecek ceza olarak girmiştir. Oysa Kur’an’a bakıldığında, “recm” uygulamasının müşriklerin bir ceza şekli olduğu ve bu ilkel uygulamanın da zina ile hiçbir ilgisinin bulunmadığı görülmektedir: O [Babası]; “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm]. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]” dedi. (Meryem/46) Onlar [o kentin halkı] dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap dokunur.” (Ya Sin/18) Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlananlardan olacaksın!” (Şuara/116) Onlar [Şuayb’in kavmi] dediler ki: “Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu iyice anlamıyoruz. Seni içimizde çok zayıf olarak görüyoruz. Eğer senin grubun [akrabaların, taraftarların] olmasaydı mutlaka seni recm ederdik [taşa tutar öldürürdük]. Ve senin bize karşı hiçbir üstün gücün [galip gelecek durumun] yoktur.” (Hud/91) Ve ant olsun ki, Biz onlardan önce Firavun kavmini fitnelendirdik. Ve onlara çok saygın bir elçi gelmişti: “Allah`ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah’a karşı üstünlük taslamayın. Şüphesiz ki ben size apaçık bir güç getiriyorum. Ve Şüphesiz ben, beni taşlamanızdan dolayı benim Rabbime, sizin Rabbinize sığındım. Eğer siz bana inanmazsanız hemen yanımdan uzaklaşın.” (Duhan/17-21) "Şüphesiz onlar [şehir halkı], sizi ellerine geçirirlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi milletlerine döndürürler. O zaman da siz, ebedî olarak, asla kurtuluşa eremezsiniz." (Kehf/20) Kur’an’da müşrikler tarafından uygulanmış bir ceza şekli olarak tanıtılmasına rağmen, biz, bu ceza şeklinin İslâm hukukuna ve bazı Müslüman ülkelerin uygulamalarına nasıl girmiş olduğunun araştırılıp gözler önüne serilmesi gerektiğine ve bu konunun artık Müslümanların gündeminden çıkarılmasının vakti geldiğine inanıyoruz. Bu amaçla da “recm” konusuna ait ne kadar malzeme varsa hepsini takdirlerinize sunuyoruz: “Zina” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi, gerek Sümer, Asur ve Babillilerde gerekse Tevrat’ta zina suçu için ölüm cezası takdir edilmiştir. Farklı yöntemlerle de olsa, “öldürme” şekillerinden biri olarak uygulanan “recm”, İslâm öncesi hukuklarda yer alan bir ceza şeklidir. Bu öldürme şekli, Kitab-ı Mukaddes’in şu paragrafında açıkça belirtilmektedir: 22- Eğer bir adam, başka bir adamın karısı olan bir kadınla yatmakta olarak bulunursa, o zaman kadınla yatan adam ve kadın, onların ikisi de öleceklerdir; ve kötülüğü İsrail’in kaldıracaksın. 23- Eğer kız olan bir genç kadın bir adamla nişanlı ise, ve bir adam onu şehirde bulup onunla yatarsa; 24- o zaman onların ikisini de o şehrin kapısına çıkaracaksınız, ve onları, şehirde olduğu halde bağırmadığı için, kadını ve komşusunun karısını alçalttığı için erkeği taşla taşlayacaksınız, ve ölecekler; ve kötülüğü aranızdan kaldıracaksın. (Tevrat; Tensiye, Bab 22; 22-24. cümleler) Recmin İslam öncesi hukuktan kalan bir uygulama olduğu, Hristiyanların kutsal kitabı Yuhanna İncilindeki bir atıftan da anlaşılmaktadır: İsa ise Zeytin dağına gitti. Ertesi sabah erkenden yine tapınağa döndü. Bütün halk o`nun yanına geliyordu. O da oturup onlara ders vermeye başladı. Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa`ya, «Öğretmen, bu kadın tam zina ederken yakalandı» dediler. «Musa, Yasa`da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?» Bunları İsa`yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; o`nu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı. İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve «Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!» dedi. Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya koyuldu. Bunu işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa`yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, «Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?» diye sordu. Kadın, «Hiçbiri, efendim» dedi. İsa, «Ben de seni yargılamıyorum» dedi. «Git, artık bundan sonra günah işleme!» (Yuhanna İncili; 8/1-11) Rabbimizin tahrif edildiğini ve sayfalarının gizlendiğini bildirdiği Tevrat ve İncil’de var olan; buna karşılık, bu muharref kitapların düzelticisi durumundaki Kur’an’da sadece “müşriklerin ilkel bir uygulaması” olarak tanıtılan “recm” cezası, Müslümanların arasına sinsi ve şeytanî bir yol izlenmek suretiyle yerleştirilmiştir. Bilindiği gibi, İslâm dininin dejenere edilmesi için kâfirlerin geliştirdiği yöntemlerin başında “hadis uydurma”, “Kudsi hadis ihdas etme” gibi faaliyetler gelmektedir. Ne var ki, kötü niyetli çevreler bunu yeterli görmemişler, İslam’ın arı-duru mesajını anlaşılmaz hale getirecek bir de “nesh” kavramını ortaya atmışlardır. Kur’an’ı tanımayan, tanıyamayan veya Kur’an’ın “tartışılmayacak kadar net ve açık” niteliğini kavrayamayan bir kısım gafil ve cahil “sözde” ulema da, ortaya atılan ve amacı İslâm’ı dejenere etmek olan “nesh” kavramına itibar etmiş, konunun geniş kapsamı içinde yollarını şaşırarak sayıları 750’yi bulan ayetin birbiriyle çeliştiği, uyumsuz olduğu iddiasıyla bu olumsuzluğu “nesh” kurallarıyla çözmeye çalışmıştır. “Nesh” konusunda ileri sürülen bir diğer sapık görüş de, Kur’an’da lâfzı neshedilmiş ama hükmü baki kalmış ayetlerin var olduğu görüşüdür. Nitekim bu sapık görüşün etkisinde kalan zavallılar, eskiden Kur’an’da bulunmasına rağmen bazı ayetlerin sonradan yok edildiğine inanmaktadırlar. Bu iddiayı ortaya atan rezil müfterilere göre Osman Mushafı tertip edilirken yok edilen bu ayetler Ahzab [bazılarına göre Nur] suresindeymiş ve Ahzab suresi ilk zamanlarda Bakara suresi kadar uzun bir sureymiş. Müslümanlar arasında Kur’an’ın korunmadığı, eksikliği, bir bölümünün kaybolduğu gibi kuşkular uyandırmaya yönelik bu tür uydurma rivayetlerden bir tanesi şudur: Aişe nakleder: "Recm ve büyüklerin on defa süt emzirmesi [nin süt kardeşliği oluşturacağı] hususundaki ayetler benim yatağımın altında bulunan bir sayfa üzerinde yazılı idi. Peygamber vefat edince Peygamber`in vefatıyla meşgul olduk da keçi gelip onları yedi." (Bk. Dare Kutni, c:4, s:105; İbn-i Mâce, c:1, s:625) Buna benzer bir hadis de Müslim`de yer almaktadır. Bu rivayette Aişe’nin “Bu ayetler Peygamber vefat edinceye kadar okunurdu” dediği kaydedilir.(Muslim, c:4, s:167; Tirmizî, c:2, s:309) Keçinin yediği sayfada bulunduğu iddia edilerek Müslümanlar arasında tatbik edilmesi gerektiği telkin edilen, ancak Kur’an’daki onlarca ayete de ters düşen söz konusu cümlelerden birisi şudur: “Eşşeyhu veşşeyhatü iza zeniya fercümühüma elbettate nekalen minellahi v’Allahu azizün hakim [İhtiyar kadın ve erkek zina ettiklerinde Allah’tan bir ceza olarak mutlaka ikisini de recm ediniz. Allah Aziz’dir Hakîm’dir.]” Ne acıdır ki, kimine göre Kur’an’dan sonra en muteber din kaynağı sayılan, kimine göre de Kur’an’dan önceki din kaynağı kabul edilen Buhari’nin kitabına girmiş ve sanki “Maymunlar bile recm uygularken insanlar niye uygulamayacakmış?” anlamına gelen bir anlatımla, Amr b. Meymun’un Müslüman olmazdan evvelki hâline ait bir başka rivayet de şudur: 68- ... Amr b. Meymûn şöyle demiştir: Ben Câhiliyet dev*rinde zina etmiş olan bir maymunun üzerine birçok maymunların top*lanmış olduklarını gördüm. Maymunlar, zina eden o maymunu recm ettiler. Ben de o maymunlar topluluğu ile beraber zina eden may*muna taş attım. (Buhari; Menakibü’l-Ensar, 26. Bab, Hadis No: 68) Ayetlerin yok edildiğini iddia eden bu ayet cinayetinden sonra, olayın vahametini teşhir etmek ve okurların inceleyip ikna olmalarını sağlamak için “recm” konusundaki diğer nakillerin de ortaya konması gerektiği kanaatindeyiz. Bu teşhiri, en muteber hadis kitabı sayılan Sahih-i Buhari’den ve Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği “Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte” adlı eserden alıntıladığımız rivayetlerle yapacağız: 1- ... Abdullah b. Ömer [R] şöyle demiştir: Yahûdîler, Rasûlullah [S]`a geldiler de o`na kendilerinden bir adamla bir kadının zina ettiklerini zikrettiler [ve hükmünü sordular]. Rasûlullah onlara: - "Siz recm hakkında Tevrat`ta ne buluyorsunuz?" diye sor*du. Onlar: - Biz zina edenlerin ayıplarını ortaya koyup teşhir ederiz, bun*lar bir değnekle de dövülürler, dediler. Abdullah b. Selâm bunlara: - Yalan söylediniz! Tevrat`ta recm [âyeti] vardır! dedi. Bunun üzerine onlar Tevrat`ı getirdiler ve kitabı açtılar. Yahûdîlerden birisi [Abdullah b. Surya] elini recm âyeti üzerine koydu, ondan önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah b. Selâm ona: - Elini kaldır! dedi. O da elini kaldırınca recm âyeti görülüverdi. Yahûdîler: - Yâ Muhammed! Abdullah b. Selâm doğru söyledi, hakîka*ten Tevrat`ta recm âyeti vardır! dediler. Tahkîkat ile zinanın sabit olması üzerine, Rasûlullah bu iki zinâcının recm olunmalarını emretti, onlar da recm olundular. Abdullah b. Ömer “Ben, recm edilirken Yahûdî erkeğini, kadını atılan taşlardan korumak için kadının üzerine meyleder hâlde gördüm” demiştir. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 23. Bab, Hadis No: 33) 2-... Ebû Hureyre ile Zeyd b. Hâlid [R] şöyle haber ver*mişlerdir: İki adam Rasûlullah [S]`ın huzurunda çekişip dâvâlaştılar. Biri: - Aramızda Allah`ın Kitabı ile hükmet! dedi. Diğeri de ikisinin daha anlayışlısı olduğu hâlde: - Evet yâ Rasûlallah! Aramızda Allah`ın Kitabı ile hükmet ve dâvâmı söylemem için bana izin ver! dedi. Rasûlullah ona: - "Konuş!" buyurdu. O da dâvâsını şöyle arz etti: - Benîm oğlum bu adamın yanında ücretli idi. -Râvî İmâm Mâ*lik: "Asîf" "Ecîr" yâni "ücretle çalışan" demektir, dedi.- Bunun karısı ile zina etmiş. İnsanlar bana oğlum üzerine recm cezası oldu*ğunu haber verdiler. Ben de oğlumdan bu adama yüz koyun ile bir de kendime ait olan bir cariyeyi fidye verip oğlumu kurtardım. Sonra ben bunu ilim ehline sordum. Onlar da bana oğlum üzerine yüz değnek ile bir yıl gurbete gönderme cezası olduğunu ve recmin [taş*lama cezasının] ise ancak onun karısına düştüğünü haber verdiler! dedi. Rasûlullah [S]: — "Dikkat edin! Nefsim elinde bulunan Allah `a yemin ederim ki, ben sizin aranızda elbette Allah`ın Kitabı ile hüküm vereceğim: Senin koyunlarına ve cariyene gelince; bunlar sana geri verilir!" bu*yurdu ve oğluna yüz değnek vurup onu bir yıl gurbete gönderdi. Uneys el-Eslemî`ye de diğer adamın karısına gitmesini emretti de: — "Eğer zina suçunu itiraf ederse onu recm et!" buyurdu. Kadın zina suçunu itirâf etti, o da kadını recm etti. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 24. Bab, Hadis No: 34) 3- ... Bize Muhammed b. Ebî Zi`b, ez-Zuhrî`den; o da Ubeydullah`tan; o da Ebû Hureyre ile Zeyd b. Hâlid [R]`den şöyle tahdîs etti: Bedevilerden bir adam Peygamber [S] mescidde otururken geldi de: - Yâ Rasûlellah! Hasmımla aramızda Allah`ın Kitabı ile hü*küm ver! dedi. Hasmı da ayağa kalktı ve: - [Evet] o doğru söyledi, onun için Allah`ın Kitabı ile hüküm ver! deyip şöyle devam etti: - Benim oğlum bu bedevî adamın yanında ücretli [çoban] idi. Onun karısı ile zina etmiş. İnsanlar bana oğlumun üzerinde taşlama cezası olduğunu haber verdiler. Ben bu adama yüz koyun ile bir câri*ye fidye verip oğlumu kurtardım. Sonra ben bunu ilim sahibi olanla*ra sordum. Onlar, oğluma yüz değnek cezâsı ile bir yıl sürgüne gönderme cezası olduğunu söylediler! dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: - "Nefsim elinde bulunan Allah`a yemin ederim ki, ben sizin aranızda elbette Allah`ın Kitabı ile hüküm veririm! Koyunlara ve ca*riyeye gelince; bunlar sana geri verilecek ve oğluna da yüz değnek vurma ve bir yıl sürgüne gönderme cezası uygulanacaktır!" [Bedeviye hitaben de:] - "Sana gelince yâ Uneys! Kalk bu adamın karısına git [zina suçunu itirâf ederse] onu recm et!" buyurdu. Uneys kuşluk vakti gitti, [kadının itirâfı üzerine] ona recm ce*zası uyguladı. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 19. Bab, Hadis No: 29) Görüldüğü gibi, bu rivayet bir öncekinin farklı versiyonu olup aynı olaydan bahsedilmektedir. Menşei farklı olduğu için nakledilmiştir. 4- ... Bize Ebu`z-Zinâd tahdîs etti ki: el-Kaasım b. Muhammed şöyle demiştir: İbn Abbâs, lanetleşme yapan iki kişiyi zikret*mişti. Abdullah b. Şeddâd da: - İşte o kadın, Rasûlullah [S]`ın "Eğer ben bir kadını beyyinesiz olarak recm edici olsaydım, bunu recm ederdim" buyurduğu ka*dındır, dedi. İbn Abbâs: - Hayır, bu, çirkinliği ve fucûru açıkta yapan kadındır, dedi. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 29. Bab, Hadis No: 46) 5- ... İbn Abbâs [R] şöyle demiştir: Peygamber [S]`in yanın*da lanetleşme zikrolunmuştu. Âsim b. Adiyy de bu konuda bir söz söylemişti. Sonra Âsim ayrılıp evine gitti. Akabinde ona kendi kav*minden olan [Uveymir adında] bir adam geldi ve kendi karısının ya*nında bir adam bulduğunu söyleyip şikâyet ediyordu. Bunun üzerine Âsim: - Ben bu belâya ancak kendi sözümden dolayı uğramışımdır, dedi ve o adamı Peygamber`in yanına götürdü. Peygamber`e, o adamın karısını beraberinde bulduğu kimseyi ha*ber verdi. Bu adam sarı benizli, az etli, düz saçlı idi. Onun, ailesinin yanında bulduğunu iddia ettiği adam ise esmer, kalın ve dolgun ba*caklı, çok etli şişman bir kimse idi. Peygamber: - "Allâhumme beyyin! [Allah`ım, beyân buyur!]" dedi. Sonunda kadın, kocasının yanında bulduğunu zikrettiği adama benzer bir çocuk doğurdu. Peygamber bu karı-koca arasında lanet*leşme yaptırdı... Abdullah b. Şeddâd, bulundukları bu mecliste Abdullah b. Abbâs`a hitaben: - İşte o kadın, Peygamber [S]`in "Eğer ben beyyinesiz olarak recm edici bir kişi olsaydım, işte bu kadını recm ederdim" buyurdu*ğudur, dedi. İbn Abbâs da: - Hayır, o kadın, İslâm içinde kötülüğü açıkça yapan bir ka*dındı, dedi.(Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 29. Bab, Hadis No: 47) 6- İbn Abbas anlatıyor: Hz Ömer’i hutbe okurken dinledim. Şöyle demişti: “Allah Teâla hazretleri Muhammed Aleyhisselam’ı hak din ile gönderdi ve ona kitabı indirdi. Bu indirilenler arasında recm âyeti de vardı. Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Rasülüllah zina yapana recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: “Biz Kitabullah’ta recm cezasını görmüyoruz deyip inkara sapabilecek ve Allah’ın kitabında indirdiği bir farzı terk ederek dalalete düşebilecektir. Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinaları, -delil veya hamilelik veye itiraf yoluyla- sübut bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah’ta mevcut bir haktır. Allah’a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: “Ömer Allah Teala’nın kitabına ilavede bulundu” demeyecek olsalar, recm âyetini Kitabullah’a yazardım.” (Buhari, Müslim, Muvatta, Tirmizi, Ebu Davud; İslam Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte; 5/161) 7- ... Abdullah b. Abbâs [R] şöyle demiştir: Ömer b. el-Hattâb [R] şöyle dedi: - Ben insanlar üzerine zamanın uzayıp da herhangi bir sözcü*nün: "Biz Allah`ın Kitâbı`nda recmi bulmuyoruz" demesinden ve böy*lece Allah`ın indirmiş olduğu bir farizayı terk etmek suretiyle sapmalarından endîşe etmişimdir. Dikkat ediniz! Evli olduğu hâlde zina eden kimse üzerine buna beyyine delâlet ettiği yahut gebelik yâhut itirâf olduğunda recm cezası sabit olmuş bir haktır! dedi. Sufyân b. Uyeyne: Ben bunu böylece ezberledim: Ömer: - Dikkat edin! Rasûlullah [S] recm etmiştir. O`ndan sonra biz de recm yaptık, dedi, demiştir. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn; 15. Bab, Hadis No: 24) Not: Buraya kısaltılarak alınmış olan bu rivayetin aslı, Sahih-i Buhari, 87. Kitap 16. Bab, 25 numaralı hadistir. Rivayetin aslını orijinalinden kelimesi kelimesine aşağıda vermeyi gerekli görüyoruz. Böylece herkes tamamını okusun ve dinin Allah’ın dini mi yoksa Ömer’in, İbn-i Abbas’ın veya Ebu Hüreyre’nin dini mi olduğuna karar versin. Aşağıdaki nakilde dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, Ömer’in, “recm ayeti”nden başka, “Babalarınızdan yüz çevirmeyiniz! Şu muhakkaktır ki, babalarınızdan yüz çevirmeniz sizin küfrünüz, nankörlüğünüzdür!” mealindeki bir ayetin daha kaybolmuş olduğunu iddia etmesidir. Bu uydurma rivayete göre, Halife Ömer, kaybolan iki ayeti halktan korktuğu için Kur’an’a ekleyememiş ve bundan da hutbede yakınmıştır. Konumuz için dikkat çekici olan nokta, Ömer’in Kur’an’a koyamadığını ifade ettiği iddia edilen bu ayetlerin onun döneminden sonra “mensuh” sayılarak muhtevalarının yaşama geçirilmiş olmasıdır. 8- ... İbn Abbâs [R] şöyle demiştir: Ben Muhâcirler`den bir*takım adamlara Kur`ân okutuyordum. Bunlardan biri Abdurrahmân b. Avf idi. Ben Ömer`in yaptığı son haccında Minâ`da Abdurrah*mân b. Avf’ın evinde bulunduğum sırada, Abdurrahmân da Ömer b. el-Hattâb`ın yanında imiş. Oradan evine benim yanıma döndü de şöyle dedi: Eğer sen şu adamı göreydin muhakkak hayret ederdin: Bu gün Emîru`l-Mü`minîn`in yanına bir adam geldi ve: - Ey Mü`minlerin Emîri! Filân kişi hakkında ne düşünürsün: O kişi ‘Eğer Ömer ölürse, ben muhakkak filân kimseye [Talha b. Ubeydullah`a] biat ederim. Vallahi Ebû Bekr`e yapılan biat istişâresiz, birdenbire yapılıp tamam oldu!’ diye konuşarak bir fitne çıkarmak istedi. Ömer bu sözü işitince çok öfkelendi. Sonra: - Ben bu akşam üzeri -Allah dilerse- insanların arasında ayağa kalkıp bir hutbe vereceğim de milletin mukadderatını gasp etmek is*teyen bu adamları teşhîr ederek, bunların te`vîlâtından insanları sa*kındıracağım, dedi. Abdurrahmân dedi ki: Ben de Ömer`e: — Ey Mü`minlerin Emîri! Böyle yapma! Çünkü hacc mevsimi insanların her türlüsünü ve şer işlerinde süratli olanlarını bir araya toplar. Sen hutbe için ayağa kalkacağın zaman, bu kimseler sana ya*kın bir yerde olmakta diğer insanlara galebe ederler. Aya*ğa kalkar da bu konuda bir konuşma yaparsan, ben bu konuşmayı her bir uçurucunun senden alıp etrafa uçurmasından, onu belleyememeleri ve manâsını anlamamalarından ve o konuşmayı yakışmayacak bir*takım yerlere koymalarından endîşe ederim. Onun için sen yavaş ol, Medine`ye dönünceye kadar sabret. Çünkü Medîne hicret ve sünnet yurdudur. Orada Suffa ehli ile, insanların eşrafı ile toplanıp söyle*mek istediğin şeyleri o topluluğa sağlam olarak söylersin, ilim ehli olanlar senin konuşmanı iyi belleyip anlarlar ve onu uygun yerlerine koyarlar [da fitneyi önlerler], dedim. Ömer teklîfimi kabul edip: - Dikkat et! Vallahi, inşâallah Medîne`ye varıp ayağa kalkarak yapacağım ilk hutbemde bu meseleyi muhakkak konuşacağım! dedi, İbn Abbâs dedi ki: Bizler zilhicce ayının sonunda Medîne`ye geldik. Cuma günü olunca güneş ortadan meylettiği zaman bizler mescide gidişte acele davrandık. Nihayet ben Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl`i minberin köşesinin yanında oturmuş olarak bulup onun etrafına oturdum. Benim dizim onun dizine dokunuyordu. Çok bek*lemedim, Ömer b. el-Hattâb çıktı. Ben onun gelmekte olduğunu gö*rünce Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl`e: - Ömer bu öğleden sonra öyle mühim bir konuşma yapacak ki, halîfe yapıldığı günden beri böyle bir konuşma yapmamıştı, dedim. Saîd b. Zeyd benim sözümü kabul etmedi ve: - Ömer`in şimdiye kadar bundan önce söylemediği bir konuş*ma yapacağını neden ümîd ettin ki? diye bunu uzak saydı. Ömer minber üzerine oturup müezzinler de ezanları okuyup sükût ettikleri zaman ayağa kalktı. Allah`a hamd ve O’nu lâyık olduğu yüce sı*fatlarla övdükten sonra "Amma ba`du [Sözün bundan sonrasına gelince]..." deyip şunları söyledi: - Ben sizlere, Allah`ın benim konuşmamı takdir etmiş olduğu bir konuşma yapacağım: Bilmiyorum, belki bu konuşmam ecelimin önündedir [vefatım yaklaşmış olabilir]! Her kim bu konuş*mamı akledip anlar ve onu iyi ezberler ise bineğinin ulaştırdığı her yerde bunu söyleyip yaysın. Akledip kavramıyacağından endîşe eden kimseye gelince, ben hiçbir kimseye benim üzerime yalan söylemesi*ni helâl etmiyorum. Şüphesiz ki, Allah, Muhammed’i hakk peygamber gönderdi ve o`na kitâb indirdi. Allah`ın indirdiği şeyler içinde recm âyeti de var*dı. Bizler o âyeti okuduk, akledip anladık ve iyice ezberledik. Bu*nun içindir ki, rasûlullah recm etti, o`ndan sonra biz de recm ettik. Ben insanlara zaman uzayıp da bir sözcünün: "biz Allah’ın Kitâbı`nda recm âyetini bulmuyoruz" demesinden ve Allah’ın indirmiş ol*duğu bir farizayı terk etmeleri suretiyle insanların sapıklığa düşmelerin*den endîşe ediyorum. Recm, Allah’ın kitâbı`nda sabit bir haktır. Bu, erkeklerden ve kadınlardan evlenip de zina eden, zinası da beyyine ile yahut gebelik ile yahut da itirâf ile sabit olan kimselere uygulanır. Sonra bizler Allah’ın kitâbı`ndan okumakta olduğumuz şeyler içinde: "Babalarınızdan yüz çevirmeyiniz! Şu muhakkaktır ki, sizin babalarınızdan yüz çevirmeniz [babalarınızdan başkalarına mensupluk iddia etmeniz] sizin küfrünüz, nankörlüğünüzdür -yahut: sizin babalarınızdan yüz çevirmeniz, muhakkak sizin için bir küfürdür-!" sözleri de vardı. Dikkat edin! Sonra Rasûlullah [S] şunu da buyurmuştur: "Siz*ler beni, Meryem oğlu İsâ`nın bâtıl üzere aşırı övülmesi gibi mübala*ğalı ve aşırı şekilde övmeyiniz. Sizler bana `Allah`ın kulu ve Rasûlü` deyiniz!" Sonra şu da var ki, içinizden bir sözcü çıkıp "Vallahi Ömer ölür*se, ben filân kimseye biat ederim" demektedir. Sakın hiçbir kim*se onun "Ebû Bekr`e yapılan biat ancak istişâresiz, birdenbire olmuş ve tamamlanmıştır" demesiyle aldanmasın! Dikkat ediniz! Hakîka*ten o iş böyle çabuk olmuştur. Lâkin Allah, o işin şerrinden ümmeti korumuştur. İçinizden hiçbir kimse kendisine süratle gidilmekte de*velerin boyunlarının kopmasında Ebû Bekr gibi olamaz. Bundan sonra her kim milletin istişaresi ve reyi olmaksızın Müslümanlardan bir adama biat ederse, onun biati kabul olunmaz. O biat eden de, biat edilen de kendilerini öldürülme tehlikesine atmış olurlar. Şu da bir hakikattir ki, Allah, Peygamberi`ni vefat ettirdiği za*man bizim de haberimizden şunlar meydana gelmişti: Ensâr cemâati bize muhalefet ettiler ve hepsi Sâide Oğulları sakîfesinde toplandılar. Alî ile Zübeyr ve onların beraberinde olanlar da bize muhalefet ettiler. Muhacirler, Ebû Bekr`in yanında toplandılar. Ben Ebû Bekr`e: - Yâ Ebâ Bekr! Bizi şu Ensâr kardeşlerimizin yanma götür! de*dim. Akabinde bizler onlara ulaşmak isteyerek yola koyulup gittik. Onlara yaklaştığımız zaman, bizleri onlardan iki sâlih adam [Uveymir b. Sâide ile Ma`n b. Adiyy] karşıladılar da topluluğun üzerine meyledip ittifak ettikleri görüşü [Sa`d b. Ubâde`ye biati] bize zik*rettiler ve: - Ey Muhacirler topluluğu! Sizler nereye gitmek istiyorsunuz? dediler. Biz de onlara: - Şu Ensâr kardeşlerimizin yanına gitmek istiyoruz, dedik. Onlar da bize: - Ensâr topluluğuna yaklaşmayınız, siz kendi işinizin hükmü*nü veriniz! dediler. Ben de onlara: - Vallahi bizler muhakkak onların yanına gideceğiz! dedim. Ve yürüdük, nihayet Sâide Oğullarının meşveret ettikleri sakîfede Ensâr cemâatinin yanına vardık. Bir de baktık ki, onların ara*sında bir örtüye bürünüp sarınmış bir adam var! Ben: - Bu kimdir? dedim. Onlar: - Bu Sa`d b. Ubâde`dir, dediler. Ben: - Onun nesi var? dedim. Onlar: - Sıtma ateşi var, dediler. Biz birazcık oturduğumuzda onların hatîbi [Sabit b. Kays b. Şemmâs] şehâdet kelimelerim söyledi ve Allah`ı lâyık olduğu yüce sıfatlarıyla sena etti. Bundan sonra "Amma ba`du" hitap faslını söy*ledi ve şöyle devam etti: - Bizler Allah`ın Ensârı ve İslâm`ın büyük ordusuyuz. Siz Mu*hacirler cemâati ise Mekke`deki kavminizden bize yürüyüp gelmiş olan bir azınlıksınız. Böyle iken şimdi bu azınlık bizi aslımızdan kopar*mak ve bizleri emirlik işinden dışarıya çıkarmak istiyorlar, dedi. Ömer şöyle dedi: Ensâr`ın hatîbi susunca ben konuşmak istedim. Ben daha evvel, beğendiğim ve Ebû Bekr`in önünde takdîm edip ko*nuşmak istediğim bir makale [bir hitabe] hazırlamış idim. Ben Ebû Bekr`e arız olan keskinliğin yânî öfkenin bir kısmını ondan def etmeye uğraşıyordum. Ben konuşmak istediğim zaman, Ebû Bekr ba*na: - Yavaş ol [yumuşak ve sükûnetli davran]! dedi. Ben Ebû Bekr`i öfkelendirmek istemedim. Ebû Bekr kendisi ko*nuşmaya başladı. Ebû Bekr öfke sırasında benden daha halim, daha sükûnetli, hedeflere yönelip ulaşmakta da benden daha vakarlı idi. Vallahi Ebû Bekr benim hazırlamamda hoşuma giden hiçbir şeyi terk etmedi, o konuşmasına başlamasında, doğru olan görüşü belirtmek*te benim hazırladığım hitabenin benzeri yahut ondan daha üstün olan bir konuşmayı susuncaya kadar sürdürdü. Bu konuşmasında şunları söyledi: - [Ey Ensâr topluluğu! Allah`a yemîn ederim ki, bizler sizin fadlınızı, İslâm yolundaki belâlarınızı ve bizim üzerimize vacip olan hak*kınızı inkâr etmiyoruz! -İbn İshâk rivayetinden-] Sizler, kendinizde hayır bulunduğunu zikrettiniz, sizler bu hayrın ehlisiniz. Fakat şu ha*lifelik işi Kureyş`ten olan şu Muhacirler topluluğundan başkasında asla tanınmayacaktır. Bu Kureyş topluluğu nesep ve yurt bakımla*rından Arapların ortası, yâni en adaletlisi ve en üstünüdür. Ben siz*ler için şu iki adamdan birine biat etmenizi teklîf edip buna razı olmuşumdur. Şimdi bu ikisinden istediğinize biat ediniz! dedi. Ömer dedi ki: Bundan sonra Ebû Bekr, kendisi aramızda otur*makta bulunduğu hâlde benim elimi ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh`ın elini tuttu. Ben onun söylediklerinden bundan başkasını kerîh gör*medim. Vallahi benim öne geçirilip de boynumun vurulması (yâni bir günâhtan dolayı benim boynumun öne geçirilip de vurulmaya yaklaştırılması), bana içlerinde Ebû Bekr`in mevcûd bulunduğu bir kav*me emirlik yapmaklığımdan daha sevimlidir. Ancak ölümüm sırasında şeytânın telkîniyle nefsimin bunu bana süsleyip güzel göstermesi hâli müstesnadır ki, ben şu saatte onu vicdanımda hissetmiyor ve bulmu*yorum! Bu sırada Ensâr`dan bir sözcü [Habbâb ibnu`I-Munzir] şöyle dedi: - Bizler emirlik ağacının faydalanılacak olan aslıyız, köküyüz [yânî uyuz develerin kaşınmaları için ağıllara dikilen ağaç kökleriyiz, hasta develerin o ağaçlarla kaşınıp şifâ buldukları gibi, bu emirlik işi de bizlerle şifâ bulup yaşar]. Yine bizler meyveleri düşmesin, kı*rılmasın diye yapraklarla, dallarla bağlanmış yüklü hurma salkımla*rıyız. Biz Ensâr topluluğundan bir emir, sizlerden de bir emir olsun, ey Kureyş cemâati! dedi. Bunun üzerine karışık sözler çoğaldı ve sesler yükseldi, hattâ ben bir ihtilâf çıkmasından korktum da hemen: - Uzat elini yâ Ebâ Bekr! [Sana biat edeyim!] dedim. O da elini uzattı. Ben de ona biat ettim. Benden sonra Muha*cirler ve sonra Ensâr Ebû Bekr`e biat ettiler. Biz böylece Sa`d b. Ubâde`ye karşı çabuk davranıp galebe sağlamış olduk. Onlardan bir sözcü: — Sizler Sa`d b. Ubâde`yi öldürdünüz, [yânî onu yardımsız bı*rakmak ve kuvvetini gidermek suretiyle onu ölü gibi yaptınız] dedi. Ömer dedi ki: Bu sözcüye karşı ben: - (Hilâfet işine mâni` olmaya çalıştığı için) Allah Sa`d b. Ubâ*de`yi öldürsün! dedim. Bundan sonra Ömer, o cuma hutbesindeki konuşmasının sonun*da şunları tekrar olarak söyledi: - Bizler, o zaman, Allah`a yemîn ederim ki, kendisinde hazır bu*lunup meşgul olduğumuz bu devlet başkanlığı müzâkeresi işinden, Ebû Bekr`e biat edilmesi işinden daha kuvvetli hiçbir iş ve meşgu*liyet bulmadık! Bizler Ensâr topluluğunun bizlerden ayrılıp da top*luca bir biat olmamasından, bizden sonra onların kendilerinden bir adama biat etmelerinden korktuk. Bu takdirde ya bizler razı olmamamıza rağmen onlarla biatleşecek, yahut da onlara muhale*fet edecektik. Böylece de büyük bir fesat olacaktı. Artık bundan böyle Müslümanların istişaresi ve rızâları olmaksızın her kim bir adama bi*at edecek olursa [insanlar tarafından ne o biat eden adama, ne de onun biat ettiği adama;] ikisinin de öldürülecekleri korkusundan, biat olunmayacaktır! [Yani, hiçbir kimse, bey`at olunmaya ve kendisi için bey`atin -Ebû Bekr`e vâki` olduğu gibi- tamam olacağı*na tamah etmesin!] (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 16. Bab, Hadis No:25) 9- İbn Abbas anlatıyor: “Allahü Teala, Kur’ân-ı Kerim’inde: “Kadınlarınızdan fuhşu irtikap edenlere karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer ... (Nisa/15)” buyurdu. Cenabı Hakk bu âyette önce kadını zikrettikten sonra, erkeği kadınla birlikte ele alarak şöyle demiştir: “Sizlerden fuhşu irtikap edenlerin ... (Nisa/16)” Cenabı Hakk, bu âyeti celde âyetiyle neshederek şöyle buyurdu: “Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine ... (Nur/2)” Sonra Nur suresinde recm âyeti nazil oldu. Önceki vahiy bekar içindi. Sonra recm âyeti tilavetten kaldırıldı, ancak hükmü baki kaldı.”(Ebu Dâvûd, Hudud/23; Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte, 5/164) Not: Bu rivayetteki iddia kökten yanlıştır. Çünkü Nisa/15. ve 16. ayetlerin anlamları rivayette söylendiği gibi değildir. Nisa/15, erkeksiz fuhuş yapan lezbiyen kadınları, Nisa/16. ayet de kadınsız, erkek erkeğe fuhuş yapan erkekleri konu edinmektedir. Dolayısıyla her iki ayet de homoseksüelliğin cezası ile ilgilidir. Yukarıda anlamı verilen uzun rivayette, Kur’an’dan kaybolan bir başka ayetin daha olduğu iddiası dikkat çekmektedir. “Tefsirci”ler ve “Usulcü”ler, bu ayetin lâfzının mensuh olduğunu söylemişler, hükmünün devam edip etmediği yönünde ise görüş belirtmemişlerdir. Görüldüğü gibi, 6, 7, 8 ve 9 numaralı rivayetlerin hepsi de İbn-i Abbas’a dayandırılmıştır. Bir kişinin ortaya attığı söylenti ile Nur suresinin ayeti hükümsüzleştirilmiş ve uygulamaya muharref Tevrat’ın hükümleri yerleştirilmiştir. Aşağıda yer alan iki rivayet ise, bize göre “şeytan ayetleri” martavalını gölgede bırakacak, müfteri Salman Rüşdi’ye bile parmak ısırtacak niteliktedir: 10- Ebu Abdirrahman es-Sülemî anlatıyor: Hz. Ali hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, kölelerinize -ister muhsan olsunlar, ister olmasınlar- hadleri tatbik edin. Zira Hz. Peygamber (as)’ın bir cariyesi zina yapmıştı, ona celde tatbik etmemi emretti. Dövmek üzere yanına geldim. Yeni nifas olmuştu. Döversem öldürürüm diye korktum. Durumu Rasulullah’a arzettim. Bana: “İyi yapmışsın, iyileşinceye kadar ona dokunma!” dedi. (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1593, 5/168, 169; Müslim, Tirmizi, Ebu Davut) 11- Hz. Enes anlatıyor: Bir adam, Rasulullah’ın ümmü veledine temas etmekle itham edilmişti. Rasulullah, Hz. Ali’ye “Git boynunu vur” diye emretti. Hz. Ali, adama geldiği vakit, onu bir kuyunun içinde yıkanıp serinliyor buldu. “Çık dışarı” diyerek elinden tutup kuyunun dışına çıkardı. Hz. Ali adamın “burulmuş” hadım edilmiş ve erkeklik organından mahrum olduğunu gördü. Artık ona dokunmayıp durumu Hz. Peygamber’e haber verdi. Rasülüllah onu davranışı sebebiyle takdir etti.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1602, 5/176, 177; Müslim, Tevbe 59, 2771) Özellikle son iki rivayette edepsizlik hadlerini de aşan bir cüretkarlık mevcuttur. Şöyle ki: Birinci rivayette, peygamberimizin bir cariyesinin, hem de ondan çocuk doğuran bir cariyesinin zina yaptığından, zina neticesinde hamile kaldığından, bu çocuğu doğurduğundan ve peygamberimizin de onu cezalandırması için Ali’yi görevlendirdiğinden söz edilmektedir. İkinci rivayette ise, peygamberimizin cariyesi ile zina ettiği zannedilen adamın hadım olduğu, yani onunla zina edenin o adam olmadığının anlaşıldığı ileri sürülmektedir. Bu rivayetlerde konu edilen “çocuk sahibi” cariye, rivayetlerin yer aldığı kaynaklardaki açıklamalara göre, peygamberimizin değerli cariyesi, müminlerin annesi Mariye’dir. Bu durumda, Mariye annemiz tarafından doğurulduğunu ve sabi yaşta öldüğünü bildiğimiz İbrahim, bu rivayetleri uyduran kendini bilmez mel’unlarca bir “zina çocuğu” olarak gösterilmiş olmaktadır. “Hadis” adıyla ortaya çıkmış bu rezil ifadeler derhal ve kesin bir dille reddedilmesi gerekirken, ne yazık ki, hadis şârihleri tarafından hüküm çıkarılacak muteber nakiller olarak kabul edilmiş ve bu uydurma nakillerden şu hükümleri çıkarmışlardır: “Hastalara, nifaslı olanlara iyileşinceye kadar ceza uygulanmaz” ve “Şahit, gaibin görmediğini görür.” 12- Vâil b. Hucr b. Rebia anlatıyor: “Rasulullah’ın sağlığında, bir kadın namaz kılmak maksadıyla evinden çıkmıştı. Yolda ona bir erkek rastladı. Kadına çullanıp ihtiyacını giderdi. Kadın bağırdı, adam ise sıvıştı gitti. Çığlığı duyan bir erkek koştu geldi. Kadın ona başına gelenleri anlattı. Sonra bir grup muhacire rastladı, başından geçenleri onlara da anlatıp: “Bir adam bana böyle yaptı.” dedi. Hep beraber yürüyüp kadının kendisine tecavüz ettiği kimseyi yakalayıp kadına getirdiler. Kadın: “Evet bu odur” dedi. Sonra adamı Rasulullah’ın yanına götürdüler. Rasulullah adamın recmedilmesini emrettiği sırada, kadına tecavüz etmiş olan kimse kalkıp: “Ey Allah’ın resulü, suçlu benim!” diye itirafta bulundu. Rasulullah kadına: “Git, Allah günahlarını affetti” dedi. Zan altında kalmış olan kimseye de güzel sözler söyleyip gönlünü aldı. Tecavüzcünün recmedilmesini emretti ve recmedildi. Sonra Rasulullah şunu söyledi: “Bu adam öyle bir tevbe ile tevbe etti ki, böyle bir tevbeyi Medine ahalisi yapsaydı kabul edilirdi.”(Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1596, 5/170, 171; Tirmizi, Hudud 22; Ebu Davud, Hudud 7) 13- İbn-i Abbas anlatıyor: Hz. Ömer’e, zina yapmış olan deli bir kadın getirildi. Hz. Ömer, onun recm edilip edilemeyeceği hususunda halkla istişare ederek recmedilmesine hükmetti. Kadına Hz. Ali uğradı. Hazırlığı görünce: “Bunun hali nedir? diye sordu. Kendisine: “Falanca kabileden deli bir kadındır, zina yapmıştır. Hz. Ömer onun recmedilmesine hükmetmiştir” dediler. Hz. Ali “Kadını geri götürün” dedi. Sonra Hz. Ömer’e uğrayıp “Ey Mü’minlerin emiri, bilirsin ki, Rasulullah şöyle buyurmuştur: ‘Kalem üç kişiden kaldırılmıştır [onlar yaptıklarından sorumlu değildirler.]: Buluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, şifa buluncaya kadar bunamıştan.’ Biçare kadın falanca kabilenin bunağıdır. Ona tecavüz eden, muhakkak ki akli noksanlığı sırasında tecavüz etmiştir” dedi.(Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1597, 5/172; Ebu Davud, Hudud 16) |
![]() |
![]() |
![]() |
#8 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 824
Tesekkür: 0
163 Mesajina 231 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Alıntı:
Sabah namazinin vakti baslayis: ak ipin kara ipten seçilebildigi an, 2:178 sona eris: gündüzün sabahki ucu, 11:114 Aksam namazinin vakti baslayis: gündüzün aksamki ucu, 11:114 sona eris: gecenin karanligi, 17:78 Yatsi namazi eger sayin Hakki Yilmaz’in söyledigi gibi farz ise yatsi namazinin vakti ne zaman baslar, ne zaman sona erer? Yatsi namazinin vakti baslayis: ? sona eris: ? Konu Hasan Akçay tarafından (1. June 2014 Saat 09:00 AM ) değiştirilmiştir. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#9 | |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 824
Tesekkür: 0
163 Mesajina 231 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() Alıntı:
Yatsi namazinin vakti ne zaman baslar, ne zaman sona erer? Bu hangi ayette belirtiliyor? |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#10 |
Uzman Üye
Üyelik tarihi: Dec 2010
Mesajlar: 824
Tesekkür: 0
163 Mesajina 231 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 25 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]()
Hakki Yilmaz:
... Sükûnet buldugunuzda/güvene erdiginizde namazi ikame edin. Hiç süphesiz ki namaz müminler üzerine vakti belirlenmis bir yazgidir. (Nisa/103) Ayetteki “ كتابا موقوتا vakti belirlenmis yazgi” ifadesinden anlasilmaktadir ki namaz sadece vaktinde farzdir, vakti gelmeden farz olmaz ve vaktinin disinda da kaza edilmez... Bizlere namaz kilmayi emreden Yüce Rabbimiz, namazlari hangi vakitlerde kilmamiz gerektigini de -bizi seyhe, imama, müçtehide muhtaç birakmadan- Kur’an’da açikça bildirmistir: Ve gündüzün iki tarafinda ve gecenin yakin saatlerinde namaz kil... (Hud/114) Bu ayette peygamberimize gündüzün iki tarafinda [sabah ile aksam] ve gecenin yakin zamanlarinda [yatsi] olmak üzere toplam üç vakitte namaz kilmasi emredilmistir. |
![]() |
![]() |
![]() |
Bookmarks |
Etiketler |
giriş, sûresi’ne, sûresi’ne, ısra |
|
|